Yusuf Akdağ

 

Polonya asıllı Amerikalı stratejist Zbigniew Kazimierz Brzezinski, “Büyük Satranç Tahtası” adıyla yayımlanan eserinde, ABD’nin küresel üstünlüğü ve bunun jeostratejik gerekleri kapsamında Avrasya’nın (Avrupa ve Asya) 21. yüzyılda da dünyanın en önemli bölgesi olmaya devam edeceğini belirterek, Amerikan emperyalizminin mevcut ve olası rakiplerini devre dışı bırakması için izleyeceği/izlemesi gereken strateji gibi oldukça kapsamlı ve dünya ölçekli bir sorun üzerinde durmuştu. İnkılap Kitabevi tarafından Yelda Türedi tercümesiyle Türkçe olarak da yayımlanan kitabında o, modern zamanların en büyük imparatorluğu olarak nitelediği ABD’nin süper güç konumuyla hakimiyetini sürdürmesi için, Batı Avrupa’nın başlıca emperyalist ülkeleriyle Rusya ve Çin başta olmak üzere çok sayıdaki ülkeyi kontrol altında tutacak bir strateji gereğine işaret ediyordu. Türkiye, Azerbaycan, Ortadoğu, Ukrayna gibi ülke ve bölgeler de bu stratejinin kapsama alanındaydı.

Avrasya olarak adlandırılan bu büyük ve geniş coğrafi alan içinde yer alan Ortadoğu’nun emperyalist büyük güçler arası rekabet ve kapışmada özel ve özgün bir yerinin bulunduğunu söylemek için yeterince veri bulunuyor. Bölgeye emperyalist müdahaleler, genel olarak toplumsal ilişkilerin, özel olarak Kürt, Türk, Arap, Fars uluslarından halk kitleleri arasındaki ilişkilerin onlar aleyhine değişiminin etkeni olma işlevi de görmektedir. Irak-İran Savaşı, Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesi, Libya ve Suriye’ye emperyalist müdahale ve yönetimlerinin yıkılması, Rusya-Ukrayna Savaşı ve bu savaşa NATO güçlerinin dahli gibi gelişmeler, bu ülkeler halklarıyla birlikte Batılı ülkelerin halkları bakımından da yaşam koşullarını ağırlaştıran sonuçlar doğurdu. Müdahale, çatışma ve savaşların ağır koşulları ve etkilerine hedef olan halklardan biri de Kürtlerdi. Suriye’deki savaş(lar) bunu bir kez daha gösterdi. Kürtler, pazar ve etkinlik kavgasının başlıca güçlerinin de devrede oldukları bir zamanda, bu geniş alanın nispeten dar bir bölgesinde ulusal talepler mücadelesiyle kolektif siyasal bir konum edinmeye giriştiler. Bu girişimlerle birlikte bölgedeki ve Suriye’deki çatışma ve savaşlar, Kürt sorununun bu süreçte Suriye Kürtlerinin durumu, talepleri ve girişimleri üzerinden tartışılmasına yol açtı. Çok sayıdaki müdahaleci dış güç de doğrudan sorun alanındaydı ve karşı karşıya bulunulan sorunlar daha da ağırlaşmaktaydı. Gelişmelere daha yakından bakıldığında bu durum daha net şekilde görünür olmaktadır.

 

Niye Suriye?

Sorunun yanıtı, 20. yüzyılın Suriye’si ya da Suriye’nin son yüzyılındaki gelişmelere satır başlarıyla ve kabaca da olsa bakmayı gerektiriyor. Ortadoğu’da ve özellikle de Irak ve Suriye’de yaşanan çatışma ve savaşların pazar ve etki alanları üzerine büyük güçler arası rekabetten bağımsız olmadığı, bölgeye üşüşen veya antlaşmalar sağlama iddiasıyla müdahale politikaları izleyen emperyalistlerle bazı bölge güçlerinin son 13 yıllık süreçte izledikleri politikalar kapsamında bir kez daha açıklık kazandı. Farklı dinsel-mezhebi inançları benimseyen farklı etnik-ulusal kökenlerden çok sayıdaki topluluğun yaşadığı ülke olarak Suriye, üzerine yaşanan çekişmeler yönünden, uzak geçmiş dönemler saklı tutulduğunda, son yüzyılda emperyalist sömürgeci politikalara hedef olan bölge ülkelerinden biri olageldi.

1516’dan 1918’e kadar Osmanlı İmparatorluğu toprağı olan Suriye, 1920’de Fransızların kontrolü altında, ancak Milliyetler Cemiyeti’ne bağlı manda yönetimine bırakılan bir ülkeydi.[1]

Petrol ve değerli maden kaynaklarıyla emperyalist büyük güçler arası rekabet ve hegemonya kavgasının başlıca alanı olan Ortadoğu ve Afrika bölgesinin paylaşımı için Çarlık Rusya’sı ile İngiliz-Fransız emperyalistleri arası Sykes Picot Antlaşması kapsamında sağlanan “harita çizimi”, Suriye’nin savaş sonrası sürecinde de etkili oldu. Fransız ve İngiliz emperyalistlerinin hegemonyasına bırakılan Irak ve Suriye, güç mücadelesinin alanı olan ülkeler arasındaydı. Büyük savaş ve sonuçları, Sovyet Devrimi ve devrime karşı Batılı emperyalistlerin yönlendirmesindeki uluslararası kuşatma ve yıkma stratejisi, anti sömürgeci mücadelenin uluslararası alandaki başarıları ve onu kana boğmaya yönelik gerici saldırganlık, tüm bu süreç boyunca, bulundukları ülkelerin özgün koşulları ve güç ilişkilerinin değişim seyrine bağlı olarak farklı biçim ve düzeyleriyle halkların yaşamı üzerinde etkili oldu. İkinci Dünya Savaşı ve Sovyetler Birliği’nin anti faşist zaferdeki tayin edici rolü, sömürgeciliğin ve “manda yönetimleri”nin eski tarzda sürdürülmesini giderek artan şekilde zorlaştırdı. Gelişen bağımsızlıkçı hareketlere rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonuna dek Fransız manda yönetimi altında kalan Suriye 24 Ekim 1945’te imzalanan BM Antlaşmasıyla siyasal bağımsızlığını ilan etti ve bu karar Nisan 1946’da Milliyetler Cemiyeti tarafından kabul edildi.

1947’de kurulan Arap Sosyalist Baas Partisi yönetimindeki Suriye, 21 Şubat 1958’de Cemal Abdül Nasır yönetimindeki Mısır ile “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında birleştirildi. Ancak bu birlik, iç ve dış baskı altında üç yıl sonra (1961) ayrılmayla sonuçlandı. Suriye, Irak ve Mısır’da Baasçılık güç kazanıyor, Nasır’ın ulusallaştırma politikası geniş destek görüyor, Suriye’de de milliyetçilikle karışık sol reformcu hareketlere ilgi artıyordu.

