Richard Seymour*
Çeviren: Hüseyin Sinan Güler
2000’de İngiltere’deki 1 Mayıs protestoları sırasında, hiçbir şey Britanya kurulu düzenini –basın, politikacılar, saray tarihçileri– Parlamento meydanındaki Winston Churchill heykeline yapılan saygısızlık kadar çileden çıkarmamıştı. Churchill’in ağzının etrafından dökülen vahşi kırmızı kan ve ulusun stoacı babasını Joker’e dönüştüren Churchill’e mohikan kesimi saçı varmış görüntüsü veren parlak yeşil şerit ölçüsüzdü, aşırıydı.İkonkırıcılık çok iyidir, hatta teşvik edilmelidir, ama hedef gerçek bir ikon olduğunda değil!
Bu adamın Britanya hakim sınıfı için sembolik ve duygusal değerini ve azalan sayıdaki üyeleri için manasını anlatmak hayli zordur. Milli bilinci, II. Dünya Savaşı’nın halk hikayeleri ile şekillendirilenler, ki 1966’da İngiltere’nin Dünya Kupası’nı kazanması büyüklüğün savunusunun son anıydı, Churchill’i çoğunlukla, herkesten daha fazla, Nazi tehdidini ezen adam olarak bilirler. Savaş zamanı koalisyon hükümetine liderlik ederek, kötü yönetilen ve tükenmiş bir ulusa cüret etmeyi ve kazanmayı öğütledi. Britanya devletini kurtardı, en zorlu krizlerden birinde Britanya’yı yönetti. Yaşamı boyunca, Churchill gerçekten Britanya’yı seven son liderdi, hiç kimse ona yaklaşamadı.
İmparatorluğun zümrüt mücevherinde, İrlanda’nın kuzeyinde, 1980 yılında okuldayken, bu hala güçlü bir duyguydu. Bizim kırmızı yüzlü, Birlik yanlısı tarih öğretmenimiz, 2. Dünya Savaşı’nı keşfederek, doğruluğu son derece şüpheli olan şu ulusal gurur hikayesini bize anlatmıştı: Hitler, Churchill’in savaşa hazırlandığını duyunca hayretle “şimdi ne yapacağız” demiş. Ve biz öğrenciler, bunu olmuş olabileceğini düşünerek pek mutlu olduk. Şimdi ne yapacağız? İcabınıza bakacağız, olacak olan bu. En iyiyle uğraşma.
Churchill, ulusal bir mit olmanın yanı sıra, küçük bir ev endüstrisi ve sonsuz nostaljik abartmadır. Kitaplar onun bayağı ince zekasını kutlar, çay kupaları onun çay kupaları ile süslenir, kurulama bezleri o büyük adamı alıntılar, saray tarihçileri ki konu Churchill olduğunda başka tip tarihçi neredeyse yoktur, onun zaferlerini tekrarlar da durur. Gary Oldman’ın oynadığı Churchill hakkında yeni bir film var değil mi? O zaman bundan önce Brian Cox’un onu oynadığı filmi çöpe atalım, ondan önce Brendan Gleeson’lu olanı da ve ondan önce Alber Finney’li de ve hatta Michael Gambon’lu olan ondan bir öncekini de. Bu endüstri, bizim “ulusal hazinelerimiz” için İş İlerletme Kurumu’na (WPA) eşittir ve Brexit çevresinde dolaşan belirli görüşler, imparatorluğa kültürel bir geri dönüşü körüklediğinden, bu fikirlerde küçük ani bir yükseliş şimdi de devam edebilir.
Benim için, düşününce, ışıltı çok uzun zaman önce kayboldu ve kendimi Parlamento Meydanı’ndaki protestocuların el emeklerine hayranlık duyarken buldum. Peki ne yanlış gitti?
Kültür endüstrisi Churchill konusunda her zaman böyle kötü bir yer değil. Aktör Richard Burton bir televizyon dizisindeki Churchill rolüne hazırlanırken New York Times’a ünlü şu cümleleri yazdı:
“Kendimi hazırlarken… Churchill’den ve onun türündekilerden nefret ettiğimi fark ettim. Onlardan şiddetli bir şekilde nefret ediyorum. Tarih boyunca mutlak gücün koridorlarında gezindiler… Ne tür bir adam Japonların Britanyalı ve Anzak savaş esirlerine zulüm ettiklerini duyduğunda ‘Onları sileceğiz, her birini, erkekler, kadınları ve çocukları’ diyebilir. ‘Yeryüzünde tek bir Japon kalmamalı.’ İntikam için böyle cahilce arzular beni dehşete düşürüyor ama böyle cahil ve merhametsiz gaddarlık karşısında isteksiz bir korkuya.”
