Kadir Yalçın

Erdoğan-AKP hükümetinin, üretimdeki tökezlemenin ardından “para”-döviz kriziyle patlak verip gelişmekte olan kriz sürecini açıklamak üzere sarıldığı “Amerika Türkiye’ye ekonomik savaş açtı” içerikli, dünyanın komplolarla döndüğü savının geçersizliği az çok ekonomi bilgisine sahip çok sayıda kişi tarafından ortaya kondu. Dergimizin geçen sayısında biz de üzerinde durduk.

Neden bir “dış düşman” arayışında olunduğu hakkında da fazla bir tartışma yok. Daha düne kadarki “baş müttefikimiz” ABD’nin Türkiye’yi ve büyümesini çekemeyip batırmaya azmetmiş bir “üst akıl” olarak Dolardaki yükselişin müsebbibi sayılıp, “dış düşman” ilan edilmesinin nedeni açık ve önceki makalede üzerinde durulmuştu. İçine düşülen kriz sürecinde şimdiden oluşmaya başlayan yüklerin faturasının başta işçi sınıfı olmak üzere emeğiyle geçinen yığınlara çıkarılması için onayları alınıp yükleri sırtlanmalarının sağlanması, başlıca amaçtır. Öyleyse sömürülen yığınların, Türkiye’nin, ABD tarafından saldırıya uğrayan, tümümüzün içinde bulunduğu “hepimizin sahibi olduğumuz gemi” nitelemesiyle “ortak bir kurtuluşa”, “yeni bir Kurtuluş Savaşı’na” ihtiyacı olduğuna inandırılması şarttır. Bilinmektedir ki, ancak yaratılacak böyle bir algıyla ikna edildiklerinde sömürülen yığınlar yedeklenebilecektir.

Kriz sürecinde egemen sınıflar ve onlar adına yönetenlerin birincil ihtiyaçları, bundan başkası değildir: Almaya başladıkları, kapitalist niteliği tartışmasız, devlet olanaklarıyla kaynakların sermayeye aktarılması içerikli önlemler karşısında sessiz kalarak, işçi ve emekçiler, gönüllü olarak tekelci burjuvaziye yedeklenmeyi kabullenmelidirler!

Ancak Erdoğan-AKP yönetiminin kriz karşısında sömürülen yığınları peşine takmada kullanacağı tek silahın “dış düşman” ve “Türkiye’ye açılan ekonomik savaş”tan ibaret olduğu sanılmamalıdır. Tekeller ve AKP hükümetinin, “dış düşman” ile ekonomideki açmazlar arasında kurulan ilişkiye dayandırılan milliyetçi propagandanın yanında çeşitli tarikat ve cemaatlerin katılımıyla yürütülmekte olan dinci propagandadan da yararlandığı tartışma götürmez. Tarikatların AKP döneminde elde ettiklerini kaybetmemek için ellerinden geleni artlarına koymayacakları ortadadır. Kullanımda olan üçüncü bir etkense, Türkiye halkının ciddi bir kutuplaşmaya uğramış ve neredeyse yarı yarıya bölünmüş halde, yalnızca AKP değil, ama burjuva muhalefet de hesaba katıldığında genel olarak burjuvazi ve özellikle tekeller tarafından yedekleniyor oluşudur. Bu, iki taraflı keskin kılıç gibi, halk kitlelerini kuşatma altında tutan bir bölünmedir. Bir diğer önemli etken, işçi ve halk muhalefetinin örgüt ve bilinç düzeyinin son derece zayıf oluşudur. Son olarak, nesnel koşullarıyla birlikte tümünün ürünü olan ve etkilerini ağırlaştıran bir etkenin, medyası ve sair ideolojik aygıtlarıyla birlikte hemen tüm siyasal erki elinde toplamış ürkütücü-bastırıcı bir “araç” durumundaki otoriter/faşist tek adam-tek parti yönetiminin sözünü etmek gerekir.

“HEPİMİZ BİRLİKTE” DEĞİLİZ; BİRLİKTE KURTULUŞ OLANAKSIZ

Oysa, ister Amerika saldırsın ister Rusya, ister başkası ya da dışarıdan bir veya birkaç saldıran olsun olmasın, şu iki gerçeğin altı kalın çizgilerle çizilmelidir:

1) Siyasal nedenlerle Amerika ya da başka bir ülke ile Türkiye arasında bir siyasal kriz baş gösterebilir, bu mümkündür. Ancak herhangi iki ülke arasındaki bir siyasal kriz, finansal ya da sanayide patlak verecek ya da ödemeler dengesinde baş gösterecek bir krizi kuşkusuz etkiler, hatta ağır ambargolar bu krizlerin hareket ettiricisi bile olabilir; ancak sözü edilen krizler, sonuçta ekonomide ve finans sisteminde, özellikle üretim ve değişim süreçlerinde bozulmaların ürünü olarak ortaya çıkarlar.

Ve 2) Bir dış saldırı olsun ya da olmasın, sadece Türkiye toplumu değil, hiçbir kapitalist ülke toplumu, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ortak çıkarlara sahip insanlardan oluşan yekpare bir toplum değildir, olmamıştır. Türkiye de içinde olmak üzere kapitalist toplumlar, çıkarları birbirlerininkiyle çatışan karşıt sınıflar başta olmak üzere, farklı çıkarlara sahip sınıflara bölünmüştür. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çıkar karşıtlığı giderilebilir türden değildir; tekelci burjuvaziyle işçi sınıfının çıkarlarının uzlaştırılıp uyumlaştırılabileceği ileri sürülemez. Biri sömürücüdür, diğeri sömürülen; burjuvazi, ancak sırtından artı-değer sızdırdığı işçiyi sömürerek var olabilir. Sermaye birikimi, ancak ve sadece işçi sınıfının sömürüsü ile olanaklıdır ve artı-değer üretimine dayanır. Dolayısıyla işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki bir birlikteliğin tek koşulu, işçi sınıfının sömürüyü onaylayıp kabullenmesidir! Bu da, herhalde bir kandırmaya ihtiyaç gösterir.

Tekelci burjuvazi (ve arkasındaki emperyalist burjuvazi) ile sadece işçi sınıfı değil, mevsimlik vb. işçi durumundaki yarı-proletarya başta olmak üzere emek-gücüyle geçinen geniş yığınlar arasındaki ilişki de sömürü ve baskıya dayalı bir karşıtlık ilişkisidir. Yine kent ve kırın geniş küçük burjuva tabakalarıyla emperyalizm ve işbirlikçi tekeller arasındaki ilişki de talan ve baskıya dayalı bir ilişkidir.

Küçük burjuvazi; kuşkusuz zaman zaman ve mevsimlik vb. olarak yanında çalıştırdığında işçileri canından bezdirecek vahşi bir sömürüyü zorlar ve ikili sınıf karakteri (hem sömürücü, hem emek-gücünü kullanan) nedeniyle yalpalar. Ancak hem çoğunluğu işçi de çalıştırmadan emek-gücü sahibi olduğundan, hem de yerli ve yabancı tekelci burjuvazinin –hele kriz dönemlerinde fazlasıyla artan– baskı ve talanını iliğinde-kemiğinde hissettiğinden, bu baskı ve talan, çıkarlarıyla yönelim ve tutumlarını belirlemede esas etkendir. Emperyalist bağımlılık ilişkileri kadar işbirlikçi yerli tekellerin yağmacı baskısı karşısında varlığını korumanın, eğer çalıştırıyorsa birkaç ücretli işçinin sömürülmesiyle olanaklı olmadığı çok kez sınavdan geçirilmiş katı bir gerçektir. Pozisyonunu nesnel olarak belirleyen, az-çok tutarlı ve kalıcı emperyalist bağımlılık ve yerli tekelci talan-dikte ilişkileri ve baskı karşıtlığı olarak şekillenir. Buradan, emperyalizm ve tekellere karşı, işçi sınıfıyla, görece tutarlı ve kalıcı bir bir araya geliş ve birlikte mücadele türeyebilir.

Tekel dışı burjuva katmanlarla yerli ve yabancı tekellerin ilişkisine gelince…

Sömürücü sınıflar olarak, iki burjuva tabakanın, sömürü düzeninin devamı ve işçi haklarını mümkün oldukça kısıtlayıp sömürüyü üstelik yoğunlaştırarak sürdürme, işçilerin kurtuluş mücadelesine düşmanlık ve uluslararası kapitalist emperyalist sistemi benimseyip savunmada çıkarlarının uyuştuğu tartışmasızdır. Çoğu durumda üretim ve değişim süreçlerinde tekellere bağlanmıştır; tekellere yedek parça üretir, onların ürünlerini pazarlar vb. Tekel-dışı burjuvazi, kendi çıkarları gözetildikçe emperyalistlerle iyi ilişkiler geliştirilmesine de onay vermiştir, verir. Kriz dönemlerinde, özellikle artarak, işçi sınıfının sırtında ayakta kalmaya yönelir. Kendisini de olumsuz etkilemekte olan ve iflasını zorlayan krizin yüklerini, ölüm-kalım kavgası olduğunun farkında olarak, olağan zamanlara göre artan bir vahşilikte işçi sınıfının sırtına aktararak varlığını sürdürmeye çalışır.

Öte yandan tekel-dışı burjuvazi, kendisini de etkileyen emperyalist (ve tekelci) baskıdan etkilendiği ölçüde ve onunla sınırlı olarak, bu baskıya karşı eğilimler gösterebilir. Birkaç yıldır özellikle tek adam yönetimi karşısında gelişen burjuva muhalefetin önemli bir dayanağı –tekellerin bir bölümünün konjonktürel muhalefetinin yanında– buradadır.

Ancak unutulmaması zorunlu olan; en az tekellerinki kadar vahşi sömürücü sınıf karakterinin yanında, yerli ve yabancı tekelci kapitalist baskıdan etkilenmesi ölçüsünde bazen artarak bazense azalıp hatta fark edilmez olarak, sözü edilen baskıya karşı çıkışındaki tutarsızlık ve geçiciliktir ve ancak son derece özel şartlarda yüzünü halkla dönme eğilimi gösterebilir. Bu özel durumlarda da, tutarsızlığı ve baskı karşısındaki yöneliminin geçiciliği sürer, yüzünü halka döndüğünde de bu, halkı yedekleme amaçlıdır; ve geçici anlaşmalar yapılması halinde bile, stratejik planlamada yozlaştırıcı burjuva etkisi bertaraf edilmek üzere tecrit edilmesi zorunludur.