Sosyalist söylemle bulaşık Baas milliyetçiliği, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin 1960 sonrası döneminde daha da güçlendi ve çok sayıda darbenin yaşandığı Suriye’de, 13 Kasım 1970’te Savunma Bakanı Hafız El Esat’ın “Düzeltici Hareket” olarak nitelediği askeri müdahalesiyle yeni bir döneme girildi. Parlamento ve yerel meclisler için seçim yapılması yasal yaptırıma bağlandı. 1973’te kabul edilen Anayasa’yla devletin laik sosyalist bir devlet olduğu hükme bağlandı vb. Ancak dini ve milliyetçi etki güçlüydü ve devlet başkanının Müslüman olması da siyasal zorunluluklar arasında görülüyordu.

ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistler açısından bu yeni bir durum göstergesiydi. İsrail’in Filistin ve Lübnan başta olmak üzere bölgede izlediği yayılmacı politikalara karşı çıkan Esat yönetimi hedefe kondu. İsrail, Batılı emperyalistlerin bu politikasından güç alarak 1981’de Suriye’ye ait Golan Tepelerini işgal etti. İsrail işgaline karşı etkili bir politika izlenmezken, Esat yönetiminin yıkılmasına yönelik girişimler desteklendi.

Son yirmi yıllık süreç, ABD ve İsrail’in başını çektiği ve Türkiye’nin de 2011’den itibaren dahil olduğu Suriye yönetimini yıkım politikalarının pratiğe geçirildiği ve yönetim muhalifi selefi çetelerin silahlandırılıp Suriye yönetimine karşı savaşa sürüldüğü bir dönem oldu.

 

Esat Yönetimini Yıkma Seferberliği

Mart 2011’de ortaya çıkan protestoların iç ve dış etkenleri vardı.[2] Yönetimin verdiği tavizler, gelişen tepkilerin Batılı emperyalistler, Türkiye ve İsrail yönetimiyle bölgenin kimi Arap krallık ve emirlikleri tarafından desteklenen grupların yıkıcı saldırılarını durdurmaya yetmedi ve selefi terör çeteleri Esat yönetiminin ekonomik-siyasi talepler etrafında gelişen kitlesel protestoları şiddetle bastırma politikasının tetikleyici işlev gördüğü bir ortamda güç devşirdiler. ABD emperyalizmi Irak’ı işgal ve Saddam yönetimini yıkma politikasını gerekçelendirmek için uydurduğu kitle imha silahları geliştirme yalanını Esat yönetimini yıkma politikasının da gerekçelerinden biri olarak kullandı ve Suriye’nin askeri mevzilerini defalarca bombaladı.

Suriye yönetimini mali-ekonomik yıkıma sürükleyecek ambargo uygulandı. Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere Arap ülkeleri yöneticileri Esat karşıtı güçlere desteği artırdılar. Suriye yönetimine karşı savaşan çetelerin finansmanı, koordine edilmesi ve savaşa hazırlanmalarında ilk sıradan rol üstlenen güçlerden biri de Erdoğan yönetimindeki Türkiye idi. Erdoğan, Beyaz Saray ve Pentagon yöneticilerince “Büyük Ortadoğu Projesi” (sonra adı “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika” olarak değiştirildi) eş başkanı ilan edilmesiyle birlikte bunu fetih alanları oluşturma olanağı olarak da kullanmaya yöneldi. Yeni Osmanlıcı yayılmacılığın teorisyenliğine soyunan A. Davutoğlu, başbakan olduğu dönemlerde, “Suriye konusunda ‘Gereksiz kahramanlıklar yapıp önden gittik ve bugünkü tablo ile karşılaştık’ diyenler var? Suriye meselesinde önde gitmesek bugün masaya oturamazdık. … Somali’den Afganistan’a her yerde her şey bize soruluyor” diye böbürleniyordu.[3] Davutoğlu yıllar sonra o dönemde (5 Eylül 2012) “İnşallah Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camisi’nde namazımızı da kılacağız” diyenin Erdoğan olduğunu söyledi.[4]

Silahlı grupların eğitimi, Suriye içlerine sevk edilmesi, çatışmalarda yaralananların tedavisi için çeşitli merkezlerin oluşturulması; SADAT türü kontra örgütlerin Suriye Kürt hareketi ve Esat yönetimine karşı savaşa sürülmesi vb. siyasal-askeri pratik Türk devlet politikası kapsamında uygulama halindeydi.[5] ÖSO yağmacılarının çapulculuğu alenileştiğinde koordinesi Erdoğan yönetimince yeniden yapılarak adı da SMO (Suriye Milli Ordusu) olarak değiştirildi. Türk genelkurmayı ve MİT, HTŞ’nin en önde göründüğü selefi terör gruplarının İdlib’te üslenmesi ve Şam’ı ele geçirme hazırlıklarını sürdürmesine üsleri, hava araçları, nöbetçi kulübeleri ile koruma sağladı.[6]

 

Bölünmüş Kürdistan ve Suriye Kürtlerinin Mücadelesi

Kasr-ı Şirin’den Sykes Picot ve Lozan’a uluslararası anlaşmalar aracıyla bölünmüş topraklarda ve farklı devletlerin sınırları içinde yaşayan Kürtler, tarihsel-kültürel ortak bağlarına rağmen gelişme düzeyleri farklılık gösteren bu ülkelerdeki koşulların etkisi altında uluslaşma sürecine girdiler. Komşu ve fakat sınırlarla bölünmüş topraklarda gelişen Kürt hareketleri birbirinin etkeni işlevi de görmekteydi. Suriye Kürtleri örneğin Türkiye, Irak ve İran Kürdistanı’nda yaşayan Kürtlerin ulusal talepler için giriştikleri mücadelelerle bu mücadelelere karşı saldırı, bastırma ve asimilasyon politikalarının etkisi altında olageldiler. Celadet Ali Bedirhan’ın 1830’lar sonu 1840 başlarına denk gelen isyanı ve sonrası dönemlerdeki Kürt isyanları, Suriye Kürtlerinin saflarında da etkili olmaktaydı. Suriye’de kurulan Kürt cemiyetleri-dernekleri ve çıkarılan yayınlar, Kürt milliyetçi politikaların bu ülkede yaşayan Kürtler arasında güç bulmasını sağladığı gibi, diğer ülkelerde gelişen mücadeleye destek de veriliyordu. Osmanlı topraklarında yaşanan ve bir bölümü azınlıkların bağımsızlık savaşlarının başarıya ulaşmasıyla sonuçlanan ayaklanmalar Kürtlerin saflarında da ulusal talepler etrafında birleşme eğilimine güç vermekte; İslam ortak bağı ise Kürt feodallerinden bazılarının gayrı Müslim topluluklara karşı saldırılara katılmasını sağlamaktaydı. Ancak bu tutum, İttihat ve Terakki yönetiminin Türkçü politikası kapsamında gerçekleştirdiği Ermeni katliamına “İslam kardeşliği” adına güç veren Kürtlerin kendilerinin de bir süre sonra Türkiye’nin yeni yönetiminin şoven milliyetçi politikalarına hedef olmasını engellemedi. Saldırıya uğrayan bazı Kürt toplulukları, Suriye-Lübnan bölgesine göç etmek zorunda kaldılar. Şeyh Sait’in başını çektiği başkaldırının şiddetle bastırılması döneminde de Fransız mandasındaki Suriye’nin kuzeyine doğru göç eden Kürtler oldu.

