Nuray Sancar

Pandemi sonrasındaki dünyanın nasıl bir yer olacağı salgının başlangıcından beri hararetle tartışılan bir sorun oldu. Devlet yöneticilerinden stratejistlere, ekonomistlerden filozoflara kadar geniş bir kesimin, aktüel verileri kendilerine özgü analiz yöntemleri ile analiz edip gelişigüzel kolajlayarak ortaya çıkardıkları tablo her birinin elinde farklı renklere boyansa da, çoğunun odaklandığı nokta bir deux ex machina* rolüyüklenen virüsün eski dünya ile yeni dünya arasındaki pasajı açacak bir güce sahip olduğuydu.Taraflar, kaynağı ister Çin’in yenilebilir yarasalarını barındıran ‘derin doğası’ndan, ister kapitalizmin aşırı kar hırsının ürünü tahrip edilmiş doğadan, isterse işlenmiş ikinci doğanın inşa ediliş sürecinin ürünü olsun Covid 19’un, normal gidişatın sürdürülemez olduğunu ve bu yüzden yeni bir düzenin kurulması gerektiğini kanıtladığında anlaşmaktaydılar.

Sistemin ipliğini pazara çıkaran bu doğa olayı, burjuva liberal siyasetin kurucu atalarından Hobbes’un terminolojisiyle, dünyayı ancak yeni bir toplumsal sözleşme ile çıkılabilecek, siyaset öncesi bir ‘doğa durumu’na geri götürmüş olduğundan karantina sonrası yeni bir ‘sözleşme’ için bir olanak olarak değerlendirilmeliydi. Ya da aynı Hobbes’un teorisine uygun olarak “salgın siyasetin saf halini ortaya çıkarmış, yönetici grubun insanlara ne yapacaklarını söylemesi ve insanların hayatta kalmak adına bunu kabul etmesi” söz konusu olmuştu. “Bir nevi salgın hali bizi doğa durumuna geri götürdü ve biz de kendimizi koruma adına özgürlüğümüzü siyasi iktidara teslim ettik. Salgın sürecinde siyasetin özünün düzen ve istikrar olduğuna ikna olduk.[1]

Eşikte sosyal devletçiliğin beklediğini düşünen yeni Keynesyenler savaş sonrası neoliberal serbest piyasa modelinin sınırlarına varmış olduğunu, buradan eşitlikçi, ‘ali’ devletin geri dönebileceğini söylüyor; daha karamsar olanlar ise daha otoriter, despotik rejimlerin doğacağını ileri sürüyorlardı.[2] Birkaç solcu aydın bu her şeyi açan anahtarın insanlığı sosyalizme, komünizme veya en azından daha eşitlikçi bir dünyaya taşıyacağı kehanetinde bulunmaktaydılar. Kimilerine göre de salgınla birlikte iyice görünür olan eşitsizliği telafi edecek demokratik bir bölüşüm sistemi oluşturmak gerekiyordu.[3]

Covid 19’un sınıf farkı gözetmeden öldürdüğü iddiası ölüm ve hastalığa yakalanma raporlarının sosyolojik dökümüyle çöpe atılmış olsa da sömürenler ile sömürülenler, emek ve sermaye arasındaki ilişkiyi ancak pandemi sayesinde açığa çıkan gerçeklerle gerekçelendirerek yeniden düzenlemeye, siyaset ötesi veya dışından bir retorik eşliğinde kalkışabilmek için arka planda bu sınıf, ırk, dil, din ve milliyet ayırmayan “her şey üstü” virüsün varlığı önemliydi. Gidişatın askıya alındığı ‘siyaset ötesi doğa durumu’nda toplumsal ilişkiler yeniden düzenlenebilir, devlet yeniden şekillendirilebilir, kapitalizmin krizi kontrol altına alınabilir ve toplumun kayıpları telafi edilebilir ve düzen rayına sokulabilirdi.

Bu tartışmaların büyük çoğunluğu düzenleyici öğe olarak büyük devletlerin rolüne işaret etmişler; devletin işlevini yeniden tanımlamaya girişmişler ve ayrıca sermaye sınıfının demokratik eğilimlerinin kışkırtılabileceğini düşünmüşlerdir. İşçi ve emekçi sınıfların müdahale potansiyellerini hiç göz önünde bulundurmadıklarından veya hiç değilse pandemiden çok kısa bir süre önce çok geniş bir coğrafyaya yayılan hareketleri yaratan dünya ezilenlerinin karşılanmamış taleplerini sınıf perspektifiyle tercüme etmediklerinden tekelci sermaye ve iktidarları kendi kendini dönüştüren, kendi deneyimlerinden herkes için faydalı sonuçlar çıkarmaya muktedir bir kapsayıcı özne olarak yer almıştır. Geçmiş sınıf mücadelelerinden farklı bir mücadele arayışı doğal olarak kapitalizmin nasıl ihya edileceği sorusuna bulunan yanıtlardan ibaret oldu. Buna göre, komünizm veya kamucu restorasyon beklentisi ya da otoriterleşme kehanetinin akıbetini son tahlilde ancak kapitalizmin dümeninde olanlar belirleyecekti.

Diğer yandan; kapitalizmin dümeninde olanlar için ise pandemi birçok ülkede benimsenen Yeni Malthusçuluk sayesinde sisteme yük olan unsurları ‘güçlü olan yaşasın’ ayıklanmasına maruz bırakmanın; böylece sosyal güvenlik kurumlarına yük olan yaşlıların, göçmenlerin, siyahların, yoksulların, giderek genişleyen yedek işçi ordusu nüfusunun hastalıkla seyreltilmesinin vesilesiydi. Nasılsa bu gözden çıkarılmaları açıklayacak meşru bir neden vardı. Giderek daha ağır sömürü şartlarında yaşamak zorunda kalan kitlelerin birikmiş öfkesinin geçici bir süre için hedef değiştirmesini sağlayabilir ve böylece hastalıkla mücadele sırasında uygulanan yasaklar bu öfkenin yakın gelecekteki muhtemel ifade ediliş biçimlerine nasıl muamele edilebileceği ile ilgili tatbikata dönüştürülebilirdi. Pandemi ekonomik krizin, bölüşüm sistemindeki adaletsizliğin, hizmetlere ulaşmadaki eşitsizliğin de üstünü kapatabilir, başlıca sorun kaynaklarını görünmezleştirebilirdi de. Emekçilerin hareket alanını kısıtladığı gibi fiziksel olarak da zayıf düşüren virüs açık bir yara haline gelmiş kadim problemlerin üzerinden dikkati çekebilecekti.

