Yusuf Akdağ | 

Faşizme karşı mücadeleden söz edebilmek için faşizmin bazı temel özelliklerine işaret etmek gerekir. Çeşitli diğer makalelerde konu bu yönleriyle de irdeleneceği için burada bu özelliklerden yalnızca bu makalenin kapsamıyla bağı ölçüsünde söz edilecektir.

Faşizmi bir mali grubun, küçük ve orta tabakaların, bir partinin politikalarına indirgeyenler olduğu gibi burjuva hükümet değişiklikleri çerçevesinde tanımlayanlar da olmuştur. Ancak faşizm, bir grup sermaye uşağının, bir grup askeri üst bürokratın ya da bir partinin dayattığı politikalardan ibaret yönetim ve hükümet biçimi olmayıp mali sermaye ve tekellerin çıkarlarının en vahşi şekilde dayatıldığı devlet biçimidir. Bir akım olarak faşist ideoloji ve siyaset ve bir devlet biçimi olarak faşist diktatörlük, ekonomik-sosyal ve siyasal koşulların ağırlaşması, kitlesel umutsuzluk ve içinde bulunulan ağır koşullardan çıkış arayışıyla (gerek hakim sınıflar gerek sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimler) bağlı olarak ortaya çıkar. Başka bir söyleyişle faşizm, mali sermaye ve tekelci burjuvazinin karşı karşıya kaldığı ekonomik sosyal ve politik sorunları burjuva demokratik yöntemlerle çözememesi durumunda, burjuva sınıf egemenliğini sürdürmenin aracı olarak gündeme gelir. Mali sermaye çıkarlarının radikal temsilini üstlenen faşizm, işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci mücadelesine karşı bir şiddet ve karşı devrim hareketi olarak gelişir; diktatöryaldır; ırkçı-ya da ultra milliyetçi söylemi baş köşeye oturtur; şoven milliyetçilik faşizmin ideolojik cephaneliğinde bir tür savaş mühimmatıdır, devlet ve millet kavramlarına mitik anlamlar yükler; lider kültünü ve hiyerarşik örgüt yapısını, kitle gücü oluşturmanın hareket ettirici araçları olarak kullanır; küçük ve orta burjuva kesimlerin, toplumun “deklase tabakaları”nın sorunlarını kullanarak onları kendi hedefleri için kulanmaya çalışır. Terörist şiddet politikası faşizmin genel bir özelliğidir.

Faşizm İtalya ve Almanya’da olduğu türden aşağıdan kitle desteğinde, Latin ülkelerinde ve Türkiye’de olduğu gibi yukarıdan askeri darbelerle ya da bu her ‘iki yol’un aynı sürecin unsurları olarak birbirini güçlendiren “bileşikler” işlevi görmesiyle hakim hale gelebilir. Buna karşın her durumda kitle desteğine ihtiyaç duyar ve bunu sağlamak için şovenist milliyetçi söylemin yanısıra ekonomik-sosyal sorunları kullanır.

Faşizme karşı mücadele, bu özellikleri ve taktikleri göz önünde tutulmaksızın başarıyla sürdürülemez.

KOMİNTERN’İN ANTİ FAŞİST BİRLEŞİK CEPHE POLİTİKASI 

Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında yeni bir dünya durumu ortaya çıktı: Kapitalist emperyalist dünya sistemi Ekim Devrimi ile büyük bir darbe almış; kapitalist pazar daralmış, hemen tüm ileri kapitalist ülkelerde işçi sınıfı hareketi ve devrim mücadelesi ivme kazanmış; Avrupa’nın burjuva iktidarları yeni devrimler ve devrimci girişimlerle karşı karşıya gelmişlerdi. Faşizm, bu uluslararası koşullarda gündeme geldi. Siyasal şiddet ve gericilik yoğunlaştırılarak sömürü sistemi korunmaya, işçi sınıfı ve emekçilerden gelecek devrimci darbeler bu şiddet aracıyla önlenmeye çalışılıyordu. İçeride siyasal şiddeti yoğunlaştıran tekelci burjuvazi, dış politikada sınırsız şovenizme, yayılmacılık ve savaşlara yönelmekteydi.

Komünist parti ve örgütler, ileri işçiler ve devrimci aydınlar yeni bir sorunla karşı karşıya gelmişlerdi. Faşist hareket(ler), iktisadi-sosyal konumları sarsılan ve aynı nedenle de arayışa giren üretici köylü, küçük esnaf, zanaatkar kesimleriyle işsiz kitleleri başta olmak üzere yığınların yüz yüze bulundukları sorunları kullanarak bu kesimleri yedeklemeye yönelmişti. İşçi sınıfı başta olmak üzere halk yığınlarının sosyal-ekonomik ve siyasal taleplerini sahiplenen bir mücadele programı etrafında birleşik bir mücadele cephesi oluşturularak bunun önü kesilmeli, faşist politika boşa çıkarılmalıydı.

Bu sorun, faşist hareketlerin ortaya çıkmaya başladığı Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi sonrası dönemden (1921) başlayarak komünist partilerin ve Komintern’in gündeminde, denebilir ki devamlılık gösterir şekilde yer aldı. İşçi-emekçi mücadelesinin İtalya, Almanya, Avusturya ve Macaristan gibi ülkelerde devrimci yükselişiyle bağlı olarak devrim beklentisinin en güçlü olduğu ülkelerden biri de İtalya idi ve bu ülkede gelişen faşist hareketin başarıya ulaşması, benzer bir tehlikeyi Almanya’nın yanı sıra Avusturya, Çekoslovakya, Macaristan gibi ülkeler açısından da gündeme getirebilirdi. İtalyan işçi sınıfı başka ülkeler proletaryasına kıyasla daha örgütlü ve savaşmaya hazır olmasına, ordu içinde bazı kesimler işçi ve köylü mücadelesine sempati beslemesine ve bazı bölgelerde işçiler fabrikalara el koydukları ve burjuvazi pek bir şey yapamadığı halde, Serrati yönetimindeki İtalyan Sosyalist Partisi’nin izlediği çizgi, böylesi bir tehdidin büyümesine engel oluşturmamaktaydı.

Komintern IV. Kongresi’nin (1922) 12. Oturumu’na sunduğu raporunda, İtalyan KomünistPartisi temsilcisi Bordiga, bu durumu irdelerken,İtalyan Sosyalist Partisi’ni 1919 -1920 döneminde sınıf mücadelesinin gereklerine uygun örgütlenmeyi gerçekleştirmemesi ve devlet gücü korumasındaki faşist çetelerin saldırılarının işçi kitlelerinde yarattığı moral bozucu ve dağıtıcı etkiye karşı fiili önlem almaması nedeniyle eleştiriyor, faşist hareketin bundan yararlanarak İtalya’da güç kazandığını belirtiyordu.[1]

Faşist hareket taşranın yanı sıra “proleter hareketin en fazla geliştiği ve sınıf savaşımının en belirgin” şekilde ortaya çıktığı yerlerde de saldırıya geçmişti. İtalya, savaşın galipleri tarafında olmasına karşın ganimet yoksunuydu ve bu da “milli çıkarlar” söylemini etkili kılıyordu. Tüm çıkarların “ulusal birlik içinde kaynaştığı” propaganda ediliyor, bu da sosyal iktisadi durumları sarsılan küçük ve orta tabakalar, küçük iş sahipleri ve başıboş kesimler üzerinde etkili oluyordu.

Alman komünistlerine bir mektubunda Lenin, Komintern III. Kongresi’nin İtalya’daki durum üzerine değerlendirmesinde Serrati’nin oportünist politikasına karşı mücadele eden İtalyan Komünist Partisi’ni, tüm dikkatini “faşistlerin karşı devrimci hareketine karşı mücadelede proleter kitlelerle sıkı bir bağ içinde” olmakla işçi sınıfının kitle eylemlerinin birleştirilip “kendiliğinden patlamalarını titizlikle hazırlanmış mücadelelere dönüştürmesi” yönünde göstermesi için uyardığını ve Almanya Birleşik Komünist Partisi’nin mücadele şiarlarını “gerçek duruma” uydurma başarısıyla bağlı olarak kitle eylemlerinin başarısına yardımcı olacağına işaret ettiğini belirtiyor, II. Enternasyonal oportünizmenin verdiği zararlara işaret ederek sağ ve sol yaklaşımları eleştiriyor ve komünistlerin enerjilerini kitle mücadelesinin geliştirilmesine harcamaları için uyarıyordu.[2]

Faşist hareket Almanya’da da güç kazanmaktaydı. Siyasetlerini Versay Anlaşması ve savaş tazminatları dahil “Alman ulusunun mağduriyetleri” üzerine kuran faşistler, Versay Anlaşması’nın iptalini ve Fransa ve İngiltere’den intikam alınmasını istiyor; Cermen kökene vurguyla ırkçı politika izliyor, sınıf çatışmasına yer olmadığını propaganda ediyor; köylü kitlelerini kazanmak için “bağımsız köylü işletmeleri”nin kurulması ve “Yahudilerin uşaklığından kurtulma” propagandasıyla antisemitist bir politika yürütüyorlardı. Bu propaganda ve bu yöndeki fiili girişimler küçük ve orta burjuva kesimlerde geniş destek görüyor; işsiz kitleleri başta olmak üzere işçiler üzerinde etkide bulunuyordu. Alman kapitalizminin daha da gerilemesi ve çökmesi korkusunun yol açtığı intikam isteği ve körüklediği şovenist ruh halini kullanarak faşist hareket iç savaş birliklerini örgütlüyor; provokasyonlara girişiyor, işçi örgütlerine, grevcilere ve göstericilere saldırıyor, yağma eylemlerini artırıyordu.[3]

