Mustafa Yalçıner
TV dizileri ve benzerlerinin ötesine geçerek, EMEP açıklamasında Maduro’ya yöneltilen eleştiriyi de anlaşılır kılmak üzere, abartılı rakamlarla verilen kimi Amerikan yandaşı haber ve yorumlarda örneğin enflasyonun yüzde 10 milyona kadar yükseldiği iddia edilen Venezuela gerçeğine kısaca bir göz atmak herhalde gerekli.
1990’ların başı, sadece Artı-Gerçek’e yazan Yalçın Ergündoğan’ın deneyimini fazla “acı” bulup hoşlanmadığı SSCB’nin çöküşüyle karakterize değil. Aynı zamanda, bizde Evren-Özal ikilisinin de kuyruğuna takıldığı, Thatcher-Reagan tarafından başı çekilen IMF destekli neo-liberalizmin olumsuz sonuçlarıyla, gidişata ciddi tepkilerin ortaya çıkmaya başladığı yıllar.
Önemli bir tepki, daha 1989’da Venezuela’da patlak veriyor: Caracazo İsyanı. Çalışma ve yaşam koşullarının tahammül edilemez hal alması, üzerine ulaşıma yapılan zam binince, ülkenin yoksullarını isyana yöneltiyor. Emekçi kitleler gecekondulardan tamamen kendiliğinden kente akıyor ve binlercesi, seçim kampanyasında verdiği sözlerin tersine IMF reçetelerini uygulamaya koyan Carlos Andrés Pérez’in silahlı kuvvetlerince katlediliyor. 1992’de Chavez darbeye teşebbüs ediyor. Ülke çalkantı halinde, iki sene sonra çıkıyor ve 1998 seçimlerini kazanıp 99’da devlet başkanı oluyor.
Venezuela kıtanın tek ülkesi değil; pervasız neoliberalizmin sonuçlarına tepki tüm Latin Amerika ülkelerini kapsıyor.
Ekvador’da 2000 Ocak’ında halk ayaklanıyor, ayaklanmayı bastırmaya gönderilen albay L. Gutierrez de halkın safına geçiyor. Bir cunta, iktidarı Mahuad’dan alıyor ve sonu halk karşıtlığı olsa bile, Gutierrez 2003’te başkan seçiliyor.
Benzer süreçler diğer Latin ülkelerinde de yaşanıyor ve 2006’da Bolivya’da Evo Morales devlet başkanı oluyor. Küba’nın yanında saf tutan bu ülkelere “sosyalizm” lafları etmeseler ve neoliberalizm karşıtı iddialarla sınırlanıp giderek onunla uyumlanan bir yol tutsalar bile Brezilya, Arjantin, Şili, Uruguay ve Nikaragua’yı da eklemek gerek. El Salvador, Peru ve Kolombiya’da ise giderek güçlenen sokak muhalefetlerine tanık olunuyor.
İşsizlik ve yoksulluğun yanında ülkenin dış borçlarını tırmandıran F. H. Cardoso’nun IMF güdümlü ekonomik politikalarına duyulan tepkinin Brezilya’da 2002’de Lula’yı iktidara taşıması kıtada esmekte olan sol rüzgarları güçlendiriyor. Ancak giderek yakınlaşan Küba’yla Venezuela Latin anti-emperyalizminin çekim merkezini oluştururken, Lula ve partisi, oligarkları yatıştırarak “orta sınıf” dediği burjuvaziyi tatmin edip yanına çekme ve yabancı sermayeyi ürkütmeme amacıyla uzlaşmacı “yumuşak” bir yol tutuyor.
