Töre Sivrioğlu

 

Ülkelerin geçmişi ile ilgilenen arkeolog ve tarihçilerin kullandıkları malzeme ve bilgi ile güncel literatür arasındaki mesafe bazen öylesine büyük oluyor ki tarihçilerle diğerleri yekdiğerini anlamakta zorlanabiliyorlar. Örneğin Anadolu denilince bugün Üsküdar’dan Kars’a kadar uzanan coğrafya kast ediliyor. Hâlbuki Osmanlılar için Anadolu Kütahya merkezli, sınırları ancak Ankara’ya kadar uzanan bir bölgenin (eyaletin) adıydı. Kimsenin aklına o zamanlarda Sivas-Erzurum yaylalarının Anadolu olduğu gelmezdi (o yörelere Rum denilirdi). Suriye terimi de zamana göre sınırları değişen bir tanımlama olduğundan “Suriye tarihi” yazmakta olan bir araştırmacı döneme göre farklı sınırlara odaklanmak zorunda kalacaktır.

Suriye adı Yunancadan (Σύροι) gelmektedir. Yani ülkenin yerli halklarının verdiği bir isim değil. Suriye’nin yerli Sami kavimleri ülkeye Aram derlerdi ki bu da aslında “yüksek ülke” anlamına gelmekte. Kitab-ı Mukaddes geleneğinde her ülkenin adı peygamberler soyundan gelen birinin adını almaktadır. Ülkenin adının Nuh’un Sam adlı oğlundan olan torunu Aram’dan aldığına dair rivayet de bulunuyor. Tıpkı Nuh’un diğer torunlarından olan Kenan’ın da Filistin bölgesine adını vermesinde olduğu gibi… Mezopotamya kaynaklarında Suriye, Aram ülkesi ve burada yaşayan halklar da Aramiler olarak geçmektedir. Aramice, bilindiği üzere, tahtını akrabası Arapçaya kaptırana kadar Suriye ve Doğu Akdeniz (Levant) bölgesinin en yaygın konuşulan diliydi. Yahudilerin de çoğu Aramice konuşurdu. İsa Peygamberin dahi İbranice değil Aramice konuştuğunu biliyoruz. Bu dilin fonetiğini merak edenler Mel Gibbson’ın The Passion of the Christ (2004) adlı filmini izleyebilirler. Bu film Aramice çekilmiştir. Suriye’deki iç savaştan önce ülkede halen Aramice konuşan Hıristiyan köyleri vardı, mesela Maaluula kasabası, İsa’nın konuştuğu dilin yaşadığı yer olarak bilindiğinden[1] turistik kafilelerin uğrak yeriydi. Ancak cihatçıların yaptıkları saldırılar yüzünden Aramice konuşan topluluklar köy ve kasabaları terk etmek zorunda kaldılar.[2] Bugün de akıbetleri belirsizliğini korumaya devam etmekte.

Aram ülkesinin” sınırları ile modern Suriye hemen hemen aynıydı. Neolitik köylerin ve ilk kent devletlerinin kuruluşu açısından Suriye coğrafyası komşularıyla hemen hemen aynı izleği takip etmiştir. Neticede Fırat, Habur, Asi gibi nehirler Suriye’deki köy ve kentlerin gelişimi için yeterli imkânı sağlamıştı. Kentleşme ve yazının yaygın kullanımı açısından Aram ülkesi Mezopotamya veya Anadolu’dan geride değildi. Örneğin altın çağlarını MÖ 2500’lerde yaşamış olan Ebla kentinde binlerce tabletten oluşan koleksiyonlar ele geçmiştir. Fırat kıyısında kurulmuş olan Ebla’nın çağdaşı, ticaret ortağı ve rakibi Mari de yazılı kültür, mimari gelişmişlik açısından Mezopotamya’dakilere denk bir kentti.[3] Ancak “Aram ülkesinde” hiçbir zaman Anadolu ve Mezopotamya’dakine benzer bir merkezi iktidar ve imparatorluklar kurulamamıştı. Öğrenciyken gördüğüm “Kuzey Suriye Kent Devletleri” dersinin adından da anlaşılacağı üzere Suriye coğrafyasındaki kentler arasında Bronz ve Demir Çağlar boyunca güçlü bir siyasi birlik kurulamamıştı. MÖ 3. bin yılda Mari ile Ebla arasındaki rekabet gibi, MÖ 2. binyılda Suriye’de Ugarit, Arpad, Kadeş gibi kentler kendi aralarında rekabet halindeydiler. Bu arada bulundukları konum Mısır, Assur ve Hitit gibi büyük bölge güçlerinin tam arasında kalmaktaydı. Suriye bu bin yılda Mısırlılar ve Hititlerin Doğu Akdeniz’deki egemenlik kavgasının merkezi oldu.[4] Hitit krallığı çöktüğünde, Hititlerin ardılları Suriye’de parçalanmış politik durumdan yararlanarak çok sayıda küçük krallık/kent devleti (Karkamış, Ugarit, Alalah, Arpad vb.) kurdular.[5] Suriye, bu dönemde kuzeyde Hitit kent devletleri, güneyde ise Arami, Fenike ve İbrani şehirleri arasında mücadelelere sahne oldu. Sonunda bu politik zayıflık Suriye’nin bütünüyle Assurlar tarafından yutulmasıyla sona erdi.[6]