Bu ikonkırıcılık nedeniyle, Burton, “profesyonel olmayan bir şekilde davranmakla” suçlanarak ve hainlik yaptığı açıkça düşünüldüğünden BBC’deki gelecek çalışmalardan men edildi. Yine de onun bu kuşkusu Churchill hakkında Britanyalı duyarlılıkları zedeleyen, bu sebeple de hakkında pek konuşulmayan bir şeye değinmiştir: Emperyal bir katliam için Churchill’in dünden hazır oluşuna.
Churchill yüksek aristokrasinin soyundandı, Lord Randolph Churchill’in çocuğuydu; ne yaparsa yapsın yüksek mevkilere gelecek olan bir çocuk. Genç Churchill’in tamamen bir gerici olmadığını belirtmek önemlidir. Muhafazakar Parti’nin bir üyesi olarak kendini liberal olarak adlediyordu, düşünceleri –seküler, serbest ticaret yanlısı ve işçi sınıfı lehine bazı küçük ılımlı iyileştirmeler– o zaman bile düşüşte olan Whig Liberalizminin ideolojisini yansıtıyordu. (Bunun tek istisnası İrlanda Özerklik Yasası [Irish Home Rule] fikrini reddetmesiydi.)
Ama bu zamanda liberal olmak emperyalizmle, ırkçılıkla, antisemitizmle, öjeniklere destekle, genel oy hakkı mücadelesine yönelmiş patriyarkal küçümsemlerle çelişmiyordu. Candice Millard’ın Hero of the Empire kitabında söylediği gibi, Churchill’in Boer Savaşı’ndaki ölçüsüz tutkusuyla, o Britanya İmparatorluğu’nun içinde yer alan ve onun tarafından şekillendirilen bir politikacıydı. Churchill, ölüme karşı cesaretle itibarını arttıran biri olarak, kendi potansiyel büyüklüğü hakkında keskin bir hisle yetişkinliğe ulaştı. Britanya İmparatorluğu dünyanın dört bir yanına seyahat etmek isteyen milyonlarca insana, bu tür bir maceraya dair bir şansın olmadığını bildikleri insanlara hükmetmesini sağladı. 450 milyon insanı barındıran kendi ölümünü kendi ellerinde tutan imparatorluğun etrafında, Güney Afrika’da, Mısır’da ve İrlanda’da isyanlar ve mücadeleler ortaya çıktı. Millard şöyle yazar:
“Churchill’e göre, bu derece uzaktaki çatışmalar, kişisel zafer ve yükselme için karşı konulmaz bir fırsat sunuyordu. İngiliz ordusuna girip nihayetinde bir askere dönüştüğünde, savaşta ölme ihtimaliyle birlikte, Churchill savaş hevesinden vazgeçmedi. Tam tersine, annesine, ‘kaçındığım risklerden dolayı çok fazla riskli değil’ diye savaşmayı dört gözle beklediğini yazmıştı.”
Churchill, Hindistan ve Sudan’da savaşarak, İspanyollara Küba’daki özgürlük savaşlarını bastırmalarında yardım ederek, kısa bir Güney Afrika parlamento kariyerinden sonra, İkinci Boer Savaşı’nda yer alarak kendini emperyal standartlara göre kanıtlamıştı. Bu deneyim, Churchill’i iç sorunlarda da benzer çözümler aramaya itti. 1906 Liberal kabineye katıldığı zaman, toplumsal itaatsizliği engellemek için agresif otoriter önlemleri savundu. Churchill’in dört yıl sonra içişleri bakanlığına terfi etmesi, Birleşik Krallık’ta yükselen politik kargaşayla eşzamanlı oldu: İrlanda Özerklik Yasası, genel oy hakkı mücadelesi, grev dalgaları. Churchill hepsinin şiddetle karşısında oldu.