Egemen sınıflar beklenmedik durumlardan en yüksek faydayla çıkmaya bakar, gündelik hayat akışının sekteye uğraması anlamındaki ‘anormal’, olağanüstü veya dışı durumları daha sonra geçilecek bir düzeni şekillendirmek için kullanırlar. Sel baskınları veya depremlerin zaten bu sınıfın ajandasında olan ama sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin, bir çırpıda gerçekleşmesine izin vermediği kentsel dönüşümü ‘gerekli’ hale getirdiği ilan edilebilir; ekonomik kriz milli fedakarlık, ulusal seferberlik adı altında kemerlerin sıkılması ve emekçilerin dana fazla sömürülmesine yol açan bir mevzuatın mazeretini; salgın hastalıklar geçici karantina tecrübesinin kalcılaştırılmasının imkanlarını olabilir. Daha önceden planlanan ve emekçilere hayatı zindan etmeye ayarlı iktisadi ve siyasi hamleler yapılabilir, saldırı planları böyle dönemlerde uygulamaya sokulabilir. Bunun olabilmesi için işçi ve emekçi sınıfların, kendilerini fiziksel olarak da zayıf düşüren afet ortamını lütfa çevirmeye çalışan iktidarlara karşı kendi sınıf çıkarları için mücadele edebilmenin gerekli araçlarına ve örgütsel gücüne sahip olmaması gerekir.

Pandemi sonrasındaki dünyadaki gelişmeler bir bakıma kehanette bulunmaya gerek olmayacak kadar açıktır. Yeni Normal’in unsurlarının zaten pandemi öncesinde uç verdiğini, bunların berraklaşıp vücut kazanması için devletlerin pandemi koşullarını nasıl bir fırsata çevirmeye çalıştığı herkesin gözü önünde cereyan etti.

Bu yazının konusu da pandemi koşullarının ‘normalleşme’ sonrasındaki toplumsal ilişkileri yeniden düzenlemeye adanmasının Türkiye’deki biçimine odaklanacak. Haziran başından itibaren Yeni Normal’e kademeli geçileceği bizde de ilan edilmişti. Yeni Normal’in devlet tarafından telaffuz edilişi beklenmedik bir felaket olarak yaşanan Covid 19 salgınının yeni bir Türkiye’ye köprü kurduğu imasını içermektedir. Şimdiye kadar her musibetten lütuf çıkaran bir iktidarın bu salgından da fayda sağlamaya çalışmayacağı beklenemeyeceği için, bir bakıma ‘Yeni Normal’in niteliği hiçbir sürpriz içermemektedir.

Burada olağandışı doğa olaylarının, ya da olağandışı siyasi gelişmelerin tarihsel akışı kesintiye uğratan felaketler haline gelmesi için elinden geleni yapan, bu süreci kendi çıkarları için yöneten egemen sınıfların refleksleri ile benzer bir biçimde Covid 19 sonrasındaki yeniden yapılanmayı planlayan, tekelci sermayenin sadık temsilcisi tek adam yönetiminin pandemi sürecini de bir tatbikat sahası olarak değerlendirerek kurmaya çalıştığı düzenle ilgilenilecektir.

Ama önce bir hatırlatma.

DOĞAL FELAKETİN EKONOMİ POLİTİĞİ

Salgın hastalıklar insanlığın çok eski zamanlarından beri vardırlar. Ne var ki tahrip edici etkileri daha çok bölgesel ve dünya ticaretine bağlı olarak nüfus hareketlerinin yoğunlaştığı, yeryüzünün bir uçtan bir uca taşınan emtialarının aynı zamanda bakteri ve virüsler için yeni konaklara ulaşma yüzeyi haline geldiği zamanlarda yoğunlaşmıştır.

Tıp bilimi ve sağlık teknolojisinin gelişmediği zamanlarda dünya nüfusunun önemlice bir bölümünü etkileyerek milyonlarca insanın ölümüne, üretici güçlerin kolay telafi edilemez tahribine, savaşlara akınlara, kıtlık ve kitlesel göçlere neden olan salgınlar denk düştükleri tarihsel dönüşüm anlarında egemen sınıflar için elverişli bir anahtar olarak değerlendirilebilmişlerdir. Teb’anın zayıf ve savunmasız durumundan yararlanabilme imkanı olduğu sürece üst sınıflar kısa ve uzun vadeli hedeflerini gerçekleştirmek için uygun sosyal koşulları kullandılar. Toplumun eski örgütlenme biçimini ve ilişkilerini eski egemenlik kurumları ve yöntemleriyle değiştirmenin mümkün olmadığı, ama bunları değiştirmenin bir zaruret olarak belirdiği zamanlara denk düşen doğal afetler araçların da bu araçların kullanılacağı sahanın da yeniden düzenlenmesini kolaylaştırmıştır.

Bu kolaylaştırıcı işlev sadece salgın hastalıklara özgü değildir. Kıtlık, sel, kuraklık gibi doğa hareketleri ile darbeler, olağanüstü haller gibi tarihin akışını sınıf savaşını şiddetle bastırmak ya da egemen sınıfalar arasındaki ihtilafı çözmek için uygulanan siyasi biçimler de kendilerinden sonraki ‘Normal’in temellerinin atıldığı dönemler olarak değerlendirilir.

Geçmiş yüzyıllardaki veba salgınlarında, 19 yüzyılda muson bölgelerini tutan kıtlıkta, Brezilya’daki çiçek salgınında edindiği tecrübeler kapitalist sistemin, yıllar boyunca, dünya halklarını dize getirmek, onların geleneksel üretim ve mülkiyet ilişkilerini, kurumlarını ve kültürlerini yıkmak; nüfusu zorla yerinden yurdundan etmek için bir zamanlar pek de eksik olmayan doğal felaketleri ve hastalıkları nasıl kullandığını gösterir.

Mike Davis Üzerinde Güneş Batmayan Katliam/ El Nino Kıtlıkları ve Üçüncü Dünyanın Açlıkla İmtihanı adlı kitabında 19. yüzyılın sonlarında güney Asya’da belirli aralıklarla ortaya çıkan ve milyonlarca insanın ölümüne ve sefaletine yol açan kuraklıklar sırasında İngiliz sömürgeciliğinin açlıktan kırılan bir ülkeyi talan edişini bir lokma yiyecek bulamayan köylülerin topraklarına el konma biçimini, köylülerin zorla elinden alınmış gıda, trenlerle Batı’ya götürülürken ülkede yaratılan işbirlikçi burjuvazinin de yardımıyla bütün eski kurumların, köylülerin geleneksel yardımlaşma araçlarının yerle bir edilişini anlatır. Şöyle yazar Davis:

1870’lerde dünyayı pençesine alan kuraklık en az bir düzine başka yerde daha derin ve ölümcül etkiler yarattı. Köylü üreticiler… 1877’de apansız bastıran ticari bunalım nedeniyle zaten daha işin başında sendelemiş durumdaydılar. Kuraklık ve açlık yerli tefeciler ve kompradorlarla kol kola girmiş yabancı alacaklılara borçlandırma ve doğrudan doğruya mülklere el koyma yoluyla tarım ekonomisi üzerindeki hakimiyetlerini sıkılaştırma yönünde yeni olanaklar sağladı. Yoksul düşürülmüş kırsal kesimler bir yandan zengin bir ucuz işgücü kaynağı oluştururken diğer yandan da misyonerler tarafından imana getirilmesi bekleyen yetimlere ev sahipliği yapıyordu. Halen bağımsızlığını korumakta olan ülkeler ise Asya ve Afrika’daki yaygın gıda krizinin davet ettiği yeni bir sömürgeci yayılma dalgasının altında kalıyordu. Dolayısıyla El Nino’nun ayak izlerini, silahlar ve Mesihler ayrıca kıtlıklar ve hastalıklar takip ediyordu.[4]

Yüzyılın sonunda kısa aralıklarla beliren kıtlıklar ve kuraklıklar dünyanın yoksul ülkelerinde küçük toprak mülklerindeki üretimin dünya emtia ve finans kanallarına ‘yaka paça’ dahil edilmesine yol açarken geçimlik tarım felç geçirmiş, yerel büyük toprak sahipleri sınıfı, çözülen katmanları tefecilik ve simsarlıkla kuşatırken İngiliz sömürgeciliğinin kullanışlı acentelerine dönüşmüşlerdi.

Hindistan’da ülkelerinin doğal felaketten daha az etkilenmiş bölgelerine kitleler halinde göç ederken üzerinde güneş batmayan imparatorluğun silahlı güçleri tarafından önlerine barikat çekilen köylüler, sömürgecinin yasasıyla ve şiddetiyle tanışıyor kendilerine hiçbir açıklama yapılmadan demografik plan doğrultusunda yerleşimlere zorlanıyorlardı.

Böylece emekçiler sömürgecinin zoruyla kendi evlerinde parya, yeni efendilerin hizmetçisi, artık kendi yiyemedikleri yiyecekleri üreten proleterler, tuz madenlerinde zorla çalıştırılırken evlerine tuz kaçırmasınlar diye dövülen insanlar haline gelebilmişlerdi.

Kuraklıkları ve selleri takip eden kıtlıklar, bunlara eklenen salgın hastalıklar sömürgeci ve işbirlikçi burjuvazinin yerel üretimi dünya kapitalist ekonomisine eklemeyi kolaylaştırmak için kullandıkları yol arkadaşıydılar. Doğal afet, kıtlık ve hastalık sömürülen ülkelerde sömürgecinin eski kast ve sınıfları parçalayıp nüfusu hizaya getirirken kullanılan silahlar haline geldiler. Sonuçta bütün bu eziyetin ve yaşanan acıların sorumlusu kıtlık, sel ve gemlenemez doğal felaket olarak yansıtılacaktı ve sayısız yoksulun, sel gidip kum kaldıktan sonra fark ettiği boyunduruğun sebebinin doğa olduğuna inanması sağlanacaktı.

Ancak sömürgecilere karşı birçok yerde çıkan isyanlar Çin’deki yoksul köylülüğü harekete geçiren Boksör ayaklanması, Afrika yerlilerinin mücadeleleri sömürünün ve yoksulluğun temelinde doğal felaket bulunduğu masalının inandırıcılığının bir yere kadar olduğunu da gösteriyordu. Afrikalı yoksulların ağzından konuşan Muvari tanrısı şöyle sesleniyordu: “Bu beyaz adamlar sizin düşmanlarınızdır. Babalarınızı öldürdüler, çekirgeleri, sığırlar arasında yayılan hastalığı üstümüze saldılar ve bulutlara büyü yaparak yağmur yağmamasına neden oldular. Şimdi gidip beyazları öldürün ve atalarınızın topraklarından sürün ki ben de sığır hastalığı ile çekirgeleri kovup size yağmur göndereyim.[5] Ancak bir deri bir kemik kalmış açlar ordusu sömürgecilerin silahları ve salgın hastalıklarla mücadele edemeyecek kadar bitkin düşmüşler ve 19. yüzyıl küresel Malthusçuluğun doğal afetlerle güçlendirilmiş bayrağını onların telef olmuş zayıf bedenlerine dikmişti.

Koca bir kıtada nüfusun önemlice bir bölümünün felaketler sonrasında yok olmasını hiçbir önlem almadan üstelik yerel yardımlaşma kurumlarını da tahrip ederek seyreden Britanya imparatorluğu ve diğerleri yerli halkların topraklarını, sahip oldukları zenginlikleri hortumladılar, sömürdüler ve halkların zayıflığından yararlandıkları gibi daha da zayıflamaları için topları, tüfekleri ve şiddetleriyle orada hazır bulundular.

Doğal felaketlerin bugün de birer vesile olarak kullanıldıkları bir bilinmez değildir. Depremlerin, sel baskınlarının kentsel dönüşüm için gerekçe yapılması; tahribat bölgesi boşaltıldıktan sonra açığa çıkan arazilerin yağmalanması, müteahhitleri de palazlandıran yeni imar faaliyeti ile yepyeni bir kentsel normalin inşa edilmesi konusunda burjuvazi dünyanın her yerinde az rastlanmayan örnekler vermiştir. Zaman içinde kent merkezine yakınlaşmış, manzaralı ve rant getirisi yüksek bölgelerden uzaklaştırılan emekçiler bir daha eski yerlerine dönememişler, işgal edilmiş bölgeler bedelini ödeyebilen yeni sakinlerle doldurulmuştur.

DİRENENLERİ YENMEK İÇİN

1956 yılında katıldığı bir dizi konferansta yaptığı konuşmalarda Avrupa ve Amerika’daki ‘sosyalizasyon siyasetini’ ve onun kurumsal ifadesi olarak görülen sosyal devlet uygulamasını eleştiren Milton Friedman; Theatcher, Reagan ve Kohl üçlüsünün hüküm sürdüğü 80’li yıllardan çok daha önce, sonradan IMF ve Dünya Bankasıyla diğer finans kurumlarının taşıyıcılığını yapacağı, tekelci burjuvazinin ekonomik siyasetinin başlıca başlıkları arasında yer alan; sıkı para politikası, emekçilere sağlanan sosyal desteklerin kaldırılması, tarım sübvansiyonuna son verilmesi, eğitim ve sağlığın kamusal bir konu olmaktan çıkarılması, devlet mülkü sanayi tesislerinin özelleştirilmesi vb. liberalizasyon paketini anlatıyor ve o zaman kendisinin deyimiyle pek de itibar görmüyordu.