Samandağ’da bulunan (antik adını bilmediğimiz) el-Mina adlı Helen kolonisi kurulduğunda (MÖ 8-7. yüzyıl) Aram ülkesi artık Assur İmparatorluğunun bir parçasıydı. Bu nedenle büyük oryantalistlerden Th. Nöldeke (1836-1930) Helenlerin Aram coğrafyasına Assyria ülkesi anlamında Σύροι (Syroi) ismini verdiklerini savunmuştu. Ama bu konuda farklı teoriler de vardır. Erwin I. J. Rosenthal (1901-1994) Assur ismindeki uzun u (û) harfinin Syria biçimini alamayacağını belirmişti. Ülkenin adının Akkad kaynaklarında geçen Subartulardan geldiği iddiası da vardır ki, J. N. Strassmaier Ugarit ve Arap metinlerinde geçen ṯbr ideogramının Su-ri olarak okunabileceğini de önermişti. Bazı araştırmacılar Kitab-ı Mukaddes’te Hebron Dağı için kullanılan Siryon’u köken sözcük olarak kabul etmişlerdir. Nitekim Pers yazıtlarında da Lübnan ve Sirera Dağları terimine rastlanmıştır. Lübnan’ın eski Fenike kenti olan Sur’u (Tyr) da köken sözcük olarak kabul edenler vardır. [7] Sonuçta bu kadar farklı önerinin bizi getirdiği sonuç Helenlerin verdiği ismin kaynağının kesin olarak bilinmiyor oluşudur.

Helenlerin Suriye derken kast ettikleri coğrafya elbette modern Suriye Arap Cumhuriyeti’nden hayli farklıydı. Türkiye ile daima bir sorun olmuş eski Antakya-İskenderun Sancağı (Hatay ili) antik dönemde Suriye’nin parçası olarak görülmekteydi. Laodicea (Lazkıye), Aleppo (Halep), Damascus (Şam) Suriye veya aşağı Suriye’nin (Syria-Coele) parçası olarak kabul edilmekteydi. Hellenistik Çağ (MÖ 330-30) boyunca Suriye büyük bir gelişim kaydetti. Bunun en büyük nedeni İskender’in parçalanan imparatorluğundan aslan payını alan Selevkosların kendilerine merkez olarak Suriye ve çevresini seçmeleriydi. Zaten günümüzde Suriye ve çevresindeki kent isimlerinin büyük çoğunluğu bunları inşa eden Helen (Makedon) hükümdarlarının adını taşımaktadır. İskenderun zaten İskender’in kurduğu Aleksanderia adlı kentlerden biriydi. Selevkoslar bu bölgede Antiokhos adlı kralların adını taşıyan Antiokheia isimli şehirler kurdular. Yine Selevkia’nın Arapçalaşmış versiyonu olan Silifke adlı yerleşimler de Helenistik çağın mirasıdır. Lazkıye’nin adı ise I. Selevkos’un annesi Laodicea’dan gelir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Hellenistik zamanlar Suriye’de nüfusun arttığı, yeni kentlerin kurulduğu müreffeh bir dönemdi.[8] Ayrıca, bu döneme kadar kısmi Hitit/Mitanni etkisi sayılmazsa, genellikle Sami kültür dairesi içinde kalmış ülkede ilk kez Sami olmayan bir halkın (Helenler) kültürü baskın hale gelmekteydi. Ülkenin batısında Akdeniz bağlantılı Helen kültürü iç kesimlerde ise Arami/Sami kültürü baskındı ki, biz coğrafyaya bağlı buna benzer ayrımların etkilerini daha sonraki asırlarda da göreceğiz.

Zamanla Batıdan (Akdeniz’den) gelen etkiler iç kesimlere daha fazla sızmaya başladı. Helenistik çağla birlikte Yunancanın hatta Latincenin Aramice, İbranice gibi dilleri nasıl gerilettiği epigrafik buluntularla da görülebilmektedir. Mezar taşlarında Aramice-Helence çift isimli insanlar karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Helen ve Arami kültürünün sentezinin yaşandığı Palmyra tam olarak bu bileşimi yansıtmaktadır. Kentte Helen tarzı tiyatro binaları ile Samilerin Tanrısı Baal tapınakları bir arada yer almaktaydı.[9] Kentin krallarının isimleri Yunanca, Latince, Aramice ve kısmen Arapçanın birbirine karıştığı bir çağı yansıtmaktadır. Septimius Odaenathus (MS 260-267) örneğin Arapça Udayna adının Latinize olmuş haliydi. Onun selefi Kraliçe Septimia Zenobia’nın (MS 267-272) adının Zeyneb veya Zennube olduğunun iddia edilmesinde olduğu gibi…