Churchill hagiografisinde Güney Galler’de grevde olan işçilere saldırmaları için ordu birliklerine emir verdiği yönündeki fikri çürütmek için çok fazla uğraş vardır. (Bu bugün bile yerel halk tarafından hor görüldüğü bir şeydir.) Gerçekte olan ise, Churchill’in Londra’dan polis taburları göndermesi ve polisin işi yapamaması durumunda, Cardiff’te yedek birlikler kurduğudur. Churchill’in iş verenlerin tarafında olduğu ve onların adına gerekeni yapmaları için Britanya devletinin tüm gücünü harekete geçmeye hazır hale getirdiği şüphe götürmez bir gerçektir. Stepney’de Litvanyalı silahlı anarşistler ile bir açmaz sırasında, olağandışı bir şekilde kuşatma süresince polisin operasyonel komutası şahsen üstenlenmiş ve nihayetinde tamamen kuşattıkları düşmanlarının bir ev içerisinde kendilerini yakarak öldürmelerine izin vermeyi tercih etmiştir.
Ancak bu mevki kısa ömürlü oldu. Bunun yerine Churchill, kıdemli askeri bir pozisyona Donanma Bakanlığına atandı, bu atama Kraliyet Donanmasının politik komutasını Churchill’e veriyordu. Bir teknoloji aşığı olarak, modernizasyon, hava muharebesi daha sonra da tank teknolojisi için uğraştı. Fakat hayatındaki hiçbir şey onu Birinci Dünya Savaşın’ndaki zaferi için hazırlayamazdı:”Tanrım!” diyerek 1915’te ortaya çıktı: “Bu, bu yaşayan bir tarih. Yaptığımız ve söylediğimiz her şey heyecan verici – binlerce nesil tarafından okunacak, bunu düşünsene! Dünyanın bana verebileceği hangi şey için neden bu muhteşem şöhretli savaşın dışında olacağım ki.”
Churchill’in hevesli yapısı, 1915’te Gelibolu’daki askeri felaketten sorumlu olabilir. Çanakkale Boğazı’nın kontrolünü ele geçirmek ve böylece Türkiye’yi savaşın dışında itmek amacıyla, Gelibolu Yarımadası’nı kuşatmak için Britanya, Fransa, Yeni Zelanda ve Avustralya güçlerini (çoğunlukla gönüllü, yarı eğitimli) Gelibolu’ya gönderen bir operasyondan sorumluydu. Daha sonra ortaya çıkan yenilgi bu birliklerin ezilmesine neden oldu, Churchill tenzil-i rütbeye uğradı, kabineden ayrıldı ve bir tabur kumanda etmek için orduya katıldı.
Hakim sınıf yetenekleri biraz daha az olsaydı, bu başarısızlığı karşısında hazırlıksız kalabilirdi. Buna karşın 1916’da parlamentoya geri döndü ve tekrar yeni terfiler aldı – Silahlı Kuvvetler Bakanlığı, Savaş Bakanlığı ve sonrasında Hava Bakanlığı. Rus Devrimini bastırmak için vahşi bir müdahalenin savunucusuydu ve “Uluslararası Yahudilerin” (komünistler) ve onların “uğursuz konferasyon”una karşı çok daha kabul edilebilir olan “Ulusal Yahudi”yi (Siyonizm) çağıran şiddetli yazılar kaleme almıştı – bu yazılar Martin Gilbert gibi hagiografler tarafından gizemli şekillerde yorumlanarak Churchill’in Yahudi sevgisine delil olarak gösterildi.
Son derece derin bir antisemitik “iyi Yahudi-kötü Yahudi” ikilemiyle hareket etmenin yanı sıra, Churchill’in Siyonizm’e olan desteğinin sömürgeci temelleri, Filistin Kraliyet Komisyonu’nda Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme konusuna değindiğinde açıklığa kavuştu. Kendi düş gücüne başvurarak kabul etmediği bir hak olan özerk yönetimi bir köpeğin sahibini dolaşmaya çıkarması ile kıyasladı. “Kabul etmiyorum” diye devam etti, “Amerika’nın Kızılderililerine ya da Avustralya’nın siyah insanlarına büyük bir yanlışlar yapıldığını… gerçek şudur daha güçlü bir ırk, daha üstün bir ırk … geldi ve yerini aldı.”
Emperyal bir taktisyen olarak, Churchill, İngiliz Mandası altındaki Irak’ta isyanla mücadele ederek isyancıları gazla öldürmeyi önerdi. Gerçekten de, Bolşeviklere karşı Rusya’da böyle ölümcül silahlara öncülük etmişti. Şunu kabul etmek gerekir ki hava muharebelerine verdiği desteği, daha acımasız metotlara karşın daha insancıl ve yüksek teknoloji araçlarla bir alternatif olarak meşrulaştırmaya meyillidir. “Ahlaki etki o derece iyi olmalı ki yaşam kayıpları minimuma indirilmeli” diye açıklamadan önce “Medenileşmemiş kabilelere karşı zehirli gaz kullanımını şiddetle destekliyorum” diye yazmıştı.