Lula’nın uç noktasına vardırarak tuttuğu yol, aslında, özellikle kıtada, sosyalizm bir yana, Amerikan emperyalizmini dengeleyecek bir güç olmamasının da etkisiyle, Venezuela da içinde olmak üzere, tüm sol ve anti-emperyalist ya da bu iddialı parti ve güçlerin tuttuğu ortalama yol oluyor. Fark, skala büyük tutulduğunda, nüansta kalıyor. Düzenin sınırlarını zorlamayışı ve uzlaşmacılığıyla ünlü Lula bir uçta dururken, “21. Yüzyıl Sosyalizmi”ni programlaştırmayı ve halk komite ve komünleri kurup onlara dayanmayı gündemine alan Chavez diğer uçta yer alıyor. Ancak bu iki “uç” ve aralarında kalanların hiçbirinin lafın ötesine geçerek burjuvazi karşısında işçi sınıfını örgütleme ve hareketini geliştirme eğilimi göstermedikleri kesin. Genel olarak burjuvazi ve kapitalizm karşıtlığı bir yana, en ileri tutumu alan Chavez içinde olmak üzere, hiçbir ülkede, iktidara gelen Latin partileri mali sermaye ve tekellere, emperyalizme ve onunla birleşen tekelci burjuvaziye karşı sınırlı ulusallaştırmaları aşan tutumlar geliştirmediler, geliştirmiyorlar. Bu anti-emperyalizmlerini sınırlayan ve tekelci kapitalist düzen içine çeken karakteristik özellikleri, Chavez dahil en ileri tutumlar alanların yüz yüze kaldıkları zorlukların başlıca zeminini oluşturuyor.
Chavez’in en iyi günlerinde bile Venezuela’nın sanayi ve tarımının hali içler acısıydı ve ülke Ortadoğu’nun petrol ülkelerinden farksız bir görünüme bürünmüştü. Ekonomi büyük ölçüde petrol ihracatına dayalıydı.
Hemen tümü ulusallaştırma yoluyla gerçekleştirilen bir dizi devletleştirmeye rağmen burjuvazi ve özel kapitalist mülkiyet ilişkilerinin, Bolivarcı devrimden zarar gördüğünü ileri sürmek zordur. Özel işletmelerin Venezuela GSYH’sındaki payı, ekonomi büyürken, devlet işletmelerinden hızlı artmış; 1998’de %64,7 olan özel işletmelerin payı, 2008’de %70,9 olmuş, ekonomi daralırken ise görece küçülerek, örneğin 2015’te %66’ya düşmüştür. 2009-10 yıllarında ekonominin en çok %20’si ulusallaştırılmıştı, su başlarını tekellerin tuttuğu %80’i ise özel ellerdeydi. Kuşkusuz küçük üretim ve ticaret de vardı ve yaygındı ve hala yaygın, ancak ülke burjuvazisiyle Chavez Hükümetinin siyasal egemenliği elinden aldığı tekelci büyük burjuvazinin ekonomik egemenliğinin sürecin tamamında sürmekte olduğu tartışmasızdır. Örnek vermek gerekirse, sağcı gerici Guaido, Maduro’yu sansürcülükle suçlarken, ülkede medyanın yüzde 80’i (üç büyük gazete olan El Universal, El Nacional ve Ultimos Noticias ile üç büyük televizyon kanalı Venevision, Globovision ve Televen) tekellerin mülkiyetinde ve hükümet karşıtı yayın yapıyor. Chavez başlıca Amerikan tekellerinin işlettiği petrol üretim alanlarıyla belirli petrol tesislerini ulusallaştırmış, ancak bankalar, sanayi yatırımları ve dış ticaretle madenlere dokunmamış, buralar tekellerin mülkü olarak kalmıştı. Üstelik tüm ulusallaştırma/kamulaştırmalar, el koyma yoluyla değil ama karşılıkları petrol gelirleriyle ödenerek gerçekleştirilmekteydi.
Chavez ve ardından Maduro iktidarlarını petrol ihraç ederek finanse ettiler. Chavez, anti-emperyalist yönelimiyle petrolü silah olarak kullanarak halkın durumunda belirli iyileştirmeler sağladı, özellikle sübvanse ettiği gıda maddelerinin fiyatlarını düşürdü. Sağlık ve eğitime ayrılan bütçeyi artırdı. Maduro, onu takip ederek, uygulamalarını sürdürmeye çalıştı.