Örneklenirse… Olağan tekelci kapitalizm koşullarında İstanbul 3. Havaalanı Şantiyesinde düşük ücretlerle çalışan ve yüzlercesi iş cinayetine kurban giden işçilerle İGA adıyla oluşturulan konsorsiyumun ortakları Limak, Cengiz, MAPA, Kolin, Kalyon tekel grupları arasında herhangi çıkar birliği ya da benzerliğinden söz edilemeyeceği ortadadır. Ve hele kriz koşullarında on yıllar sürecek milyar dolarlık garantili havaalanı işletmeciliği gelirine şimdiden konmuş olan bu tekellerle ne bu gelirlerin vergileriyle karşılanacağı emekçi halk, ne de kriz gerekçe gösterilerek şimdiden üç kişinin işi bir kişiye yıkılmaya ve onlarcası işten çıkarılmaya başlanmış inşaat işçileri arasında bir çıkar benzerliği iddia edilebilir. “Yeter!” diyen işçiler, Eylül içinde bunu göstermiştir.

Sadece ürünlerine fiyat dikte etmekle kalmayan, ama fiyat düşürme bahaneli ithalatla kendilerini iflasa sürükleyen tekelci burjuvazinin, fındık üreticisiyle mi çıkarları uyum içindedir yoksa nohut ve fasulye ve hele küçük ve büyük baş hayvancılık yapma uğraşındaki küçük üreticilerle mi? Ziraat Bankası ya da diğerleri örneğin, onlara üretim girdileri için krediyi, birbirleriyle yarış halinde faizleri düşürerek, hatta faizsiz mi vermektedirler ki, çıkarları arasında bir uyumdan söz edilebilsin? Hele kriz bahanesiyle tekelci mali oligarklar, “gemi hepimizin” türü aldatmacaları bizzat kendileri yerle bir ederek, üretici küçük köylüyü kımıldayamaz duruma sokmak üzere faizleri tırmandırmaya çoktan başlamadılar mı?

Son açıklanan verilere göre, 2018 Temmuz sonu itibariyle ilk 7 ayda bankacılık sektörünün faizden elde ettiği gelir 183.5 milyar TL’den fazla. Mevduatlara vb. ödenen faiz giderleri düşüldüğünde, –yatırım, sigorta vb. finans şirketleri bir yana– sadece bankaların net faiz geliri, 79.3 milyar TL. Bu rakam 2017’nin aynı döneminde 64.2 milyar TL’ydi; ve artış, geçen yılla karşılaştırıldığında %35.[1] Bu yılki artışın en büyük dilimi, örnek verilen küçük çiftçiler de içinde, dağıtılan kredi faizlerinden kaynaklanıyor.

Sektörün net kârına gelince, geçen yıl Temmuz sonu itibariyle 29.4 milyar TL olan rakam, bu yıl aynı dönemde 33.5 milyar TL olarak gerçekleşiyor. Geçen yıla göre artış oranı %15.5. Bankaların net kârının 2016’ın tamamında 37.5, 2017’deyse 49 milyar TL olduğu hatırlandığında, neredeyse 2016’ın toplam net kârı bu yılın ilk 7 ayında elde edilmiş oluyor. Bu, aynı zamanda, 2017 net kârının %68’inden fazla. Hazine ve Maliye Bakanı’yla sair ilgililer boşuna “banka sistemimiz sağlam” demiyorlar! Ancak soru şu: Hangi işçi ya da kentte ve köyde başlıca emek-gücüyle geçinen küçük üretici böylesine faiz ya da sair gelirler ve kâr elde edebilmiştir ki, hiç değilse bir çıkar yakınlığından bahsedilebilsin? Üstelik verilen rakamlar doların fırlayışı öncesine aittir ve Ağustos ve Eylül’de gelirlerdeki dengesizlik ve dolayısıyla çıkarlardaki farklılık uçurumunun büyümüş olduğu tartışmasızdır.

Bankaların büyüyen gelirlerinin, ancak, işçi sınıfı ve emek-gücüyle geçinenlerin gelirlerindeki azalış rağmına, ikincilerden birincilere gelir transferi yoluyla gerçekleşebileceği ve böyle gerçekleştiğini kanıtlamaya ihtiyaç yoktur. Bu, emekle sermaye ve gelir ve kaynakları yağmalananlarla tekeller arasındaki karşıtlığın doğasındandır.

Kriz sürecinin ilerleyişi, şimdiden, örneğin işten atmalarla ve basit bir gelir transferiyle yetinilmez olunduğunu ortaya koymaktadır. Kapitalizmin ayrılmaz yol arkadaşı olan işsizlik, şimdi artık, “para”/döviz krizi nedeniyle dolarla hammadde ithal edip işleyerek TL üzerinden iç pazara satış yapan örneğin Antep Zeki Mensucat’ın[2] yeterince kârlı olmadığından üretimi sürdüremez hale gelip, bölüm ve giderek fabrika kapatmaya yönelmesinin sonucu olarak tırmanışa geçmiştir ve krizin yüklerinin işçi sınıfının sırtına yüklenmesinin örneği durumundadır.

Rakamları ortada olan çıkarlardaki uyumsuzluğun sonuçları tartışılır türden değildir: Üretim sürecindeki maddi toplumsal pozisyon ve koşullarıyla buradan oluşan sorun/dert ve çıkarları benzer olmayıp bunca farklılık gösteren karşıtlık halindeki sınıf ve tabakaların tümünü aynı anda esenliğe ulaştıracak önlem ya da önlemler dizgesi yoktur, keşfedilmemiştir, bulunamaz.

Olağan kapitalist koşullardaki nesnel çıkarları, sorun ve dertleriyle, bu çıkar, sorun ve dertlerin koşullandırdığı taleplerdeki farklılık ve karşıtlıklar, bugünden görüldüğü gibi, kriz koşullarında ancak büyüyüp derinleşecektir ve şimdiden öyle olmaktadır.

Aralarında, bir yandan asıl olarak işçi sınıfı ve halk karşısında tekellerle baskı aygıtlarına doğru, bir yandan da kriz koşullarında tekellerin özellikle ağırlaşan ekonomik, mali ve siyasal dayatma ve baskıları karşısında rekabet edebilir koşullarla kendisine hukuk ve “demokrasi[3] talep ederek yalpalayan ve tecrit edilmesi gereken tekel-dışı (orta) burjuvazinin yer aldığı iki ana grup oluşturan güç bulunuyor: a) Arkasında emperyalist efendileriyle işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri ve b) işçi sınıfı, kırın ve kentin yarı-proleterleri ve genellikle kendi emek-gücünü kullanan kır ve kentin küçük burjuvazisi, kriz tarafından ağırlaştırılmakta olan sorunları, çatışma halindeki çıkarları ve birbirleriyle uyumlandırılamaz talep ve yaklaşımlarıyla, isteklerinden bağımsız olarak karşı karşıyadırlar. Bu nesnel olarak karşı karşıya oluşları, krizin gelişimiyle uzlaşmaya ve birliğe değil, tersine uzlaşmazlığa ve çatışmaya doğru gelişmeden edemez ve birbirlerini alt etmeye yönelik bir mücadeleyi koşullar.

Öyleyse krizin yüklerine karşı bir mücadele platformu, “hepimizin olan gemiyi kurtarmak” üzere, sınıf ayrımı yapmadan tasarlanıp temellendirilemez.

Nesnellik temeldir, ancak platform öznel etkenleri dikkate alır

Kriz ve krizin yüklerine karşı mücadele söz konusu olduğunda, şüphe yok ki, sadece çıkar farklılıklarıyla sınıfların dikkate alınacağı toplumsal nesnellikler üzerinde durulmasıyla yetinilemez. Bir dizi öznelliğin, başlıca sınıflar ve çıkarları arasındaki karşıtlık ve farklılıklarla tanımlanabilecek nesnel durum ve gelişmesi üzerinde etkide bulunduğu ve bulunacağı tartışma götürmez. Öznel etkenler, siyasal bilinç ve örgüt düzeyi, aldatıcılığın da işlevini azaltıp artırabilir ve bu da nesnel karşıtlık ve çatışmanın somut biçimlenişi ve gelişimini olumlu ya da olumsuz etkiler. Tek adam yönetimi durumundaki siyasal iktidarın gericiliği birleştirmede göstereceği başarı ve örgütlülüğünün düzeyiyle halkı etkileme gücüne bağlı olan saptırıcı, yatıştırmacı ve bastırıcı yeteneği, kuşku yok ki, tüm nesnellik üzerinde etkisini gösterecektir. Öznel etkenler nesnelliğin yerine geçemez ve tarih kimilerinin proje ve tasarımlarıyla ilerlemez; ancak çıkarları birbirleriyle çatışan sınıf ve tabakalar arasındaki mücadele, nesnel karşıtlıklar üzerinde gerçekleşecek olmakla birlikte, algı, düşünce, eğilim ve örgütlenme durumlarıyla şekillenecek ve bugünden yarına değişebilecek çerçeveleriyle somut karşı karşıya gelişler olarak yürüyecektir. Dolayısıyla krizin yüklerine karşı mücadele platformu, tabii ki nesnel durum ve gelişme yönü üzerine oturmalı, ama asıl olarak bu öznel etkenleri; başlıca işçi sınıfı ve emekçi tabakaların ruh hali ve mücadele etme istekliliği de içinde olmak üzere, bilinç ve örgüt düzeyleriyle –aynı anlama gelerek, kapitalizm ve mali sermaye egemenliğiyle bu egemenliğinin “yürütme komitesi” ve burjuva muhalefetinin etkisinden, kısacası genel olarak mevcut düzenden kopuş eğilimleri ve bunun ölçüsüyle– ilgilenmeli ve bunları olumlu yönde ilerletmeye hizmet etmelidir.