Hindistan Ofisi’ndeki bazı kimseler “yerlilere karşı gazın kullanımı”ndan şikayetçi olduklarında, itirazlarını “mantıksız” olarak nitelendirdi. “Gaz, yüksek patlayıcı içeren bir bombadan daha merhametli bir silahtır ve düşmanı savaşın diğer araçlarına göre daha az insan kaybıyla bir kararı kabul etmeye zorlar.” Tarihçi Sven Lindqvist’in bize hatırlattığı gibi bu tarz bir mantık savaş tarihindeki en barbarca inovasyonların bazılarına zemin hazırlamıştır. Hiroşima ve Nagazaki’de nükleer silahların kullanılması bile kısmen yaşamların kurtarılamısının bir aracı olarak meşrulaştırılmıştı.
Liberal bir Tory olarak Churchill, belki de Avrupa’daki faşizmin yükselişiyle paniğe kapılmış olmalıydı. Yine de ezici bir şekilde iyimserdi. Mussolini’nin İtalya için iyi bir yönetici olduğuna ve faşizmin komünizme karşı yararlı bir siper olduğuna inanıyordu. Onun milliyetçiliği, militarizmi ve toplumsal düzen ve geleneğe verdiği destek, ortaya çıkan hareketin yorumunu renklendirdi.
“Böyle faşizm ile. . . hiçbir tartışması yoktu” diye yazıyor tarihçi Paul Addison. “Şubat 1933’te Mussolini’yi övdü … ‘insanlar arasındaki en büyük kanun yapıcı’ diyerek.” Paul Mason ayrıca Chirchill’in Mussolini’ye komünizme, sendikalara ve sola açtığı savaşla “dünyaya hizmet ettiği için” teşekkür ettiğini de ekliyor. 1927’deki İtalya ziyaretinde şunları söyledi: “Eğer bir İtalyan olsaydım, eminim ki Leninizm’in barbarca isteklerine ve tutkularına karşı yaptığınız muzaffer mücadelede başından sonuna dek tüm kalbimle sizinle birlikte olurdum.” Mussolini ile “samimi ve kolay” ilişkilerini şöyle yazdı: “Faşizm ve Bolşevizm arasındaki çatışmada, benim sempatimin ve inançlarımın nerede bulunduğuna hiç şüphem yok.”
1935’te Churchill, Hitler için “hayranlığını” ve “cesaret, azim ve yoluna çıkan tüm direnişlerin üstesinden gelmesini sağlayan yaşamsal gücü” sözleri ile ifade etti. Addison, Churchill’in Nazi rejiminin Yahudilere karşı zulmünü onaylamadığını açıklarken, “Churchill’i en çok endişeye sevk eden sebepler Nazilerin dış politika hırslarıydı, iç politikaları değil” diye yazar.
Ama hangi dış politika hırsları sorun yaratıyordu ve hangileri yaratmıyordu? İtalya’nın Etiyopya’yı işgali hiçbir şekilde Churchill’e kaygı vermedi. Etiyopya çok uzaktı, sömürge fetihleri için meşru görülen bir bölgedeydi. Üçüncü Reich’e gelince, stratejik ve bölgesel anlayışlarının çoğunu Britanya İmparatorluğu’ndan ilham almıştı. Aslında, en kutsal fetiş nesnesi olan “Aryan ırkı” İngilizler tarafından, güneydoğu Asya’da çalışan filologları ve arkeologları tarafından icat edilmiştir. Hitler, imparatorluğun motiflerini almak ve bunları Avrupa’ya uygulamak istedi.
Bu, “Yahudi-Bolşevizme” karşı bir imha savaşı gerektirebilirdi ve Churchill’in ya da İngiliz egemen sınıfındaki herhangi bir kimsenin bununla ilgili bir sorunu olabileceğine inanmak hayli zor olurdu. Ancak Avrupa anakarasında genişlemek başka bir meseleydi. Başka bir deyişle, faşizm sadece Britanya İmparatorluğu ve bütünleştiği Avrupa-ulus-devlet düzenine karşı bir tehdit oluşturduğunda Churchill faşizmi bir tehlike olarak gördü. Ancak o zamanlar ve sadece bu bağlamda, faşizm komünizmden daha kötü hale geldi.