Bu anti-emperyalist ve halkçı yönelim öncelikle Amerikan emperyalizmi ve onun tarafından desteklenen gerici işbirlikçi tekelci burjuvazi ve kontrolündeki muhalefeti öfkelendirerek tepkilerine neden olmaktaydı. Bu öfke ilk kez Maduro’yu hedef almıyor, önce Chavez’e yöneldi ve 2002 darbesine zemin oluşturdu.
Yalnızca tekellerin muhalefeti olsa, üstesinden daha kolay gelinebilirdi. Ancak Chavez’in eğilimleri farklılıklar gösterdiği gibi, yönettiği ve kendisinden sonra başına Maduro’nun geçtiği hareket, Chavista, başından beri tutarlı bir homojen hareket olmadı. Bir dizi radikal ve uzlaşmacı eğilimlerden bileşmekteydi ve hem hareket hem de bileştiği eğilimler, bir ucu işçi sınıfına kadar uzanan kent yoksullarıyla devlet bürokrasisinde serpilen küçük ve giderek palazlanarak büyüyüp yükselen burjuvaziyi kapsayan burjuva tabakalara dayanmakta, bu tabakalardan kaynaklanmaktaydı.
Chavez, özellikle kendisine yönelik darbenin ardından, burjuva tabakalardan gelen direnişi aşmanın yolunun yoksullara dayanmak olduğunu öngörerek, giderek yoksul halk içinde örgütlediği komünlerle komiteleri öne çıkarma tutumunu geliştirdi. Ancak kendi hareketi içinden tepkiler gecikmedi. Burjuvazi ve devlet katlarında yuvalanmış Chavist bürokrasi ayak diremekteydi.
Yoksul halkın yanıtı ilginç değildi; her başkanlık seçiminde Chavez’i yüksek oranlarla destekliyor, ama Meclis seçimleriyle Anayasa oylamalarında gerekli desteği vermiyordu. Komün ve komiteler vurgusuyla “sosyalizm”e onay istenen ve “aşağı tabakalara” inisiyatif tanınacağı için Chavist bürokrasi ve burjuvazinin Chavez ve reformcu yönelimine direndiği 2007 Referandumu böyle kaybedildi. Yenilgi Chavez’i sendeleterek devrimin “burjuvazinin iyi niyetli bölümünü de kapsadığını” ilan etme mevziine gerilemesine yol açarken, zafer kazanması Amerikancı gerici tekelci muhalefeti cesaretlendirerek gücüne olan güvenini artırdı.
Chavez ve ardından Maduro’nun dayanaklarından olan, ama işçi-işsiz, emekçi gecekondu yoksullarının tersine, hareketini siyasal bakımdan sürekli geriye ve uzlaşmacılığa çeken “Boli-burjuvazi” denen ve hızlı bir yükseliş içinde olan burjuvazi şüphesiz etkisiz ve güçsüz değildi ve çok şey yapmaktaydı.
Bir kez Chavist bürokrasiyle el ele iktidar olanaklarını kullanmakta ve buna dayanarak palazlanmaktaydı. Örnekse, petrol gelirlerinin dağıtımını bizzat “devrimci” bürokrasi düzenlediği gibi, yoksullara parasız sunulan sağlık ve eğitim gibi hizmetler ve sübvanse edilen gıda maddelerini sağlayan kamu değil, özel şirketlerdi ve bu şirketlerin bir bölümü tekeller ve onlarla birleşmiş burjuva kesimlerin elindeyse asıl ve önemli bölümü “Boli-burjuvazi”nin kurduğu şirketlerdi ve bunlar sözü edilen bürokrasi ile birlikte “çalışmakta” ve “iş bitirmekte”ydiler.