Ancak Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyonun başlamasıyla eşzamanlı ortaya çıkan Avrupa komünist partilerinin revizyonu ve işçi hareketindeki gerilemeyle birlikte Friedman’ın dünya işçi sınıfı ve emekçileri için acı reçete yerine geçecek, fakat burjuvazisi için sırtındaki yüklerden kurtulma yolunu içeren görüşleri rağbet kazanmaya başlamıştı.

Friedman’ın ekonomik liberalizasyon paketi işçi sınıfının kazanımlarına ağır bir darbe anlamına geldiği ve yenilir yutulur olmadığı için, açıldığı her ülkede ona ağır bir şiddet eşlik etmiştir.

Friedman Kapitalizm ve Özgürlük kitabının 1982 tarihli önsözünde şöyle yazıyordu: “Ortamlar değişimi mecbur kılana değin tercihlerinizi açık tut”un, özel düzenlerde ve hususiyetle devlet düzenlerinde müthiş bir atalet -statükonun tiranları- vardır. Ancak gerçek ya da hissedilen bir kriz reel bir değişim yaratabilir. Bu kriz ortaya çıktığında yapılacak şeyler etrafta gezinip durmakta olan fikirlerle ancak hayat bulacaktır, inanıyorum ki en temel fonksiyonumuz, var olan politikalara alternatifler üretip onları canlı ve hazır bulundurmaktır; ta ki politik olarak imkânsız olan politik olarak kaçınılmaz olana dönüşünceye değin.[6]

Dünya emperyalist burjuvazisi eski sosyalist ülkelerden kalan coğrafyayı yeni pazarlar haline getirebilmek, dünya işçi sınıfının kendisine sosyal maliyetini düşürebilmek ve sermaye birikimi koşullarını genişleterek yeniden üretebilmek amacıyla, ortaya çıkan siyasi boşluğu değerlendirmek istiyor ama diğer yandan kazanılmış haklarına dokunulduğunda emekçilerden göreceği tepkiden de ürküyordu. Bağımlı ülkelerde karar alma süreçlerini yavaşlattığı gibi sınıflar arasındaki ilişkiyi dolayımlaştıran parlamento ile emekçilerin mücadelelerle kazandıkları demokratik mevziler ve bunları az çok koruyan yasal mevzuat hayata geçmesi ‘politik olarak imkansız’ fikirlerin hayata geçmesinin önünde engeldiler. Eski devlet mimarisi ile emekçilerin direnme potansiyelini geriletmenin imkanı yoktu. O halde bu koşullarda hayata geçirilemeyen fikirleri devlet biçimini ve toplumsal ilişkileri değiştiren bir operasyonla gezinip durmaktan çıkarmak ve devlete kaçınılmaz bir ilke olarak sabitlemek gerekiyordu.

Darbeler ve sıkıyönetimleri takiben hayata geçirilen ekonomik reçeteler, yapısal uyum programları, kemer sıkma dayatmaları emekçilerin balyoz harekatıyla ezilmesinden sonra uygulanabilmiştir. Böylece dünyanın kapitalist yeniden inşası ‘politik olarak imkansız olan’ın ‘politik olarak kaçınılmaz olan’a dönüşmesi için emperyalizmin istihbarat teşkilatları, tekelci sermayenin vakıfları, para fonları, NATO’nun gizli açık örgütleri, bağımlı ülkelerin işbirlikçi burjuvazisinin iştahı vb. mali sermayeyi güçlendirecek düğmeye hep birlikte bastılar. Friedman’ın bir köşede sinsice, ilgi görmeden duran fikirleri işçi ve emekçi sınıfların direncinin kırılmasını bekleyen neoliberal tekelci kapitalizmin fikirleriydi ve hayata geçebilmek için ‘ortamların değişimi mecbur kılmasını’ ummaktaydı.

Eski sömürgeleri fethetmek için doğal felaketleri bir koşum atı olarak kullananların emperyalist torunları dünya emekçilerinin bütün kazanımlarını ortadan kaldırmak ve Sovyetler Birliği’nden arta kalan ne varsa dümdüz edebilmek için ‘ortada gezinip durmakta olan fikirler’i hayata geçirebilecekleri koşulları beklediler. ‘Statükonun tiranları’ olarak gördükleri, kazanımlarını koruyan işçi ve emekçileri sindirebilmek için ‘gerçek ya da hissedilen kriz’ anlarını kovaladılar.

Bu tür kriz anlarındaki işçi ve emekçilerin kazanımlarını tasfiye eden, anti-demokratik uygulamaların yolunu açan kararlar, topyekûn kurtuluş için alındığı propagandasıyla meşrulaştırılmakta; geçici ve durum gereği hayata geçirilen şiddetin, kısıtlama ve yasaklamaların halkın/milletin yakın gelecekte daha huzurlu olacağı bir ‘Normal’ için gerektiği iddia edilmektedir.

Friedman’ın uygun anı bekleme ya da ortaya çıkan kriz anlarını değerlendirme mantığı, mali sermayenin, o an gelmeden çok önce zaten ya fikirler halinde ya da belirli vadedeki hesapları arasında bulunan ancak uluslararası durum ile içerdeki koşulların elverişli hale gelmesiyle uygulanabilirlik bulan tasavvurların muhatabı olan işçi ve emekçiler, zaman içinde böyle lütuf zamanlarına sıkça maruz bırakılmışlardır.

İçinden geçilmekte olan pandemi süreci de bu lütuf anlarından biridir. Tek adam yönetiminden tedrici olarak gerici faşist bir rejim inşasına geçen mali sermayenin iktidardaki temsilcisi, sınıf hareketinin fiziksel mesafe zorunluluğu parantezinin içine dahil bütün dönemsel kısıtlarının bu süreci besleyeceğini düşündüğü için, zaten önceden ilan edildiği biçimde, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı Yeni Normal’i inşa etmeye başlamıştır. Daha önce bir fikir olan şimdi onun için gerçekleşmeye hazırdır. Pandemi dönemi bu bakımdan iktidar için belli bakımlardan bir tatbikat alanı, Yeni Normal’e hazırlık süreci olarak geçirilmiştir.

YENİ NORMAL VEYA DAİMİ İZOLASYON

Mayıs sonunda toplanan kabine sonrasında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan normalleşme sürecinin kademeli olarak başlatılacağını duyurdu. Sıraladığı kademeler özetle hangi yaş grubu hangi saatte sokağa çıkabilecek, hangi işletme ve eğlence mekanları ne zaman açılabilecek, temizlik, hijyen ve mesafe şartları ne olacak vb. adımları kapsıyordu.