Irak, İran ve Türkiye Kürt hareketinin gösterdiği gelişmeler Suriye Kürtleri arasındaki örgütlenme eğilimine güç verdi ve Nureddin Zaza yönetiminde 1957’de kurulan Suriye Kürdistanı Demokratik Partisi bu gelişmeler sürecinde ortaya çıktı. Ancak Arap milliyetçiliğinin de giderek güçlendiği bir dönemdi ve azınlıkların ulusal talepleri ihanet olarak görülüyordu. Kürt siyasal örgütlenmeleri 1958’deki Suriye-Mısır birleşmesiyle birlikte Siyonizm ve Amerikan emperyalizmiyle ilişkilendirilerek yasaklandı. Birliğin sona ermesi ise Kürtler açısından sözü edilmeye değer bir değişime yol açmadı.

Bağımsızlıkla birlikte güçlenen Arap milliyetçiliğinin sonuçlarından biri de 1945 sonrası dönemde Suriye’ye göç edenlere vatandaşlık ve mülkiyet hakkının tanınmamasıydı. 1962 sonrası dönemde komşu ülkelerde yaşanan saldırı ve çatışmalardan kaçarak Suriye’ye sığınanlara da vatandaşlık hakkı tanınmıyordu. Bu uygulama Esat yönetimince ancak 2011’den itibaren geçersiz sayıldı ve iki binli yılların başında 160 bin civarında olduğu belirtilen “vatansızlar”a vatandaşlık hakkı tanınmaya başlandı.

Hafız Esat yönetimi Kürt bağımsızlığına karşıydı. Buna rağmen bölge ülkeleri yönetimleriyle çelişkilere bağlı olarak Irak Kürt örgütlerine Suriye’de “ofis” açma izni verdi ve bu durumdan yararlanan Barzani ve Talabani Suriye Kürtleri içinde örgütlenme olanağı buldu. Esat yönetimi Türkiye Kürtlerinin mücadelesinde ortaya çıkan çeşitli örgütlere de 1976 sonrasında Bekaa Vadisinde yerleşme olanağı sağladı ve silahlı eğitim desteği verdi. PKK bu durumdan yararlanarak Suriye Kürtleri içinde de örgütlendi.

 

Kapışma Sahasında Özerklik Girişimi ve Rojava

Suriye’de 2011’de başlayan protesto, çatışma ve savaşlar sürecinde ve savaş koşullarında şekillenen özerk yönetim, savaşan güçler arası ilişkilerin değişen seyriyle bağlı aktüel etkenlerine karşın uzun yıllara yayılan Kürt mücadelesinin ürünüydü.

Özerk yönetimin ortaya çıkmasını olanaklı kılan biri aktüel-spesifik, diğeri tarihsel gelişme seyri gösteren başlıca iki en önemli etkenden söz edilebilir. Kürtlerin yaşadıkları ülkelerde ulusal tam hak eşitliği istemlerinin reddi politikasına tepkileriyle birlikte 1,5 milyon civarında olduğu belirtilen Suriye Kürtlerinin ulusal temel haklarda eşit yurttaşlık talebinin dikkate alınmaması, bölgede yaşanan savaş ortamında “kendilerini yönetme”nin organlarını oluşturmaya yönelmelerinin başlıca nedeniydi. Bölgeye yönelik etki-hakimiyet kavgasının ürünü olan çatışma ve savaşların yol açtığı yeni durumla bağlı olarak güç ilişkilerinde ortaya çıkan değişim, özerkliğe yönelişin en önemli aktüel etkeni oldu.

Tunus’tan Mısır’a, oradan bazı diğer Ortadoğu ülkelerine yaygın şekilde patlak veren isyanların teşvik edici etkisiyle birlikte içerdeki baskı sisteminin yol açtığı huzursuzluk ve protestoların istismarına yönelik dış müdahaleler, Suriye’de patlak veren çatışmaların boyutlanmasının başlıca etkeniydi. Ancak 13 yıllık süre içinde birçok önemli ve farklı gelişme yaşandı ve müdahale güçlerinin ittifaklarıyla düşmanlıkları da çeşitlendi. Neden ve sonuçların yer değiştirdiği dönemler oldu.

IŞİD’e karşı savunma savaşına yönelen ve püskürtme savaşında mevzi kazanan Suriye Kürtleri, yanı başlarındaki topraklarda yaşayanlarla aşiret ve aile bağlarından da güç alarak Rojava’da silahlı güçleri olan, eğitim, öğretim, altyapı kurumsallaşmasına yönelen bir yönetim oluşturdular.[7] Üç kantondaki halkı “bölgesel özerklik” yapılanması içinde örgütlemeye yönelen PYD, emperyalist büyük güçlerin ve Türkiye, İran, Suudi Arabistan gibi bölge güçlerinin taraf oldukları rekabet ve kavga alanında, büyük güçlerin korumasına duyulan ihtiyaç türünden sorun-açmaz ve dayatmalarla da yüz yüzeydi. Bir yandan Şam yönetimine belirli bir mesafede dururken, diğer yandan süreklilik gösteren Türk devletinin askeri akınlarıyla yine Türkiye yönetimince “ordulaştırılıp” üzerlerine salınan ÖSO (SMO) çetelerine karşı savaşarak özerk yönetim girişimini sürdürdü.

“Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi” adıyla oluşturulan Kürt özerk yönetimi, Suriye’deki çatışma ve savaş(lar) sürecinde, özellikle de Türk devlet politikası kapsamında öne çıkan veya çıkarılan bir sorun özelliği kazandı. Kürt sorunu üzerine tartışmalar ve politik-askeri saldırılar giderek daha fazla belirginlik gösterecek şekilde Rojava’daki özerk yönetim “sorunu” üzerinden gündeme geldi. Ya da Kürt sorunu giderek daha çok Türkiye yönetiminin Suriye’de Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları ve kendilerini yönetmek üzere siyasal-askeri idari biçimler oluşturmaya giriştikleri kantonlara yönelik askerî harekâtlarıyla bölgesel ve uluslararası alanda ilgi konusu oldu.