Venezuela’da başından beri dövizin bir iç ve bir de dış değeri ve dolayısıyla iki döviz piyasası var ve iki değer arasında uçurum bulunuyor. Aradaki fark üzerinden vurgunculuk yapma, tekeller kadar, bürokrasiyle içli-dışlı ve devlette söz sahibi bu “Chavist” ya da “Bolivarcı” burjuvazinin semirmesi ve büyümesinin bir yolu durumunda. Üstelik ekonomik durum bozulup gıda dahil zorunlu tüketim maddeleriyle yedek parça vb. bulunmaz oldukça oluşan “ikinci ekonomi” olarak karaborsa, yine tekellere vurgun olanağı sağladığı kadar, bu burjuvazi tarafından kullanılan palazlanma yolları arasında.
Tahmin edilebileceği gibi, Chavez, ara sınıflara dayanan her atılım ve önderinin “kaderi” durumundaki “iki arada bir derede” pozisyonuyla emperyalizme karşı bağımsızlıkçı bir yol tutturmaya çalıştı. Tekeller ve oligarşinin karşı-devrimci tutumlarıyla kendi dayanakları arasındaki burjuvazinin özellikle palazlanan ve palazlanmakta olan kesimleriyle bürokrasiden gelen direnç onu yoksul emekçilere dayanmaya yöneltiyor, kent ve kır yoksullarını komiteler halinde örgütlemeye girişiyordu. Öte yandan, anti-emperyalist tutumu örgütlü bir işçi hareketinin tutumu değildi ve yoksul emekçi komitelerinin örgütlenmesi ve bu komitelere dayanma çağrıları bile “Boli-burjuvazi” ve Chavist bürokrasi tarafından engelleniyor, türlü yollarla komitelerin kuruluşu ve inisiyatif almalarının önü kesiliyordu. Kendi hareketinden kaynaklanan ve emekçi halka dayanmayı olanaksızlaştıran bu direnci kırıp atamayan Chavez, uzlaşmayı örgütlemekten başka şey yapma olanağına sahip olamadı. Maduro, aynı “kaderi”, hareket içinde “Boli-burjuvazi” güçlenirken ekonominin kötüleşmesine bağlı olarak ağırlığı giderek artarak paylaştı, paylaşıyor.
“Devrimci Bolivarcı Hareket-200” ile darbe örgütleyen, 1998 Seçimlerine “Beşinci Cumhuriyet Hareketi” adlı bir parti kurarak katılan Chavez, 2006 sonunda “komünistler”den yurtseverlere kadar tüm ilerici ve “solcu” örgütleri “Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi” (PSUV) içinde birleşmeye çağırdı ve çok geçmeden partinin kuruluşu ilan edildi. Chavez tarafından desteklenen kırsal komün ve komün konseylerinde örgütlü emekçilerle bir dizi kooperatifte örgütlenmiş işçiler ve gecekondularda yaşayan kent yoksullarından Bolivarcı burjuvazi ve bürokrasiye kadar çok geniş ve heterojen bir bileşim bu partide bir araya toplandı. Partinin yönetim kademelerini örgüt yetenekleriyle büyük ölçüde burjuvalarla bürokrasiden gelenlerin ellerinde tuttuklarını söylemek bile gereksiz.
Emperyalizme karşı tutarlı bir mücadelenin, kapitalizmle sınırlanmamayı ve başta kapitalist tekellere karşı net tutum alınması olmak üzere kapitalizmin temellerine karşı bir mücadeleyi zorunlu kıldığı tartışma götürmez. Ancak Chavez bir kapitalizm karşıtı olmadığı gibi, Venezuela küçük ve orta burjuvazisinin temsilcisi ve sözcüsü durumundaydı. Bir yandan başkanlık sarayının balkonuyla sınırlı olmayıp yoksul mahallelerini de gezerek sosyalizm çağrıları yapıyor, diğer yandan sosyalizmin birincil önermesi olan burjuvazinin tasfiyesine –şüphesiz tekellerden başlayarak– adım atmıyor ve burjuvaziyle birliği önerip örgütlüyor, üstelik dayanakları arasındaki burjuvazi giderek büyürken demirleyecek sağlam liman arayışıyla gözünü dışarılara dikiyordu.