IV. Kongre’de, faşizm tehlikesinin birçok emperyalist ülke için geçerli olduğuna dikkat çeken KEYK, faşizm ile tekelci sermayenin çıkarları arasındaki ilişkilerin açığa çıkarılarak uluslararası alanda ve tek tek ülkelerde kitlelerin aldatılması ve baskıyla yedeklemesini önleyecek bir mücadele hattına ihtiyaç olduğu tespitini yaptı. Faşizme karşı mücadelenin başarılı bir biçimde sürdürülmesi için faşistlerin izledikleri taktikler ve yürüttükleri demagojik propaganda dikkatle izlenmeli; “değişik kapitalist katmanlar arasındaki iktisadi ve sosyal çelişkiler, büyük burjuvazi ile küçük ve orta burjuvazi ve aynı şekilde küçük köylülük ve aydınlar arasındaki çelişkiler ve hepsinden daha önemlisi burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkiler” irdelenerek faşist hareketin sınıf düşmanı karakterinin işçi sınıfı ve diğer emekçiler tarafından görülmesini sağlayacak bir çalışma örgütlenmeli; uluslararası alanda yeni bir savaş yaratma potansiyeli dikkate alınarak tüm işçilerin faşizme karşı mücadeleye çekilmesi için uluslararası ölçekte faşist demagojiye örgütlü yığın mücadelesi ile karşı konulmalıydı![4]

KEYK, 13. Plenumu’nda (1933), “Faşizm, Savaş Tehlikesi ve Komünist Partilerin Görevleri” başlığı altında ve Kuusinen tarafından sunulan raporla birlikte kabul edilen tezlerde, kapitalizmin genel krizinin gelişimi ve kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesine dikkat çekiliyor ve dünyanın “yeni bir devrimler ve savaşlar dönemine” girmekte olduğundan söz edilerek faşizme karşı mücadelenin önemi vurgulanıyor; bütün komünist partiler bunun için harekete geçmeye çağrılıyordu.[5]

Komintern’in VI. Dünya Kongresi’nde, devrim öncesi tüm dönem için, sermayeye karşı mücadelenin temel aracı olarak “işçi sınıfının çoğunluğunu komünizm için kazanmanın yöntemi olarak proleter birleşik cephe taktiği”ne vurgu yapılarak bu taktiğin uygulanması için her bir ülkede, sınıf mücadelesinin somut durumuyla bağlı biçimlere ihtiyaç olduğuna dikkat çekildi. Devrimci dalganın yükseldiği dönemlerde uygulanacak taktikler ile mücadelenin geri ya da nispeten düşük düzeyde seyrettiği zamanlarda izlenecek taktik yöntemler aynı olamazdı. Kitle mücadelesinin sermaye egemenliğini ve burjuva diktatörlüğünü tehdit ettiği koşullarda, mücadeleyi burjuva diktatörlüğünün yıkılmasına ve proletaryanın sınıf iktidarının kurulmasına doğru geliştirmek başlıca görev iken, faşist tehdidin öne çıkması durumunda, çıkarları onu defetmekte olan güçlerin anti-faşist birliği, mücadeleyi geliştirici ve güçlendirici işlev görürdü.[6]

VII. Kongre’de (1935) daha da netleştirilerek Dimitrov tarafından açıklanan faşizme karşı mücadelede komünist tutum, sonraki süreç boyunca da temel önemde bir referans olarak alındı.  Buna göre, faşizme karşı mücadelenin başarıyla sürdürülebilmesi ve faşizmin yenilgiye uğratılması için her şeyden önce kapitalist parti fraksiyonları tarafından etki altına alınmış olan işçi sınıfı kitlelerinin birliğinin sağlanması ve anti faşist halk cephesi politikasının işçi sınıfı ve örgütleri merkez alınarak geliştirilmesi gerekiyordu. İşçilerin birleşik cephesi ile anti faşist güçlerin birleşik cephesi birbirinin alternatifi olmayıp birbirini güçlendiren-deyiş yerindeyse tamamlayan oluşumlardı. İşçi sınıfını bölen, emekçi kitlelerinin birleşik eylemi ve mücadelesini zaafa uğratan politikaların teşhiri, anti-faşist halk cephesinin oluşturulmasının gereklerinden biriydi. Reformist sendika şeflerinin ve sosyal demokrat parti yöneticilerinin faşizme güç veren politikaları mahkûm edilmeli, kapitalist çıkarları savunan farklı burjuva parti şubelerinin emekçiler üzerindeki etkisi kırılmalıydı. Faşist barbarlığa karşın uzlaşı politikasını sürdüren sosyal demokrat partilerin tutumu, birleşik cephe oluşumunun başlıca engeliydi ve Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) bunun başını çekiyordu. İşçi hareketiyle bağı üzerinden güç toplayan sosyal demokrasi, sağ gerici bir politik çizgide mali sermayeye yedeklenerek Almanya, Avusturya, Macaristan ve Finlandiya’da işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci ayaklanmaları karşısında kapitalist sistemi koruma gücü olarak hareket etmekteydi. Tekelci sermayenin ve finans oligarşinin “kriz siyasetinin ihtiyaçlarına göre sosyal-demokrasinin ideolojik uyumu” da gerçekleşmekteydi.[7]

Bu teslimiyetçi politikanın bayraktarlığını yapan ve Alman mali sermayesinin 1918-19 devrimine karşı başlattığı imha politikasını paramiliter Freikorps birliklerini harekete geçirerek ordu kurmayı ile birlikte yürürlüğe koyan Ebert-Noske liderliğindeki SPD’nin bu politikası, Alman devriminin yenilgiye uğramasındaki rolüyle değil sadece, KPD’nin ‘Birleşik Cephe’ çağrılarını reddetmedeki ısrarıyla da Hitler’e iktidar yolunun açılmasının başlıca suçluları arasındaydı. Komintern ve “ulusal seksiyonları” buna rağmen faşizme karşı birleşik cephe politikasında sosyal demokrat parti ve kurumların etkisi altındaki kitlelerle bir arada olmak için büyük çaba gösterdiler. Komünist Enternasyonal VI. ve VII. Dünya Kongreleri arasındaki dönem boyunca, işçi-emekçi kitlelere, faşizm tehlikesinin arttığını ve sosyal-demokrasinin faşizmin yolunu açan politikalarda ısrar ettiğini açıklamayı sürdürdü.

KPD, Mayıs 1932’de Prusya’da “devlet darbesine karşı” sosyal-demokrat işçilere anti-faşist birleşik mücadele cephesini kurma çağrısı yaptı. 16 Haziran 1932’de KPD’nin Berlin Brandenburg bölge yönetimi, faşist gericiliğe karşı Berlinli işçilerin ortak kitle gösterisi için ADGB’nin (Genel Alman Sendikalar Birliği) yerel komitesine, SPD’nin bölge yönetimine ve “Reichsbanner’in (SPD’nin kitle örgütü) eyalet yönetimi”ne başvurdu. KPD, 22 Haziran 1932‘de bir kez daha, faşist hareketin önünü kesmek için ortak hareket önerisiyle SPD’ne başvurdu. Ancak bu önerilerin tümü de SPD tarafından ya reddedildi ya da yanıtsız bırakıldı. KPD’nin genel grev önerisine karşı SPD, işçileri “ağırbaşlılığa” davet ediyor ve “Yüce Divan”ın, anayasanın çiğnenmesine karşı vereceği kararı beklemek gerektiğini ileri sürüyordu. SPD yönetimi, Hitler’in iktidara gelmesinden birkaç gün önce (27 Ocak 1933- Breitscheid “Vorwâts”) KDP’nin ısrarlı çağırılarına verdiği yanıtta, KDP yönetimi ve etkisi altındaki örgütlerle “birleşik cephe olmaz” demekteydi. Hitler’in iktidara geldiği 30 Ocak 1933 günü KPD, faşizme karşı birleşik cephe oluşturma ve genel grev önerisiyle Sosyal-Demokrat Partiye ve reformist sendikalara bir kez daha başvurdu. Sosyal demokrat yöneticiler bu öneriyi de “Şimdiki gibi zamanlarda koşullar ve taktik çok hızlı değişir. Bugün genel grev yapmak, işçi sınıfının cephanesini boş yere harcamak demektir. İşçi sınıfının tüm düşmanlarının birleşmesine karşı sadece tek cevap vardır: işçi sınıfının birleşmesi! Olan olmuştur. Yeni bir mücadele dönemi başlamıştır… Bu yüzden dalaşmalara, özel parolalara ve özel eylemlere gerek yoktur. Sahte birleşik cephe manevraları değil, bilakis işçi sınıfının gerçek birliği…” gerekir şeklinde ikiyüzlü bir yanıtla reddettiler.[8]

KEYK bu gelişmeler üzerine, 5 Mart 1933 tarihli çağrısıyla tüm komünist partilerin, faşist saldırıyı püskürtmek için “sosyaldemokrat işçilerle birleşik mücadele cephesinin kurulması için sosyaldemokrat partiler aracılığıyla bir kez daha girişim”de bulunmasını istedi.[9] Sosyal demokrasi yöneticilerinden bu girişimlere de olumlu bir yanıt verilmedi.