Türk şovenizminin bayraktarlığına soyunanlar Şam’da Türk bayrağını yeniden dalgalandırma senaryoları yazar ve “Ne pahasına olursa olsun sınırımızda bir terör devletçiği oluşturulmasına izin vermeyeceğiz” söylemini sürdürürken, ezilen ulus mensubu bazı yazarlar da özerk yönetimi bölgedeki savaşın seyrini belirleyici özne konumuna yerleştiren bir tutum içinde oldular. İlk gruptakiler için Kürtlerin ulusal aidiyetleriyle bağlı siyasal örgütlenmelerini kendilerini yönetecek düzeyde bir konumlanmaya vardırmalarını önlemek –bunun için her araç ve yöntem mübah görülüyor– başlıca öncelik iken, ikinciler sorunun emperyalist ve Siyonist istismarını tali önemde bir ayrıntı olarak gösteriyor, ABD emperyalizminin ezilen ulusların özgürlüğünü değil kendi çıkarlarını esas alan politikalarına karşı bağımsızlıkçı tutumu, konjonktürel koşullar gerekçeli olarak tali bir soruna indirgiyorlardı. Ezen ulus burjuva şovenizmi ile ezilen ulus milliyetçilerinin baskıdan kurtuluşu her şeyin başına alan tutumu farklı olmakla birlikte her iki durumda da karşı karşıya olunan sorunlar ulusal ölçekli daraltılıp indirgeniyor, burjuva emperyalist güçlerle işbirlikçilerinin halk düşmanı, halkları düşmanlaştırmaya yönelik entrikaları karartılmış oluyordu.

 

Sorunun İstismarı

ABD, İngiltere, Türkiye ve Katar gibi güçlerin desteğinde palazlanan El Kaide ve türevi örgütlerden biri olan IŞİD’in Musul’u işgal etmesi ve oradan güç alarak Suriye’de saldırıya geçmesi, selefi cihat örgütlerinin ABD’nin çizdiği sınırları aşma potansiyeline de işaret ediyordu. Rusya, Esat yönetiminin çağrısıyla “sahaya inmiş”ti ve cihatçı çetelere karşı savaş politikası izliyordu. ABD ve Rusya açısından, Kürtlerin durumu bölge politikaları yönünde yararlanılabilir sorunlardan biriydi. Rusya, Kürtlerin Esat yönetimiyle anlaşmasını sağlayarak ABD’nin bölgedeki konumunu zayıflatmaya; ABD ise, Kürt hareketinden bölge politikaları yönünde yararlanmaya çalışıyor ve iş birliğini gerekli görüyordu.

Filistin sorunu dolayısıyla Erdoğan yönetimiyle söylem düzeyinde sorun yaşayan İsrail yöneticileri Kürt bağımsızlığına destek anlamına gelen açıklamalar yapıyorlardı.

ABD’nin Suriye Kürtleriyle iş birliği politikası bölgeye yönelik stratejisinin ürünüydü. IŞİD çetelerine karşı savaşın gereksinmeleri aktüel etken işlevi gördü. Pentagon generalleri SDG’yi “IŞİD’e karşı savaşta güvenilir ortak” olarak gördüklerini ve iş birliğini sürdüreceklerini açıkladılar. Erdoğan yönetiminin itirazı durumu değiştirmedi. Belirleyici olan ABD’nin bölgeye yönelik stratejisi kapsamında yararlanılabilir her araç ve olanaktan yararlanma ve rakipleri karşısında önde olma politikasıydı.

Washington ve Pentagon yetkilileri, Suriye Kürt hareketinin yönlendirici gücünü oluşturan Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG)[8]IŞİD’e karşı mücadele ortağı” olarak gördüklerini açıklamakla kalmadılar, Suriye Kürtlerine karşı Türk askerî harekâtlarını sınırlama politikası da izlediler.

Sorunun istismar olanağı, Kürtlerin ulusal hak eşitliği talebini reddetme politikalarıyla bağlıydı ve “dış güçler tarafından istismarı” yeni bir durum değildi. Emperyalist çıkar dalaşındaki büyük güçlerle İsrail gibi bölgesel güçlerin yanı sıra Kürt sorunuyla dolaysızca yüz yüze olan devlet yönetimleri de istismarcıydılar.[9]

Emperyalist mali, askeri ve politik müdahaleler Lübnan, Filistin ve Suriye’den Irak, İran ve Afganistan’a, Mağrip ülkelerinden Mısır’a dek geniş alanlarda istikrarsızlık ve kaos etkeni olmaya devam ediyor. ABD, İsrail’in Filistin, Lübnan ve Suriye’ye yönelik saldırgan yayılmacı politikasına koruma sağlamakta; Rusya bölgede kalmanın girişimlerini sürdürmekte, Çin, Kuşak-Yol Projesi’yle bölgede yol almaya çalışmaktadır. Orta Asya’yı Rusya Federasyonu’nun “yumuşak karnı”, Çin’i Asya Pasifik bölgesindeki en güçlü rakip sayan Amerikan stratejisinde “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika”nın “yeniden dizaynı” özel bir yer tutmaktadır. Buna yönelik askeri strateji kapsamında Irak işgal edilerek Saddam yönetimine son verildi ve IŞİD vahşeti araç edinilerek Suriye’de Esat yönetimine savaş açıldı. İran’ı etkisizleştirmeye yönelik Amerikan-İngiliz ve İsrail politikası yürürlüktedir. Bu politikada Azeri kökenli nüfus üzerinden bölme alternatifi de etkili bir unsur olarak yedekte tutuluyor. Lübnan’ı Hizbullah’tan, Yemen’i İran yanlısı direniş güçlerinden arındırma politikası yürürlüktedir. Donald Trump, Gazze’deki 2 milyonu aşkın Filistinlinin Ürdün ve Mısır’a nakledilerek boşaltılacak Gazze’nin İsrail tarafından tümüyle işgal edilmesi de demek olan yeni bir planı açığa vurdu.

Ortadoğu’nun eski sömürgecilerinin de aralarında olduğu Batılı emperyalist devletlerin politik ve askeri stratejistleri tarafından yakın zamanda “Büyük Ortadoğu”, “Genişletilmiş Ortadoğu” ya da “Yeni Ortadoğu” olarak adlandırılıp işaret edilen bölge üzerine hegemonya kavgasının savaş dahil çeşitli yöntem ve araçlarla sürdüğü günümüzde, İslami selefi hareketin Afganistan’dan Suriye’ye kaydettiği gelişme, uluslararası ölçekli yeni bir durumdur. Siyasal İslamcı hareket, tekelci kapitalist rekabet ve büyük güçler arası ilişkilerin aparatı olarak kullanılmaktadır. Bu ilişkinin bölge üzerine rekabetin başlıca güçleriyle yayılmacı politikalara soyunan “yerleşik” burjuva devlet yönetimleri tarafından ne ölçüde başarıyla sürdürüldüğü veya sürdürülebileceği, ilişkinin karakterini değiştirmez. Emperyalist stratejilerde ulusal etnik, dini ve mezhepsel farklılıklar kullanılabilir araçlar listesindedir. Ortadoğu’daki Hıristiyan toplulukları, Durziler, Bahailer, İsmaililer, Nakşibendiler, Arap Şiileri, Kürtler ve Beluciler, Çerkezler ve Uygurlar, Türk-Kürt, Arap-Türk, Arap-Kürt ve her birinin Fars kökenlilerle yaşadıkları sorunlar bu kapsama alınabilir “malzeme” arasındadır. Karadeniz ve Kafkasya’dan Rusya’yı çevreleme politikalarında Azeri-Ermeni, Rusya-Ukrayna çelişkisi üzerine oynanabilir çekişme alanlarına girmektedir. Filistin topraklarının ilhakının sürdürülmesi, Lübnan’ın İsrail tarafından yıkıma uğratılması, Anglo-Amerikan ve Siyonist ittifakın alan genişletme ve yeni düzenleme stratejisine uygun düşmektedir.