Danışmanları bu çelişkili durumu “açıklığa” kavuşturdular ve buldukları “çözüm” “21. yy Sosyalizmi” oldu. Bir solcu “eski tüfek” olan danışmanı Heinz Dieterich, Chavezciliği, kaleme aldığı “21. Yüzyılın Sosyalizmi – Küresel Kapitalizmden Sonraki Ekonomi, Toplum ve Demokrasi” başlıklı kitabıyla teorileştirmeye girişti. Devrimcilikle reformculuğun iç içe geçirildiği bir mevziden, küçük burjuvazi, proletaryanın “ilkel sosyalizmi” yerine, “21. yüzyılın sosyalizmi”ni geçirmeye çalışmaktaydı! “Modern” sosyalizm, burjuvaziyle birlikteliğe dayanabilir ve ancak böyle olabilirdi! Ve bu sosyalizmde; “hem eşitlik, hem özgürlük”, “hem katılımcı demokrasi, hem eşdeğer ekonomi”, “hem adalet, hem barış”, kısacası işçi sınıfının iktidarı ve komünizme ulaşma amacı dışında her şey olacaktı.[1]
Chavez’in ardından Maduro’nun da karşı olduğu aynı açmazdır. Üstelik ekonomik durum kötüleşmektedir.
Tekeller ve burjuvazinin etkinliğinin yanı sıra ve sömürü, emperyalist talan ve vurgunculuğun içinden çıkılmaz hale soktuğu, 2008 Krizi’yle ciddi bir darbe yiyen ve 2014’ten başlayarak yeniden kötüleşmeye başlayan ekonomik durum da Bolivarcı devrimin sürdürülmesini iyice zora sokmaktadır. Chavez’in yoksulların durumunu iyileştiren eğitim, sağlık, gıda vb. sübvansiyonlarıyla desteklenen reformlarını finanse ettiği petrol fiyatlarındaki düşüş Venezuela ekonomisini zorlayan temel veri ve başlıca handikap durumunda. Biliniyor, petrol fiyatları dünya piyasasında yıllardır düşük düzeyde seyrediyor, son yıllarda yükselir gibi olmasının ardından yine düştü. 2014 başlarında varil başına 120 dolarla doruk yapmış olan petrol fiyatları 2016’da 28 doları gördü. Bu, hala ekonomiye büyük ölçüde egemen olan tekellerin yüksek kârları, yaygın vurgunculuk ve karaborsacılıkla birleşerek Venezuela’yı neredeyse yaşanmaz hale getirdi; işsizlik ve enflasyon ciddi boyutlarda ve ülkeden göç dalgası baş gösterdi. Bu yöndeki gelişmelerin, Bolivarcı hareket ve Maduro hükümetinin dayanakları arasında hoşnutsuzluklara ve özellikle küçük burjuvazi bakımından kopmalara ve muhalefet saflarına savrulmalara neden olduğunu belirtmeliyiz.
Çıkarılan petrolün %50’sinin ABD’ye akışı ve petrol üretiminin Amerikan teknolojisine bağımlı oluşu, petrol ihracatı başta Rusya, Çin ve Brezilya’ya satışların artırılmasıyla çeşitlendirilerek ve 2015’te devlet petrol şirketi PDVSA ile Rusya tekeli Rosneft arasında 15 milyar dolarlık bir yatırım anlaşması imzalanarak aşılmaya çalışıldı. Rusya ile, petrol gelirlerinin düşmesiyle sonuçsuz kalan yüklü miktarda silah alım anlaşması da yapılmıştı. Rusya ile geliştirilmesine çalışılan ilişkilerin yanına Çin’le petrol karşılığı yapılan ticaretin geliştirilmesi ve 2001’den başlayarak Çin’den 60 milyar doları aşkın borç alınması eklenmelidir. Özellikle 2014 öncesi ekonomide belirli rahatlamalar sağlayan bu ilişkilerin göz önünde bulundurulması gerekli bir yönüyse, neden olabileceği ve olmaya başladığı yeni ekonomik ve siyasal bağımlılıklardır.