KAPİTALİST DÜZENLE SINIRLANMA YA DA ALTERNATİF SORUNU

Bir zamanlar bir Margaret Thatcher vardı. İngiltere Başbakanıydı. Reagan ve Özal’la birlikte neo-liberalizmin başını çekendi. “There is no alternative” (“Başka alternatif yok”) ünlü lafıydı. Devletin ekonomiden ve özellikle kamu hizmetlerinden el çekmesini, özelleştirmeleri, madenleri kapatmayı, ücretleri aşağı çekmeyi, grevleri olanaksız kılacak tedbirler almayı… program edinmişti ve “ne yapıyorsun?” diye sorup “böyle olmaz” diyenlere bu yanıtı veriyordu. Kuşkusuz alternatif vardı, ama öznel koşulların elverişsizliği nedeniyle pratik uygulanabilirliği bulunmuyordu; en başta, iktidarda olduğu ülkelerde ve uluslararası ilişkilerde tıkanmakta olan modern revizyonizmin büyük tahribata neden olduğu işçi örgütleri işçi aristokrasisiyle bürokrasisinin denetiminde son derece dağınık, ve işçilerin kafaları karışıktı. Kapitalizme alternatif arama ve oluşturma bir yana, Thatcher “çıta”yı öylesine yükseğe koymuştu ki, kapitalizm koşullarında da neo-liberal program ve uygulamalardan başka alternatif olmadığı iddiasındaydı. İddia, modern revizyonizmin eliyle sosyalizmin pratik bir alternatif olmaktan çıkarıldığı ve artık örneğin ’40’lar ve sonrasındaki türden dünya burjuvazisinin –hiç değilse sosyalizmin yakın etkisi altındaki Avrupa’da SSCB ve dünya işçi hareketinin oluşturduğu “kötü örnek”in önünü kesmek üzere– “sosyal devlet” politikaları uygulamaktan başka çaresinin kalmadığı zamanlardan farklı olarak, dünyada yeni koşulların oluştuğu bir dönemde, mali sermaye ve tekellerin çıkarlarını ve atağa kalkma yönelimini ifade ediyordu. Örneğin sosyal-demokrasi, kapitalizm içinde bir “alternatif” politika üretip öneremedi, bu sosyal-demokrasinin sonunun başlangıcı oldu. “Üçüncü Yol”uyla Tony Blair ve “Hartz Yasaları”yla Gerhard Schröder, sınıf uzlaştırıcısı niteliğine son vererek, onu, ihtiyaçlarını karşılamak üzere tamamen tekelci sermayeye yamadılar. Önceleri emekle sermayeyi uzlaştırmayı politika bilip, belirli paylar karşılığı emeğin sermayeye peşkeş çekilişine aracılık eden sosyal-demokrasi, Thatcher’ın iddiasını karşılıksız bırakmasından başlayarak, kendi zeminini ve varlık nedenini yitirdi, gereksizleşti.

Öncesi bir yana, 2001 ve hele tüm kapitalist dünyayı silkeleyen 2008 Krizleriyle şimdi bir ucundan yine oluşmaya başlayıp dünyaya yayılma belirtileri gösteren krizin ardından, artık Thatcher’in iddiası da değerinden kaybetmiş bulunuyor. Doğrulayıcı ve meşrulaştırıcı akademisyenleriyle kapitalist dünya, belirli “çıpaları” olan ve “Ortodoks” olarak tanımlanan bir yol tutturmuş yürüyor olmakla birlikte, eski IMF Başkanı dahil pek çok ekonomist başta olmak üzere, yine akademiden küçümsenemez eleştiriler yükselmektedir. Neredeyse tümü politik içeriğiyle sosyal-demokrat nitelikli olan, kimi Keynesyen kimi daha farklı alternatif öneriler, bugün eskiden olduğu gibi yok sayılamamaktadır. Thatcher’ın ve iddiasının geçersizliğini ilan eden bu alternatif önerilerinin karakteristiği, krize kapitalizmin sınırları içinde çözüm aramalarıdır.

Şu demektir ki, yine mali sermaye ve tekellerle işçi ve emek yığınları ve halkların çıkarları uyum halinde ya da uyumlandırılabilir kabul edilecek ve nesnel olarak birbirini hedefleyip geçersizleştiren talepler uzlaştırılıp ortaklaştırılmaya çalışılacaktır. “Alternatifsiz” varsayılan neo-liberal ya da bugünden Türkiye’de hayata geçirilmeye başlanan ve “Ortodoks”lukla tanımlanan Thatchercı-Dervişçi “çözüm” krizin tüm yükünü tavizsizce emek yığınlarının sırtına yıkmaya yönelmişken; düzen-içi sair “çözüm” arayışlarının farkı, üç aşağı-beş yukarı tavizlerle emek yığınlarının haklarını gözetiyor görünerek, yükü yine onların sırtına yıkma çabasında oluşlarındadır.

Sosyal-demokrat içerikli olmayan iki öneri

Şüphesiz Erdoğan-AKP tek adam yönetimiyle anlaşmazlıklara sahip olan burjuva, ama sosyal-demokrat içerikli olmayan “çözüm” önerilerinin de sözü edilmelidir. İki örnekten biri, İYİ Parti doğrultusunda davranan, bir uluslararası mali sermaye kurumu olan IMF’ye mahkumiyetin yanında “kamuda hızlı ve katı tasarruf politikası” önerisiyle makam arabaları israfı ardına gizlenmiş kamusal hizmetlerde kesinti isteyen Yeni Çağ yazarı milliyetçi burjuva muhalif Esfender Korkmaz’ın önerisidir:

Cumhurbaşkanı Erdoğan çıkıp acil istikrar programını açıklamalıdır. Kısa vadede yapılması gerekenler de şunlardır: Faizler artırılmalıdır. Merkez Bankası, kuru da gözeteceğini belirtmelidir. Kontrollü kur politikasına geçilmelidir. Kamuda hızlı ve katı tasarruf politikası başlatılmalı, popülist politikalardan vazgeçmelidir. İkincisi IMF tartışması bitti. 220 milyar dolarlık borcu çevirebilmemiz için IMF ile temasa geçilmesi gerekiyor.[4]

Burada emekle sermayenin, zarar görenlerle tekellerin çıkarlarının uzlaştırılması tutumu bile yoktur.

İkinci örnek, Aydınlık gazetesinin “Uzmanlar, ekonomik krizin çözümü için ‘planlı ekonomiye’ geçilmesi ve 1929 modelinin esas alınması gerektiğini belirtti” şeklinde propaganda ettiği, kendi yandaşı olduğu anlaşılan bir ekonomistin “çözüm” önerisidir:

Türkiye bugün 1929’u örnek almalıdır. O dönemde Türkiye’nin elinde parası da yoktu. Planlı bir ekonomi ile mucize yarattı. Bugün kurulu ana sanayilerin önemli bir bölümü o dönemden kalmadır. Demir-çelik sektörü bunun en somut örneğidir. Türkiye bunları yaparken de bir kuruş borç almamıştır. Türkiye geçmişte bunları büyük dayanışma ile aşmıştır. Sanayide, eğitimde her alanda yapılanlar bellidir. Dünya’da en yüksek büyüme gerçekleştirilmiştir. Bunların tartışılacak bir yanı da yoktur. Türkiye bugün içinde bulunduğu krizi de 1929’u örnek alarak aşabilir.[5]

Dönemin Türkiye ekonomisi, bugünden farklı olarak, evet, emperyalizme daha az bağımlı bir ekonomidir, ama yarı-feodal nitelikli olmakla birlikte –olduğu kadarıyla– az gelişmiş kapitalist bir ekonomidir. “Örnek alınmalıdır” denen 1929 Bunalımı karşısında izlenen politika ve alınan önlemler, tartışmasız kapitalist içeriklidir. Üstelik tekeller bu dönemde gelişmeye başlamışlar, tekelleşme, yaygın devlet kapitalizmi uygulamalarıyla bu dönemde hız kazanmıştır. Ekonominin planlanmaya çalışıldığı doğrudur, ancak “bir kuruş borç alınmadığı” iddiası açıkça yalandır. Sadece bir bölümü karşılıksız olan çok düşük faizli uzun vadeli kredilerin yanı sıra fabrikaların kuruluşunda doğrudan yardımlarıyla SSCB’nin yardım ve destekleri olmasaydı, Türkiye’nin ’29 Bunalımını, üstelik gelişmesinin fırsatına dönüştürerek atlatması olanaksız olurdu. Dönemin Türkiye’sinin hem politik hem iktisadi bakımdan en büyük şansı, komşusu SSCB ile dayanışma içinde olabilmesiydi.

Zamanın Kemalist iktidarının bir diğer şansı, krizin ortasında dünyanın yeniden paylaşılması için yeni bir emperyalist savaş mayalanırken, keskinleşen emperyalistler arası çelişkiler ve paylaşım mücadelesinin yarattığı olanaklardı. Dönemin Türkiye’si, yalnızca SSCB’nin sağladığı uygun hibe ve kredilerden yararlanmadı; ama SSCB’nin açtığı krediden de büyüğünü İngiltere’den aldı ve demir-çelik sanayiin en önemli işletmelerinden biri onunla yapılan işbirliği çerçevesinde kuruldu. Benzer ilişkiler, Türkiye ile diğer emperyalist ülkeler arasında da gelişti.

1929 dolaylarındaki kredi ve dış borç bulma olanağı bakımından durum, kredi bulmanın zorlaşıp pahalandığı bugünkü kriz sürecindeki duruma değil, olsa olsa, 3-5 yıl öncesinin Amerikan Fed’inin faizleri sıfırlaması dönemine benzetilebilir ve bu yanıyla da günümüz açısından bir örnek sunmaz. Tabii ki bulunması zorlaşıp faizleri yükselse bile, emperyalist devlet ve bankalardan gelebilecek krediler bıçakla kesilir gibi kesilmeyecektir, ancak geriye, esas olarak yine yüksek faizli Çin ve belki Alman kredileriyle Katar’dan geleceği ileri sürülen tepe tepe kullanılacak 15 milyar Dolar kalmaktadır! Katar’ınki “devede kulak”tır ve Türkiye’nin yarasına merhem olmaya yetmez; üstelik iki katlı uçak dışında, daha ucu bile görülmemiştir.

Sonuçta, bugünün Türkiye’si ne SSCB gibi bir komşuya sahiptir ne de ileri düzeyde emperyalizme bağımlı hale gelen kapitalizmiyle ’29’un politikalarını izleme olanağı vardır. Dolayısıyla içine girdiği kriz sürecini ’29’u örnek alarak aşma olanağı bulunmamaktadır. Ama o günün Türkiye’si ile bugününki arasında bir benzerlik vardır ki, konumuz açısından asıl önemli olan odur.