 

Operasyonel İkili: Devam eden Saldırılar ve Barış Çağrıları!

Türk devlet yönetimi açısından Kürtlerin Suriye’de özerklik, otonomi vb. türden bir statüye kavuşması, Türkiye’de de benzer oluşumların gündeme gelmesini tetikleyici potansiyel tehlikeyi içeriyordu ve engellemesi, Türkiye’nin “bekası” için zorunluydu! Bölgedeki ve Suriye’deki kaotik durum ve savaş ortamı ABD ve Rusya gibi iki büyük gücün yanı sıra İran, Suudi Arabistan, İsrail gibi bölgesel güçleri de söz gelimi soruna müdahale konumuna getirmişti ve bu güçlerin her biriyle değişen boyutlarda sorunlar yaşanmaktaydı.

Suriye’ye doğrudan savaş ilan etmeyen Erdoğan yönetimi bir yandan Suriye yönetimine karşı savaşan cihatçı çeteleri destekleyerek Esat yönetimi üzerinde baskı kurmaya, diğer yandan Kürt özerk yönetimini engelleme ve dağıtma hedefli askerî harekâtlara girişerek Suriye topraklarında fetih alanları oluşturmaya yöneldi. Ancak “atışın serbest” olmadığı bir sahadaydı, Rusya ve İran’ın Esat yönetimine; ABD’nin PYD-SDG’ye desteği nedeniyle bu operasyonlar sınırlanmış ölçekte gerçekleştirilebiliyordu.

30 kilometre derinliğinde güvenli tampon bölge” oluşturmaya yönelik saldırılar bu kapsam dahilinde gündeme geldi. Erdoğan yönetimi cihatçı çeteleri organize etme, silahlandırma ve sevk etme politikasıyla Şam’ı selefi politika merkezlerinden biri haline getirme ve böylece bölgedeki etki gücünü artırmanın yanı sıra El Kaide-Nusra artıklarını Kürt hareketine karşı kullanmayı da hedeflemekteydi. Bu çetelerin bir kısmı 2017’den itibaren ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) adı altında –Erdoğan bu çapul birliklerini bir süre sonra Suriye Milli Ordusu (SMO), “Suriye’nin Kuvayi Milliyesi” olarak niteledi– seferber edilerek Kürtlere yönelik askeri saldırılar yoğunlaştırıldı. Erdoğan yönetiminin, H. Fidan-İ. Kalın yönetimindeki MİT ve Dışişleri’nin HTŞ, Barzaniler ve Irak merkezi yönetimiyle Suriye ve Türkiye Kürt hareketine karşı ortak hareket etme politikasında yoğunlaştığı bir dönemde, bölgesel gelişmelerle bağlı olduğu saklanmaksızın Kürtlere “barış ve kardeşlik” çağrısı gündeme geldi. Suriye Kürt hareketine karşı politikaların ve PKK’nın lağvı ve “barış-kardeşlik” çağrılarının aktüel başlıca etkeni, sorunun bölgesel ve uluslararası alanda dış müdahalelere giderek artan şekilde açık hale gelmesiydi. İsrail yöneticileri “Bağımsız Kürdistan”dan söz ediyor, Dışişleri Bakanı Gideon Saar, Türkiye’nin SDG’ye karşı askeri eylemlerinin durdurulmasını istiyor; ABD, PYD-SDG’ye koruma sağlıyordu.[10] İktidarın sürdürülmesi güdüsünce yönlendirilen pratikler kapsamında ihtiyaç duyulan destek bir alt başlık kapsamında buna eklenmekteydi.

Türkiye’yi yönetenler bölgeye yönelik politikalarını uzun yıllar boyunca, bölüşüm için kurulacağı varsayılan “masaya oturma” lafazanlığı eşliğinde sürdürdüler. Sonuncu olmayan son hamle Erdoğan yönetiminin HTŞ-SMO çetelerine savaş kurmaylığı yapması ve Kürt hareketine karşı savaşla fetih alanları oluşturması oldu. Esat yönetimi yıkıldı ve şimdi bir yandan “ABD’ye rağmen PYD’ye operasyon yaparız!”, “Bir gece ansızın geliriz!” tehdidi savrularak, diğer yandan “barış ve kardeşlik ortamında yaşama” çağrısında bulunularak Kürt özerk yönetiminin lağvedilmesi ve Suriye’de yaşayan herkesin selefi cihadist yönetimin tahakkümü altında olması için çaba gösteriliyor.

Erdoğan iktidarının Kürtlerin ulusal taleplerinin reddini de içeren yayılmacı politikası başlıca olarak ABD-Rusya rekabetiyle koşulluydu ve İngiltere, Fransa, İran, İsrail, Suudi Arabistan gibi devletlerin bölge politikaları nedeniyle de güçlüklerle karşı karşıya idi. Türk devlet yönetimi Rojava’daki Kürt oluşumunu kabullenme ve Türkiye Kürtlerinin ulusal hak eşitliği istemi kapsamında gündeme getirdikleri anadilde eğitim, belediye yönetimlerinin halkın iradesi çiğnenerek görevden alınması politikalarının son bulması, zindanlardaki politik tutukluların serbest bırakılması vb. taleplerine olumlu yanıt oluşturan politikalar izleme veya sorun bağlantılı açmazlarının emperyalist-Siyonist istismarını göze alma “ikilemi”yle karşı karşıya gelmiş bulunuyordu. Cihatçı grupların birleşmesi gerektiğinden söz eden Hakan Fidan, PYD/YPG’ne karşı etkili siyaset için, “Amerikalı dostlarımızla temas halindeyiz” diyerek bu açmazı bir biçimde açığa vurdu.

 

Suriye’deki Kaotik Durum ve Halklar Yararına Çözüm Sorunu

Esat yönetiminin yıkılması ve HTŞ’nin başa geçmesiyle başlayan yeni dönem, yıkımın gerçekleştirilmesini sağlayan güçlerin yeni anlaşmalar dayatma, yıkıma uğratılan ülkeyi yeniden inşa planlarıyla ranttan pay kapma vb. kapitalist çıkar politikalarıyla da bağlı sorunlara gebedir ve mezhep-milliyet farklılıklarının istismara açık olması nedeniyle yeni çatışmalar riskini güçlü şekilde içermektedir.