Petrole ve petrol ihracına dayalı kaynak bolluğu sona erip özellikle zorunlu tüketim maddeleri ve hizmetlerin finansmanı sorunu ortaya çıkınca, sınırlanan kaynakların tekellerle halk arasındaki dağılımı kadar, Bolivarcı hükümetin kaynakların barışçıl dağılımını gerçekleştirebilmesi de sorun haline geldi ve kavgaya yol açmadan edemedi. Chavez’in ilk iktidar yıllarında karşı-devrimci bir darbeye yol açan bu kavga sonra zamana yayıldı ve kent ve kırlarda çok sayıda kişinin ölümüne neden olan ve Kolombiya’dan beslenen silahlı çetelerin eylemleriyle sürdü. Bugün ise, Guaido’nun darbe girişiminin temelini oluşturuyor. Petrol gelirlerinin nasıl dağıtılacağı sorunu, daima Venezuela’da sınıflar arasındaki gerilim ve kavgayla emperyalist müdahalenin zeminini verir ve bugün de öyle.
Amerikan ambargosu ise, tuzu-biberi oldu ve hem kötü ekonomik durumu daha da kötüleştirdi ve hem de tekeller ve burjuvazinin kendi aralarındaki ve halkla olan kavgalarının sertleşmesine götürdü.
Guaido’nun temsil ettiği Amerikancı oligarşi ve harekete geçirdiği gerici muhalefetin hareket ettiricisi, Chavez’in başlattığı petrol gelirlerinin yoksul emek yığınlarının ihtiyaçları gözetilerek kullanılması ve önemli bir kısmının gıda, sağlık, eğitim gibi alanların finansmanına ayrılması ve burjuvazinin bu gelirlerin ancak bir bölümüne el koyabilmesidir.
Kriz içindeki iki ülke olarak Türkiye ile Venezuela karşılaştırıldığında durum daha iyi anlaşılır olacaktır. Ekonomik kriz başladığından bu yana Türkiye’de alınan önlemler ortadadır. Olağan günlerde tekellerin yüksek kârlarını gözeten, vergi kolaylıkları ve teşviklerin yanında hazine garantileriyle yol, köprü, havaalanı yapımı ve işletmeciliğini finanse eden devletin kaynakların daraldığı kriz günlerinde yardımına ilk koştuğu da yine tekeller ve burjuvazi oldu. Konkordato ve borç yeniden yapılandırmaları vb. yollarla şirketlerin kurtarılmasına girişildiği, İşsizlik Fonu’nun yine kapitalistlere kullandırıldığı biliniyor. Öncelikle sosyal harcamalarda kesintilere gidilir, örneğin yeterli olmayan ve enflasyonun anında erittiği düşük zamlarla ücretler reel olarak düşürülür, belirli tüketim maddelerinde %10’luk göstermelik indirimlerle idare edilirken, pahalanan gıda ve sair zorunlu tüketim maddeleri erişilmez oldu, elektriğe, doğalgaza vb. zam üstüne zam yağdırıldı.
Türkiye’de böyleyken Maduro tersini yapmaya çalışmış, daralan kaynakları eskiden olduğu gibi yoksullar ve ihtiyaçlarını da gözeterek dağıtmayı sürdürme yönelimi, emperyalizmin tezgahladığı darbe girişimi ve karşıdevrimci şiddete muhatap olmuştur. Venezuela bütçesinin %74’ünün sosyal hizmet ve harcamalara ayrılmış olmasının yanı sıra, Maduro’nun, baş gösteren krizin tırmandırdığı enflasyonun işçi ve emekçilerin gelirlerini eriterek yaşamlarını tahammül edilmez hale sokmaması için bir yıl içinde asgari ücrete üç kere zam yapması, bardağı taşıran “damlalar” olmuş; 2014’ten bu yana çatışma şiddetlenmiştir.