’29 Krizi, dönemin sunduğu olanak ve şanslarla Türkiye için bir yönüyle fırsat olmuştur. Ancak bu “fırsat oluş”, bugün de umut edilen “krizin fırsata dönüştürülmesi” türündendir. ’29 Krizi’nin olduğu kadar, burjuvazinin egemenliğini sağlamlaştırmanın ve kapitalizmin hızlı tekelleşmesi ve gelişmesinin bütün yükleri, Kemalist iktidar tarafından işçiler ve emekçi halkın sırtına yıkılmış; geçmişi Sultanlık olan ve demokrasiden hemen hiç nasibini almamış Türkiye’de, savaş içinde oluşan ve bir süre devam eden, henüz iktidarın kuruluş sürecinde tamamen zapturapt altına alınmamış ortamın yerine koyu bir karanlık yerleştirilmek üzere, tam da ’29 Krizi’ne öngelen yıllardan itibaren azgın bir saldırı başlatılmıştır. Halkın silah elde yürüttüğü mücadelenin ve henüz düzenin ve iktidarın oturmamışlığının ürünü olan sözü edilen ortamın unsurları olarak demokratik hak ve özgürlükler adına ne varsa, tümü, son kırıntılarına kadar, bağnaz bir emek ve halk karşıtlığı ve şovenizmin otoritarizmi/faşizmi yerleştirmeye yönelik saldırganlığının hedefi kılınmıştır. İşte ’29 döneminin bu özelliği günümüze benzemektedir, ancak uygulanması için önerilmesine ihtiyaç yoktur, zaten uygulanmaktadır!

Bir sosyal-demokrat öneri örneği

Sosyal-demokrat içerikli krizle ilgili platform ya da program önerilerine bir örnek “Mülkiyeliler Birliği Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi”nin “krizden çıkış” önerileridir. Mülkiyeliler Birliği önerilerinin özü, önerinin girişinde “herkesin gemisi” yaklaşımıyla formüle edilen şu özettedir: “tüm toplum kesimlerinin krizden asgari düzeyde etkilenmesinin sağlanmasının ancak sağduyuyu, evrensel etik değerleri esas alan ortak akılla mümkün olduğu…[6]

Tüm toplum kesimlerinin” beraberce ele alındığı bu giriş, “krizin nedenlerinin, sonuçlarının ve krizden çıkış yollarının” tespit edilmesiyle baş vurulacak “ortak aklı” vurgulamaktadır ki, bu olanaksızdır. Ne “tüm toplum kesimleri krizden asgari düzeyde” etkilenebilir ne de “tüm kesimleri” kapsayacak bir ortak aklı bulmak ya da oluşturmak mümkündür! “Kesimler” yerine doğru sözcük olarak “sınıf ve tabakalar” kullanılırsa, belirli “kesimler”in asgari etkilenmesi başka belirli “kesimler”in kriz ve sonuçlarından azami etkilenmesine bağlıdır ve her “kesim”in “aklı” kendinedir, burjuva akılla proleter akıl bir arada ancak diyalektik olarak, karşıtlık ve mücadele halinde var olabilir! Bu yaklaşımla önerilen/önerilecek “krizden çıkış yolları”nın krizin nedeni olan bugünkü dışa bağımlı tekelci kapitalist sistemi çerçeve edindiği ve en ileri haliyle ancak hükümetin ekonomi politikalarını eleştirebileceği (hükümet ve ekonomi politikalarıyla bile uzlaşma arayacağı) baştan bellidir. Üstelik, bizatihi “krizden çıkış yolları” arayışının kendisi, mevcut tekelci kapitalist düzenin veri alındığı ve arananların onun sınırları içinde arandığının kanıtıdır. Düzenle sınırlanmayan bir arayışın, sisteme dokunmazken ve onun rehabilitasyonuyla eşanlamlı olan “krizden çıkış yolu” arayışı değil, ama düzen dışını varsayan işçi ve emekçilerin krizin yüklerini reddetme ve kurtuluşları arayışı olması zorunludur.

Artısı, “Türkiye ekonomisinin yapısal olarak karşı karşıya olduğu kırılganlıkların gerisinde AKPartisi hükümetleri ile daha önceki hükümetlerin ekonomik ve politik öncelikleri ve tercihleri var” saptamasıyla “söz konusu öncelik ve tercihlerin keyfi olmayıp büyük oranda siyasal, iktisadi, toplumsal koşullar tarafından belirlendiğini[n] kabul”lenmek olan önerinin eksileriyse, sözü edilen “tüm toplum kesimlerinin ortaklığı” üzerinden yürümesinin ürünleridir. Özetle “tüm toplumsal kesimlerin ortak aklı” zaafından hareketle, önerilerin sürdürdüğü zaaf, “yapısal sorunları”nı saptadığı “büyüme modeli”nin yerine bir başka tekelci kapitalist büyüme modeli önermesidir.[7] Arayışının sınırını, kurtuluş değil, ama işçi ve emekçiler olduğundan kuşku duyulamayacak “toplumun en güvencesiz ve zayıf kesimlerini en az zarara uğratacak tedbirler” aramak olarak çizmesi ise, bu tekelci ve kapitalist niteliği tartışmasız olan “yeni büyüme modeli”ni hedef edinen önerinin tekellerle emekçi halkın karşılıklı taviz alış-verişiyle uzlaştırılıp ortaklaştırılması anlayışının kanıtı ve göstergesi olmaktadır: “Bütün krizlerin en büyük kaybedenlerinin en zayıf kesimler olduğu açıktır. Dolayısıyla krizden çıkış yolları önerilirken toplumun en güvencesiz, en zayıf kesimlerini en az zarara uğratacak tedbirler önerilmelidir.

Mülkiyeliler Birliği … Araştırma Merkezi’nin somut önerilerinden birkaç örnek vermek gerekirse…

Tespit edilen stratejik sektörlerde, belirli yeterlikleri (sermaye büyüklüğü, yetişmiş eleman istihdamı) sağlayan işletmeler yetkilendirmeli…”, “Sermaye hareketleri sektörel hassasiyetle, vade yapısı dikkate alınarak vergilendirilmelidir. İstihdam yaratıcı sektörlere yapılan dış yatırım teşvik edilmeli, uzun vadeli yatırımlara belirli düzeyde vergi muafiyetleri getirilirken, kısa vadeli spekülatif sıcak para hareketleri yüksek vergilere tabi kılınmalıdır. Kâr transferinin önlenmesi için, kârın bir kısmının ülkede yatırılması zorunluluğu getirilmelidir. Sermaye çıkışlarına yüksek vergiler koyulmalıdır. Bankaların ve şirketlerin dış borçlanmasını sınırlayacak yeterlik kriterleri uygulanmalıdır.

Kemer sıkma politikalarının ve iç talebin daralmasının”, “vergi gelirlerini de daraltması beklenmeli” şeklinde dolaylı olarak savunulduğu önerilerde, KOBİ’ler öne çıkarılarak, ancak tüm şirketler için genelleştirilerek, halkın sırtından finansmanı dışında başka bir yolu icat edilmemiş şirket kurtarmaya da yer verilmektedir: “Batık KOBİ’ler için ortaklık modelleri (kooperatifler, çalışanlara hisse, vb.) önerilmelidir; tasfiye edilmeleri halinde elde edilecek gelirin belirli bir düzeyine kadar fonla (örneğin % 25) kurtarılabilecek şirketlere teşvik verilmelidir.

Finans gelirlerine yüksek vergi önerilmektedir, ama… Tekelci sermayeye öneriler içinde yine yer açılmaktadır. Stratejik olarak tanımlanan belirli sektörlerde hatta özellikle sermaye büyüklüğüyle tekeller tercih edilmektedir. Sermaye ve dış borçlanmada banka ve şirketlerin yeterlilikleri/büyüklükleri gözetileceğine göre, şüphesiz ve üstelik ayrıcalıklarıyla tekelci sermaye hareketleri serbest olacak, ama planlama önerisiyle teşvik edilecek ya da vergi konarak yönlendirilecektir. Belirli dış yatırımlar hatta teşvik edilecek, ancak “sıcak para” vergilendirilecektir. “En zayıf kesimlere” nasıl “en az zarar vermesi” sağlanacaksa, alternatifinin parayla ulaşılabilir olması olan kamu harcamaları, yani hizmetleri kısılacak, şirket kurtarmalara baş vurulacaktır! Soru şudur: Krizden ve tabii ki yükleriyle tüm olumsuz sonuçlarından emekçi halk mı şirketler mi, hangisi kurtarılacaktır?

Alternatif…

Oysa krizin yüklerine karşı bir mücadele platformu, eğer gerçekten kriz karşısında emekçi halkın derdine derman ve mücadelesine dayanak olması isteniyorsa, tartışmasız şekilde, dertlerine çözüm oluşturmak üzere emek yığınlarının taleplerinden hareket etmeli, işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalizmin sınırlarına sığmayan çıkarlarını yansıtmalıdır. Ücretli emek sömürüsünün örgütlenmesi olan kapitalizm, günümüzde tekelci kapitalizm olarak, bütün zenginlik kaynakları ve gelirlerin uluslararası burjuvazi ve tekeller tarafından yağmalanması sistemidir. Öyleyse, krizin yüklerine karşı mücadele platformu, mali sermaye ve tekelleri, bir sömürü, yağma ve egemenlik sistemi olan tekelci kapitalizmi hedef almalıdır.

Kapitalizmin alternatifi tartışmasız olarak sosyalizmdir. Tekelci kapitalizm ise, kapitalizmin en son ve can çekişme aşamasıdır. Başka tür bir “üçüncü” alternatif arayışı beyhude bir çaba olacaktır. Bu su götürmez.

Ancak ilk olarak, krizin yüklerine karşı mücadele platformunun, teorik dayanakları ve temellendirilmesi, dünden sınıfsız topluma kadar bütün bir süreci ele alışı ve sınıf mevzilendirilmesi vb. kapsamıyla bir siyasal parti programından farklı olarak, bir mücadele platformu olduğu bilinmelidir. Üzerinde durulacağı gibi, böyle bir platform, krizden, daha belirtilerinden başlayarak ve şimdiden olumsuz etkilenen işçi ve emekçi yığınlarıyla halkı, içinde bulunduğu bilinç ve örgüt düzeyiyle karakterize öznel durumundan hareketle düzeyi giderek yükselecek bir mücadeleye yönelten bir içeriğe sahip olmak zorundadır. Hedefi belirgin olmalı, krizden ve boğucu/çökertici yüklerinden kurtuluşun yolu ve alternatifini net olarak göstermelidir; çünkü aktüel koşullar, geri bilinçten kaynaklı çekingenlik ve örneğin iflaslarla işsiz kalma türü korkular ve düzen-içi korunmacılık arayışları kadar devrimci propaganda ve sınıf partisinin programının açıklanması açısından da olanaklar sunmaktadır, yeter ki bu olanaklardan ustaca yararlanılabilsin. Ancak aynı zamanda, platform, şüphesiz asıl olarak, başta emek yığınları olmak üzere halkın oldukça geri güncel bilinç ve örgüt düzeyini sadece hesaba katmamalı, ama bugünden başlayarak yığınları birleştirmek için, değiştirmek üzere, bu öznelliği hareket noktası edindiği net olmalıdır.