26 Temmuz 1935’te KEYK’nin faaliyeti üzerine raporunda KPD merkez yöneticilerinden ve KEYK üyesi Wilhelm Pieck, “İki Gelişme Yolunun Tarihsel Sınanışı başlığı altında “sosyal-demokrasi”nin “tüm dünya ülkelerinde kendini tamamen kapitalist ekonominin gelişmesinin hizmetine sunduğu“nu belirterek sosyal demokrat partilerin “tröstlerin yönetimleri ile de iç içe geçti”ğini ve “iktisadi barış”tan yana tavır alarak işçi grevlerini arkadan vurmaya çalıştıklarını söylüyordu. Bundan dolayı diyordu Pieck, KEYK’in 1928 yılındaki IX. Plenumu’nun tespit ettiği üzere “emekçi kitlelerin yaşamsal çıkarlarını savunma, artan sömürü ve baskıya karşı mücadele yeteneklerini arttırma, bu mücadele için kitleleri toparlama zorunluluğu, komünistlerin önüne daha açık ve keskin biçimde ‘reformistlerin çizgisinden temelden ayrılan kendi özel politik çizgimizin’ öne çıkarılması” tutumunu sürdürme gerekliliğini çıkarmıştır.[10]

Pieck, sosyal demokrat ve komünist partilerin etkisi altındaki işçiler içinde birleşik mücadele eğiliminin güçlenmesine rağmen sosyal demokrat parti yöneticilerinin, bu eğilime aykırı düşen politik çizgiyi sürdürmeleri üzerine bir tür kaçınılmazlık haline gelen bir tutumdan söz etmekteydi. SPD başta olmak üzere sosyal demokrat partilerin yönetimleri, kitlelerin faşist otoriterizmin sultası altına alınmasına -bunun yol açacağı öfke birikimi sistem için potansiyel tehdit oluştururdu- karşı olmalarına rağmen, proletarya devriminden duydukları korku sonucu faşist-militarist partilerle kol kola girmekten geri durmadılar. Bu ikiyüzlü ve uzlaşmacı politika, faşizm ve faşist iktidarlara yolu daha açık hale getirdi.[11]

FAŞİZME KARŞI SAVAŞIN BAZI ÖNEMLİ KAZANIMLARI

Batılı emperyalist yöneticilerin faşist ‘kamp’ güçlerini sosyalist SSCB’ye saldırtma politikası, savaşın, dünya kapitalizminin yeni büyük darbelerle sarsılmasına yol açmasına engel olamadı ve savaş sosyalizme ve işçi hareketine karşı saldırının uluslararası vurucu güçlerinin (Almanya, İtalya ve Japonya) yenilgisiyle sınırlı kalmayarak Almanya’nın bölünmesinin yanı sıra Güney ve Doğu Avrupa’da “Halk demokrasisi devletleri”nin kurulmasına ve eski sömürgeci politikanın iflasıyla birlikte ulusal kurtuluş mücadelesinin yayılmasına da yol açtı. Çok sayıdaki ülkede faşizme ve emperyalist işgal politikalarına karşı sürdürülen ulusal kurtuluş savaşları bu ülkelerin kapitalist dünya sisteminden koparak sosyalist SSCB ile yakın ilişkilere girmesini sağladı. Avrupa’nın Batısında da faşizme karşı mücadelenin başında yer alan ve büyük bir mücadeleci ruhla savaşan komünist partileri, halkın geniş kesimlerinin güvenini kazandı. Sosyalizmin uluslararası alandaki manevi ve pratik etkisi arttı ve etki alanı genişledi. Ulusal özgürlük, bağımsızlık ve kurtuluş düşüncesi Asya, Afrika ve Latin Amerika’da yayıldı. Sosyalizm ve işçi sınıfı partilerinin prestij ve güç kazanımıyla dünya kapitalist emperyalist sistemi yeni devrimci darbelerle yeni kitlesel direnişlerle yüz yüze gelmişti.

Burjuva emperyalist şefler yeni bir dönem ve durumla karşı karşıya idiler. Bir yandan sermayenin genişleyen yeniden üretimi için tüm araç ve olanaklar seferber edilirken diğer yandan komünizme, işçi hareketine ve ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı barikatları güçlendirme politikası izlendi. ABD öncülüğündeki emperyalist-kapitalist devletler, SSCB’yi kuşatarak sosyalizmi inşa edilmekte olduğu topraklarda tasfiye etme hedefli ekonomik-mali ve askeri politikalar geliştirmeye koyuldular. NATO, CENTO gibi örgütler bu amaçlı olarak harekete geçirildi. Amerikan kapitalizminin, sosyalizme gerek bırakmaksızın burjuva kapitalist toplumun tüm sorunlarının çözümünü mümkün hale getirdiği ve dünyadaki tüm toplumlara ayrıcalıksız şekilde huzur, refah ve özgürlüklerin yolunu gösterdiği yalanı, yaygaracı bir propaganda ile yaygınlaştırılarak işçi sınıfı ve ulusal kurtuluş güçleri mücadeleden alıkonulmaya çalışılmaktaydı ve bu propaganda, hızlı kapitalist gelişmeden güç alıyordu.

ANTİ-FAŞİZM VE KOMÜNİST PARTİLERİN OPORTÜNİST EVRİMİ

İkinci Dünya Savaşı, kapitalist emperyalist dünyayı yeni bir durumla karşı karşıya getirdiği gibi sosyalizm açısından da yeni olanaklarla birlikle yeni bir durum yarattı. Burjuva devletleri, anti-faşist mücadelenin öncü gücü SSCB ile çeşitli anlaşmalar imzalamaya yönelmişlerdi ve geçicilik göstermekle birlikte, nispeten barışçıl bir döneme girilmişti. 1945-1960 döneminde kapitalizm yeniden hızlı gelişme trendine girdi. Anti faşist savaşta gösterdikleri büyük direnişle SSCB ve işçi-komünist partilerinin kazandığı prestij, burjuva hükümetlerini yeni devrimlerin önünü kesme hedefiyle de bağlı olarak sosyal haklarda iyileştirmeye, savaşın yol açtığı yıkımın da etkisiyle nüfusun çalışabilir kesimlerini işe seferber etmeye yöneltti. Komünist partiler serbestçe faaliyet yürütüyor, Fransa ve İtalya’da olduğu üzere hükümetlere dahi katılabiliyorlardı. Bu durum, bunalımsız-barışçıl bir döneme girildiği yönündeki yanılgıya dayalı anlayışların bu partilerin yönetimleri düzeyinde güç kazanmasına ve burjuva demokratik hakların genişletilmesi için parlamenter mücadele yöntemlerinin öne çıkarılmasına yol açtı. Fransa ve İtalya’da iki-üç komünist milletvekilinin hükümetlerde bakan olarak yer alması, parlamenter başarılar üzerine kurguyu güçlendirmiş; sosyalizm için mücadele perspektifinden adım adım uzaklaşmaya yol açan aktüel günlük sorunların çözümü asıl iş haline gelmiş, bunun teorisi yapılmaya başlanmıştı. Toplumsal sorunları “işbirliği ve barış içinde çözme” iddiası taşıyan görüşler işçi sınıfı ve partilerinin saflarında etkili olmaktaydı.

İlk işaret fişegi ABD Komünist Partisi Genel sekreteri Earl Browder tarafından atıldı. Browder, “sınıfsal farklılıkların ve siyasal grupların artık hiçbir önemi yoktur” demekteydi.

“Ulusal birlik”ten, işçi sınıfının çıkarlarıyla “Amerikalıların çoğunluğu”nun çıkarlarının aynı olmasından söz eden Bowder, örneği Amerikan demokrasisi olan burjuva demokrasisi aracıyla her tür çelişki ve çatışmanın üstesinden gelinerek sosyalizme varabileceğini ileri sürüyordu.[12]

Bu vaaz, anti-faşist mücadele döneminde işçi sınıfı başta olmak üzere halk kitleleriyle kurdukları ilişkiler ve bu savaşta gösterdikleri büyük fedakârlıklarla yüksek prestij kazanan Fransız, İtalyan ve İspanyol Komünist Partilerinin devrim ve sosyalizm görüşlerini terk etmelerinde iz mermisi işlevi gördü. Batı Avrupa işçi ve komünist partileri yönetimleri bu anlayışı süreç içinde daha da geliştirerek yaygınlaştırdılar. Faşizme karşı zafer koşullarından yararlanarak işçi sınıfını sosyalizm mücadelesi yönünde örgütleme ve harekete geçirme yerine “birleşik cephe politikası”nı savaş sonrası dönem hükümetlerinde yer alma sınırlarına çekerek ve bu süreci de uzatarak kapitalist ‘yeni atılım’ akımına kapıldılar.

Sosyalizme Krusçevci saldırı bu partilerin reformcu evriminin bir diğer etkeniydi. Krusçev, Sovyet toplumunun komünizm aşamasına geçtiğini belirterek kapitalist ülkelerde sosyalizme barışçıl geçişin mümkün hale geldiğini ileri sürerken, Batı Avrupa komünist partilerinin yöneticileri de anti-faşizm adına “ulusal ittifak politikası”nda uzatmalara giderek burjuvaziye karşı mücadelenin devrimci görevlerini yadsıyan ve yeni devrimlere karşı yıkıcı bir yaklaşımı ifade eden görüşleri teorileştiriyorlardı.

Bu partiler oysa faşizme karşı savaşın ön siperlerinde mücadele ederek halk kitleleri içinde büyük bir prestij kazanmış ve saflarına katılımlarla güçlerini daha da büyütmüşlerdi. Mücadeleyi devrimci tarzda daha ileriye götürme olanaklarına sahiptiler: Mussolini faşizminin iktidar olması karşısındaki reformist uzlaşmacı politikalarıyla devrim mücadelesine ihanet eden İtalyan Sosyalist Partisi’nden koparak komünist partiyi kuran öncü kadrolar (Gramsci ve Bordiga) yönetimindeki İtalyan Komünist Partisi, faşizme karşı savaş ve devrimci mücadelenin yükseltilmesi için büyük bir cesaretle çalışmış ve bu girişimiyle Kuzey İtalya’da işçi-köylü ve aydın kesimlerin direnişi yükseltmelerini sağlamıştı. Oluşturulan partizan birlikleri halkın faşizme karşı savaşına öncülük etmişler, partinin girişimiyle Turin başta olmak üzere İtalya’nın işçi bölgelerinde 1943 Mayıs’ında güçlü grevler gerçekleştirilmiş ve bu gelişmeler halk kitlelerini mücadele için cesaretlendirmişti.