Kraliçe Zenobia antik çağın en büyük hükümdarlarından biriydi ve Suriye merkezli büyük bir devlet kurmaya çalışmıştı. Onun bu çabası, Romalılar karşısında yenilene kadar gerçekleşebilecekmiş gibiydi. Romalıların Suriye’ye ilgisi ise, Selevkosların gerilemesi sonucunda MÖ 83’te Ermeni Kralı Tigran’ın Suriye’nin büyük bölümüne hâkim olmasıyla başlamıştı. Roma Cumhuriyeti Pompeus Magnus’u, Tigran’ı Akdeniz kıyılarından uzaklaştırmak için görevlendirmişti ve MÖ 64’te Suriye kıyıları Roma eyaleti haline getirilmişti. Sonraki dönemlerde iç bölgelere uzanan Roma egemenliğini durduran Palmyra’nın direnişi kırılmış, Zenobia Romalılara esir düşmüş[10] ve Dicle Nehri kıyılarına kadarki bölge Roma egemenliğini kabul etmek zorunda kalmıştı.[11]

Romalılar Suriye’yi üç ayrı idari bölgeye ayırdılar. Syria-Coele Antiokheia ve Carhhae (Harran) de dahil olmak üzere Fırat Nehrine kadar uzanan toprakları ihtiva ediyordu. Eskiden sadece Fenike olarak bilinen kıyı şeridi (modern Lübnan) Syria-Phoenice olarak adlandırılmıştı. Filistin bölgesi ise Syria-Palestina olarak isimlendirilmişti. Yahudiler Romalılara karşı ayaklandıkları için eskiden Iudaea denilen bölge de böylece daha “tarafsız” olan Syria adını almış oluyordu. Romalılar çağında oldukça geniş bir Suriye tanımı ortaya çıkmış olmaktaydı. Antiokheia bölgesi haricinde bugün Lübnan sınırları içinde kalan Tripolis (Trablusşam), Berytus (Beyrut), Sidon (Sayda), Tyros (Sur), hatta Jerusalem (Kudüs), Gaza (Gazze), Caeseria (Filistin Kayserisi) gibi kentler Suriye’nin parçası olarak görülebilmekteydi. Bu türden antik anılar iki bin sene sonra Suriyeli Arap milliyetçilerini “büyük Suriye” tanımları yapmalarına da sebep olmuştur. Mesela 1932’de kurulan Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi’nin lideri Antun Sa’ada, “Suriyelilerin Kenanlıların, Keldanilerin ve Hititlerin soyundan gelen benzersiz bir millet olduğunu” savunmaktaydı ve Sa’ada’ya göre modern (büyük) Suriye, Antakya, Lübnan, Ürdün hatta Kıbrıs’ı kapsamalıydı.[12] Öte yandan Helenler ve Romalılar modern Lübnan ve Hatay’ı Suriye’nin parçası kabul ederken, Palmyra ve Fırat kıyısındaki Dura-Europos’u ise Suriye’nin parçası olarak görmüyorlardı. Fırat ve Habur nehrinin geçtiği havza antik zamanda Mezopotamya’nın parçası olarak kabul edilmekteydi (elbette Suriyeli milliyetçiler bu ayrıntıyı atlamaktaydılar).

Erken imparatorluk döneminde Suriye gelişmeye devam etti. O dönem eyaletin merkezi gibi görülen Antiokhiea bölgenin en önemli kentiydi. Ancak geç antik çağ boyunca şiddetli depremler, İran’la sonu gelmeyen savaşlar ve veba salgınları Suriye coğrafyasını zayıf düşürdü. Üçüncü yüzyıl ortalarında Suriye’yi işgal eden İranlılar kalabalık bir nüfusu buradan alıp İran’a götürdüler. Antik zamanlar için çok önemli sayılarda, yani on binlerce insanın götürüldüğü sanılmaktadır. Suriye’den tehcir edilip İran’a götürülen insanlar yeni Antakya (Wēh Antiōk Šāpūr) kentine yerleştirildiler.[13] Muhtemelen bu nüfus kaybı Arabistan yarımadasından yapılan göçlerle dengelenmeye çalışıldı. Böylece bölgeye MS 1. yüzyılda başlayan Arap göçü giderek arttı. 5. ve 6. yüzyıllarda Suriye’de Arap nüfusu ve Arap dili artık baskındı. Yemen’den gelen Gassaniler Suriye’de Bizans’ın müttefiki olan bir krallık bile kurmuşlardı.[14] Böylece yukarıda da değinildiği üzere Aramice giderek yerini Arapçaya bıraktı.