Pandemi karantinası boyunca ofis ve plaza çalışanlarını, öğrencileri, öğretmenleri, kimi memurları ‘evde kal’arak çalışmaya; işçileri fabrikalarında devama çağıran iktidar hiç yanaşmadığı yaygın test, yeterli sağlık hizmeti, koruyucu malzemenin parasız dağıtılması vb. gibi önlemler yerine bu süreci, ‘yönetme sanatını’ geliştirmenin bir laboratuvarı olarak değerlendirmeye girişti. Nüfusu, hareketine karar verilen, bir süre sonra değiştirilip yeniden düzenlenen yaş gruplarına böldü, zamanı komutlara göre parçaladı, mekanların kimini açıp kimini kapadı. Çocuklar, gençler ve 65 yaş üstü olanlar önce hafta sonları, sonra hafta içi belirli saatlerde, birbirleriyle karşılaşmadan sokağa çıktılar. AVM’ler açıktı ama sahiller ve parklar gezintiye kapatıldı. Şehirlerarası yolculuklar önce belirli bir tarih için geçerli oldu sonra HES kodu alan herkese izin verildi. Kurallara uyulması polis ve bekçiler tarafından kontrol edildi uymayanlara para cezası kesildi. Çatıya çıkmış gençler tepesinde uçurulan drone’larla uyarılıp evlerine gönderildi, polis apartman bahçesinde oyun oynayan küçük çocuklarla köşe kapmaca oynadı. Açılan mekanlarda insanların birbirlerine hangi uzaklıkta ve nerede duracaklarını belirlemek için yerlere tebeşirle halkalar çizildi, hareketler sınırlandı. Böylece bir toplum birkaç ay boyunca hazır ol-rahat, yat-kalk, gir-çık komutlarına açıklıkları bakımından hem testten geçirildi hem de toplumsal hizalama için yapılan bu deneyler sayesinde devlet hastalık ile ilgili sıkı önlemler alıyormuş gibi yapabildi.

Sağlık Bakanlığının telefonlara indirilen aplikasyonundan kod talep etmek suretiyle sadece bir kez 5 maske alabilen tek tek yurttaşlar üzerinde bir de devletin dijital komutları da denenerek nüfus bölümleri belirli zamanlarda belirli yerlerde olmaya koşullandı.

Pandemi sürecinde, belirli zamanlarda ve belirli mekanlarda yurttaşları gruplar halinde sabitleme pratiği Covid 19 salgınını kontrol altına almanın bir yöntemi olarak görülmüş öyle de anlatılmıştır. Ancak bu yöntem sadece virüsü kontrol etmek için değildir. Zaten önceden defalarca tekrarlanmış bir yöntem salgın boyunca yeni ve daha kitlesel bir uygulama alanı bulmuştur.

Önceden de çeşitli vesilelerle kullanılan bu teknik, belirli bir toplumsal kesimi belirli bir zamanda çevreleyerek o kesimin haklarını, faaliyetiyle ilgili yasasını, ilişkilerini yeniden düzenlemek için diğerlerinden yalıtma yoluna gitmek gibi hedefleriyle başlıca muharebe yöntemi olmuştur. İktidarın işçi sınıfı ve emekçilerinin kazanılmış haklarından o an koparabileceği büyüklükte parçalar almak, bunları bir kolaylık sırlamasına tabi tutmak; 2015 seçimlerinden sonra sokağa çıkma yasakları sırasında aynı ilçenin üç mahallesini kuşatırken diğerlerini serbest bırakmak, sonra bunlara başkalarını eklemek ya da eksiltmek, aynı anda çok fazla ilçeyi çevrelememek vb. biçimlerde ortaya çıkan taktik, Yeni Normalin ilan edilmesinden kısa bir süre sonra Barolara yönelik saldırıda da denenmiştir.

TMMOB’un Gezi Direnişindeki rolünü ve TTB’nin Afrin harekatı sırasında “Savaş Bir Halk sağlığı Sorunudur” bildirisi yayınlamasını bahane ederek meslek odalarını tehdit eden iktidar, bu kurumların kendisi açısından işlevsel biçimde yeniden düzenlenmesi için Barolardan başlayarak harekete geçerken diğer kurumlara aynı anda saldırmaktansa ‘sıralarını bekler halde’ tutmayı tercih etmiştir. Ve elbette diğerlerinin de sırasının geleceği önceden ilan edilmiştir.

Giderek daha baskıcı ve gerici bir faşizan inşa yönelimine doğru yol ana devlet yönetimi için Yeni Normal, demokrasi mücadelesinin unsurlarının, meslek odaları ve sendikaların, tek tük kalmış muhalif basının ve sosyal medyanın irili ufaklı, dar ya da kapsamlı operasyonlar eşliğinde sindirildiği bir süreç olarak tasarlandı. Bunların kimisinin kapatılması, kimisinin tüzel kimliklerinin yeniden düzenlenmesinin aynı zamanda burjuva demokrasisinin kalan kurumlarının da ilga edilmesine eşlik ettiği de bir gerçektir. Geçtiğimiz aylarda üç milletvekilinin vekilliğinin düşürülmesi, karantina döneminde belediyelere kayyum atamalarına devam edilmesi göz önünde bulundurulursa aynı olmayacak olanın ancak şiddetin dozu ve pervasızlık düzeyi olduğu söylenebilir. Çünkü bu işlemler Eski Normalin de alameti farikasıydı.

Hastalığa karşı en iyi korunma yöntemi hastalığa yakalanmamaktır” zihniyetiyle işçi sınıfı ve emekçileri zayıf ve korunmasız bırakan Malthusçulukla desteklenmiş parçalı karantinada hazırlanan Yeni Normal’in bundan farkı, iktidarın daha önce zorlandığı adımları atabilmesi için pandemiyi bir ‘kriz anı’ niyetine kullanması ve bu süre zarfında pandemiyi sonrası için bir tatbikat alanı olarak değerlendirmesidir.