Buna rağmen ama, İtalyan Komünist Partisi, bu savaşı iktidarın alınması yönünde ilerletemedi ve demokratik bir hükümet kurulması perspektifiyle sınırlı kaldı. Partinin bu politikası 1950’li yıllarda daha da belirginleşecek şekilde Palmiro Togliatti tarafından reformist uzlaşı çizgisine dönüştürüldü. Daha 1944 yılı Mart’ında, “uluslararası ve ulusal koşullar nedeniyle iktidarın alınmasını mücadele hedefi olarak saptamıyoruz. Tek istediğimiz, faşizmi tamamen yıkmak ve ‘ilerici anti faşist bir gerçek demokrasi’ kurmaktır. İtalyan Komünist Partisi ‘her sorunu ulus açısından, İtalyan devleti açısından ele almalıdır.’” şeklinde açıklamalar yapan Togliatti’nin bu anlayışı, savaş sonrası dönemde partiye egemen olan reformcu görüşlerin filizlendiği kaynak oldu. Togliatti daha sonra “sosyalizm için İtalyan yolu”nu formüle etti. Toplumu reformlar yoluyla “köklü biçimde değiştirme” çizgisi olarak da ifade edilebilir olan bu anlayış, İtalyan büyük sermayesine, hükümette yer alan komünist iki bakanın varlığı gibi somut bir durum üzerinden “ulusal yönetim” görünümü altında çıkarlarını egemen kılma olanağı sağladı. Bu görünüm, işçi sınıfı saflarında devrimci toplumsal değişim için mücadele yerine reformcu-parlamentarist yöntemlerle iktidar olunabileceği anlayışının güç bulmasına yol açtı.[13]

Bir diğer örnek Fransız Komünist Partisi (FKP) idi. Anti faşist direniş döneminde mücadelenin başını çeken FKP, birleşik cephe taktiğini başarıyla uygulayarak kitleler nezdinde güvenilir duruma gelmiş ve üye sayısını birkaç kat artırmayı da başarmıştı. FKP’nin faşist işgale karşı mücadelede gösterdiği ataklık, kurduğu partizan birlikleri, Fransa’daki direnişin yanı sıra İspanya iç savaşında üstlendiği ve militanca yerine getirdiği devrimci rol, yürüttüğü propaganda ve ajitasyon büyük öneme sahipti.

Ancak anti faşist savaşa öncülük eden bu parti, kurduğu ve savaşta büyük başarılar sağlayan örgütlerinin, kurtuluş ve direniş komitelerinin iktidarın alınması için savaşçı bir halk ordusu gibi hareket etmesi için çalışmak yerine De Gaulle’ün “Özgür Fransa Komitesi”ne üye verme ve “Halk Cephesi” hükümetinin politikalarına bağlı kalma sınırlarında durarak mücadeleyi devrim düzeyine yükseltme başarısı gösteremedi. Buna neden olan M. Thorez başta olmak üzere parti yönetiminin “uygun koşulların oluşması” gerekçeli beklentiye sürükleyen politikalarıydı. Sorun, anti faşist mücadele cephesi politikasıyla bağlı olarak kurulan bir hükümete katılıp katılmamak değil bu katılımı proletarya, emekçi ve ezilen halklar yararına kullanmaktı. Fransız partisi, konjönktürel bir durumu devamlılık boyutuna çıkararak savaş sonrası dönemde partizan kuvvetlerini silahsızlandırdı ve Maurice Thorez ile diğer iki komünistin De Gaulle’ün “ulusal hükümeti”nde görev almalarını, Thorez’in “sosyalizme giden başka yollar” söyleminde ifadesini bulan parlamenter yoldan geçiş teorisi yönünde yorumladı. Bu durum partide giderek belirgin biçimde gözlenen huzursuzluklara yol açınca, Thorez ve parti yönetimi bir süre sonra (Ekim 1947) bu uzlaşıcı anlayış nedeniyle özeleştiri yaparak işçi sınıfı mücadelesini daha üst düzeye yükseltme politikasına; Fransız emperyalizminin sömürge siyasetine ve Amerikan emperyalizminin politikalarına karşı devrimci mücadele çizgisine yöneldi. Ne var ki bütün bunlar ve partinin anti faşist savaşta kazandığı tecrübe ve prestij, parti liderliğinin ideolojik-politik savrulmasını ve partinin süreç içinde reformist bir parti durumuna düşmesini engelleyemedi.

Benzer bir gelişme savaş sonrası dönem İspanya Komünist Partisi’nde yaşandı. Daha 1934’lerde, İspanya devriminin gelişmesinde “güçlü bir politik faktör haline” gelen Parti, faşist tehlikeye karşı ve İspanya iç savaşı döneminde (1936-1939) cumhuriyetçi yurtsever güçlerle birlikte büyük bir direniş geliştirdi. Başlangıçta Halk Cephesi Hükümeti içinde yer almayan ve bu hükümetin faşist harekete karşı politikalarını eleştiren parti, Frankocu darbe üzerine, cumhuriyetin silah gücüyle savunulması politikasında bu hükümetle birlikte savaş cephesinde yer aldı.

İspanya Komünist Partisi bu cephenin en kararlı ve savaşan militan gücüydü. Bu savaşta İspanyol halkı, başta işçiler olmak üzere üstün fedakârlıklar gösterdi. Asturias maden işçilerinin faşist birliklere karşı bir ay boyunca yürüttükleri savaş bunun örneklerinden biriydi. Uluslararası tugayların desteğinde süren anti faşist savaşta binlerce militanını kaybetmesine karşın sonuna dek direnerek halk nezdinde büyük bir prestij kazanmıştı.

Ancak Hitler ve Mussolini desteğindeki Frankocu faşist ordu, komünistlerin, cumhuriyetçilerin, demokrat çevrelerin ve uluslararası devrimci savaşçılardan oluşan birliklerin direnişini kırmayı başardı. Franco çetesi 1970’li yıllara dek vahşi faşist diktatörlüğü sürdürdü.

İKP, partinin en ileri, en birikimli ve savaşçı ruha sahip militanlarının çok büyük kesimini iç savaşta kaybetmişti. Bu durum, parti liderliğine gelen Santiago Carillo ve kafadarlarının, İKP’yi devrim ve sosyalizm hedefinden uzaklaştırarak mevcut sistemin kendi işleyişi çerçevesinde “devrimci değişimi”ni öngören reformcu rotaya çekmelerini kolaylaştırdı. Proletaryanın devrim mücadelesiyle bağları giderek kopan parti bir süreç içinde düzenin reformist “sol” kanat partisi haline geldi.

George Marchais, Enrico Berlinguer ve Santiago Carillo’nun başında bulundukları Fransız, İtalyan ve İspanyol Komünist Partileri, sonuçta sosyalizmden tümüyle vazgeçen reformist sistem partilerine dönüştüler. Nesnel durum, teknolojik ilerleme, sınıfların eski konumlarının değişimi vb. gerekçelere dayandırılan yeni politik-ideolojik hat, sonuçta “cumhuriyet yasaları çerçevesinde mücadele” ile yetinmeye varmıştı. Geride bıraktıkları siyasal-ideolojik enkazın kaldırılıp atılması, yeni devrimci komünist partilerin sorumluluklarından biri oldu.

Anti faşist halk cephesi politikası bazı Balkan ülkelerinde de başarıyla uygulandı.[14] Bunlardan biri de Bulgaristan’dı. Çar III. Boris’in 1940 başlarında Bogdan Filov başkanlığında kurdurduğu faşist hükûmet, Sivil Seferberlik Yasası çıkararak burjuva demokratik hakları ortadan kaldırmış, grev, gösteri ve direnişleri yasaklamıştı. “Brannik” adıyla faşist gençlik örgütü kurulmuş, 1941 yılı başlarında toplama kampları oluşturulmaya başlanmış, Bulgar faşist yönetimi Alman faşizmiyle birlikte Balkan ülkelerini istilaya başlamıştı.

Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) buna karşı halk kitlelerinin direnişini örgütlemeye girişti ve Vatan Cephesi programı etrafında birleşilerek Alman faşistlerinin kovulması, Sovyetler Birliği ve özgürlükten yana halklarla dostluk politikasını savunuyordu.[15] 8 Eylül 1946’da yapılan referandumda %93,63’lük oy desteğiyle monarşiye son verildi ve George Dimitrov başkanlığında Bulgaristan Halk Cumhuriyeti kuruldu. Dimitrov yönetimi büyük sanayi kuruluşlarını ve bankaları ulusallaştırdı. Ancak 2 Temmuz 1949’da Dimitrov’un ve altı ay sonrasında da Vasil Kolarov’un ölümü partide büyük bir sarsıntıya yol açtı. 1954’te BKP sekreterliğine seçilen Todor Jivkov yönetimindeki parti, modern revizyonizmin hakimiyet kurmasıyla paralel biçimde kapitalist emperyalist sisteme uyumlu parti fraksiyonlarından birine dönüştürüldü. 1989’da Doğu Avrupa’da yaşanan çöküşle birlikte halk demokrasisi döneminin kalıntısı olan biçimlerin son tabut çivileri de çakılmış oldu.