İkinci önemli kültürel değişim de pagan inançların kaybolup yerini Hıristiyanlığa bırakmasıydı. Hıristiyanlık Suriye coğrafyasında kalıcı izler bıraktı. İlk kilisenin Antakya’da doğduğu söylenir. Bu bölge çok sayıda havari ve aziz anısıyla doludur. Aynı zamanda paganlarla yapılan çatışmalar ve didişmelerle de elbette. Öte yandan Hıristiyanlığın Suriye’deki zaferi beklenenin aksine gibi homojen bir kültür inşa edilmesiyle sonuçlanmadı. Tam tersine, Suriye’de çeşitli mezheplerin, İsa’nın tanrısal doğasını reddeden Nasturiler, Roma yanlısı (Melkit) Ortodokslar, tek doğacı Yakubi (Süryani) Kilisesi arasındaki gerilim ve çatışmalar Bizans asırları boyunca devam etti. Bu çatışma Müslüman Arap fatihlerin işine yaradı. İslam fetihleri başladığında Suriye, İran savaşlarının yol açtığı yıkım ile veba salgınının yanı sıra mezhep gerilimlerinin yorgunluğunu bir arada yaşamaktaydı. Müslüman Araplar bundan istifade ettiler. Kudüs, Şam, Halep gibi kentler Araplara ciddi bir direniş göstermedi. Halk Hıristiyan kimliğine rağmen Melkit Ortodokslarınca yönetilmektense Müslüman Araplarca yönetilmeyi tercih edecek noktaya gelmişti. Müslüman Arapların kilise ve mezhep ayrımlarına önem vermemesi Suriye’deki yerel kiliseler için Roma baskısına karşı bir alternatif olarak görülmelerine yol açmıştı. Suriye Hıristiyanlarının da çoğunlukla Arap olması, Müslüman ordularıyla kabile ve akrabalık bağları bulunması bu geçişi kolaylaştırdı. Bu nedenle Suriye kentleri genellikle Arap işgalcilere kapılarını açtılar. Kentler anlaşmalarla alındığından Müslümanlar kiliselere zarar vermediler. Suriye’yi terk etmek zorunda kalan Bizans İmparatoru Herakleios’un “Elveda Suriye düşman için ne güzel bir ülkesin” dediği rivayet edilir.

Suriye’de Arap/İslam idaresinin ilk yüzyılı Suriye için gerçek bir altın çağdır. Özellikle de Emevîlerin hilafeti ele geçirip başkenti Şam’a taşımaları (661) tarihte Selevkoslardan bin sene sonra Suriye’yi yeniden evrensel bir imparatorluğun merkezi haline getirmiştir. Emevîler, o dönemde Medine’de kendini halife ilan eden Abdullah b. Zübeyr’in (öl. 692) muhalefetine cevaben Şam ve Suriye’nin de en az Hicaz kadar kutsal mekânlar olduğunu kanıtlamak için ideolojik bir mücadele vermek zorundaydılar. Bu nedenle Müslüman dünyanın ilk büyük mimari şaheserleri (Şam ve Halep Emevî Camileri, Kubbetü’s Sahra, Mescidü’l Aksa vb.) Suriye ve yakın çevresinde inşa edildi. Şam ve Kudüs’ü öven hadisler ön plana çıkarıldı.[15] Ama hiçbir yapı Şam Emevî Camii gibi kültürel süreklilik ve iddiaların devamlılığını yansıtmaz. Burası aslında bir pagan (Jüpiter) tapınağıydı. Sonra Kilise olmuş, sonunda da camiye çevrilmişti. Ama cami halinde bile, gerek mimari planı gerekse mozaik tezyinatı ve İncil’den yapılan alıntılarla eski ruhunu da sürdürmektedir. Hatta Kıyamet günü Mesih İsa’nın buraya ineceğine inanılır.

Suriye (Şam) merkezli Emevî idaresi aynı zamanda Hıristiyan Araplarla bir uyum ve ittifak içindeydi. Orduda Hıristiyan askerler görev aldığı gibi halifelerin eşleri arasında Hıristiyan Araplar önemli bir konumdaydılar. Günümüzde Suriye’de nüfusun %10’unu temsil eden Hıristiyanlar arasında kendilerini Müslümanlar gelmeden önce de Suriye’de yaşamakta olan Hıristiyan toplulukların ardılları sayanlar çoğunluktadır.

Şam’ın giderek önem kazanması coğrafi terimleri de değiştirdi. Helen ve Romalılardan miras kalan Syria adı İslam’ın ilk asırlarında yerel halkça unutuldu ve sadece Batılı seyyahlarca kullanılmaya devam edildi ve ancak 19. yüzyılda yeni bir milliyetçi söylem geliştirmek isteyen Arap aydınlarınca yeniden kullanılır oldu. Onun yerini artık Bilad’üş Şam almıştı. Günümüzde Şam denildiğinde Suriye’nin başkentini kast ediyoruz. Hâlbuki orta zamanlarda Şam bir kentin adı değil bir ülke adıydı ve yaklaşık olarak Romalıların Suriye’si, yani bugünkü Suriye, Ürdün, Lübnan ve Filistin’in tamamı için kullanılmaktaydı.[16] Bu nedenle doğudaki Tripolis (Arapçalaşmış versiyonuyla) Trablusşam olmuştu (batıdaki, yani Libya’daki Tripolis ise Trablusgarb oldu). Şam derken sadece kentten söz edilecekse eski Damascus yerine Araplaşmış versiyon olan Dimaşk[17] kullanılmaktaydı. Şam adının kökeni belirsizdir. Nuh’un oğlu Şem’den geldiği iddia edildiği gibi, İbranice, Süryanice ve Sami diyalektlerde “sol/batı taraf” anlamına geldiği de söylenir. Bu durumda sözcük ülkenin güneşin battığı yönde olmasına bir atıf olabilir. Nitekim Suriye’nin en eski halklarından olan MÖ 3. bin yılın sonlarında Mezopotamya’ya akınlar düzenleyen göçebe Amurrulara da isimleri “Batıdan” geldikleri için verilmişti.[18] Bu durumda Suriye’nin batıdaki ülke (biladü’şşam) olarak adlandırılması bu geleneğin devamı olarak algılanabilir.