Rusya-İran desteğindeki Esat yönetiminin yıkılması, Rusya ve İran’ın yenilgisini de içeren büyük bir zafer olarak gösterildi ve HTŞ’ni yarım ağızla da olsa terörist diye niteleyenleri de dahil emperyalist, Siyonist yönetimlerle Erdoğan iktidarının temsilcileri, bu örgütün yöneticilerini Şam’ın devlet sarayına yerleştirip yeni yöneticiler olarak ödüllendirmede birleştiler.

İşbaşı yaptırılanlar emperyalistlerle işbirlikçileri tarafından devşirilen güçlerdir. Bağımsızlıkçı, halkçı olmadıkları gibi sömürü ilişkilerinin devamına da karşı değiller. Şam’da devlet yönetim organlarına yerleşmekte olan HTŞ Suriye ekonomisinin tüm dış faaliyetlere açık olduğunu açıklayarak yıkım politikasının suç şebekelerini Suriye’ye çağırdı. Colani, İsrail işgalciliğine karşı savaş politikasına sahip olmadığını, İsrail tankları Şam’a yol alır, savaş uçakları Suriye’nin askeri varlığını yok etmeye girişirken açıkladı. Suriye’de yaşamakta olan Filistin direnişçilerinin silah bırakmasını ya da ülkeyi terk etmesini istedi.

Ortadoğu ve Suriye yeni çatışmalara gebedir. Suriye, yönetim değişikliğiyle sınırlı olmayacak ve bölgesel düzeyde çok yönlü sonuçların ortaya çıkmasının etkeni olacak gelişmelere adaydır.[11] 2011’de başlayan savaş 13 yıl sonra “bir ara evreye girmiş” gibidir! “Sona erdiği” iddiasını boşa düşürecek olgusal etken ve nedenler vardır. Suriye ve bölgenin daha fazla kaosa sürüklenmesinin potansiyel güçleri hareket halindedir. Suriye’nin yıkıcıları rant paylaşımında rakipler olarak karşı karşıya duruyorlar. Selefi şeriatına dayalı düzen tasarımcılarının yol açtıkları ve açacakları yıkımın halklar için daha ağır sonuçlar doğurması güçlü olasılıktır.

Bölgedeki gelişmeler, etkisi de bölgesel düzeyde olacak tehditler içeriyor. Ortadoğu’yu yeniden dizayn politikalarının etkilemediği bölge ülkesi ve halkı kalmamış gibidir. En çok söz ve eyleme hedef olan halklardan biri de Kürtlerdir. Kürtlerin günümüzde ve yakın gelecekte nasıl bir ulusal-siyasal, askeri ve ekonomik ilişkiler sistemi içinde yer alacakları üzerine emperyalistler ve bölge güçlerinin plan ve politikaları daha fazla açık hale gelmiş; ABD ve İsrail Kürt sorununu istismar politikasını fiilen daha ileri boyutlara taşımıştır. Türkiye’yi yönetenlerin sorunu askeri kuvvet zoruyla gündemden düşürme politikası ise, Suriye’deki gelişmeler dolayısıyla daha fazla zora girmesine rağmen devam etmektedir.

Ortadoğu’daki sorunların aşılması, mevcut kaotik durum ve savaş üretici ilişkilerin kökten değişimine bağlıdır. Suriye’de din-mezhep-milliyet farklılıkları üzerinden çatışmaların sürmesi güçlü olasılıklar arasındadır.  Fransız, İngiliz ve Amerikan emperyalistleriyle İsrail’in Kürt sorununu istismarı alenidir. ABD’nin Kürt özerk yönetimiyle ilişkileri emperyalist çıkarlarının gerekleriyle bağlıdır ve değişkenlik göstermeye açıktır. Kürt özerk örgütlenmesine destek nedenli çelişkilere karşın Türk devlet yönetimi ve tekelci burjuvazisinin Amerikancılığı kendi pratiğiyle tescilli olmak üzere 80 yıla yaklaşan bir dayanağa sahiptir. Rojava’daki Kürt özerkliği tüm bu gelişmeler nedeniyle de satranç oyunlarından daha zorlu sorunlarla karşı karşıyadır ve ateş hattındadır.

Yıkımı için güç ve kaynak seferber edilen Suriye’nin “yeniden imarı” pastasından alınacak pay için değil sadece, bölgeye yönelik hedeflerle bağlı güç mücadelesi kızışması Rojava’yı da etki alanına çekecektir. Halep’in “Türk toprağı olduğu” yönündeki söylemi sürdürenler, Musul ve Kerkük üzerine hesap yapanlar bu kapışmanın güçleri arasındadır. Türkiye Savunma Bakanı Güler, “Artık, sahadaki tüm unsurlar ve taraflar, nihai sonucun ve çözümün Türkiye’nin rızasından geçtiğini idrak etmiştir. Bölgedeki gelişmeleri proaktif bir yaklaşımla analiz ederek kendi hak ve menfaatlerimiz doğrultusunda ne yapılması gerekiyorsa, bunları tereddütsüz bir şekilde uygulayacağız” açıklamasıyla Türkiye’nin HTŞ ve SMO’nun ardındaki güçler arasında yer aldığını ilan etti.

HTŞ ile Kürtler ve diğer çeşitli örgütler arasında yapıldığı açıklanan uzlaşma ve anlaşmaların akıbeti belirsizdir. Bu “sözleşme-anlaşma”lar ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye devlet politikalarının manevra alanında “geçerli olma” gibi yaptırımcı zorluklarla yüz yüzedir. İktisadi-siyasal ambargolarla herhangi küçük ya da daha zayıf görülen bir ülkenin kafese alınması ve içerdeki işbirlikçilerin silah, cephane, istihbarat vb. yönden desteklenmesiyle de dış müdahale politikası uygulanabilmektedir. Hedefe konan bir ülkenin ya da yönetiminin dize getirilmesi için, içeride işbirlikçileri örgütleyip silahlandırarak karşı hareketle yönetimi değiştirme emperyalist politikası daha az tepki çekmekte; hatta demokratik olarak bile nitelenebilmektedir.

Kürt sorunu; Kürtlerin, bölgenin Arap, Fars, Türk ve diğer uluslarından ayrı ve farklı bir ulus olmaları ve fakat sınırları içinde yaşadıkları devletler tarafından ulusal hak eşitliğine dayalı ilişki reddedilerek baskı ve asimilasyon politikalarıyla “tek millet” dayatması içinde tutulmaya çalışılmaları nedeniyle ortaya çıkan ve çözümsüz kaldıkça da ağır sonuçlara yol açan bir sorun olmuştur. Bu sorunun Kürt halk kitlelerinin istemleri zemininde çözümü ve aşılması, proletarya başta olmak üzere halk kitleleri yararına azımsanmayacak bir ilerleme olacaktır.