FAŞİZME KARŞI MÜCADELENİN ARTAN ÖNEMİ

Bugün faşist tehditten söz etmek için yeterince neden vardır. Daha fazla kâr ve sermayenin birikimi için ileri teknolojinin sağladığı olanaklar, geliştirilmiş askeri-teknoloji ve militarizmin güç kazanması, şoven milliyetçi -yabancı düşmanı politika ve ideolojik görüşlerin devlet yönetimlerinin yanı sıra çeşitli kapitalist parti fraksiyonları düzeyinde benimsenmesi ve bunun kitlesel etki gücündeki artış ya da genişleme vb. etkenler nedeniyle faşizmin örgütlü egemenlik olanakları artmıştır. Nazi ve İtalyan tipi “aşağıdan” kitle desteğiyle güç toplayan şovenist-yabancı düşmanı ve “neo-faşist” partiler, Fransa, İtalya, Avusturya, Macaristan, Polonya, Ukrayna gibi ülkelerde ekonomik sosyal sorunları istismar ederek %5’lerden %25’lere değişen oranlarda seçmen desteğiyle parlamentolarda yer aldılar ve kiminde de hükümet ortağı olabildiler. Bolivya, Venezuela, Mısır, Sudan, Türkiye gibi ülkelerde askeri darbeler ve darbe girişimleri oldu. Sağ muhafazakâr partiler işsizlik, yoksulluk, açlık gibi kapitalizm kaynaklı sorunları yabancı nüfus akını ve “asalaklığı”yla gerekçelendirerek, işsiz kitlelerin yanı sıra küçük ve orta burjuva kesimler üzerinde etkili olabiliyorlar. Faşist partiler, ırkçı aidiyet söylemi, sıkı disiplinli örgüt yapısı, devlet ve lider kültü ve belirli simge, hareket ve işaretleri popüler hale getirme “taktikleri”yle ve şiddeti de yedekte tutarak güç toplamaktadır.

Neoliberal ekonomi politikaların yürürlüğe konduğu bir süreçte Fransa’daki Front National gibi milliyetçi faşist hareketlerin küçümsenemez oy desteği görmeleri, benzer partilerin İtalya, Avusturya, Macaristan, Polonya ve Yunanistan gibi ülkelerde de ortaya çıkmaları; Almanya’da yabancı düşmanı sağ milliyetçi grupların AfD çatısı altında yüz civarında milletvekiliyle federal parlamentoya girecek denli güç toplaması, Ukrayna’da ve Rusya’da, Avrupa’daki faşist partilerin taktiklerini kopyalayan grupların ABD ve Avrupa’nın Fransa, İngiltere ve Almanya gibi büyük güçlerinin desteğinde giderek büyümesi, Brezilya’da faşist Bolsonaro’nun devlet başkanlığına seçilmesi, faşist hareketin yeniden güç kazanmakta ve çeşitli ülkelerde kitle destekli potansiyel tehlike oluşturduğuna işaret ediyor. Mali sermaye ve tekellerin baskısı altında ve krizler nedenli olarak sosyal-ekonomik durumları sarsılan ve ellerindekini de kaybetme korkusu yaşayan toplumsal kesimlerin umutsuzluk ve çözümsüzlükleri, diğer burjuva partileri gibi faşist parti ve çetelerine de küçük-burjuva mülkiyet ideolojisine seslenerek ve hatta tekelci sermayenin kimi gruplarına karşı demagojik söyleme de başvurarak kapitalizm kaynaklı sorunların ağır yükü altında bunalan bu kesimleri yedekleme olanağı sunmaktadır.

Faşist devlet biçimine geçiş için “komünizm tehdidi” günümüzde aktüel gerekçe değildir. Ancak daha sık aralıklarla ortaya çıkan ekonomik krizlerin nedenlediği sorunlar, işsizlik, yoksulluk ve hayat pahalılığı ile birlikte siyasal baskı ve yasaklar karşısında Avrupa, Asya ve Afrika’nın çeşitli ülkelerinde kimi zaman Hindistan’da olduğu türden milyonlarca işçi ve emekçiyi kapsayan direnişler yaşanmakta; işçi ve emekçilerin giderek artan kesimleriyle sermaye diktatörlüklerini karşı karşıya getiren ekonomik-sosyal sorunların çözümsüzlüğü sınıf çatışmasını sertleştirici unsurların birikimine yol açmaktadır. Kadın ve gençlik kitlelerinin mücadelesi giderek büyümektedir. Diğer yandan pazarlar üzerine rekabetin kızışması, aşırı silahlanma ve militarizmin güç kazanması, ticari kavgaların sertleşmesi, yıllarca süren bölgesel savaşlar ve bağlantılı nüfus hareketlerinin artışı, mülteci sorununun uluslararası ilişkileri geren bir düzeye ulaşması gibi çok çeşitli sorunlar, tekelci burjuvazi ve mali sermaye gruplarını faşizan politikalarda yoğunlaşmaya yöneltmektedir.

Türkiye özgülünde ise, on yıllardır sürdürülen Kürt karşıtı politika, yasaların ve anayasanın aşırı merkezci ve baskı yoğunlaşmasını meşru gösterir şekilde değiştirilmesi, şovenizm ve militarizmin güç kazanması, “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı altında biçimlendirilen tekelci yönetimin, devletin tüm kurumlarının yönetim yetkilerini devralması, fabrika, işyeri, semt, okul ve kurumlar üzerindeki baskı ve denetimin artırılması vb. gibi değişimler faşist bir rejim için genişleyen olanaklara işaret ediyor.

“TEK ADAM” YÖNETİMİNDE FAŞİST İNŞA

Türkiye’de siyasal gericiliğin, şovenizmin ve militarizmin güç kazanması ve bütün iktidar yetkilerinin “tek adam yönetimi” elinde toplanması için girişilen uygulamalarla yasal düzenlemeler, faşist rejim inşasını yeniden aktüel tehdit haline getirmiştir. Bu gelişmeler son yüzyıllık toplumsal tarihten soyutlanamayacak bazı özelliklere sahip olmakla birlikte belirli özgünlükler göstermektedir ve bu da faşizme karşı mücadelenin somut koşullarla bağlı özellikleri açısından önemlidir.[16]

Mali sermaye ve tekellerin hakimiyeti koşullarıyla da bağlı olarak baştan itibaren işçi ve emekçilere düşman ve ‘azınlıklar’a karşı gelişen burjuva Türk devrimi, Ermeni katliamı gibi bir büyük kitlesel imhaya imza atan hareketin mirası üzerinden şekillenmiş; bu devrimin ürünü ve baştan itibaren anti demokratik karakteriyle belirgin devlet iktidarı, İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sukûn Kanunu’yla takviye edilmiş; Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi ideolojik-kültürel sindirme ve asimilasyon politikasıyla da güçlendirilmişti. Siyasal şiddet örgütlenmesini varoluş şartı ve olanağı sayan devlet iktidarı, Nazi Almanya’sıyla ilişkiler, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD emperyalizmine yedeklenme, NATO üyeliği ve SSCB’ye karşı cephenin aktif gücü olma politikası dolayısıyla daha da gericileşti ve faşizan şoven milliyetçi anlayış daha fazla güç kazandı. Kuruluşunda Osmanlı subaylarının özel rol oynamasıyla ordunun baştan itibaren etkin bir güç oluşturduğu devlet yönetiminin gelişmeler karşısında açmaza düştüğü hemen her durumda devreye giren “asker”in darbeler yoluyla yönetime el koyması ve hemen her seferinde işçi-emekçi ve gençlik mücadelesini şiddetle bastırmayı ilk hedef olarak alması, faşist ve siyasal İslamist güçlerin gizli-açık örgütlenmeleri için olanak sağlayarak  ulusal-sosyal ve ekonomik sorunların istismarı aracıyla güç toplamalarına da yol açtı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 cuntalarının işçi-emekçi hareketine vurduğu darbelerle devrimci-demokrat ve sosyalist parti ve örgütlere yönelik imha ve tasfiye politikası, sağ gerici, faşist ve siyasal İslamcı parti ve örgütlere, kitlelerin sistem kaynaklı sorunlarını ve tekelci sermaye başta olmak üzere kapitalistler arası rekabet ve çelişkileri kullanarak güç toplama olanağı sağladı. Türk kontrgerillası ve “ülkücü mafya”sıyla Gladio tipi faşist örgütlenme bu durumdan güç aldı. Türkçülük ve antikomünizm siyasetiyle burjuva ve küçük burjuva kesimler içinde güç toplayan sağ gerici ve faşist akımın en saldırgan temsilcisi olarak MHP, MC hükümetleri döneminde elde ettiği olanakların yanısıra MİT ve polis teşkilatının paramiliter bileşenlerinden biri konumuyla devlet kurumlarında örgütlü, devlet politikasında etkin güç unsurlarından biri haline geldi.

Ancak faşist hareketin kitle dinamiği MHP ve etkisiyle sınırlı olmayıp faşizmin etkin malzemesi olan şoven milliyetçiliğin etki alanı genişlemiştir. 1930’lu yıllardaki atılımı saklı tutulduğunda en etkin yayılım olanağına Erdoğan yönetimindeki AKP’nin siyasal İslamcılık ile şoven milliyetçiliği kitle etkinliğinin silahlarından biri olarak kullanmaya soyunmasıyla kavuşan militan-şoven milliyetçilik, siyasal-askeri merkezin faşist iktidar pratikleri açısından kitle dinamiği oluşturma işleviyle yüklüdür. AKP, MHP (ve Vatan Partisi), tekelci sermayenin en saldırgan kesimi ve politikalarının temsilcisi partiler olarak bu faaliyetin en etkin güçleri arasındadırlar.

“Tek adam yönetimi” aşırı merkezci ve militaristtir. Kendini yasalarla bağlı görmeyen, tekelci burjuvazinin bir kesimine (TÜSİAD’ın “köklü” eski holdingleri) karşı diğer bir kesimiyle (MÜSİAD’a üye ağırlıklı) organik ilişkiler içinde ve kendisi de palazlanan bu yönetim, yeniden organize edilen ordu ve polis gücü, MİT ve özel kuvvetler, milis örgütlenmesi ve bekçi kuvvetleriyle takviyelidir. Cumhurbaşkanı “mülkiyete el koyma” ve yurtdışına asker sevk etme yetkisine sahiptir. Parlamentonun biçimsel işlevini geçersiz kılan düzenlemeler yapılmış; Barolara, Tabipler Birliği’ne, TMMOB’ye, yöresel veya ülke düzeyinde örgütlü derneklere, iktidar mekanizmasına bağlanmayan vakıflara yönelik tasfiye girişimleri artmıştır. Baskı, işkence ve infaz yetkisi genişletilmiş, yasalarca suç sayılan fiillerin polis, subay, bekçi vb. açısından imtiyaz kapsamına alınması, faşist hareketin güç kazanmasını kolaylaştırıcı işlev görmüştür. Muhalefetin burjuva ve emekçi her türünün etkisiz kılınması yönündeki düzenlemeler birbirini izliyor. Yayılmacı askeri politika ve şoven milliyetçi ve militarist propagandanın etkisi, medya tekeli, gizli servis faaliyeti; muhafazakâr milliyetçi kitlelerin azımsanmayacak bir kesiminin devlet gücü ve kurumlarını “sorgulanamaz” görmesi vb., bütün bunlar, devletin faşist tarzda örgütlenmesi açısından olanak ve malzeme yığınağı oluşturmaktadır.