Emevîler döneminde Suriye’de Helenistik, Roma kültürü ile İslam kaidelerinin bir daha asla benzeri olmayan bir sentezi yaşandı. Mimari üslup öylesine benziyordu ki, Emevî sarayları ilk keşfedildiklerinde freskler, mozaikler, mitolojik sahneler ve erotik tasvirlerle karşılaşan arkeologlar bunları Roma eseri sanmışlardı.[19] Ancak Emevîlerin çöküşü ile (751) Suriye daha ikincil bir ülke oldu. Müslüman medeniyetinin merkezi Bağdad’a, Orta Asya’ya, Mısır gibi farklı bölgelere kaydı. Suriye ise, Bizans’la sürekli sınır savaşımı veren bir uc/avasım/sungur ülkesine dönüştü. 10. yüzyılda Bizans’ın yeniden canlanması ile Suriye’de Müslümanların toprak kayıpları yaşadıkları döneme girildi. Suriye üzerine saldırılarını arttıran Bizans ordusu 968’de Antakya ve Halep’i ele geçirmişti. Hamdanîlerle yapılan barış antlaşması sonucu Antakya’nın Bizanslılarda, Halep’in ise Müslümanlarda kalması konusunda anlaşılmıştı.[20] Halep ile birlikte, Hama, Humus, el-Maarra, Afamiye (Famiye) gibi Suriye şehirleri de Bizanslılara vergi ve rehine vermeyi kabul etmişlerdir.[21] İbnül Esir’in deyimiyle Bizans “Müslüman liderlerin birbirleriyle uğraşıp durması sayesinde” bu önemli başarıları elde etmişti. Bizans fetihlerinin başladığı esnada İslâm dünyası ciddi bir karışıklık içindeydi. Bağdad’ı idaresi altında tutan Büveyhî Emiri Bahtiyar, kardeşinin Basra’da çıkardığı isyanla uğraşmaktayken, 969 yılında İhşîdleri yıkarak Mısır’da yönetimi ele geçiren Fatımîler Şam bölgesini fethedip yağmalamakla meşgullerdi. Karmatîler de boş durmamış ve 970 senesinde onlar da Şam’a hâkim olmuşlardı. Hamdanîlerin yönetimi altındaki Mardin, Nusaybin, Rakka gibi kentler Nasirüddin’in birbirleriyle savaş halinde olan oğulları arasında parçalanmış durumdaydı.[22] Nitekim Bizanslıların Haleb’i kuşatmak için harekete geçtikleri esnada, Halep’te, Nasirüddin’in oğlu Ebu Tağlib ile Nasirüddin’in azatlısı Kargaveyh arasında kentin hâkimiyeti için savaş devam etmekteydi. Bu karışık ortam içinde Müslüman emirlerin hiçbiri Bizans ilerleyişine karşı koyma çabası içine girmemiştir.

Bizans’ın yükseliş çağında İslâm dünyasının içinde bulunduğu durumu en açık şekilde özetleyen olay, Antakya ve Halep’in düşmesinin ardından düzenlenmeye çalışılan ancak başarısızlıkla sonuçlanan Cihad girişimiydi. Bizans ordusunun Nusaybin önlerine geldiği 971 senesinde Müslümanlardan bazıları Bağdad’a giderek yardım istemişler ve halkı galeyana getirerek Bizanslıların sonraki hedefinin Bağdad olduğu yolunda iddialar yayarak halkı cihada davet etmişlerdi. Büveyhi Emiri Bahtiyar bu konuyla ilgilenmemiş, Halife el-Muti’lillah (946-974) ise kendisinin hiçbir siyasi erk, gelir ve hazineye sahip olmadığını, cihadı finanse edemeyeceğini belirtmişti. Üzerine dönük baskı nedeniyle Halife’nin şahsi eşyalarını satarak cihat kampanyasına 400 bin dirhem bağış yapmak zorunda kaldığı; ancak bu paraya da Emir Bahtiyar tarafından el konulup paranın başka işlerde harcandığı aktarılmaktadır. Daha da kötüsü, cihat için toplanan ve silahlandırılan kalabalıklar arasında mezhep kavgası çıkmış, taraflar birbirlerinin mahallelerine, dükkanlarına saldırıp yağmalamışlardı.[23]

Suriye’deki bu kargaşa esnasında bugün de etkili olan bazı etnik toplulukların ülkede yayılmaya başladıkları görülmektedir. Bizans ordusuyla birlikte Ermeniler bölgeye gelmişti. Kürt aşiretleri özellikle Hamdanilerin hizmetine girmeye başlamışlardı. Bizans ve Haçlı tehdidinin giderek artmasıyla Hamdaniler, Midrasiler gibi bölge emirlikleri kalelere ve sınır bölgelere daha çok Kürt savaşçısı ve aşireti getirmeye başlayacaklardı.[24] Bizans gücünün yükselişi ile bazı Arap aşiretlerinin İslam’dan Hıristiyanlığa geçtiği de bilinmektedir. 9. yüzyılda Nusayriler Fatımî baskısı nedeniyle Suriye’ye kaçmışlardı. Hareket, Halep emirliğinin hoşgörüsü altında yayılma şansı bulmuş ve Lazkiye, Cebel-i Nusayriyye ve Antakya bölgesinde güçlenmişti. Aynı dönemde heterodoks inançlara sahip olan Dürziler de Suriye’de yerleşmeye başlamışlardı.