Churchill yeniden silahlanmanın önemli bir savunucusu ve Rusya’ya karşı Hitler’in tarafında olmak isteyen Britanya ordusunun ve siyasi müesses nizamının çoğunluğunun düşmanı oldu. Yine de, Nazilerin izole edilebileceğini ve İtalyan ve İspanyol faşizmleriyle birlikte bir birlik ekseninin oluşturulabileceğini ve bu sayede Mussolini’yi yüceltmeye ve Cumhuriyetçi İspanya için herhangi bir desteğe karşı çıkmaya devam edeceğini düşünmeye devam etti. İspanyol İç Savaşı’nda -birçok yönden 2. Dünya Savaşı’nın girizgahıdır- Cumhuriyet’in “komünist cephe” ve Hitler destekli Faşistlerin de düzenli bir “Anti-Kızıl Hareket” olduğunu varsaydı. Kuşkusuz, Churchill, Franco’nun düşmanlarını bombalayan ve gazla öldüren, Fas’ı baskı yöntemleri ile İspanya’ya geri kazandırmaya çalışan yöntemlerine bir itirazda bulunamazdı, çünkü bu yöntemlerin insani ve merhametli olduğunu varsaymıştı.
Nihayetinde Hitler’in saldırganlığı, İngiliz yönetici sınıfının Üçüncü Reich (“yatıştırma politikası”) ile işbirliği yönündeki çoğunluk tercihini terk etmeye zorladı. Polonya’nın işgali Neville Chamberlain’in hükümetini silahlanmaya ikna etti ve Churchill bir kez daha Donanma Bakanlığı’na getirildi. Fakat hükümetin savaş konusundaki gönülsüz tutumu bir kriz ile sonlandı, kabinenin çöküşünü tetikledi ve yeni koalisyon hükümeti Churchill tarafından kuruldu.
Atandıktan sonra bile, Churchill daha az küresel hırsa sahip faşist rejimlerle ittifak arayışında ısrar etti. Tarihçi Joanna Bourke, Churchill’in Mayıs 1940’ta Mussolini’den umutsuz bir talepte bulunduğunu söyler:
“Britanya ve İtalya halkları arasındaki kan nehrini durdurmak için çok mu geç? … Çağlar boyunca tüm çağrılar, Latin ve Hıristiyan medeniyetlerinin ortak mirasçılarının ölümcül mücadelede birbirleriyle karşılaşmaması gerektiği konusunda uyarıyor. Her şey için geç olmadan bunu dinleyin, sizden tüm onur ve saygımla bunu rica ediyorum.”
Aynı yıl, benzer bir tonda Franco’ya da seslenir:
“Britanya’nın çıkarları ve politikaları, İspanya’nın bağımsızlığına ve birliğine dayanıyor ve onu hem büyük bir Akdeniz gücü olarak hem de Avrupa ve Hıristiyan ailesinin önde gelen ve ünlü bir üyesi olarak hak ettiği yerde görmeyi sabırsızlıkla bekliyoruz.”
Bu çağrılar İtalya’da sonuçsuz kalırken, Churchill Franco ile Franco rejiminin ömrünü uzatan şaşırtıcı bir ittifak yapmayı başardı.
Elbette, birçok insanın söylediği gibi, İkinci Dünya Savaşı sadece tek bir savaş değildi. Ernest Mendel en az beş savaş olduğunu savunur: emperyalist güçler arasında bir savaş, Güney Asya ve Afrika’daki kolonyal devletlerin giriştiği sömürge karşıtı halk savaşı, Rusya’nın kendini savunması, Çin’in Japon emperyalizmine karşı mücadelesi ve antifaşist halk savaşı. Yunanistan’da, İspanya’da Yugoslavya’da Polonya’da ve Fransa’da faşizme karşı halk mücadeleleri olurken Çin’de Vietnam’da, Hindistan’da ve Endonezya’da Japon emperyalizmine karşı direnenler vardı. Britanya’da bile, 1940’tan sonra belirgin bir radikalleşme vardır ve savaş çabasını anti-faşist bir halk savaşına savaşa dönüştürmek için çaba sarf edildi.