FAŞİST TEHDİTE KARŞI GÜNCEL MÜCADELE

Faşizme karşı mücadelede tarihsel deneyim, anti faşist mücadelenin başlıca referanslarından biridir. Ancak toplumsal gelişme ve uluslararası koşullardaki farklılıklar, faşist parti ve hareketlerin ve emperyalist ve işbirlikçi güçlerin söylem çeşitliliği ve farklılığı; faşizme karşı mücadelede, günümüzdeki somut koşulların hareket noktası olarak alınmasını gerektirir. Lenin, somut koşulların somut tahlili ile mücadele platform ve taktikleri arasındaki ilişkiyedikkat çekmişti.

İktisadi sosyal gelişme ve değişim faşist hareket açısından da başlıca yönlendirici etkendir. Mussolini ve Hitler kitlelerin iktisadi sosyal sorunlarını istismar ederek kitle seferberliğine dayanmaya çalıştılar. Politikaları militaristti, ama onlar “milletin kaderi”, “barış ve huzurun önemi” üzerine ikiyüzlü söylemle yığınları etkileyebildiler. Hitler, Birinci Dünya Savaşı’nın ve ekonomik bunalımın ağır sonuçlarını istismar ederek güç topladı. Enflasyon artmış, işsiz yığınları büyümüştü. İçinde bulunulan berbat durumu Versay Anlaşması’nın ağır yaptırımlarına bağlama görüşü oldukça yaygındı. Hitler’in “Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi” adıyla kurduğu partinin programında (25. Madde) tröstlerin toplumsallaştırılmasından, tefeciliğin kaldırılmasından, toprak reformundan söz ediliyordu. Alman olmayanların Almanya’ya yerleşmeleri yasaklanacaktı. Bu şovenist politika, “ulusal gururları incinmiş” toplumsal kesimlerin yedeklenmesine yol açtı. Türkiye’de 12 Eylül 1980 cunta yönetimi, toplumsal yaşamı büyük sermaye yararına zor yoluyla yeniden düzenlemeye girişirken, saldırılarını “anarşi, terör, bölücülük tehlikesinin büyümesi” gerekçesine bağlayarak kitle desteği sağlamaya çalıştı. Sendikalar, dernekler, partiler kapatılırken, bu örgütlerin yönetimleri suçlanarak üye tabanı yedeklenmeye çalışıldı.

Faşist hareket ve sağ gerici partiler, kapitalizmin yol açtığı toplumsal çözülme ve bunalımla bağlı arayışların sağladığı potansiyel kitle varlığından yararlanarak diğer sermaye partilerinin politikalarına tepki duyan küçük burjuva yığınların, durumları sarsılan orta tabakaların, milyonlarca “yabancı”nın ülkeye gelişinin yol açtığı milliyetçi-şoven tepkinin etkisindeki kesimlerin durumunu istismarla onları yedekleme olanağı buldular ve “iç ve dış düşman” argümanıyla kültürel-ulusal farklılıkları kullanarak güç topladılar. Faşist ideoloji ve politikanın asli unsurlarından biri olan şoven milliyetçiliğin yanı sıra (milliyetçi olup faşist olmayan partiler de vardır) daha güçlü ekonomi, ulusal çıkarlar, yabancı devletlerin politikaları, nüfus göçü vb. gibi gerekçeler günümüzde en çok istismar edilen konulardır.

Bu durum ve gelişmeler, faşist gericiliğe karşı mücadelenin başarıyla sürdürülmesinin koşulları ve gerekliliklerini de açıklayıcı unsurlar içermektedir: Faşizm, sermayenin işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi halk kitlelerine yönelttiği ve yöneltebileceği “en azgın saldırı”; “dizginlenmemiş bir şovenizm”; “kudurmuş bir gericilik ve bir karşı devrim hareketi”; işçi sınıfı ve bütün emekçi halkın “en korkunç düşmanı” bir diktatörlük biçimidir.[17] İşçi sınıfı başta olmak üzere emekçilerin kendi hakları için örgütlü mücadelesini engellemek, sendikaları, dernekleri, işçi ve komünist partileri kapatmak, basın-yayın tekeli kurarak kitle manipülasyonuna girişmek, faşist parti ve örgütler dışındaki burjuva partilerinin varlığına ya tümüyle son verip ya da boyun eğmeleri kaydıyla faaliyetlerini büyük oranda sınırlayarak siyasi tekel oluşturmak; mali sermayenin aşırı kâr amaçlı saldırganlığına karşı ortaya çıkan tepkileri yedeklemek üzere iki yüzlüce anti kapitalist söyleme baş vurmak ve kimi özel mülkiyete el koymak; “ulusal başarı için işbirliği ve fedakârlık” propagandasıyla vahşetini örtmeye çalışmak, faşist gericiliğin özellikleri arasındadır.

Faşist diktatörlüğün kurulduğu ülkelerde, kiminde köylü kitlelerinin bir kesimi, diğer bazılarında ise kent küçük burjuvazisine mensup kesimler küçük kırıntılar karşılığı işçi sınıfı düşmanı politikalara yedeklenebilmiştir. Kapitalist gelişmenin dengesiz seyri, işsizlik ve yoksullaşmanın artışı, tarımsal üretimin sürdürülmesinde karşılaşılan zorluklar, kırsal tutuculuğun etkisi, sağ muhafazakâr ve faşist partiler başta olmak üzere sistem partilerinin kitleleri devlete ve kapitalizme bağlı tutma politikası vb. gibi etkenler, faşizmin bu kesimler üzerinde ideolojik-politik etki sağlamasında rol oynar. Faşist hareketin bu etkisi ekonomik olanaklar beklentisinin yanı sıra milliyetçi ‘duyarlılık’ ve güçlü devlet-güçlü lider (başkan, reis, führer, şef vb.) beklentisinden de beslenir. Ancak bu durum değişmez değildir. Ekonomik koşulların ağırlaşması ve çelişkilerin derinleşmesi bu kesimleri giderek artan şekilde bölünme ve dağılmayla yüz yüze getirir. Aynı neden, bu kesimlerin anti faşist mücadele cephesine çekilmelerini de olanaklı kılar.

Kominter’nin faşizme karşı mücadelede cephe politikası, bu mücadelede birleşebilir tüm güçlerin birleştirilmesi ihtiyacı üzerinden şekillenmişti. İşçi sınıfının birliğini ve bağımsız politik örgütlenmesini başlıca görev edinen komünist partileri, sosyal demokrasiyle ittifakta kendilerini burjuva demokrasisiyle sınırlamamış, anti faşist mücadeleyi halk demokrasisi ve sosyalizm mücadelesi hedefine bağlayarak sürdürmüşlerdi. Dimitrov, işçi sınıfının birliğini sağlama göreviyle antifaşist cephe birliği politikasının karşı karşıya getirilmemesi gereğini vurgulayarak, faşizme karşı mücadelenin başarısı için mali sermayenin egemenliğine karşı mücadelenin en tutarlı gücü olan proletaryanın birliğinin tayin edici önemine dikkat çekmekteydi.

Faşizme karşı “tabanda emekçi birliği” politikası bugün de geçerlidir. İşçi ve emekçilerin sermaye fraksiyonlarından bağımsız sendikal ve politik örgütlenmelerinin geri düzeyi, kitlelerin büyük çoğunluğunun burjuva partilerinin etkisi altında oluşu, büyük çoğunluğu örgütsüz, dağınık ve farklı ideolojik-siyasal akım ve partilerin etkisi altında ve yine küçük bir bölümü farklı sendikal örgütler içinde yer alan işçilerin güç birliğini zorlaştırıcı olmakla birlikte, işçi sınıfının dağınık ve bölünmüş durumunun devrimci tarzda değişimi ve birleşik halk cephesinin etrafında şekilleneceği asıl sosyal merkez haline gelmesi, anti faşist cephe birliğinin temel ve en önemli sorunudur. İşçi kitleleri başta olmak üzere emekçi kesimlerin, kent ve kır küçük burjuvazisinin, küçük üretici kitlelerinin ve tüm bunların sendikal-mesleki ve politik örgütlerinin yanı sıra sistem partilerinin tabanında yer alan emekçilerin anti-faşist cephe birliğine kazanılması, faşizme karşı mücadelenin başarı koşuludur. Faşist diktatörlüğün engellenmesi ya da kurulmuş ise yenilgiye uğratılması, işçilerin ve kent-kır emekçilerinin birliğini temel alan, ancak bununla sınırlı kalmayıp, faşizme karşı tutarsız da olsa mücadele etme eğilimi gösteren parti, dernek, birlik ve çevre örgütlerinin ittifakı üzerinden seferber edilmesine genişleyen bir politikayı gerekli kılar.