Ve ikinci olarak, bir mücadele platformunun krizin yüklerinden kurtuluşun yolu ve alternatifini net olarak göstermesi, günde farklı rekatlardan 5 vakit namaz kılınması türünden her gün durmaksızın “sosyalizm” sözcüğünün yinelenmesi olarak anlaşılamaz, anlaşılmamalıdır. Şüphe yok ki sosyalizm propagandasıyla, sınıf partisinin program ve politikalarının açıklanmasından vazgeçilemez. Yerli yerinde kullanılmasının, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele içinde kendi deneylerinden öğrenmelerinin yanı sıra ve onu güçlendirmek üzere, bilinç etkeninde gelişmenin temel bir dayanağı olacağı açıktır.

Üçüncü ve son olaraksa, evet, sosyalizm ve nihai amaç olarak herkesin barış içinde yaşadığı ve insanın kendisinin efendisi olduğu sınıfsız ve sömürüsüz toplum. Ancak bu topluma, istenip söylendiği için değil, bir mücadele sürecinin sonucunda ve devrim kesintisiz ve sürekli kılınarak ulaşılabilir. Şimdi, şüphesiz öznel koşullarının oluşmasına bağlı olarak, bunun gereği, emperyalist bağımlılık ilişkilerini ve dayanağı durumundaki yerli tekelci kapitalizm ve özel büyük toprak mülkiyetini tasfiye etmek üzere, mali sermaye ve tekellerin egemenliğine son vermek ve bunun için kriz koşullarında uygun taleplerle işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleye atılmalarını ve bu mücadelenin gelişmesini sağlamaktır.

(Görünür biçimiyle “para”/döviz krizi olarak patlak veren kriz süreci, kapitalizm ve tekellerle varlık koşullarından olan bağımlılık ilişkilerinden koparılarak, milliyetçi duyguları kabartmak üzere “ABD’nin açtığı ekonomik savaş” olarak propaganda edildiğinden, bugüne dek iktisaden olduğu kadar Erdoğan-AKP yönetimi tarafından siyaseten de emperyalizme bağımlılığın gönüllü olarak benimsendiğine vurgu yapılarak, krizle bağımlılık ilişkileri arasındaki bağlantının yığınlarca doğru kavranması önemli sayılmalıdır. Bu bağlantıyı açığa çıkarıcı acil talepler formüle edilmesinin bu açıdan özel bir önemi vardır.)

Burada iktidar sorununa geliyoruz; ama alt başlığı bitirmeden, verili güncel koşullarda bir mücadele platformunun ancak propaganda talepleri/sloganları olabilecek[8] genel bir talebi olarak kamulaştırma sorununa değinmeliyiz.

Sosyalizm, en başta üretim araçlarının kamulaştırılması ve üretimin planlanmasıdır. Üstelik büyük topraklar da içinde olmak üzere bankalar ve tekellerin mülkiyetindeki yeraltı ve yerüstü kaynaklarının kamulaştırması, henüz sosyalizm olmamakla birlikte, bu yönde atılmış temel bir adımdır ve halk ekonomisinin önkoşuludur. Ücretleri dondurma hatta “fedakarlık” deyip düşürme eğilimi gösterirken, ürünlerine durmaksızın yaptıkları zamlar, işten çıkarmalar, dayattıkları dayanılmaz çalışma koşulları türünden uygulamalarıyla tekellerden fazlasıyla zarar görüp bezen işçi ve emekçilerin, daha ileri bir kavrayış ve mücadele isteğini gereksinen ajitasyon ve hele eylem talebi/çağrısı düzeyine yükseltilmedikçe, görece geri bilinç düzeyleriyle bile kamulaştırma propagandasına kulakları kapalı olmayacaktır.

Burada önemli olan, ileri sürülecek kamulaştırma talebinin bir düzen-içi talep olarak anlaşılmaması, dolayısıyla yozlaşmaması ve kayyum vb. türü elkoymalardan ayırt edilebilir olmasıdır. Buysa, ancak halk iktidarıyla birlikte talep edilmesi ve belki daha da önemli olarak işçi sınıfı ve sömürülenlerin mücadelesi üzerine oturmasıyla olanaklıdır. İktidar talebiyle başarılı bir birleştirme ve başta işçi sınıfının mücadelesinin ürünü ve geliştiricisi olması, kamulaştırma talebinin, aynı zamanda Türkiye’de Kazova ve Arjantin ve Meksika’da sanayi ve tarımda pek çok örneklerde görülen düzen-içi elkoyma ve kapitalizm koşullarında üretimi sürdürme içerikli “çözüm olmayan çözüm”lerden ayırt edilmesini de garanti edecektir.

Kayyumların cirit attığı ve devletin elindeki kurum ve işletmelerinin sanki bir tür “kamulaştırma”ymış gibi Cumhurbaşkanı ve onun adına damadının kontrolüne verildiği koşullarda, kamulaştırma talebinin bunlardan ayırt edilmesi şüphesiz ki önemlidir. Ancak gerek kamulaştırma, gerekse krizin yüklerine karşı oluşturulacak bir mücadele platformunda yer alan/alacak diğer talepler açısından, ihtiyacı duyulan platform, harekete geçirici bir mücadele platformu olacağı için, taleplerin soyutluğu ve genelliğinden çok, somut ve öyleyse işletmeler ölçeğine varıncaya kadar yerelleştirilmiş olmaları belirleyici önemdedir. Platform, tabii ki yerellerde, tek tek işletmelerde ya da en çok OSB’lerde birkaç işletmede bir arada hayata geçecek, geçirilecektir. İşçilerin algısı, çeşitli parti program ve politikalarıyla propagandaları, TV kanalları ve gazeteler gibi büyük çoğunluğu gerçeği çarpıtarak veren aygıtlarla devrimci propagandanın etkisi altında kavradıkları soyut olgu ve yaklaşımlardan da etkilenip gelişecektir; ama hem etkilenip üzerinden gelişeceği asıl zemin işçilerin kendi deneylerinden öğrenecekleri mücadele pratiğidir, hem de diğer türlerinde olduğu gibi krizin yüklerine karşı mücadele de, ancak yine yerellerde mayalanacak somut eylemler olarak ilerleyip belirli bir kanala akarak birleşecektir. Söylenen, görece genel ve soyut, örneğin adalet ve demokrasi talepleriyle mücadeleler oluşmasının olanaksızlığı değil şüphesiz; üzerinde durulan, özellikle geri bilinç ve örgüt düzeyi koşullarında mücadelenin gelişmesinin genel eğilimidir.

Anlaşılması için, örnek vermek gerekirse… Kriz gerekçesiyle işçilerin ücretlerinin dondurulması, hatta düşürülmesi ya da zarar ve giderek iflas gerekçesiyle işten atmaların gündeme getirilmesi, hükümetin politika düzeyine yükselttiği tekellerin genel eğilimi olsa ve birkaçı bir arada ya da bir bölge ve hatta ülke çapında uygulanması öngörülse bile, somut olarak, tek tek işletmeler düzeyinde uygulamaya konacak, işçiler, bu “önlemler”le kendi çalıştıkları işletmelerde yüz yüze kalacaklardır. Platform, öyleyse, işçi sınıfı ve sömürülen yığınların karşı karşıya oldukları/kaldıkları somut koşullarıyla çalıştıkları işletmelerde işe yaramalıdır.

İşten atılma durumuna sıkıştırılan yoksa ücreti indirilmek istenen işçinin soyut ve genel laflara karnı tok olacağı tartışmasızdır. Ya ücret kesintisini kabul edecek ya etmeyecek; ya atılacak ya atılmayacaktır. Burada, taleplerin düzen-içiliğinden kaçınma ve sömürüden ve burjuva egemenliğinden kurtuluş genel talebine bağlama adına “ama… iktidar…”, “ama… sosyalizm…” demek ve durmak çocukça olacağı gibi, işçiyi savunmasız ortada bırakmak olur.

Bütün bunlardan çıkan nedir?

Buradan çıkarılması gereken, sonal amaçlara ilişkin genel laflarla yetinilmemesi, ama işçilerin bilinç, isteklilik ve örgütlülükleriyle mücadelelerinin düzeyine uygun ve söz konusu mücadeleyi ilerleterek gelişmesini sağlayacak taleplerin ileri sürülmesi ihtiyacının karşılanmasıdır. İşçilerin ve mücadelelerinin somut durumuna göre çeşitli taleplerin formüle edilmesi olasıdır. Görece geri bir düzeye özgü olarak biri, örneğin ücretlerin fondan (işsizlik fonundan) ödenmesi olabilir. İşçilerin bilinç, mücadeleye isteklilik vb. durumlarıyla mücadelelerinin daha ileri bir gelişme düzeyinde kamulaştırma talebi de ileri sürülebilir. İktidar talebiyle birleştirilmesi ihtiyacı şüphesiz ortadan kalkmayan kamulaştırma talebinin, halk iktidarı propagandası sürdürülürken, –örneğin ücret-işten atma-şirket kapanma sorunları iç içe geçmesine bağlı olarak– işçiler ve mücadelelerinin etrafında birleşme eğilimi göstermesi durumunda tek tek işletmeler ölçeğinde savunulabilecek olmasında bir yanlışlık yoktur. İşçilerin istekli ve mücadelelerinin düzeyinin yeterli yükseklikte olması koşuluyla, firmanın “zarar ediyorum”, “iflasa gidiyorum” gerekçeleriyle ücretlerde kesinti ve daha ileri giderek işten çıkarmaları dayatması karşısında; şirket kurtarma ya şirketin kapanmasını bekleme değil, “kamulaştırılsın” talebi, işçinin “kuşatma”dan çıkışını sağlayabilecektir.