Ancak Churchill için, sadece emperyalist bir savaştı ve bunu böyle yürüttü. Bu çatışma sırasında sivilleri ilk bombalayan ve Berlin’in banliyölerinde onlara saldıran Britanyalı’lardı. Britanya, Üçüncü Reich’i devasa bir kıta ordusuyla yenemezdi, ancak “Nazi rejimini ağır bombardıman uçaklarının yıkıcı ve imha edici saldırısı yoluyla yok etmeli” diye açıklamıştı Churchill. Bombaların büyük çoğunluğu stratejik altyapı alanlarından ziyade yerleşim alanlarını hedef almış ve buralarda infilak etmiştir. Tarihçi Richar Overy’nin aktardığı üzere Hava İstihbarat’ın direktörüne göre tüm ülkelerde nüfusun genel bir hava saldırısına karşı en savunmasız ve en az mobil olabilecek kesiminin “geçim kaynaklarını, evlerini, yemek, ısınma ve aydınlanma olanaklarının olduğu yerleri” hedef alıyorlardı yani “işçi sınıfını”. Bu durum kötü şöhretli Dresden bombandırmanıyla sonuçlandı.
Sivillerin yok edilmesi taktiği, absürtçe, bunun halkı demoralize edeceği ve direnişi kıracağı fikrine dayanır – bu Britanya İmparatorluğunu sömürgelerdeki savaşlarda defalarca kurtaran düşünce. Antifaşist bir savaş, sivil nüfusu gözle görülür bir şekilde etkileyebilir ve rejimin çöküşünü hızlandıracak bir anti-faşist direniş hareketine destek oluşturmaya çalışır. Ama Churchill’e göre, bu sadece düşünülemez olurdu. Bu, General Gordon’un intikamını almak için Omdurman’da bir süvari akınına katılan ve bütün askeri kariyeri, hevesli bir tehlike ve ölüm sevgisi ile damgalanmış olan adamdı. Bu, her yerde isyancıları bastırmak için savaşmış olan, İngiliz tasarılarını reddettikleri her yerde “yerlileri” gazla öldüren ve bombalayan adamdı. Topkeyün savaş en mantıklı olandı.
Savaştan sonra, müttefikler rejimi ılımlılaştırmak için Franco’nun kendi petrollerine olan bağımlılığını tartıştıkları zaman Churchill sinirli bir şekilde karşı çıkmış ve bunun “İspanya’da bir devrim kışkırtmaktan sadece ufacık farklı bir şey” olduğunu beyan etmişti. “Petrol ile başlayacaksınız, hemen ardından kan içerisinde bitireceksiniz.” Komünistler, “İspanya’nın efendileri olacak” dedi ve “enfeksiyon”, “İtalya ve Fransa’ya çok hızlı yayılacak” dedi. Nazi saldırganlığı yenilgiye uğratıldığında, Komünizm tekrar ana düşman oldu, Churchill bunu 1946 Mart’ındaki Soğuk Savaşı haber veren “demir perde” konuşması ile işaret etti.
Churchill, önemli ölçüde sonuna gelmiş savaşı bitirdi. O, savaş süresince son derece popüler olmuştu ve onun savaşma kararından ve savaştaki katlanılmaz enerjisinden dolayı saygı görmeye devam ediyordu. Fakat büyük sosyal reform için talep vardı ve bu bir İşçi Partisi’ne toplumsal bir kayma anlamına geliyordu. 1951 yılının başında bir kez daha başbakanlık koltuğuna oturdu, bu sürede İşçi Partisi tarafından geliştirilen reformları önemli ölçüde devam ettirdi ve Kenya’daki Mau Mau ayaklanması ve Malay isyanına karşı acımasız ve kesin savaşı sürdürdü. Malay isyanında, Churchill bir kez daha modernleştiriciydi: Britanya Portakal gazı ve benzeri kimyasal gazları kullanan ilk devlet oldu, ABD de aynı toplu ve yoğun bombardıman tekniği politikasını Vietnam’da uyguladı. Ardından, kesin bir şekilde hasta olduğundan dolayı Churchill emekliye ayrıldı.
Hayatının çoğunu Britanya İmparatorluğu’na yönelmiş “yerli” tehditleri püskürtmekle geçirmek, ona Britanya’yı Üçüncü Reich’tan korumasında yardım etti. Ama yönetilmeye layık gördüğü insanlar, kısmen Hitlere karşı mücadelede küresel ölçekli mobilizasyonlar nedeniyle harekete geçerek çoğu olayda rejimi devirmeyi başardılar.
Britanya devletinin Churchill’i idolleştirmesi gayet akla uygun. Churchill’in tarihi imparatorluğun tarihi. Ama kim, onun tarihinin ne olduğunu gerçekten bilerek ona saygı duyacak?
* Jacobin.mag’da yayınlanan “The Real Winston Churchill” başlıklı makaleden çevrilmiştir. https://www.jacobinmag.com/2018/01/winston-churchill-british-empire-colonialism