Dünya ve bölge ölçekli rekabet ve çelişkiler ortamında sorunun Kürt halk kitlelerinin ve kuşkusuz diğer bölge halklarının da yararına çözümü önündeki engellerin çokluğu, karşı karşıya olunan güçlüklerin aşılmasını daha da zorlaştırıcı işlev görmektedir. Emperyalistlerle iş birliği politikalarının halkların yararına olmadığı ve olamayacağının kanıtlanması, ayrı bir çabayı gerektirmeyecek denli nettir. Gelgelelim işbirlikçiliğin tescilli temsilci ve savunucularının Kürtleri işbirlikçilikle suçlamaları riyakârlıkla ve içinde bulunulan handikapları örtme gereksinimiyle bağlıdır. Kürt-Türk gençlerinin ölümünden rant devşirenlerin böylesi bir ortamda emperyalist oyunlara işaretle çözümsüzlüğün devamına hizmet eden politikalara bağlılık ilanı, sonuçta gidip emperyalist istismarın devamı politikalarına da bağlanmaktadır. Türkiye Kürt hareketinin politikasını gerici güçlere yedeklenme ötesinde bir platforma oturtamayanlar, emperyalist tehdit gerekçesiyle mevcut durumun savunusuna sabitlenirken, emperyalist-Siyonist istismarın Kürt halk kitleleriyle bölgenin diğer halkları açısından içerdiği büyük tehditleri hesaba katmayan “özgürlükçü” politikanın açmazları da görünür olmuştur. Kürtler, güçler ilişkisinin mevcut durumunda iki taraflı ateş altında bulunuyorlar. Türkiye ve İran burjuva devlet iktidarları –buna HTŞ yönetiminin eklenmesi sürpriz olmaz– Kürtlerin ulusal taleplerini ret politikasını sürdürmekte; ABD, Fransa, İsrail ve diğer bazı devletlerin yönetimleri sorunu istismar anlamına da gelen destekçi bir politika izlemekte; Kürtler, ulusal-siyasal eşitlik taleplerinin reddi ile “emperyalist gerici koruma” altında kendilerini yönetme hakkı arasında tercihe zorlanmaktadır. Kürtlerin –ya da daha dar sınırlar içinde söylenirse Rojava Kürtlerinin– o büyük resim içindeki unsurlardan biri olarak karşı karşıya bulundukları zorlukları aşmaları, büyük güçlerin de devrede oldukları bir sahada, kazanma koşulu özgürlük olan bir tür satranç oyununda üstün gelmeleriyle bağlı hale gelmiştir. Türkiye’nin tampon bölge, silahlı güçlerin dağıtılması ve silah bırakılması koşuluyla beledi özellikler gösteren özerk yönetimi kabul etmesi olasılıklar dahilinde olmakla birlikte, Suriye’deki ve bölgedeki gelişmelere bağlı karşıt politikalara yönelmesi de pekâlâ mümkündür.

Suriye’de ve Ortadoğu’da oluşan yeni bir durumda tüm güçler konumlarını sağlamlaştırmaya yönelik adımlar atıyor; ilişkilerini, ittifaklarını yenilemeye, etki düzeylerini yükseltmeye çalışıyorlar. Bu yeni durum Rojava Kürtleri ve Suriye’nin diğer azınlıkları açısından sadece emperyalist güçler ve bölge devletleriyle ilişkileri bakımından değil, birbirleriyle ilişkiler açısından da izlenecek politikaları önemli kılıyor. Suriye’de inşa edilecek “rejim”in karakteri Suriye’nin tüm milliyetlerden ve inanç gruplarından halk kitleleri açısından hayati öneme sahiptir. Emekçilerin gerici güçlerin hegemonyası altında birbirlerini boğazlamaya değil, temel demokratik hak ve özgürlükler paydasında birbirleriyle kardeşçe yaşamaya ve kendilerini ezen ve sömürenlere karşı birlikte mücadele etmeye ihtiyaçları var. En dinamik güçlerden biri olarak Rojava Kürtlerinin Suriye toplumunun demokratik güçleri ve dinamikleriyle ortak demokrasi talepleri üzerinden birliğin sağlanmasını gözetmesi, bu bağlamda birlikler oluşmasında rol oynaması hem Türk devletinin hem de şu ya da bu emperyalist gücün hareketi boğması ya da yedeklemesine karşı bağımsızlık yönünde ilerlemesi açısından da önem taşımaktadır.

Ezilen ulusun ezen ulus burjuva iktidarının baskı ve saldırılarına karşı mücadelesi, desteği hak ediyor. Kürtler, yaşadıkları ülkelerde ulusal ayrımcı politikaların hedefi olmamalı ve ulusal tam hak eşitliği sağlanmalıdır. Kürtlerin kendi yönetimlerini oluşturma politikası ve pratiği, bu hakkın tesisi kapsamına girer. Ancak bu hak ve doğrultusundaki girişimin emperyalist korumanın, emperyalistlerle iş birliğinin gölgesine girmesi gibi bir açmazı da bulunuyor. Bu türden iş birliklerinin halk yığınları aleyhine sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi altında yaşananlar bunun aktüel örneğini veriyor. Emperyalistlerin himayesinde ulusal bağımsızlığın ya da ulusal kaderini tayin etme fiilinin ezilen ulusun sömürülen ve ezilen kitleleri yararına gerçekleştirilmesi mümkün olmamaktadır.

Sınıf bilinci edinmiş işçilerle sosyalist parti ve devrimci demokrat örgütler, Kürt halk kitleleri başta olmak üzere bölge ülkeleri halklarının emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı devrimci mevzilenmesi ve mücadelesinin gelişmesi için çalışırken, Kürtlerin ulusal kendi bugünü ve geleceklerini belirleme iradelerini gözetecek bir siyaseti benimsemek durumundadırlar. Bölge ülkeleri halklarının emperyalistlere karşı mücadele birliğinin güç kazanması başkaca gereklerinin yanı sıra bu tutum ile de bağlıdır. Proletarya ve kent kır emekçilerinin sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesi ancak bu durumda daha güçlü şekilde ve ulusal farklılık zemininde bölünmeksizin gelişip güç kazanabilir.

[1] Ortadoğu-Ön Asya bölgesinin hemen tüm topraklarında yaşanan kavimler hareketine bağlı olarak Suriye’de de Sümer, Mitanni, Asur, Babil, Mısır, Hitit, Arami, Pers, Yunan, Roma gibi konup göçmüş, iz bırakmış, uygarlığa yol alışta adlarından söz edilen devletlerin izlerine rastlanır. Suriye’nin M.S. 600’lü yıllarda (634-640 dönemi) Halid Bin Velid yönetimindeki Arap ordularınca işgal edilmesi sonrasında İslam’ı kabul eden halkların Hristiyan ve diğer inançlara sahip olanlarla bir arada yaşadığı bir ülke olduğunu gösterir veriler bulunuyor. Bizans, Selçuklu ve Osmanlılar döneminde de bölge savaş alanları arasında yer almaktaydı.