Burjuvazinin iktidarı altında ‘kamulaştırma’ ne demektir, nasıl savunulur?” diye sorulabilir. 1) Kamulaştırma, burjuva egemenliği altında olduğunda bile, Anti-Dühring’te Engels’in dediği gibi, burjuvazinin kendi geliştirdiği üretici güçleri yönetme yeteneksizliğini ve bu üretici güçlerin toplumsal niteliğini tanımak zorunda kalışına delalettir ve üretici güçlerin toplumsal niteliğiyle üretim araçlarının kapitalist mülkiyeti arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın işaretidir. Elbette tekelci devlet kapitalizmi diye bir olgu vardır ve burjuvazinin kamulaştırmalar yoluyla üretici güçlerin toplumsal niteliğini tanımak zorunda kalışının gerçek bir tanıma olmadığı tartışmasızdır. Ancak bu, hele neo-liberal kapitalizm koşullarında burjuvaziyi zora sokan ve kendisiyle çelişmeli kılan bir uygulama olacaktır. Ve 2) Asıl olaraksa, iktidar talebinin propagandası sürdürülürken, tek ya da belirli birkaç işletmede, açmazda kalıp hatta platformdan yüz çevirmeleri yerine, bu, işçilerin mücadeleye yönelmelerine ve mücadelelerinin önünü açılmasına hizmet edecektir. Ve hiçbir şey, burjuvazinin egemenliğini, önü açılıp gelişecek işçi sınıfının mücadelesi kadar tehdit edemez.

Düzen-içilik mi değil mi tartışmasına gelince; bu açıdan iki önemli noktadan birincisi halk iktidarı propagandasının sürdürülmesi, ikincisiyle “kamulaştırma” talebinin tek tek işletmeler açısından gündeme getirilip ülke ölçeğinde bir “krize çözümmodeli olarak öngörülüp savunulmamasıdır ki, düzen-içi olan budur!

Bu ikinci nokta, aynı zamanda, kapitalizm koşullarında tek tek işletmelerin işçilerinin “grup mülkiyeti”ne dayalı bir model olarak gündeme getirilip savunulmakta olan gerek Kozova, gerekse benzer biçimde “grup mülkiyeti”nin savunulması içerikli olarak kriz koşullarında Arjantin’de gündeme getirilen fabrika (ve Meksika’da Zapatistlerin toprak) işgalleriyle de temel farklılık noktasıdır.

TEKELLERİN EGEMENLİĞİ VE İKTİDAR SORUNU

Krize çözüm olarak sunulan öneriler ve düzen-içilikleriyle iktidar sorununun gündeme gelmesine vesile oluşlarına dönersek…

Verilen üç örnekte (E. Korkmaz, Aydınlık yandaşı ekonomist ve Mülkiyeliler Birliği) de iktidar sorunu atlanarak, krize, işbirlikçi tekelci kapitalizmin sınırları içinde kalınarak, mevcut sistemin onarılması yoluyla çare aranmaktadır.

  1. Boratav örneğin, böyle davranmamakta, burjuva çözümlerle sınırlanmamaktadır: “… birileri kayırılacak mı, kayırılmayacak mı, kim kurtulacak, kim kurtulmayacak? Bizim böyle bir tartışmanın içine girmememiz lazım. Sorunluya işaret etmemiz lazım. Niçin bu şirketler batma sınırına geldiler ve böyle bir yönetmelik gerekti? Bu tartışmaya başladığımız anda bugünkü iktidarın getireceği her uygulamanın doğrusunu yanlışını ayırt edip destekleyelim, desteklemeyelim gibi açmazla karşı karşıya kalırız. Bizim açımızdan bugünkü gündem işin kökenine bakıp eleştirmektir. İşin kökenine bakıp sorumluları yani Türkiye’yi yönetenleri ve Türkiye’nin egemen sınıfını, burjuvaziyi eleştirmektir.[9] Doğrudur.

A.H. Köse de benzer bir yaklaşımdadır: “… borcu nasıl yöneteceğiz? Bu çok önemli bir soru ama sorun burada da bitmiyor. ‘Bu borcu nasıl biriktirdik?’ denen ilişkisellikten koparılıp şimdi bunu nasıl yöneteceğiz diye mevcut durumun anatomisiyle sınırlarsak orada çok yakınlaşmalar ortaya çıkmaya başlıyor. Siyasi partilerin repertuarlarının yakınlaşmasından bahsetmiştik. Şimdi ne yapacağız sorusunun kısa dönemde ehemmiyeti vardır ama geçmişten kopartılarak önümüze zorunlu bir istikrar sorunu gibi getirilirse orada işte neoliberalizmin tek siyasa dediği oydaşma ortaya çıkmaya başlıyor.” Kuşkusuz bu da doğrudur.

Marksizmin tutumu “11. Tez”deki gibidir, ancak, yine de hocalardan, onları politik militanlar varsayarak ve burjuvazinin eleştirisiyle yaptıkları göndermeyle yetinmeyerek, fazlasını, kriz analizi ve çözüm önerilerini düzen ve iktidar değişikliği talebiyle birleştirmelerini istemek, haksızlık olabilir. Ancak böyle sakınımlı davrandıklarında, tersi anlama gelecek ya da muğlaklaştırıcı hiçbir öneride bulunmamalarını beklemek haksızlık olmayacaktır.

Lakin Boratav, Erdoğan-AKP yönetiminin Derviş’ten devralarak büyüme modeli olarak da kullandığı program hakkında, “Uygulanagelen program aslında finans kapitalin dünyaya hâkim olmak için getirdiği kurallar kümesidir, 2000 yılının başında başlamış ve yerleşmiştir. Sadece Türkiye’ye değil tüm dünyaya yerleşmiştir… bu modelin ana unsurlarından biri, sermaye hareketlerinin serbestisidir” yorumunu yapmaktadır. “Finans kapital”i tekelci sermaye olarak değil, finans alanında iş gören türden bir sermaye olarak anlayıp öyle ele alsa bile problemlidir. Hangi banka, sigorta ya da yatırım fonunun elindeki sermayeyi finansal ya da sanayi sermayesi olarak, bölümlenmiş haliyle anlayabilmek olanaklıdır? Sonuçta problem oluşturan, sanki hakim değilmiş ve hakimiyetinin aracı ya da yolu ancak buymuş ya da finans sermayesi sanayiye hakim olacakmış türünden yorumlara açık haliyle, finans kapitalin bu programla dünyaya hakim olmaya çalıştığının ileri sürülmesidir. Bu, eğer finans kapitalin, yani tekelci sermaye olan ve banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesiyle oluşan mali sermayenin hakimiyeti/iktidarı altında yaşamıyorsak, kimin iktidarı söz konusudur sorusuna yol açmaktadır! Bankalar değil sanayiciler mi, tüccarlar mı, yoksa “bürokrasi” mi? Elbette mali sermaye egemenliği hem Türkiye ve hem dünyada yerleşik haldedir ve bu, şu ya da bu ekonomi politikası ya da büyüme model veya programı uygulanıp uygulanmamasına bağlı bir egemenlik olarak anlaşılamaz. Küba gibi istisnaları bir yana, hem dünya hem de Türkiye’de tek başına ya da büyük toprak sahipleri gibi müttefikleriyle tekelci burjuvazi iktidardadır.

Dil sürçmesi değildir. Çünkü “… neoliberal finans kapital tahakkümüne dayalı modeli Türkiye’nin olduğu gibi kabul edip 2015’e kadar aşağı yukarı kavga etmeden…” sürdürdüğünü belirten Boratav, Erdoğan-AKP yönetimini “yanı başınızda çok cüretli ve finans kapitalin hâkimiyetini reddeden Arjantin ekonomisi örneği vardı” sözleriyle eleştirmektedir. Finans kapitalin ne ve ne demek olduğu dahil, ekonomi politikaları, büyüme modelleri ve finans kapital/mali sermaye hakimiyeti ilişkisini muğlaklaştırdığı tartışma götürmez: En çok, bir bölümünü erteleyerek borç ödemelerini tartışma konusu yapan Arjantin’in finans kapitalin hakimiyetini reddetmediği, üstelik hala mali sermaye ve tekellerin egemenliği altında olduğu gerçektir.

  1. H. Köse’de de iktidar sorunu fazlasıyla karışıktır. Sınıf iktidarıyla bir siyasal partinin hükümeti olarak “iktidar” birbirinden ayırt edilmediği ve örneğin “AKP’nin yarattığı bir yoksullar sınıfı”nın “siyasal iktidarın güçlü bir parçası” varsayıldığı, “egemen sınıflar”la “siyasal iktidar” kavramlarının birbirleriyle bağlı olmaları gerekmesine karşın birbirine girdiği muğlaklık belirgindir. Köse, hatta AKP’nin egemen sınıflar karşısındaki “iktidarı”ndan söz etmektedir:

İstikrar programı her zaman bir geri ödeme programıdır. Egemen sınıflar alt sınıflar üzerinde yeni bir iktisadi menü inşa etmeye çalışır. AKP açısından önemli bir takım sorunlar olduğu çok açık. Çünkü AKP’nin doğrudan bağımlı bir alt sınıf ya da yoksullar sınıfı yarattığını ve bunu yönettiğini de biliyoruz. O, siyasal iktidarın güçlü bir parçası… Orada iş sadece bir kriz yönetim programı değil aynı zamanda siyasal bir entegrasyon ilişkisidir. Bu grupların aynı zamanda siyasal bağının ve bunun gerekli olan yeniden dağıtım ağlarının yani finansman gereğinin sürdürülmesi AKP açısından mutlaktır… Önümüzde bir istikrar programı varsa bu istikrar programının nereye, kime ödetileceği konusunda AKP’nin bir siyasal seçkisi de olacaktır. Kentli orta sınıflara, kentli varsıl sınıflara doğru program inşa edilmesini muhtemel görüyorum. Egemen sınıflar karşısındaki iktidar prosedüründen yani yeniden dağıtım prosedüründen kolayca vazgeçeceğini sanmıyorum.

Platformla ilişkisine dönersek; iktidar talebi, özellikle işçi ve emekçilerin bilinç, örgütlülük ve mücadele istekliliğiyle ilgili olarak geri bir düzeyde bulundukları verili güncel koşullarda, şüphesiz ki ancak propaganda sloganı olarak ileri sürülmelidir, ama ileri sürülmelidir ve muğlaklaştırılmamalıdır. Kriz ve yüklerini kimin yükleneceği sorununun asıl olarak iktidarının kimin elinde, tekellerin mi halkın mı elinde olacağı sorunu olduğu muğlaklaştırılıp ortada bırakılarak geliştirilecek bir platform devrimci bir mücadele platformu olamaz. Böyle bir muğlaklık, işçi ve emek emekçilerin ileri sürülebilecek bütün can yakıcı acil taleplerinin, düzen içi reform taleplerine indirgenerek, düzenin iyileştirilmesi amacına bağlanma tehlikesine kapı açacak, başta AKP olmak üzere, düzen partilerinin “krizi aşma” tutumunun hizmetine girme riski oluşacaktır. Bu, bir mücadele platformu olmaktan çıkarak, platformun, en çok “majestelerinin muhalefeti”nin zeminine dönüşme olasılığını gündeme getirir.