Yoksulların ihtiyacını gözeten uygulamalara rağmen, kriz ve tekellerle genel olarak burjuvazinin sömürü ve vurgunlarının sorumluluğunun ülkede siyasal iktidarı elinde tutan ve tekellerle uzlaşma ve hızla büyüyen “Boli-burjuvazi”ye dayanma politikasını izleyen Maduro Hükümeti’nin sırtına yıkılması herhalde anormal değil. Evet, emperyalizm ve Amerikancı geleneksel tekellerin asıl suçlu ve sorumlular oldukları tartışılamaz; ancak bu, onlarla uzlaşma politikası yürüten Maduro’yu temize çıkarmıyor!
Emperyalizm ve tekellerin saldırısına muhatap olan Chavez’in, Venezuela’nın yoksullarına dayanma eğilimi görece daha güçlüydü ve yoksulların yaşamlarını iyileştiren önlemler almasına rağmen uygulamaları onun zorunlu kıldığı temel adımların atılmasını kapsamasa bile emekçi kitlelerin ruhunu okşayan sosyalizmi dillendirmekteydi. Karşılık olarak emekçi kitlelerin daha güçlü bir desteğine sahipti ve Başkanlık seçimlerinde ortalama oyu %70’ler dolayındaydı. İlk ciddi yenilgisi olan ve “sosyalizmi” onaylatmayı hedeflediği 2007 Referandumu’nu “Boli-burjuvazi”nin olumsuz tutumunun üstesinden gelemeyip kendi partisinin bileşenlerinin tümünün desteğini sağlayamadığı için kaybetti. Üstelik kişi olarak kendisinin değil, aralarında belirli vurgunculuk ilişkileri ve algılanabilir samimiyet eksiklikleri olanlar da bulunan vekil adaylarının oylandığı Meclis seçimlerine benzer yükseklikte katılımı Chavez de sağlayamıyordu.
Kriz ve kötüleşen ekonomik yaşam ve Bolivarcı hareketten kopmaların yanında aynı nedenle 2016 Seçimlerini gerici muhalefet kazandı ve Guaido Meclis Başkanı seçildi. Seçimlerle birlikte darbe çağrıları başlayıp gerginlik artınca Maduro, muhalefetin meşru saymadığı Kurucu Meclis seçimlerine gitti ve bu seçimlerde çoğunluğu elde etti. 2018’de yapılan Başkanlık Seçimlerini ise, gerici muhalefet, Maduro’nun yeniden aday olmasına karşı çıkarak boykot etti. Kimi kaynaklara göre %46 kimilerine göreyse %49’un üzerinde bir oy oranıyla Maduro 6.2 milyon oy alarak kazandı.
Gerek Lima grubu denen Amerikan yandaşı Latin hükümetleri gerekse Guaido muhalefetinin meşru saymayıp tekrarlanmasını istedikleri başkanlık seçimi ve Maduro’nun başkanlığı günümüzdeki darbenin görünür gerekçesi durumunda.
Oysa gerçek neden biliniyor: Dünyanın en büyük rezervi durumundaki Venezuela petrolünün kimin olacağı; Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçilerinin mi halkın mı –bu bir. Ve ikincisi, kıtaya “kötü örnek” olan anti-emperyalist halkçı bir Venezuela’nın “katlinin vacip” sayılması.
2002 Darbesi’nin ardından yatışmış görünen darbeciliğe dayalı emperyalist saldırganlığın yeniden gündeme gelmesiyse ne sadece Guaido’nun işi ve ne de Venezuela’ya yönelik saldırı, onun 24 Ocak’ta geçici başkanlık ilanıyla başlıyor.