[2] “Arap Baharı” olarak nitelenen kitle ayaklanmalarını emperyalist dış kışkırtma ürünü sayan, Suriye’deki gelişmeleri de 2010 sonrasında Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen’de yaşanan ve diğer bazı Arap ülkelerinde de etkisi görülen kitlesel hareketlenme ve ayaklanmaların uzantısı ve devamı gösteren yaklaşımlar sorunludur. Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalarla Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesi, IŞİD’in ortaya çıkması ve Irak-Suriye sahasında savaşa girişmesi, çeşitli devlet yönetimlerinin bu süreçte izledikleri müdahale politikaları ve Suriye’de ortaya çıkan protestolarla iç-dış güçler karışımlı savaş sürecinin farklı etken ve unsurları söz konusudur. Mısır’a örneğin emperyalist dış askeri müdahale olmadı ve Sisi bir askeri darbeyle başa geldi. Suriye’de ise ABD doğrudan sahadaydı!

[3] Soylu, A. C. (2012) “Suriye politikası, sömürgecinin masası!”, Evrensel Gazetesi, http://evrensel.net/yazi/32058/suriye-politikasi-somurgecinin-masasi

[4] Altınok, M. (2024) “Eyvah Suriyeliler dönüyor”, Sabah Gazetesi, https://www.sabah.com.tr/yazarlar/melihaltinok/2024/12/09/eyvah-suriyeliler-donuyor

[5] İngiliz The Guardian Gazetesi, Suriye muhalefetinin komuta merkezinin İstanbul’da olacağını ve silahlandırma-eğitim operasyonlarının bu merkezce koordine edileceğini de yazmıştı. O dönemin haberlerine göre bu amaçla oluşturulan bir merkezde aralarında ÖSO yöneticilerinden temsilcilerin de bulunduğu 22 kişilik bir ekip silah-kaynak akışını koordine edecek, paralı çetelerin maaşı dolar ve euro üzerinden ödenecekti. Bkz. https://www.evrensel.net/haber/31420/ozgur-suriye-ordusunun-komuta-merkezi-istanbul

[6] Erdoğan yönetiminin sözcüleri daha ilk günlerde 500 bin sığınmacıyı kabul edebileceklerini açıkladılar. Türkiye’ye gelenlerin bir kısmının ailesinden erkekler SMO’da maaşlı asker olarak yer alıyordu. Bunların bir kısmı Türkiye’ye SMO-HTŞ çetelerinde yer alan akrabalarının yardımıyla ve “Türk silahlı güçlerinin göz yumması” sonucu girdiler. İlk dönemlerde Hatay, Kilis, Antep bölgesi yığılma alanı oldu. İslamcı vakıflar yerleşimlerde aracılık yapmaktaydı. Gelişmeleri Türkiye’nin izlediği politikaların ürünü sayanlara göre Türkiye savaşmaksızın büyük bir zafer kazanmıştı. “Esed kaçtı, rejim düştü ama Suriye kaosa sürüklenmedi. Kısa süre içinde Geçici Yönetim kuruldu. Bu da gösteriyor ki Esed’in devrilmesini organize eden irade, Esed’den sonrasını da planlamış. Bu Colani’nin yapabileceği bir iş değil… Şimdi bu hedeflere adım adım ilerleniyor. ‘En büyük zafer savaşılmadan kazanılan zaferdir’ denilir. Bu operasyonlar gerçekleştirilirken tek bir Mehmetçik’in burnu kanamadı.” Bkz. https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/abdulkadir-selvi/suriyede-abdnin-pkkya-uydu-devlet-plani-cop-kutusuna-atiliyor-42623208

[7] Günümüzde Suriye’deki nüfusun %7-12 civarındaki (ortalama %10 kabul ediliyor) kesimini oluşturan Suriye Kürtleri Suriye’nin Türkiye ve Irak sınırına bitişik Kuzey kesiminde yoğun olarak yerleşmiş durumdadırlar. Haseke, Kamışlı-Amuda, Afrin, Ayn al Arab (Kobani) yoğun olarak yaşadıkları bölgelerdir. Kobani, Suruç’un karşı cenahındadır. Rojava’da Kürtlerin yanı sıra Arap, Çerkes, Türkmen, Süryani, Nasturi topluluklar yaşıyor. Mardin ve Urfa’nın sınır bölgesini oluşturan topraklarda yaşayanlardan bir kısmı iki tarafta da akraba olan aşiretlere mensupturlar.

[8] PKK’nın siyasal-ideolojik çizgisine yakın Demokratik Birlik Partisi (PYD) ile Barzani’nin KDP’si çizgisindeki Kürt Ulusal Kongresi (ENKS) Suriye Kürtlerinin ulusal taleplerle yürüttükleri mücadelede öne çıkmış bulunuyor.

[9] Kürtlerin yaşadığı dört ülkede devlet yönetimlerinin izlediği Kürt politikasının başlıca özelliği, ulusal taleplerinin reddedilmesi ve ulusal talepler etrafında şekillenen mücadelenin şiddetle bastırılmasıydı. Yanı sıra sorunu hem birbirlerine karşı bir “silah” ya da “araç” olarak kullanma politikası izlediler, hem de yönetimleri altındaki ülkelerde emekçilerin birleşik hareketinin gelişmesinin barikatına dönüştürmeye çalıştılar. İran’daki Kürtlerin Irak, Irak’takilerin İran ve yine Irak Kürt hareketinin etkili siyasal organizasyonu olan KDP’nin Türkiye yönetimi tarafından Irak yönetimine karşı gizli-açık desteklendiği yıllar oldu. Özal ve Erdoğan yönetimlerinin Irak Bölgesel Kürt Yönetimi (IBKY) ile ilişkileri, PKK’na karşı “ittifak” ve Irak Kürdistanı’nda ekonomik rant sağlama gibi iki öncelikle bağlıydı. İkinci dünya Savaşı’nın yol açtığı değişimler ve sosyalist Sovyetler Birliği’nin desteğinde 1946’da İran’da kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti ise, özgün koşulların ürünüydü. Savaş bitmişti, ancak ABD ve İngiltere’nin İran şahlığına desteği devam ediyordu. Sovyetlerin Birliği’nin Kürtlere desteğini SSCB’ye savaş açma nedeni olarak göreceklerini belirterek bu iki güç tehdit savurmaktaydı. Büyük kayıplar vermiş olan SSCB’nin bunu göğüsleyecek gücü yoktu. Bu koşullarda ancak bir yıl kadar yaşayabilen Kadı Muhammed yönetimindeki Mahabad Cumhuriyeti yıkıldı ve yöneticileri Sovyetler Birliği’ne sığındılar.

[10] Türkiye’yi yönetenler, Kürt sorununun emperyalist ve Siyonist istismarı nedeniyle ABD, İngiliz, Fransız emperyalistleri ve İsrail yönetimiyle sorun yaşamalarına karşın, NATO üyesi ve ABD’nin stratejik müttefikidirler ve İsrail ile de “al-ver” ilişkisini sürdürüyorlar.

[11] Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) merkezli Al Halic Yazarı Abdullah Senavi, “Suriye krizi, Ortadoğu’nun haritalarını değiştirebilecek varoluşsal meydan okumalar sunuyor ve kaos senaryoları artık gözle görülür hale gelmiş durumda” diye yazarak bu duruma işaret etti.