Sorun; iktidar (halk iktidarı) talebinin, gelişkin olmayan bilinç, örgüt ve mücadeleye isteklilik düzeyleriyle işçi ve emekçilerin mevcut durumlarına uygun olup olmadığı değildir. Başka bir deyişle, sorun, bu talebin bugün için fazla ileri ya da aşırı sayılıp sayılmayacağı ve işçi ve emekçiler tarafından kavranmasının olanaklı olup olmayacağı şeklinde konamaz. Adı üzerinde, propagandası yapılacak türden, hedef belirtici bir taleptir ve mücadelenin başlangıç dönemlerinde şüphesiz az-çok sınıf bilinçli ileri işçilerden oluşan dar bir kesim tarafından benimsenebilecek; gerisi ise, işçi sınıfı ve emekçilerin geniş kesimlerinin bu talebin doğruluğu ve geçerliğini mücadele içinde kendi deneylerinin sınavından geçirmesine kalacaktır. Önemi, hayatın içinden formüle edildiğinde –ulaştırılacağı– sömürülen yığınların geniş kesimleri tarafından tamamen ya da hiç değilse önemli bir bölümüyle kısmen anlaşılır bulunacak kriz ve yükleriyle ilgili can yakıcı acil taleplerin bağlanacağı hedefi göstermesi olan iktidar talebi, mücadele sürecinde acil taleplerle ne kadar ustaca birleştirilebilirse, giderek o kadar anlaşılır hale gelecektir. Bu, işçi ve emekçileri, yedikleri ekmek-içtikleri su kadar yakından ilgilendiren/ilgilendirecek acil talepler ve doğru şekilde formüle edilmelerinin, en az iktidar talebi kadar önemli olması demektir ki, burada bu soruna geliyoruz.

ACİL YA DA KISMİ TALEPLER

Sorun Komintern Programı’nda konmuştur: “İşçi sınıfının günlük taleplerini ve günlük mücadelelerini ihmal etmek, parti faaliyetini sadece bunlarla sınırlamakla aynı derecede hatalı, yapılmaması gereken bir şeydir.[10] Üstelik Komintern Programı, bugünkü gibi, devrimci bir yükselişin olmadığı durgunluk dönemlerinde, işçi sınıfı ve emekçiler görece hareketsizken, önemli bir uyarıyla birlikte, acil ya da kısmi taleplere verilmesi gereken önemi de özellikle belirtmiştir:

Eğer devrimci yükseliş durumu yoksa, komünist partiler, emekçilerin günlük sıkıntılarından yola çıkarak, kısmi sloganlar ve kısmı talepler öne sürmeli ve bunları Komünist Enternasyonal ana hedefleriyle bağlantı içerisine sokmalıdırlar. Fakat bu durumlarda partiler, devrimci bir durumun varlığını önkoşul alan ve başka bir durumda ise kapitalist örgütler sistemi ile kaynaşmanın sloganı haline gelen geçiş sloganları (örneğin üretimin denetlenmesine ilişkin slogan ve benzerleri) atmamalıdır. Bir dizi geçiş sloganı, devrimci bir durumun var olmasına kopmaz biçimde bağlıyken, kısmi sloganlar ve kısmi talepler, doğru bir taktiğin mutlak koşullarıdır.[11]

Tartışılır yanı yoktur. İktidar hedefi ve bağımlılık ilişkilerinin koparılıp atılmasıyla egemenliği elinde tutan tekellerle büyük toprak sahipliğinin tasfiyesi ana hedeflerine bağlanacak güncel ya da acil ve kısmi talepler, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıf ve tabakaları birleştirip mücadeleye yöneltecek vaz geçilmez kaldıraçlardır. Öncelikle işçi sınıfı içinde bu taleplerin gündem edinilip tartışılır kılınmasına yönelik sürekli bir faaliyet yürütülmeden, sosyalizm propagandasından başlayarak, genel amaç ve hedefler ne denli vurgulanıp yinelenirse yinelensin, kriz ve yıkıcı sonuçları karşısında bu işçi ve emekçilerin birleştirilmesi ve –mücadele içinde deneyden geçirildikçe sonal amaç ve hedeflere doğru ilerleyip gelişecek– mücadelelerinin örgütlenebilmesi olanağı bulunamaz. Acil talepler, doğru formüle edilmeleri şartıyla, doğru ve öyleyse devrimci bir taktiğin mutlak koşuludur.

Acil talepler hayatın/mücadelenin içinde formüle edilebilir ve koşulludurlar

Komintern Programı’nın uyarısı temel önemdedir. Çünkü talepler ve taktiğin üzerinde hareket edip değişeceği nesnel koşullar da değişir ve bu değişiklik mutlaka dikkate alınmalıdır. Karşılıklı sınıf güçlerinin durumu, zayıflama ya da güçlenmeleri, kendiliğinden hareketin düzeyi, bir devrimci durumun olup olmayışı ve devrim dalgasının yükseliş ya da düşüşünü de kapsayarak nesnel durum ve koşullar farklılaştığında hem taktik hem de ileri sürülen taleplerin farklılaşacağı aşikardır. Üstelik asıl öznel koşullardaki değişmeler, bilinç ve örgütle ilgili farklılaşmalar taktikle talepleri farklılaştıracaktır. Bunlar görmezden gelinemez ve taktikle taleplerin bir kez tespit edildikten sonra değişmeden kalacakları varsayılıp, nesnel koşullar bir yana, kitleler ve kitle hareketindeki öznel değişme ve gelişmeler karşısında kayıtsız kalınamaz.

Üstelik, yalnızca işçi sınıfı ve emekçilerin ve mücadelelerinin ülke genelindeki ya da bölgesel düzeydeki değişim ve gelişmeleri önemli olmakla kalmaz; tek tek fabrika ve işletmelerde çalışan işçilerin öznel durum ve eğilimleriyle mücadelelerinin gerek talep, gerek düzey ve gerekse şekillenişleri benzerlikler yanında farklılıklar da taşır ve birleştirici ortak yanlara kuşkusuz sahiptirler, ancak tümü özgündürler. Dolayısıyla, yerelliğe aldırılmayıp, tek tek işletmelerde talepleri birinden diğerine farklılaştıran/farklılaştıracak bu özgünlükler dikkate alınmadan ilerlenemez. İşçi ve emekçiler ve mücadelelerinin alabildiğine somut olan ihtiyaçları karşısında soyut kalması kaçınılmaz genel bir platform oluşturulmasıyla yetinmeyip mücadele platformunun en başta taleplerinin formüle edilmesiyle yerele, işletmelere uyarlamasına özel önem vermek, işçilerin mücadeleye kazanılması ve mücadelelerinin gelişmesi bakımından şarttır.

Komintern’in uyarısı bu genel içinde anlaşılmalıdır: Hem zaman hem mekan içinde koşullardaki değişmeye bağlı olarak oluşan yerel ve dönemsel değişiklikler hesaba katılmadan ne devrimci bir taktik ne de kitle hareketini ilerletecek talepler belirlenebilir. Hareketin ve devrimin yükseliş döneminde devrimci olan düşüş döneminde reformist ve gericiliği güçlendiren bir taktik olabildiği gibi, talepler de ileri sürüldükleri dönem ve koşullara göre sınıf ve emek hareketi ve devrimin gelişmesine ya da gerilemesine (ve gericiliğe) hizmet eder olabilir.

Komintern’in örneği, “geçiş sloganları” kapsamındaki üretimin (ya da tekellerin) denetimidir. “Geçiş”ten kasıt, devrimci dalganın ve işçi ve emek hareketinin yükseldiği devrimin öngünleridir ve bugünlerde yığınların zihninde, bu denetimin kendi yükselen hareketine dayanarak sağlanabileceği fikri ya da sezgisi belirebilir ya da belirmesi için durum elverişlidir. Ancak örneğin bugünkü gibi baskı ve bilinç geriliğiyle karakterize hareketin durgun dönemlerinde, “denetim” dendiğinde yığınların zihninde belirebilecek şey, bu denetimin mevcut hükümet tarafından gerçekleştirilmesidir ve bu talep yığınları hükümetin desteklenmesine yöneltici olacaktır.

Bu, “denetim” talebinin genel bir talep olarak ülke ölçeğinde ileri sürülmesi bakımından doğrudur. Ancak “kamulaştırma” talebiyle ilgili olarak tartıştığımız yerellik, somutluk gibi nitelikleriyle kitle mücadelesi ve gelişmesinin ihtiyaçlarına bağlı olarak, tıpkı bu talep açısından geçerli olduğu şekliyle, yerelde, tek tek ya da birkaç işletmede bir arada, gerçekleştirilecek ya da gerçekleştirilen kamulaştırmanın devamı sürecinde “denetim” talebi gündeme gelebilir ve bu ne şaşırtıcı olur, ne de işçileri birleştirip mücadelelerini geliştirecek bir talep olarak ileri sürülüp savunulmasının yanlışlığı ileri sürülebilir. “Kamulaştırma” ile benzerlik içindeki bu talebin ele alınış ve uygulanmasında önemli olan, yine, ülke çapında ve genelliği içinde, her zaman ve her yerde uygulanabilir genel geçer bir “model”e dönüştürülmemesidir. Yanlışlık, bugünkü koşullarda, bu talebin ülke ölçeğinde uygulanmak üzere genelleştirilmesindedir.

Acil ve kısmi talepleri doğru ve devrimci yapacak olan birinci koşul iktidar hedefiyle sonal amaçlara ustaca bağlanmalarıysa, ikinci koşul da, ülke ölçeği kadar yerel açıdan da geçerli olmak üzere, henüz dayanakları oluşmadan, zamansızca ileri sürülecek taleplerin, ne kadar ustalık gösterilirse gösterilsin, hem iktidar hedefiyle sonal amaçlara bağlanmasının hem de mücadeleleri içinde işçi ve emekçileri etrafında birleştirmesinin olanaklı olmayışıdır.

Birinci koşula değinildi. İkincisi, devrimci taktik bakımından ondan daha az önemli olmayan acil ya da kısmi talep ve sloganların nesnel durum ve koşullar zemini üzerinde öznel koşullar dikkate alınarak belirlenmesi zorunluluğuyla ilgilidir. Nesnel olan, her şeyden önce bilinç ve iradeye bağlı olmayandır. Dolayısıyla ne taktik ne de stratejinin konusudurlar. Çünkü müdahaleleriyle strateji ve taktik tarafından değiştirilemeyecek olan örneğin Türkiye’nin iktisadi ve toplumsal gelişmesi, kapitalizmin gelişkinlik düzeyi, maddi toplumsal sınıf ve aralarındaki çelişkiler, işçi ve sömürülen yığınların kendiliğinden hareketine… ilişkindirler. İradi zorlama ve bilinçli devrimci müdahaleyle değiştirilemezler; ancak bu, hesaba katılmamaları anlamına gelmez. Talepler, onları zemin edinerek ileri sürülebilir, taktik onlar üzerinden geliştirilebilir.