Kitlelerin çoğunluğu hemen tüm ülkelerde sağ gerici sermaye partilerinin; bir kesimi, halen “işçi partisi”, “sosyal demokrat” adları taşıyan, ancak tekelci sermayenin platformunu benimseyen partilerin etkisi altındadır. Bunların yanı sıra, özellikle son on yıllarda ortaya çıkan ve bazısı “kimlik” politikalarıyla reformist liberal burjuva bir çizgi izleyen, bazı diğerleri ise orta ve küçük burjuva kesimlerin yanı sıra işçi ve emekçilerin arayışından yararlanmaya çalışan “sol popülist” bir çizgide, ancak eski tür sosyal demokrat partilerin sosyal reformcu platformunu aşmayan politikalara sahip partilerin etkisi söz konusudur. Devrimci demokrat sol örgütler, sosyalist olma iddialı ya da sosyalist-komünist parti ve örgütlerin işçi emekçi kitleleriyle, gençlik ve kadın emekçilerle örgütlü ilişkileri bu kesimleri seferber edici düzeyde gelişmiş olmaktan henüz uzaktır. Bütün bunlar mücadeleyi güçleştirici-zaafa uğratıcı unsurlardır. Bu da somut talepler temelinde ısrarlı bir mücadeleyi zorunlu kılar.

Yaşanan ekonomik-sosyal yıkımın başta gelen “mağdurları” işçiler, işsizler, kent kır emekçileri, küçük üreticiler-küçük esnaf olmak üzere geniş toplumsal kesimlerdir ve bu durum sağ gerici, faşist ve şoven milliyetçi partiler tarafından olduğu denli devlet yönetimini elinde tutan oligarşik kast tarafından da istismar ediliyor. Bu durum, herkesten önce komünistlere, faşizme karşı mücadele politikasını etkili tarzda sürdürebilmek için kitlelerin en geniş kesimlerinin burjuva aldatıdan kurtulmalarına yardım edecek ve faşizme karşı güç birliğini güçlendirecek bir tutum ve çalışma sorumluluğu yükler. Faşist demagoji ve provokasyonlar teşhir edilmeli, proletaryanın geniş kitlelerinin ve ekonomik sosyal sorunlar altında bunalan emekçi kesimlerinin eylem birliği sağlanmalı, tüm faşist örgütlerin dağıtılması için kitle baskısı oluşturulmalı, şovenist milliyetçiliğe karşı işçi sınıfının uluslararası enternasyonal dayanışması geliştirilmeli ve yayılmacı savaş politikalarına karşı mücadele yükseltilmelidir. İşsizlik, yoksulluk, borç artışı ve iflaslar, salgın hastalıklar karşısındaki çözümsüzlükler, pahalılık, siyasal baskı ve zorbalıktaki yoğunlaşma acil sorunların başında geliyor ve bunlar toplumun çok büyük kesimlerini arayışa sürüklemektedir.

FAŞİZME KARŞI SİYASAL DEMOKRASİ MÜCADELESİ

Kapitalist sömürüye son verilerek sınıfsız-sömürüsüz topluma geçilmesi Marksist-Leninistlerin asıl amacıdır. Buna karşın ama komünistler, burjuva demokratik hakların gaspı ve burjuva demokratik biçimlerin ortadan kaldırılması politikalarına karşı ilgisiz ve tarafsız değillerdir. Onlar, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçileri sermaye iktidarını yıkmaya hazırlamak üzere burjuva demokrasisinden yararlanır; faşizme karşı mücadele potansiyeli taşıyan güçleri seferber ederek faşist barbarlığı engellemeye çalışırlar. Burjuva devletin demokratik ve faşist biçimleri arasında fark görmeyen sol sekterizm, faşizme karşı mücadeleye ve anti faşist güçlerin birleşik cephe politikasına zarar vermiş, bu mücadeleyi güçten düşürmüştür. Bu yaklaşımın küçük burjuva reaksiyoner biçimlerinden biri, görünürde sosyalizm için mücadeleyi önceleme adına burjuva demokratik haklar için mücadeleyi hedef saptırıcı sayar, bu mücadeleyi azımsar ya da tümüyle yadsır. Bu mekanik ve yüzeysel yaklaşım Lenin ve Komünist Enternasyonal tarafından mahkûm edilmiştir.

Lenin, “Demokrasi uğruna savaşımın, proletaryanın dikkatini, sosyalist devrimden başka yöne çekeceğini, ya da bu devrimi gözden gizleyeceğini, ikinci plana iteceğini vb. sanmak büyük yanılgı olur. Tam tersine, nasıl ki, tam demokrasiyi gerçekleştirmeyen sosyalizmin başarılı olması olanaksızsa, aynı şekilde, proletarya, demokrasi uğruna, her açıdan tutarlı bir devrimci savaşım yürütmeden, burjuvaziyi yenmeye hazır bir duruma gelemez” demişti.[18] Lenin’e göre, proletaryanın “demokrasi sorununa Marksist çözüm getirmesi, burjuvaziyi yıkmak ve kendi zaferini sağlamak için burjuvaziye karşı mücadelesinde bütün demokratik kurumlardan ve isteklerden yararlanması demek“ti. Burjuvazinin yarattığı ve yozlaştırdığı demokratik kurumlardan yararlanma reddedilemezdi.[19]

Komintern VII. Kongresi’ndeki konuşması sırasında Dimitrov, Lenin’in bu sözlerine atıfta bulunuyor ve Bulgaristan’da faşizme karşı birleşik cephe politikasına olan ihtiyaçtan söz ederek “Komünist Partisi -diyordu- kendi savaşını, büyük program hedeflerinin hiçbirinden vazgeçmeden, parti bağımsızlığını hiç zedelemeden, Sosyal Demokrat, Çiftçi ve radikal partilerinden de kendi program ve amaçlarından vazgeçmelerini istemeden, birleşik cephe kurulmasını öneriyor.” Ona göre de faşizmin nedenlediği “felaket ve tehlikelerden” ve ülkeyi burjuvazinin soktuğu çıkmazdan kurtarmak için birleşik cephe “en güvenilir yol” idi.[20]

Faşizme karşı birleşik cephe politikasına sol sekter yaklaşımın faşizme karşı mücadeleyi zaafa uğrattığına dikkat çeken Wilhem Pieck ise, “Bilumum burjuva partilerinin faşist olduğu, ‘burjuvazinin iki iktidar yöntemi bulunmadığı’, burjuva demokrasisinin kalıntılarını savunmanın komünistlerin işi olmadığı biçimindeki mutlak yanlış anlayış”tan kaynaklanan anlayışa karşı, “Biz -diyordu- burjuva demokrasisinin yerine proleter demokrasiyi, proletarya diktatörlüğünü geçirmediğimiz sürece“, kitleleri sermayenin iktidarını devirmeye hazırlamak, proleter demokrasiyi ele geçirmek için burjuva demokrasisinden yararlanmak durumundayız.

Komünist partilerin etkisini zayıflatan sekter anlayışların sosyal-demokrat işçilerin ortak mücadeleye kazanılmalarını engellediğini belirten Pieck konuşmasının devamında “Bu sekter anlayışların kökünü kurutmadan ne sosyal-demokrat işçilerle birleşik cepheyi ne de henüz komünistlere uzak duran fakat bizimle birlikte faşizme ve savaşa karşı, sermayenin saldırısına karşı, kendilerinin kısmi talepleri uğruna ve burjuva demokrasisinin kalıntılarını savunmak için mücadeleye atılabilecek olan emekçi kitlelerle geniş halk cephesini kurmak mümkün değildir” diyordu.[21]

Komintern’deki tartışmalardan çıkan sonuç şuydu: Marksistler anti faşist mücadeleyi sosyalizm mücadelesine bağlanan bir mücadele perspektifiyle ele almalıydılar. Kapitalist sömürü ve burjuva devlet iktidarı ancak sosyalist devrim ve sosyalizmin inşasıyla ortadan kaldırılabilir ve sistemsel bir karşıtlıktan sözedildiğinde kapitalizm ve burjuva diktatörlüğünün (biçimi ne olursa olsun) alternatifi sosyalizm ve proletaryanın devrimci iktidarıydı.[22] Ancak sorun bununla -yani nihai hedef saptamasıyla- sınırlı olarak ele alınamazdı. Burjuva devlet iktidarının biçimleri arasında fark gözetmemek, işçi sınıfını demokratik haklar mücadelesinde “eğitimden geçerek” sosyalizm mücadelesini başarıyla sürdürmekten yoksun kılmak olacaktı. İşçi sınıfı sosyalizm mücadelesinin temel ve başlıca gücüydü, ama faşizme karşı mücadele güçleri çok daha genişti ve onların demokrasi mücadelesinde birleştirilmesi bu mücadelenin başarısı için şarttı.

Birleşik cephe politikası, burjuva devletini sahiplenen, onun polis zorbalığını meşru gören sosyal demokrat, liberal reformist parti şefleriyle “bir blok oluşturma”ya daraltılamayacağı gibi -bu sınıf mücadelesi yerine uzlaşmacılığı geçirmek demektir-, bu partilerin yönetimlerinin faşizm ile uzlaşmaları dolayısıyla sosyal demokrasi ile faşizmi aynılaştıran sol sekter yaklaşıma da indirgenemez. İlki faşizme güç veren ve ikincisi sosyal-demokrat reformist veya liberal sol politikaların etkisi altındaki işçi ve emekçileri bu partilerin yönetimleri ve onların politikalarıyla özdeşleştiren her iki sapma da reddedilmelidir. Burjuva parlamentosu ve burjuva siyasal partiler yığınları sisteme bağlama işlevi görmelerine; seçimler ve genel oy sistemi kapitalizm koşullarında halk kitlelerinin burjuva partileri aracıyla kapitalist sistemin devamı yönünde yedeklenmesine hizmet etmesine karşın, Marksist-Leninistler, burjuva demokratik devlet ile devletin faşist biçimi arasında fark gözetmeyen “sol sekter” anlayışı reddederler. Faşizm ile burjuva demokrasili burjuva diktatörlüğü arasındaki fark çünkü, parlamentonun ve diğer bazı kurumların varlığı yokluğuyla sınırlanamaz. Asıl sorun, halk kitlelerinin demokratik hak ve olanakları kullanabilmeleridir. Burjuva demokratik kurum ve oluşumlar kitleleri sömürü sistemine bağlı tutma işleviyle yükümlü olmakla birlikte var olmaları, halk kitleleri açısından tekelci burjuva gruplarıyla onların temsilcileri üzerinde baskı oluşturma ve onlar arasındaki çelişkilerden yararlanma olanağı bulmaları dolayımında sermaye politikalarını zorlaştırıcı işlev görür. Faşizmi, burjuva demokratik olanakları tasfiyeye yönelten asıl etken de budur. 