Bu zayıflık ve kargaşa zamanlarından yararlanan İonnes Tzimiskes (969-976) liderliğinde Antakya’dan hareket eden Bizans ordusu, Doğu Akdeniz sahili boyunca ilerleyerek, Baalbak, Şam (Damaskos), Taberiye (Tiberias), Nazareth, Akka, Filistin Caeseria’sı, Beyrut, Sidon (Sayda) gibi şehirleri birer birer ele geçirdi. Urfalı Matteos’a göre, kendisi de aslen Ermeni olan İonnes Tzimiskes başarılarını Ermenistan kralı Aşot III’e yazdığı bir mektupta “Bütün Fenike, Filistin ve Suriye Arapların boyunduruğundan kurtarılmış olup Romalıların hâkimiyetini kabul etmiştir” demekteydi.[25] Bizans’ın karşısında durabilecek bir emirlik olmadığı halde Bizanslılar asıl amaçları olan Kudüs’e yönelemediler; zira doğuda Oğuz/Türkmen tehlikesi belirmişti. Kısa zaman içerisinde Oğuz/Selçuklu akınları Suriye hudutlarına ulaştı. Alparslan ve Melikşah dönemindeki akınlarla Şam, Melikşah’ın kardeşi Tutuş’un denetimine girmişti. Halep ise, yine Selçuk ailesinden Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın kuşatması altındaydı (1085). Tutuş’la savaşan Kutalmışoğlu savaş alanında öldü ve Halep de Tutuş’un eline geçti. Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın soyu Anadolu Selçuklu Devletini kuracaktı. Tutuş’un Suriye’de bağımsız bir sultanlık kurma çabası ise ağabeyi Melikşah tarafından engelledi. Melikşah’ın ölümüyle (1094) Tutuş yeniden kendi sultanlığını kurmaya yeltendi, ama Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk karşısında yenilerek savaşta öldürüldü. Oğullarından Dukak Şam’da Rıdvan ise Halep’te kendi emirliklerini ilan ettiler. Böylece etkileri günümüzde de devam eden Şam-Halep rekabetinin temelleri de atılmış oluyordu. Bu zaman zarfında Suriye Türkmen aşiretlerinin göç edip yerleştiği bir ülke olmuştu.

12. yüzyıla girildiğinde çeşitli mezheplerden Müslümanların Suriye’nin parçalanmasıyla sonuçlanan rekabetinde Haçlıların gelişiyle bambaşka bir aşamaya geçildi. Haçlı Seferleri sonucunda Suriye topraklarında tüm Akdeniz kıyıları boyunca Haçlı hükümdarlıkları kuruldu. Antakya Prensliği ve Urfa Kontluğu ülkenin batı ve kuzeyine hâkimdi. İç kesimler Halep ve Şam ise Afşar boyundan Zengilerin kontrolü altındaydı. Böylece bir kez daha ülke kıyı ve iç kesimler olarak ayrılmış oluyordu. Öte yandan, bu dönemi, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında bir mücadele çağı gibi görmemek gerekir. Gerçekler biraz daha karışıktır. Her Haçlı prensinin bir Müslüman emirle ittifakı vardı ve tersi. Sonuçta bu bilek güreşinde kazanan, Zengilerin sarayında yetişmiş bir Kürt askeri olan Selahaddin Eyyubi’nin Mısır’da kurduğu Eyyubi Devleti oldu. Eyyubiler, kısa bir süre de olsa, tüm Suriye’yi tek bir idare altında birleştirdiler. Bu, aynı zamanda Fatımilerin etkisi sayesinde güçlenmiş Şii muhalefetin bastırıldığı bir dönemdi. Ancak 1250-1254 arasında Eyyubi Sultanlığı Memluklarca yıkıldı.