Salgın hastalık başladığında sayısız insanın işsiz kaldığı, yüksek rakamlı enflasyonun halkın geçim sorunlarını artırdığı, küçük esnafın dükkan kapattığı bir krizle karşı karşıya kalan iktidar, bunu zaten borçlarını yeniden yapılandırmak veya devletin kurtarma fonlarından yararlanmak isteyen yandaş sermayenin kalkınması; işçileriyle ilgili yükümlülüklerinin sırtlarından alınması için bir imkan olarak görmüştü. Pandemi ise işverenlerin hastalık gerekçesiyle istihdam daraltmasını, ücretsiz izine çıkarmayı, gerekçe oluşturmaya lüzum kalmadan işten atmaları, iflas göstererek devlet imkanlarını kullanmayı ve borçların ertelenmesini veya yeniden yapılandırılmasını münferit bir hadise olmaktan çıkararak yaygınlaştırdı. İşsiz sayısı, normalleşmenin ikinci ayının sonunda Disk-Ar’ın Temmuz başında açıkladığı son raporuna göre yüzde 17.7 düzeyinde görünmektedir. Aynı rapora göre salgın 11 milyona yakın yeni işsiz yaratmış; ‘revize edilmiş geniş tanımlı işsizlik ve iş kaybı oranı yüzde 52’ olmuş; kadın işgücü sayısı yüzde 13.9, istihdam sayısı ise yüzde 11.9 azalmış; ümitsiz işsizlerin sayısı 553 binden 1 milyon 330 bine yükselmişti.[7]

Pandemi döneminde zorunlu olmayanlar dışındaki fabrikalarda üretimin durdurularak işçilerin ücretli izne gönderilmesi talebini Bakanı aracılığıyla ‘maliyeti fazla oluyor’ diye reddeden siyasi iktidar, ufukta görülen yeni bir ekonomik daralmanın da eklendiği tablo ile birlikte işçi sınıfının henüz dokunulmamış haklarını da genel maliyet hesabında büyüyen bir fazlalık olarak algılamaktadır. Daha karantina zamanında açıklanan ekonomik programda saldırının ilk halkasının kıdem tazminatı olacağı belirlenmiştir. Böylece işçi sınıfının çalışılan zamanda biriktirdiği fonun yağmalanması, emekçilerin gelecekteki ücretlerine bile el konulması, hastalıkla savaşma adı altında kişi başına 10’ar lira ‘fedakarlık’ talep edilmesi de bu maliyet tahsilatının etaplarından biridir. Emekçiler bir bütün olarak geleceksizleştirilerek bedel ödemeye zorlanmaktadır. Bu kitlenin önemli bir kısmının yedek işgücü ordusu saflarına itilerek bir bakıma, sosyal desteğe, devlet yardımına ve aile çatısı altında kollanmaya muhtaç halde bırakılması sonucunda ekonomik ve sosyal maliyet fazlasını çoğaltması kapitalizmin ve onun yönetici komitesi olarak iktidarın paradoksudur.

Kıdem tazminatına dokunmak ve bu dönemde çıkarılan paketlerde yer alan esnek çalışmanın yaygınlaştırılması için alınan önlemler aynı zamanda işçi sınıfının, bir bütün olarak, girişi çıkışı burjuvazinin komutlarına bağlı olan bir ‘karantinaya’ sürekli mahkum edilmesi; serbest piyasa koşullarında, yasalar kapsamındaki bağımsızlığın son güvencesinin de ortadan kaldırılması anlamına geliyor.

İşçilerin ücretsiz izne çıkarılmasında uygulanan maliyet hesabı MÜSİAD eliyle inşa edilmekte olan, biri Tekirdağ’da açılmış 15 İzole Üretim Tesisi söz konusu olduğunda önemli olmamıştır. Böylece fabrikalar ve yerleşim bölgelerinden oluşan, birbirlerinden yalıtılmış kompleksler veya fabrika köyler işçilerin olağan, gündelik hayatlarını bir karantina çemberine almaya, hem üretim araçlarının hem de tüketim tesislerinin sahibi patronların bu kapalı ekonomi içindeki kârlarını katlamaya aday olmaktadır. Fiziksel mesafe sağlansın diye parklara tebeşirle çizilen daireleri andıran, ülkenin çeşitli yerlerine kurulacak İzole Üretim Tesislerindeki yalıtma biçimi işçi sınıfının unsurlarını birbirleriyle gerçek bir fiziksel, duygusal ve siyasi mesafeye zorlamakta; muhtemel ve parçalı operasyonlarla yürütülen bir muharebede, her bir kesimi diğerinin gücünden yoksun bırakmak üzere yalnızlaştırmaktadır.

Halkın tamamının kamusal alanlarda dijital gözetimi 2000’li yılların başından beri uygulanan bir disiplin-denetleme yöntemidir. İkiz Kuleler’e saldırıyı takiben yerleştirilen kameraları ‘terörizmi takip/önlem’ ile gerekçelendiren dünya devletleri o zamandan bu yana gözetleme tekniklerini genişletti. Bu teknikler insanların tek tek sürekli olarak izlenmesini sağlıyor ve bu kamusal alanlardaki ‘duruş bozuklukları’nı düzeltmeyi hedefliyordu. Fabrikaların girişlerinin, ortak kullanım alanlarıyla üretim bölümlerinin dijital gözetlenmesine kadar uzanan bu sınıf terbiye ve ıslah yöntemi ilk kez üretim tesisinin tamamen kapatıldığı bir boyuta evrilmektedir. Bu yetmiyormuş gibi salgın sırasında işçileri birbirleriyle fiziksel mesafeli durmaya zorlayan Mess Safe boyundurukları da gündeme getirilmiştir.

Bütün bunlara bakarak Covid 19 salgınının, zaten işçi sınıfını katı çalışma koşullarına mecbur etmeye, parçalarına ayırmaya, yalıtmaya teşne burjuvazi tarafından yeni bir lütuf olarak algılandığını bunun da değişmez bir sınıf refleksi olduğunu tespit etmek zor değildir.

Bu burjuva sınıf refleksi ‘evde kal’ çağrılarına uyum sağlayan bir çalışan kitlesinin sağlık için alınan önlemler karşısındaki samimi uysallığını bütün diğer komutlara ikame etmeye, örneğin esnek çalışmayı kurumlaştırmak için sömürmeye hazırlanmaktadır. Bu çağrılardaki, evde kalamayan ya da bu davete dahil edilmeyen bir kesim yokmuş gibi yaparak tekrarlanan samimiyetsizlik toplum sadece büro, ofis, plaza çalışanları, öğretmenler ve öğrencilerden ibaretmiş gibi davranırken en ağır koşullarda, korunmasız çalışanları söylemde de toplumun dışına atmıştır. Emekçiler iki büyük karantina parseline bölünmüştür.

Evden çalışmanın bedelini bitmeyen mesai saatleri, düşük ücret, aşırı yorgunluk, kadınlara ve çocuklara yönelik şiddetin tırmanışı vb. olarak ödeyen bir sınıf için normal hayata geçiş bu dar zamanlardan çıkış değil evde izolasyona devam anlamına gelmektedir. Çünkü kıdem tazminatına el konulmasını buyuran ekonomik paketin ikinci alameti farikası esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasıdır.

Belli ki Türkiye burjuvazisinin başlıca hayali ve planı başta işçi sınıfı olmak üzere diğer emekçi sınıfları yasal hakların tırpanlandığı bir izolasyon koşulları içinde şu veya bu biçimde yerleştirebilmektir. Bu durumun dayanışma ve örgütlenme imkanlarını da felç edeceği açıktır. Çoklu baro yasasına karşı direnen avukatların eylemine ‘fiziksel mesafe sağlanamaz’ diye izin vermeyen ve üzerlerinde polis şiddeti uygulanmasına yol veren siyasi iktidar pandemi koşullarındaki geçici fiziksel mesafelenme durumunu kalıcı olmaya çevirme hayali içindedir.