BAZI SONUÇLAR

1. Faşizmi, tarihin çeşitli dönemlerinde ortaya çıkan ve yoğun baskı ve zor ile karakterize olan monarşist, Bonapartist vb. yönetim biçimlerinden farklı kılan, kapitalist emperyalizm koşullarında, tekelci sermaye egemenliğindeki bir devlet biçimi olmasıdır. Ancak kapitalist emperyalizm ve mali sermaye ile bağı, ikisi arasında yapısal kaçınılmazlık ilişkisi doğurmaz. Faşizm mutlak bir kaçınılmazlık göstermez ve mücadele ile önlenebilir.

2. Faşizm, belirli tekel gruplarının başkaca tekel gruplarıyla rekabeti ve bu rekabetin çatışma düzeyine çıkmasının ürünü değildir. Buna karşın belirli bazı tekel gruplarının siyasal gericiliğin yoğunlaştırılması ve faşist diktatörlüğün inşasını diğerlerine kıyasla daha çok istemeleri ve fakat diğer bazılarının “verili durum”da burjuva demokrasisinin devamından yana olmaları pekâlâ mümkündür. Bu durum tekellerin siyasal gericilik eğilimiyle çelişmez. Tekelci kapitalizm ve kapitalist sömürü rekabet ve çıkar çatışmalarının faşizm koşullarında da devam etmesinin maddi temellerini oluşturur, faşist iktidar içi çekişmeleri besler ve İtalyan ve Nazi örneklerinde görüldüğü üzere suikast girişimlerini dahi gündeme getirebilir. Tekelci gruplar ve faşist klikler arası anlaşmazlıklar özellikle faşizme geçiş sürecinde veya faşist iktidar aygıtını sarsan çelişkilerin keskinleşmesi durumunda ortaya çıkarlar.[23] Bu rekabet ve iç çatışma tekellerden biri ya da bazılarını faşizme karşı mücadelenin gücü ve dayanağı haline getirmez, ancak sermayenin işçi sınıfı ve emekçi hareketine topyekûn saldırısını -geçici bir süre için de olsa- zaafa uğratır.

3. Faşizm ile kapitalist kriz arasında dolaysızca ve mutlak gereklilik ilişkisi yoktur. Burjuvazi krizin yüklerini emekçilere aktararak faşist biçime geçmeden de yönetimini sürdürebilir.

4. Faşizmin “sivil faşist hareket”e, bir partiye ya da bir hükümetin yerine bir başkasının geçişine indirgenmesi durumunda devlet iktidarının işlevi karartılmış; faşist tehdit ve vahşetin boyutları azımsanmış ve faşizme karşı mücadelenin kapsamı daraltılmış olur. Faşizm işsizleri ve küçük burjuva kesimler başta olmak üzere iktisadi-toplumsal koşulların umutsuzluğa sürüklediği kalabalıkları sorunların çözümü vaadiyle vahşetine ortak edebilir; ancak bu istismar ve kullanma politikasından hareketle faşizm “küçük burjuvazinin diktatörlüğü” olarak gösterilemez.

5. Faşizm içeride saldırgan ve vahşi; dışarıda yayılmacı, istilacı ve savaşçıdır. “Milletin kurtarıcı-düzenleyici misyonu” söylemi, faşist siyaset ve ideolojinin içeride ve dışarıdaki saldırı için kitle motivasyonu silahıdır.

6. Faşizm güçlü ya da zayıf; bağımlı ya da emperyalist ekonomiyle koşullu olmayıp iç ve uluslararası koşullarla, sınıf güç ilişkilerinin durumuyla bağlı olarak gündeme gelir. Kaçınılmaz değildir. Belirleyici olan mücadelenin seyri ve düzeyidir.

7. Faşizm ve faşist diktatörlüklerin engellenmesi ya da yenilgiye uğratılması için sosyalizm mutlak koşul oluşturmaz. Bir devrim olmadan da halk kitlelerinin gelişen mücadelesi sonucu faşizm yenilgiye uğratılabilir ve burjuva demokratik haklar elde edilebilir. Yunanistan, Portekiz, Arjantin, Şili ve Türkiye’de bunun örnekleri yaşandı. Sorun, bu mücadeleyi, “proletaryanın genel olarak bilincini, devrimci ruhunu, savaşma ve yenme yeteneğini düşürecek değil, yükseltecek biçimde uygulamayı bilmektir.[24] Komünistler faşizme karşı mücadeleyi devrim perspektifiyle ele alır, reformist yöntemlerle sınırlı demokratik biçimlere geçişle kendilerini sınırlamazlar. Sonucun ne olacağını belirleyecek olan ise elbette güçler ilişkisi olacaktır.


[1] 3. Enternasyonalde Faşizm Üzerine Tartışmalar: Belgeler-I, çev. İsmail Yarkın, Dönüşüm Yayınları, İstanbul, sf. 9-10 ve sf. 15.

[2] Lenin, V. İ. (1977) Seçme Eserler, Cilt 10, çev. S. Kaya ve İ. Yarkın, 1. Basım, İnter Yayınları, Ankara, sf. 327-328.

[3] 3. Enternasyonalde Faşizm Üzerine Tartışmalar, sf. 61-62.

[4] 3. Enternasyonalde Faşizm Üzerine Tartışmalar, sf. 25.

[5] 3. Enternasyonalde Faşizm Üzerine Tartışmalar, sf. 75.

[6] 3. Enternasyonalde Faşizm Üzerine Tartışmalar, sf. 97.

[7] 3. Enternasyonalde Faşizm Üzerine Tartışmalar, sf. 63.

[8] 3. Enternasyonalde Faşizm Üzerine Tartışmalar, sf. 102-106.

[9] 3. Enternasyonalde Faşizm Üzerine Tartışmalar, sf. 101-102.

[10] 3. K. Enternasyonalde Faşizm Üzerine Tartışmalar, Belgeler-II, çev. İsmail Yarkın, Dönüşüm Yayınları, s.128-129

[11] Komintern’in, sosyal demokrat partiler ve onların etkisi altındaki işçi-emekçi kitlelerin faşizme karşı birleşik cephe çizgisinde birleşmesi politikası ve SPD başta olmak üzere sosyal demokratların izledikleri politikanın karakteri sorunu ayrıca-ve ayrıntılı bir irdelemeyi gerekli kılıyor. Bundandır ki burada bu sorunun denebilir ki genel ve özet bir yönünden söz ederek geçiyoruz.

[12] Hoca, E. (1986) Avrupa Komünizmi Anti Komünizmdir, çev. Y. Gürbüz, Işık Yayınevi, İstanbul, sf. 16. 

[13] Aktaran Hoca, age, sf. 47-48.

[14] Anti faşist halk hareketinin yükseldiği bir diğer ülke Yunanistan’dı. II. Dünya Savaşı sırasında önce İtalya ve sonra Almanya tarafından işgal edilen Yunanistan’da kral ve hükümet ülkeden kaçarken, Yunan yurtseverleri, komünistler ve demokratlar öncülüğünde oluşturdukları “Ulusal Kurtuluş Ordusu”yla işgalcilere karşı savaştılar. Bu dönem aynı zamanda içeride emperyalizm işbirlikçisi sermaye kesimlerinin çıkarlarıyla bağlanan gerici kuvvetler ile Yunanistan’ın bağımsızlığını savunan ve demokrasi için savaşan güçler arasında süren çok çetin iç savaşa sahne oldu. Konu, dergimizin bu sayısında ayrı bir makalede ele alınıyor.

[15] Dimitrov, G. (1999) Bulgaristan Devrimci Gençlik Hareketi Tarihi, 2. Basım, çev. O. Aydın, Evrensel BasımYayın, İstanbul, sf. 153 ve sonrası.

[16] Bu süreçteki gelişmeler bir başka makalede ayrıntılarıyla irdeleneceği için burada satırbaşları şeklinde anımsatmayla yetinilecektir.

[17] Dimitrov, age, sf. 91

[18] Lenin, V.İ. (1998) Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, çev. M. Erdost, 9. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 135.

[19] Lenin, V.İ. (1990) “P. Kievsky’ye cevap”, Sağ ve sol Sapmalar içinde, çev. S. Cılızoğlu, 2. Baskı, Ekim Yayınları, İstanbul, sf. 57.

[20] Dimitrov, age, sf. 75.

[21] 3. Enternasyonalde Faşizm Üzerine Tartışmalar, sf. 152-153.

[22] Okur, burada sorunun proletarya iktidarının biçimleri açısından değil, anti faşist mücadele açısından ele alındığını görmüş olmalıdır.

[23] Türkiye’de, 1980 öncesi gelişmeleri sermaye sistemi için tehlikeli gören ve uluslararası alanda yürürlüğe konan neoliberal politikaları çıkarlarına gören Koç grubu, 12 Eylül faşist generallerinin dikta yönetimini desteklerken, aynı sermaye grubu siyasal İslamcı partilerin öncelikleriyle farklı düşmesi ve bu partiler ile hükümetlerinin desteğinde devlet olanaklarını kullanan rakip sermaye gruplarıyla çelişkileri nedeniyle AKP’nin despotik iktidarını desteklemekten -en azından bir süre- kaçındı ya da hatta karşı politikaların güç kazanması için çaba gösterdi.

[24] Lenin, V.İ. (1999) ‘Sol’ Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, çev. M. Erdost, 6. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 71.