Ancak taktiğin konusunu oluşturduğu gibi, acil ve kısmi taleplerin formüle edilmesini de belirleyecek olan, maddi toplumsal hareketin öznel ya da bilinçli yanıdır; gerek genel olarak maddi toplumsal yapı ve hareketinin, gerekse özel olarak işçi ve sömürülen yığınların kendiliğinden hareketinin yığınların zihnindeki yansımalarıdır. İşçi ve geniş emekçi kitlelerin –ruh halleriyle de bağlantısı içinde– gelişmeleri ve kendi gücünü algılama ve yorumlayarak kavrama düzeyi, bununla doğrudan bağlantılı olarak mücadele etme istekliliği, azmi ve kararlılığı, tümünün, gerek tekelci gericilik ve gerek hükümetin propagandalarıyla gerici sınıflar kadar ara sınıflardan da kaynaklanabilecek burjuva, küçük burjuva nitelikli muhalefetin saptırıcılığı ve kafa karıştırıcılığından ne ölçüde etkilendiği, örgütlenme eğilimleri, proletarya partisinin yaklaşım ve taktiklerine duyduğu yakınlığın ölçüsü … vb. bir dizi etken, öznel etkenler olarak, taktiğin konusudurlar ve talepler buradan belirlenebilir. Talepler, yığınların birleştirilmesine ve hareketinin ilerletilmesine hizmet etmelidir; bu ancak, sözü edilen öznel koşullar en ince ayrıntısına kadar incelenerek saptanabilir.

Bu saptamanın ancak yaşamın ve olanca somutluğuyla sınıf mücadelesinin içinden yapılabileceği tartışmasızdır; doğru ve öyleyse yığınları birleştirip mücadelelerini ilerletecek içerikli talepler, ancak yığınların içinde kök salmış, onların ruh haline ve algı ve kavrayış süreçlerine ve örgütlenme düzeylerine vakıf proletarya partisi tarafından ve doğrudan işçi sınıfı ve emekçi katmanlar arasındaki çalışmasının içinden belirlenebilir.

Üstelik taleplerin bir kez belirlenmesiyle sorun çözülmüş olmamaktadır. Ne işçi sınıfı ve emekçilerin öznel durumu durağandır, öyleyse ne de talepleri durağan olabilir. Sömürülen yığınların bilinç ve örgüt düzeyleri ve mücadelelerinin ilerleyişiyle taleplerin en azından bazılarının zamanını doldurup eskiyerek iş göremez hale gelecekleri ve ya kısmen ya da tamamen değiştirilerek yenilenmeleri gerekeceği açıktır. Bu da ancak sınıf mücadelesinin içinden gerçekleştirilebilir.

KAÇINILMAZ İKİ TALEP

Krizin daha başlangıç dönemlerinde bile, burjuva tekelci gericilik ve “yürütme komitesi” diğerlerinin yanında iki başlıca önlemle krizin yüklerini işçi ve sömürülen yığınların sırtına yıkmaya giriştiler. Dışa bağımlılığın ürünü ve kanıtı borçların faizleriyle birlikte artışı ve ödemelerinin halkın sırtından çıkarılmasının zorlanması gündemde. Dövizin yükselişi ve enflasyon artışının her alanda hükümet yetkililerini bile “fahiş” diyerek şikayet eder görünmek zorunda bıraktığı zamların önünün açılıp genelleşmesi, esnek çalışmanın iş ve sömürünün yoğunluğunu artırarak yaygınlaştırılması gibi bir dizi “gelişme”nin sözü edilebilir. Bizim örnek olarak üzerinde durmak istediğimizse, iki başlıca talebe yol açan “önlemler”. İlki, makam arabaları müsrifliğinin önlenmesi propagandası ardına gizlenmeye çalışılan kamu harcamalarının, yani belediyeler de içinde kamu hizmetlerinin kısılması ve bütçeden eğitim, sağlık, emeklilik, ısınma, aydınlatma … türü hizmetlere ayrılan ödentilerin kesilmesi, daha çok paralı hale getirilmesi ve zamlandırılmalarıdır. İkincisiyse, her geçen gün fazlalaşarak artan işten atmalardır.

Birincisinden birkaç talep türeyeceği, herhangi bir incelemeye gerek kalmaksızın, kolayca görülmektedir. Özel maddeler halinde ifadelendirilebilecek kamu harcamalarının kısılmaması ve tersine özellikle işsizlere yardımları olanaklı kılmak üzere artırılması talebi herhalde önemlidir: Eğitime bütçe.. sağlığa bütçe vb. gibi. Zamlara hayır, bu kapsamda eklenecek bir diğer talep olarak gözükmektedir.

İşten atmalara karşı talepler ileri sürülmesi de kesinlikle zorunludur.

Burada, aksi takdirde iflas edileceği gerekçesiyle zorunlu olduğu ileri sürülen işten atmalar, ilişkili olarak düşük ücret dayatmaları ve ek zam ve genel olarak ücret zammı ve asgari ücretin yükseltilmesi taleplerinin önünün kesilmesi bağlamında taleplerin “inandırıcılığı” sorununa değinerek, bitirelim.

Taleplerin işçi sınıfı ve geniş emekçi sınıf ve tabakaların zihninde inandırıcılıklarıyla yansımaları, yığınları birleştirici ve mücadelelerini ilerletici olabilmelerinin bir önkoşuludur.

Örnek vermek gerekirse… Asgari ücret, geçen Aralık’ta %14.2 oranında artırılarak 1603 TL olarak belirlenmişti. Bu ücret, Ocak 2018’de 446.4 Euro’ya, 10 Eylül 2018’de ise 213.7 Euro’ya karşılık geliyor. Dolayısıyla 9 ayda yarı yarıya erimiş ya da %100 değer kaybetmiş bulunuyor. Buna karşın, bırakalım açlık ve hele yoksulluk sınırına çekilmesini, asgari ücretin dövizdeki yükselişi karşılamak üzere iki misli yükseltilerek, 3200 TL olmasının talep edilmesinin bile, “fedakarlık” propagandasının bunca yaygın olduğu koşullarda, “bu koşullarda da bu kadarı olur mu?” denip inandırıcı sayılacağı şüphelidir. O nedenle talepler formüle edilirken “inandırıcılığı” öncelikle dikkate alınmalı, talebin bir kez ileri sürülmekle kalınmayıp yenileneceği ve yenilenirken geliştirilebileceği de bilinerek, bu bakımdan hassas davranılmalıdır.

İşten atma ve ücret zammı taleplerine gelince, bu talepler, şirketlerin zor durumda olmaları ve iflas riskiyle yüz yüze bulunmaları gerekçesini ileri sürmelerini de karşılamak üzere, genel olarak şirket kurtarmalar karşısında ileri sürülebilecek “kamulaştırma” talebiyle birlikte ileri sürülmelidir. Şirketlerin kurtarılması değil, kamulaştırılmaları… İflas vb. gerekçesiyle “fedakarlığı”, “0 zam” ve hatta “ücretlerin düşürülmesi” olarak işçilerinden bekleyerek, krizin yükünü onların sırtına yıkmaya yönelen şirketler karşısında, ücret artışı talebinden gerilememek ve artışı, “inandırıcılığı” da gözeterek, işçilerin aklına yatması bakımından, yerelin/işletmenin vb. işçileri ve mücadelelerinin öznel durumunun elverişli olmasına bağlı olarak ileri sürüp, “kamulaştırma” ve kamulaştırılacak işyerlerinde “işçi denetimi” talebiyle birleştirerek savunmak.

Krizin yüklerine karşı bir mücadele platformu, bu çerçevesiyle, ancak işçi sınıfı ve emekçilerin hayatının ve mücadelesinin içinden formüle edilebilir.

[1] Bankaların faiz gelirleriyle net kâr rakamları için bkz: tr.sputniknews.com, 11.09.2018

[2] Bkz. Evrensel, 12.09.2018

[3] Talep ettiği, şüphesiz halkın sırtında bir sopa olan burjuva demokrasisidir. İstediği, kendisi için yönetme hakkıdır. Halka karşı olan yönetime katılma peşindedir.

[4] T24, 11 Ağustos 2018

[5] Agy

[6] Bu ve Mülkiyeliler Birliği önerisiyle ilgili diğer aktarmalar için bkz. Gazete Duvar, 17.08.2018

[7]Türkiye’nin 1980’den sonra benimsediği ekonomik büyüme modeli, stratejik bir akılla aşamalı olarak terk edilmelidir. Yerine ithalat bağımlılığını düşürecek, katma değeri yüksek mal üretimini teşvik edecek, kendine her bakımdan yeter bir ekonomi tesis edecek bir büyüme modeli benimsenmelidir.

[8] Kamulaştırma talebi/sloganının bir propaganda sloganı oluşunu mutlaklaştırmamak gerektir. Genel olarak ve ülke ölçeğinde böyledir ve uzunca bir süre böyle kalması muhtemeldir. Ancak mücadele platformunun yerelliği ve somut olarak hayata geçirilişi ancak öyle olabileceği için yerelleştirilme zorunluluğu, tüm süreç bakımından önemli bir özelliği olmakla birlikte, özellikle işin başlarında yerellerde uygulanma imkanı dikkate alındığında, belirli işletmeler ölçeğinde gelişecek işçi hareketinin yükselişine bağlı olarak kolaylıkla ajitasyon ve belirli bir gelişme süreci izleyerek hatta belirli işletmeler bakımından eylem sloganına dönüşebileceği gözden uzak tutulmamalıdır. “Düzen-içine sürüklenme” tehlikesi ileri sürülerek, gelişmelere uygun davranıp gereğini yapmaktan geri durulamaz.

[9] K. Boratav ve A.H. Köse aktarmaları için bkz. Gazete Duvar, 20.08.2018

[10] 1928 Komünist Enternasyonal Programı – 1928, VI. Bölüm, “Proletarya Diktatörlüğü İçin Mücadelede Komünist Enternasyonal’in Stratejisi Ve Taktiği”, abç.

[11] Age, abç.