Böylece işçi sınıfının farklı kesimlerini birbiri ile temas edemez hale getirmek için yakın geçmişte adımları atılmış olan işyerinin, iş aşamalarının ve zamanının bölümlenmesi anlamına gelen esnek çalışma, taşeronlaştırma, performans sistemi; siyasi kutuplara cinsiyetlere ve milliyetlere hapsetme; işçi aristokrasisi yaratarak kademelendirme; çıkarılan yetki yasalarıyla sendikal örgütlenmeyi zora sokma ve işçileri sarı sendikalara yönlendirme; emek gözetimi ve denetiminin artırılması gibi envai çeşit yöntem, sınıfı diğer toplumsal sınıflardan fiziksel olarak da ayıran mekan bariyerlerinin de kurulmasıyla taçlandırılmaktadır. Aynısı diğer emekçi sınıflar için farklı araçlarla uygulanmıştır. Bugün de emek demokrasi güçlerinin örgütlerine yönelik operasyonlarla meslek gruplarının yaptırım vasfı iğdiş edilmektedir.

Tek Adam yönetiminin kurulmasıyla kabine burjuvazinin temsilcilerinden atanarak oluşturulmuş, parlamento ise giderek işlevsizleştirilmişti. Parlamento muhalefetine yönelik HDP ile başlayan saldırılar iktidara en kritik zamanlarında koltuk değneği olan ana muhalefet partisine de yönelmiştir. Böylece yasama organındaki çoğunluğun sahibi olmakla yetinemeyen siyasi iktidar için, majestelerinin muhalefetini yaratma ihtiyacını ete kemiğe büründüren İstanbul seçimlerinin kaybının telafi edilemez bir boyuta ulaşmasını engelleyecek bir düzenleme, Yeni Normal’in hedeflerinden biri olacaktır ancak bunun ne kadarını başarabileceği iktidarın kendisinin de emin olmadığı bir konudur. Ana muhalefetin ve kurduğu ittifakın toplumsal tabanının hareket alanını daraltacak müdahaleler, emek demokrasi güçlerinin bileşeni örgütlerin statüleri üzerinde yapılan oynamalar en büyük meşruiyetini sandıktan alan bir iktidarın seçim garantisini sağlamak için olduğu kadar bu meşruiyet kaynağını bir ölçü olarak almayı gereksizleştirmek içindir de.

Şimdiye kadar iyi kötü varlığına tahammül edilen, tahribi için gerekli bağlam oluşmadığı için adım atılmayan burjuva demokrasisinin bazı geleneksel kurumsal devamlılıkları, siyasi iktidar için artık, kurtulmak için adım atmaya değer hem ekonomik hem de siyasi bir yük durumuna gelmiş görünüyor. Bunların bazılarının kapatılması kimilerinin de yeniden araçsallaştırılması tekelci burjuvazinin önümüzdeki dönem hedefleri arasında yer alıyor. Komşularla ilişkileri sarsmaya aday Mavi Vatan adı altında Akdeniz’den Karadeniz’e uzanan su yolları üzerindeki paylaşım mücadelesi, Suriye’de tıkanan imar projelerinin telafisi ve sağa sola gözü dönmüş bir biçimde harekat, operasyon çekerek ve içindeki yüzde yüzü tutamadığı sataşmalarıyla komşularını hizaya getirmeye çalışarak bir kısmını boşaltmak zorunda kaldığı fetihçi enerjisini bir yaratıcı yıkım döngüsüne sokabilmek için bu yol açıklığına ihtiyaç duyuyor.

 Her şeyden önce; kentsel mekanın parçalanması anlamına gelen Kanal İstanbul için ilk kazmayı pandemi sürecinde vuran iktidar, kenti de diğer bölgelerinden yalıtılmış üç yeni ekonomik birime bölerek henüz el değmemiş alanlarını sermaye birikimine ve dolaşımına açmakta, taşı toprağı altın ilan edilmiş bölgede burjuvaziye, baştan imar edilecek bir mülkün rantını aktararak yeni bir yurtluk oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu dönemin çılgın her türlü projenin gerçekleştirilmesinin deneneceği bir dönem olacağı da şimdiden açığa çıkmıştır. Muhalefetten kurtulmak da bu çılgın projelerden kuşkusuz biridir.

Baroların parçalanması bu bakımdan bir meslek gruplarının izolasyon gruplarına ayrılmasının ilk deneyi sayılır. Bundan sonrasının da toplumun bölünüp parçalanmasının planlanacağı bir süreç olacağını tahmin etmek yanlış olmayacaktır. Ancak 1 Mayıs’ta işçi sınıfı ve emekçiler ile demokrasi güçleri bu hayalin tatmin olmasına izin vermeyerek iktidarın Yeni Normal’ini ilan etmesinden çok önce yeni, demokratik bir toplumsal düzen talebinde bulundular. Bunları halkın, talepleri için sokağa çıkan bazı kesimleri izledi. Önümüzdeki süreci demokratik mevzilerin kalan unsurlarını da tahrip ederek geçirmeyi uman siyasi iktidarın faşizan Yeni Normalinin inşasının sonuçları ortaya çıktıkça buna karşı mücadelelerin artacağı da açıktır.

Örgütlü ve örgütsüz kesimleri doğrudan doğruya kendilerine yönelik bir saldırı geldiğinde harekete geçmeye sevk eden, mücadelelerin parçalı ve mevzi düzeyde kalmasına da neden olan iktidarın parçalı ve zamana yayılmış müdahaleleri, gerçekte bütünsel bir saldırı planının etaplarıdır. Bu bakımdan bu rastgele olmayan, organize müdahale ve saldırılar karşısında bir sonrakini durduramayan mevzi mücadelelerin genişlemesinin bu dönemi karşılayacak yegâne yol olacağını da tespit etmek gerekiyor. İşçi sınıfının parçalarını, diğer toplumsal sınıfların farklı unsurlarını birbirinden yalıtan, birbirinin sorunuyla ilgisiz kalmasını sağlayan her parselasyonun bizzat bu toplumsal sınıflara verdiği zarar sürdükçe siyasi iktidar eliyle en gerici, en tahripkar tahkimat sürmeye kuşkusuz devam edecektir.