Saldırı Chavez’in iktidara gelmesiyle başladı ve ilk püskürtülüşünün ardından yatışmış görünmesi, kıtadaki koşulların saldırının sürdürülmesi bakımından elverişli olmamasıyla ilgiliydi. Neredeyse kıta çapında hiç değilse görünüşleri itibariyle az-çok “solcu” ve ilerici hükümetlerin işbaşında oluşu, emperyalistlerle işbirlikçilerinin anti-emperyalist Venezuela’ya katlanmak zorunda kalmalarının nedenini oluşturmaktaydı. Durum 2008-2010 itibariyle değişmeye, aynı zamanda Venezuela’nın Rusya ve özellikle Çin’le ilişkileri hızlı bir şekilde gelişmeye başladığı ve dolayısıyla Venezuela’ya yönelik emperyalist saldırının yükselişe geçtiği söylenebilir.
2009 Haziran’ında Honduras’ta anayasayı yenilemek için referanduma gitmek isteyen ülkenin başkanı Zelaya’nın bir darbeyle devrilmesi, Amerikan emperyalizminin Latin Amerika’da başlattığı yeni saldırı dalgasının işaret fişeği oldu. Honduras’ın ardından 2012’de Paraguay darbesi geldi. 2015 sonunda, Arjantin’de Peronist gelenekten gelen, solculuğu tartışmalı olsa bile popülizmi unutmamış C. Kirchner’in yerine seçimi kazanan oligarşinin sağcı temsilcisi tekelci M. Macri başkan oldu. 2016’nın ikinci yarısındaysa, kıtanın en büyük ve gelişkin ülkesi Brezilya’da Lula’nın yerini bıraktığı Dilma Rousseff bir sivil darbeyle başkanlıktan uzaklaştırıldı. Faşist Bolsonaro iktidarının önünü açmak üzere, hakkında bütçede yolsuzluk yapma gerekçeli azil davası açılarak ve bu yılın başına kadar yerine kendi partisinden de değil sağcı partiden M. Temer vekaleten atanarak, Senato tarafından görevine son verildi.
Üçüncü kez başkan seçilmesine olanak vermeyen Anayasa’yı değiştirerek Nikaragua’da 2016’da yeniden seçilebilen, 1979’da gerilla savaşıyla iktidara gelen Sandinista’nın lideri Daniel Ortega, 1990’da iktidardan düştükten sonra 2006’da yeniden uzandığı iktidarda yolsuzluklara da bulaşıp halka yönelik zorbalığıyla büyük ölçüde devirdiği Samoza’ya benzerken, son kez seçilmesinden bu yana yayılan gösterileri şiddetle bastırmaya yöneliyor. Lima grubu ya da Amerikan Devletleri Örgütü onu da 2021’deki seçimleri erkene almaya çağırıyor, ancak Ortega iktidarının sürmesi ya da son bulmasının kıtadaki tabloyu değiştirmeyeceğini söyleyebiliriz.
Ancak 2016’daki Venezuela Ulusal Meclis seçimlerini Amerikancı işbirlikçi gericilerin kazanmasıysa önemliydi ve tabloyu tamamladı. 2019 başına gelinip Maduro başkanlığının ikinci dönemine başlayacağını açıkladığında, artık koşulların elverişli hale geldiği düşünüldü ve düğmeye basıldı. Hem emperyalizm karşıtı olmasalar bile ABD’ye mesafe koymuş olanlar kuşatılmış, hem de Arjantin, Nikaragua, Brezilya gibi ülkelerdeki performanslarıyla neoliberal çerçeveyi mekan tutmuş “solcu” hükümetler yolsuzluk vb. nedeniyle yeterince teşhir olarak çekilip gitmişlerdi. Sıra Venezuela’daydı!
[1] Bkz. Özgürlük Dünyası, Ahmet Cengiz, “21. yy Sosyalizmi”nin Felsefesi ve Ekonomipolitiği