Bundan sonra Suriye coğrafyası Memlükler ile İlhanlı Moğolları arasında sert bir mücadelenin alanı oldu. Bu mücadele tarihin bir konusu olabilirdi. Ama bu çatışma sırasında yaşananlar, Suriye’deki iç savaşta dahi kullanılan propaganda malzemelerine kaynaklık teşkil ettiler. Suriye’nin tamamını almaya çalışan Moğollar, Ermeni, Dürzi, Şii, Nusayri vb. topluluklarla zaman zaman ittifak kurmaktaydılar. Buna karşı Sünni ulema da Moğollar ve müttefiklerine karşı cihat fetvaları vermekteydi. Tanınmış Hanbeli fâkih İbn Teymiyye’nin 1300’lü yılların başında “gerçek Müslüman olarak kabul etmediği” Nusayrilere ve Moğollara karşı kaleme aldığı cihad fetvaları bu açıdan misali daha önce görülmemiş içeriğe sahipti. Zira bu fetva kaleme alındığında Moğol İlhanlı Hanlığı idarecileri çoktan İslâmiyet’i ve Sünni mezhebi benimsemiş durumdaydılar.[26] İbn Teymiyye, Moğollara karşı düzenlenen seferlerin cihad olarak yorumlanabilmesi için İslâm dünyasının o güne kadar pek alışık olmadığı birtakım formülasyonlar kullanmıştı. Moğolların Sünni-Müslüman oldukları, namaz kıldıkları, oruç tuttukları doğruydu; ancak onlar bir yandan da şaman (putperest) günlerinden kalma geleneklere, örneğin Cengiz Yasası’na da sahip çıkmaya devam etmekteydiler. Hem şeriata hem de Cengiz Yasası’na aynı anda bağlı olunamayacağına göre, Moğollar gerçek anlamda Müslüman değildi ve onlara karşı verilecek savaş cihad olarak kabul edilebilirdi. Moğol Hakanı Gazan, Müslüman olduğunu söylemekteydi. Ama Moğol sarayında Müslüman bir fakih ile bir çileci (al-zāhid), Hıristiyan bir keşiş (al-rāhib), bir haham (danān al-Yahud), bir sihirbaz (al-sāhir), bir astrolog (al-muneccim) eşit derecede saygı görmekteydi. Bu durum da Moğolların sapkın fikirlerinin, sahte Müslümanlıklarının hatta soysuzluklarının (walad zinā) kanıtıydı.[27] İbn Teymiyye’nin bu fetvasını haklı bulan modern radikal İslâmî hareketlerin bir kısmı, Müslüman olmakla birlikte şeriatın kurallarına tam olarak uymamakla suçladıkları kesimlere karşı cihadı meşru kabul etmektedirler. Örneğin Mısır’da Nâsır yönetimine karşı muhalefetin liderlerinden Seyyid Kutub, Nâsır rejimini Moğollara, kendi mücadelesini de İbn Teymiyye’ninkine benzetmişti. Nitekim iç savaş sırasında Suriyeli cihatçılar da bu fetvaları dayanak olarak kullanacaklardı.

Osmanlı idaresi altına girmeden önceki Suriye’nin kültürel dünyasının temel taşları böyleydi. Tarihte iki kez (Selevkoslar ve Emeviler) güçlü devletlere merkezlik etmiş bu coğrafya genellikle siyasal, dinsel ve etnik açıdan parçalı bir yapı arz etmiş ve genellikle çevresindeki büyük güçlerin mücadele alanı olarak kalmıştı. Ülkenin Sünni/Arap nüfusu tarih boyunca Bizans ve Haçlılarca Akdeniz tarafından gelen tehditlere ve dağlık alanlardaki heterodoksiye karşı kendini hep savunmada hissetmişti. Aynı zamanda Suriye Halep ve Şam bölgesi arasında tarihsel bir rekabet de bulunmaktaydı. Zaman zaman dışarıdan müdahale eden (Osmanlı ya da Fransa gibi) büyük güçlerin sindirdiği bu çatışma ve gerilim hatları otorite boşlukları ile birlikte yeniden doğmaktaydı. 20. yüzyılda Arap milliyetçileri tüm etnik unsurları bir arada tutabilecek bir ideoloji inşa etme iddiasıyla ortaya çıkmışlardı ve nazariye de bunu başardıklarını iddia etmekteydiler.[28] Ancak onların projesinin de kendine has eksiklikleri trajik deneyimlerle anlaşılmış oldu.

[1] Ghattas Eid, Esther Seyffarth, Ingo Plag, “The Maaloula Aramaic Speech Corpus (MASC): From Printed Material to a Lemmatized and Time-Aligned Corpus”, (LREC 2022), p.6513–6520.

[2] Maaluula’da 2013-14’te yaşanan çatışmalarda kasaba birkaç kez cihatçıların eline geçti. Kiliseler yakıldı. Rahibeler fidye almak için kaçırıldı vb. Hıristiyan halk korkudan kasabayı terk etti.

[3] Rita Dolce, The Language of Kingship at Mari and Ebla in the Third Millennium BC: A Comparative Approach, Syria Supplément 2 (2014) p.183-204.

[4] Marta Luciani, “The Northern Levant (Syria) During the Late Bronze Age: Small Kingdoms between the Supraregional Empires of the International Age” The Oxford Handbook of the Archaeology of the Levant: c. 8000-332 BCE”, Oxford University Pres, 2014, p.  509–523.

[5] Horst Klengel, “Anatolia (Hittites) and the Levant” he Oxford Handbook of the Archaeology of the Levant: c. 8000-332 BCE”, Oxford University Pres, 2014, p. 90–97

[6] Tammi Schneider, “Mesopotamia (Assyrians and Babylonians) and the Levant” he Oxford Handbook of the Archaeology of the Levant: c. 8000-332 BCE”, Oxford University Pres, 2014, p. 98-106.

[7] John A. Tvedtnes, “The Origin of the Name “Syria” Journal of Near Eastern Studies,Volume 40, Number 2April, 1981, p.139.

[8] Bkz: Getzel M. Cohen, The Hellenistic Settlements in Syria, the Red Sea Basin, and North Africa, University of California Press Berkeley Los Angeles London, 2006.

[9] Çölün Kraliçesi olarak da anılan bu muhteşem şehir IŞİD tarafından yok edilmiştir.