2015 yılında 10 Ekim faciasının ertesinde “oyumuz arttı” diye sevinen Başbakan Ahmet Davutoğlu, meslek odaları ve sendikaların çağrısıyla düzenlenen barış mitingine yapılan bombalı saldırıdan sonra ortaya çıkan korku ortamının kendileri için bir lütuf olduğunu açık edecek kadar pervasızdı. O dönem HDP’nin Diyarbakır mitinginde, Suruç’ta ve Ankara Garı’nda patlayan bombalar ile toplumsal uzvun geçici ‘felç’e maruz kalması 7 Haziran seçim sonuçlarının rövanşının alınması için bir kaldıraç olarak kullanıldı. Bu felç ve hareket edemezlik hali sonraki irili ufaklı patlamalarla geçici uzatmalara tabi kaldıkça devlet kendi iç düzenlemeleriyle içerdeki asayişi tazeleme imkanı bulmuş oldu.

2016’daki 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL emekçilere ve emek demokrasi güçlerine bir darbe ortamında yaşanabilecek ne varsa aynısını yaşatmanın vesilesi oldu. Darbenin hemen ardından ilan edilen OHAL döneminde çok sayıda insan gözaltına alındı, basın yayın organları kapatıldı, üniversitelerden muhalif kadrolar ayıklandı, memleketin henüz satılmamış varlıkları satıldı, yeni mülkiyet alanları yaratıldı. Ve daha önemlisi bu yol düzlemesi yapılırken darbe ortamı Tek Adam rejiminin inşası için bir fırsat olarak görülmüştü.

Türkiye egemen sınıfları felaketleri imkana çevirmenin ya da onları gerektiğinde, mümkünse kendi elleriyle yapılandırmanın ustası olmuş maharetli bir organizmadır. 10 yıl arayla üç darbenin, sonra bir postmodern darbenin, arada birkaç darbe teşebbüsünün kaymağını yiyen bu sınıf, kendi gelişmesi için olağanüstü dönemlere ve bunların yönetimine ihtiyaç duyuyor.

Kendi başına hareket alanlarını genişletmenin imkanından yoksun bir bölgesel güç olarak eski Osmanlı mülkündeki toprakların başlıca maliki olabilmek, nüfuzunu artırmak ve bölgedeki paylaşımdan en yüksek payı alabilmek için Yeni Osmanlıcı bir söylem kullanarak eski önyargıları ve eğilimleri körüklemeye, cihatçı ve fetihçi bir nüfus oluşturmaya çalışan bu asalak sınıf ve iktidarı, istediğini istediği zamanda yapamamaktadır. Eninde sonunda emperyalistlere bağımlı olduğundan, gelişmeleri kendi başına, kendi özgücüne göre düzenlemesine izin vermeyen girift uluslararası ilişkiler tarafından sarmalanmanın sonuçlarıyla her zaman yüzleşecek, verdiği tavizler ve ödediği bedellerle olduğu kadar tarihsel olarak da hak ettiğini düşündüğü parseli almak için defalarca denemekten yine de vazgeçmeyecektir. İşbirliği yaptığı emperyalist güçlerin, bölgesel gerici devletlerin ve hesapta olmayan aktörlerin ayak çelici, yavaşlatıcı çıkar çelişkilerinden fırsat buldukça normal koşulları olağanüstüne çevirmeye olağanüstüyü normale çevirmeye uğraşarak yol almaya çalışırken, bu operasyonların sonuçlarını daha fazla kısıntı ve yoksullaşma olarak yaşayan emekçilerin tepkilerini bastırmak için ülkeyi uzatmalı bir OHAL’e de maruz bırakmıştır. Ekmek talebindeki bu sınıflara “siz bir merminin kaç para olduğunu biliyor musunuz’ diye yanıt veren aşağılayıcı ve susturucu devlet dili güvenlik çemberine alınan bir toplumun kafesini örmeye devam eder. Bu bakımdan bölgenin ve hatta dünyanın en gerici burjuvazisinin konuşlandığı Türkiye’nin Yeni Normal’i olağanüstü halin vesilelerle uygulanabilir olmaktan çıkıp kalıcılaştırılmasının yollarının döşenmesinden başka bir şey değildir.

Yukarıda alıntı yapılan yazısında Simon Tisdall şöyle yazıyor: “Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerde görünüp Çin ve Rusya tarafından temsil edilen merkezî, otoriter yönetime eğilim Avrupa’da sağcı milliyetçi popülist hükümet ve partilerin yükselişine denk geldi. Bazıları şimdi virüsü siyasi amaçlar için silahlaştırma girişiminde Çin’in öncülüğünü izliyor.”

Doğrudur, burada normalleşen olağanüstü durum siyasi amaçlar için kullanılan bir silah gibidir. Doğrultulduğunda halkın hizaya geçmesi beklenen bir ateşleyici.

Ne var ki sokağa önce ırksal eşitlik için çıkan sonra bütün eşitsizlikleri sorgulayan ABD emekçilerinin, geriye doğru gidersek pandemi başlarken Santiago’dan Beyrut’a kadar hareket halinde olan dünya emekçileri bu silahı bir çakar almaz hale getirmiş görünüyorlar. Bu durumda egemen sınıflar için virüsün bir lütuf olup olamayacağı kendi karar verecekleri bir şey olmayacaktır.


[1] Acar Kutay, https://www.perspektif.online/salgina-bir-gecis-sureci-olarak-bakmak/

[2] Simon Tissdall, https://www.perspektif.online/guc-esitlik-milliyetcilik-pandemi-dunyayi-nasil-sekillendirecek/

[3] Dünyanın çeşitli üniversitelerinden çok sayıda akademisyen, bazı devlet adam ve kadınları, ABD’de Başkan aday adayı olmuş Sanders, İngiltere İşçi Partisinin Başkanı Jeremy Corbin’in, Syriza’nın eski Maliye Bakanı Varuofakis’in de dahil olduğu bir grubun oluşturduğu İlerici Enternasyonali kuranlar Yeşil Sözleşme (Green Deal) diye adlandırılan bağlamla bir bildiri yayınladılar.

*Latince, her şeyi belirleyen göksel güç, sorun çözen tanrı.

[4] Mike Davis, Üzerinde Güneş Batmayan Katliam/ El Nino Kıtlıkları ve Üçüncü Dünyanın Açlıkla İmtihanı, çev: Umut Haskan, Yordam, Ocak 2012, s.113

[5] Mike Davis, agy, s. 235

[6] Milton Friedman, Kapitalizm ve Özgürlük, çev: Doğan Erberk- Nilgün Himmetoğlu, Plato Film Yayınlar, İstanbul- 2011; 1982 Baskısına önsöz.

[7] DİSK-AR: Türkiye tarihinin en büyük işsizliği ve istihdam kaybı: http://bianet.org/bianet/emek/227285-disk-ar-turkiye-tarihinin-en-buyuk-issizligi-ve-istihdam-kaybi