[10] Suriye’de Baas rejiminin çöküşü ertesinde yeni yönetimini ilk icraatlarından biri olarak Zenobia’yı anlatan kısımların okul kitaplarından çıkarılması tartışması yaşandı. Kimine göre Zenobia’nın hedef tahtasında olması, “İslam öncesi gurur verici bir tarihi anımsatması” ve bu nedenle Baas rejimince kutsallaştırılan bir figüre dönüştürülmesiydi, kimine göre ise kadın olmasıydı. Nitekim Zenobia’nın hedef alınması ile kadınların bazı idari mesleklerden çıkarılacaklarına dair söylemler eş zamanlı gündeme geldi. Bu iddiaya göre, Suriyeli öğrencilerin kadınların bir zamanlar ülkeyi yönettiğini öğrenmeleri sakıncalıydı. Kim bilir belki de Zenobia’nın zamanın emperyal gücü olan Romalılara karşı direnişiyle hatırlanması da rahatsızlık vermiş olabilir.

[11] F. M. Heichelheim, “Roman Syria,” from An Economic Survey of Ancient Rome, volume 4, Tenney Frank, (editör), Baltimore, 1938, pp. 121-257.

[12] Adid Davişa, Arap Milliyetçiliği, Zaferden Umutsuzluğa, Literatür Yayıncılık, İstanbul, 2004, s.89,

[13] A. Shapur Shahbazi, Erich Kettenhofen, John R. Perry, “Deportations,” Encyclopædia Iranica, VII/3, pp. 297-312,

[14] Ismā’il R. Khālid, The Arab Kingdom Of Ghassaun: Its Origins, Rise And Fall, The Muslim World, Volume 46, Issue3, July 1956, p. 193-206.

 

[15] Şam Hicazlı Arapların hayran olduğu yerlerin başında gelmektedir. Hz. Muhammed’in, ticaret amacıyla Suriye’ye gittiği gençlik zamanlarında “cennete bir defa girmek istediğini” söyleyerek Şam’a girmekten imtina ettiği rivayet edilmiştir. Peygamberliğinden sonra da Şam’ın görünüşünü öven hadisleri mevcuttur. K. Philip, Hitti, Siyâsal ve Kültürel İslâm Tarihi I ve II. Cilt, Boğaziçi Neşriyat. İstanbul, 1980, sf. 340, Buhari, Muhtasar-ı Tecrid-i Sarih Cilt I, çev. Abdullah Feyzi Kocaer. Hüner Yayınları. Konya 2009, sf. 558.

[16] Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) de bu anlamda kullanmaktadır. Şam’dan kasıtları başkent değil Suriye, Ürdün Lübnan vb. tamamıdır.

[17] Gerçi Akkadlar da Arapçaya yakın şekilde Dimaşka diyorlardı.

[18] Assur ve Babilliler, Suriye’de gelen göçebe istilacılara “batıdan gelenler” anlamında “Martular” ya da Amurrular (Amorit) derlerdi.  Bkz: Henry W. Sage, The Empire of The Amorites, New Haven Yale University Press, London, Oxford Unıversity Press, 1899, p. 70, 167 ve başka yerlerde.

[19] Garth, Fowden, “Qusayr Amra Art and the Umayyad Elite in Late Syria” University of California Press, Berkeley, Los Angeles London 2004, s.19-20.

[20] Georg Ostrogorsky, Bizasn Devleti Tarihi, çev. F. Işıltan, TTK, Ankara, 1986, s. 269

[21] İbnül Esir, El Kamil fittarih Tercümesi, Cilt VIII, Bahar yayınları, İstanbul, 1986, s. 519

[22] İbnül Esir, age, Cilt VIII, s. 506-512

[23] İbnül Esir, age, Cilt VIII, s. 531

[24] Bekir Biçer, “Orta Çağda Suriye’de Kürt Varlığı “, USAD, Bahar 2020; (12): 187-208.

[25] Ostrogorsky, age, s.276

[26] D. Aigle, D. “The Mongol Invasion of Bilād al Sham by Ghāzān Khān and Ibn Taymīyah‟s Three „Anti Mongol‟ Fatwas”, Mamluk Studies Review Vol XI no 2, 2007, p. 89-120.

[27] Aigle, a.g.e.114-115.

[28] Nazariyede Baas partisi ülkedeki etnik bileşenleri bir araya getirme potansiyeline sahipti. Mesela 18 Temmuz 2012’de suikast sonucu hayatını kaybeden dört Baas önderi düşünelim. Hayatını kaybeden Savunma Bakanı General Davud Raciha Ortodoks Arap Hristiyan’dı. Eski Savunma Bakanı olan General Hasan Ali Türkmani adı üzerinde Türkmen’di. General Asıf Şevket Aleviydi. General Hişam İhtiyar Sünni Arap’tı. Ağır yaralanan General Muhammed Eşşaar Lazkiyeli bir Sünniydi. General Seyid Bahitan Deyr-i Zor bölgesinden Sünni Bedevilerindendi. Diğer yaralılar, Beşar Esad’ın kardeşi Mahir Esad ve kuzeni Hafız Mahluf Aleviydi. Tek başına bunlar bir rejimin pozitifliğine delil teşkil etmez; ancak Suriye’de farklı etnik gruplardan bir ordu teşkil edildiğine ve sistemin farklı gruplara yükselme şansı tanıdığına işaret eder.