Fulya Alikoç
Kapitalizm 8 Mart kutluyor. Alışık olduğumuz üzere, sadece sivil toplum kuruluşlarıyla, devletleriyle ya da medya organları aracılığıyla değil. Sermayenin bizzat kendisi kutluyor. Köhnemiş “kadınlar kuştur, çiçektir, böcektir” söylemleriyle değil, “anneler gününde mutfak robotu hediye etme” kabalığında değil, #BizeYakışanEşitlik (Kiğılı), #Lütfenİndirmeyin[1] (Boyner), #KadınGücü (Opet), #İşineBak[2] (Vakıfbank), #ElinizeSağlık[3] (Dardanel), #MutlulukBenimle[4] (Altınbaş), #KadınınAyakSesleri (Greyder), #NedenSadeceKadınlar / #EşitİşBölümü[5] (Ford Otosan) inceliğinde.
Tekeller “Uluslararası Kadınlar Günü” organize ediyor. Bu amaçla oluşturulmuş bir inisiyatif, her yıl Lean-In Vakfıyla birlikte bir tema belirliyor, fon oluşturuyor ve “Uluslararası Kadınlar Günü” kutlamaları, söyleşileri, eylemlerini içerik ve finansal açıdan “destekliyor”.[6] Bu yılın teması #BreakTheBias (Ön yargıları kır). Sponsorlarından biri HCL; Hindistan merkezli; İngiltere, ABD, Fransa ve Almanya dahil olmak üzere dünyanın 52 ülkesini kapsayan bir ArGe ağına, inovasyon laboratuvarlarına ve teslimat merkezlerine sahip, başta Google olmak üzere Fortune 500 listesindeki 250 şirkete hizmet veren, 10 milyar doların üzerinde sermayesi ve 197 bin çalışanı bulunan bir bilişim teknolojisi tekeli.[7] ABD’de Google’a taşeron işçi olarak çalışan ve Birleşik Metal İşçileri Sendikası’nda örgütlenen HCL emekçilerinin son 2-3 yıldır şirketin sendika düşmanı tutumuyla mücadele ettiklerini ve Pittsburgh’daki işçilerin 2021’de geçici bir sözleşme imzalatmayı başardıklarını not düşelim.[8] Diğer bir sponsor ise, son dönemin tartışmalı tabiriyle “platform kapitalizmi” denilen bilişim tekelleri ağının küresel insan kaynakları departmanı gibi çalışan, 10 milyar dolarlık bir sermayeyi yöneten, 740 milyon insanın üye olduğu LinkedIn. Üçüncü sponsor ise daha köklü, 19. yy Sanayi Devrimi’nden başlayarak günümüze kadar gelen, traktör, tarım ve orman makineleri, ağır ekipman, dizel motorlar, transmisyon araçları gibi metalar üreten ve toplamda 75 milyar doların üzerinde bir sermayeyi yöneten ABD merkezli uluslararası bir otomotiv tekeli. 2021 yılı sonbaharı boyunca 10 bin çalışanına yüzde 5-6 sefalet zammı dayatan, işçilerin örgütlü direnişi karşısında yüzde 20’lik ücret artışını -ama 6 yıllık sözleşmeyle birlikte- kabul etmek zorunda kalan, Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası’nın öncülüğünde 14 fabrikada haftalar süren tam katılımlı greve rağmen yıl sonunda net gelir rekoru kıran John Deere.[9]
Bu yılın “Uluslararası Kadınlar Günü” özel sponsorlarının yanına en az 20 tane daha benzer özelliklere sahip uluslararası tekel ismi eklenebilir. İlla ki belirli bir oluşumun içerisinde yer almayıp kendi 8 Mart kampanyalarını ilan edenler de eklendiğinde kapitalist dünyayı döndüren uluslararası tekellerden “Kadınlar Günü” kutlamayan yok. Bunun yeni bir şey olmadığı aşikâr, ama burada görece yeni olan en az üç şey var. Birincisi; artık sadece reklam kampanyalarından bahsetmediğimizin altını çizelim. Tekeller 8 Mart etkinlikleri (webinarlar, söyleşiler, TED konuşmaları) organize ediyor ve hatta duruma göre protestoları destekliyor ya da en azından protestocu bir söylem kuruyor. Kaldı ki reklamlarındaki kadın imgesinde de eskisi gibi kadınların cefakârlığı, fedakârlığı değil, gücü, çeşitliliği, farklılığı kutsanıyor. Sermaye kadınlara annelik, eşlik, bakımcı gibi roller atfeden eskimiş “toplumsal cinsiyet mitleri”ne meydan okuyor!
İkincisi; geçmişte sivil toplum kuruluşlarına yapılan bağışlar ve destekler, özetle filantropi şeklinde sergilenen kadın dostluğu, yine bağış/hibe yapılan bir sivil toplum kuruluşu eşliğinde, ama bizzat şirketlerin kendi yürüttüğü kampanyalar ve programlar biçiminde vuku buluyor. Öyle ki “Google kendi bünyesindeki falanca toplumsal cinsiyet eşitliği programı için 25 milyon dolar ayırdı”, “Netflix, başlattığı filanca program kapsamında önümüzdeki 5 yıl içinde 20 milyon dolarını kadınların güçlendirilmesi için harcayacak” şeklinde müjdeli haberler duyuyoruz. Sermaye, böylelikle topu taca atmadığı, elini taşın altına koyduğu, devletlerin toplumsal cinsiyet eşitliğine daha fazla kaynak ve enerji harcaması için bir baskı grubu gibi davrandığı ve doğrudan sorumluluk aldığı bir gösteri sahneliyor.
Görünür davranıştaki üçüncü yenilik ise, kimi sermaye gruplarının tıpkı bir kamu kurumu gibi politikalar oluşturması. BM Kadın Birimi’nin, kadına yönelik ev içi şiddetin karantinada %20 arttığını gösteren gölge raporunu adeta bir uyandırma alarmı olarak algılayan, çok şey öğrendikleri #MeToo hareketine müteşekkir olmakla birlikte, 2021 8 Martı’nı kendi “Küresel Ev İçi Şiddet ve İstismar Politikası” ilanıyla selamlayan Unilever tipik bir örnek. Ülkemizde daha çok Lipton, Knorr, Magnum, Rexona, Persil gibi markalarıyla bilinen ama dünya çapında çok çeşitli tüketim maddeleri (gıda, içecek, temizlik ve kişisel bakım vb.) üreten, 190 ülkede dolaşımda olan 400 markaya sahip, toplam sermayesi 68 milyar dolar civarında olan uluslararası tekel, pandemi boyunca İngiltere ve Fransa’daki fabrikalarını işçilerin gelirsiz kalması pahasına kapatmakla,[10] Pakistan’daki çay fabrikalarını kapatıp başka yerde, başka marka adı altında açarak fırsatçılık yapmakla dünyanın farklı bölgelerinden işçilerin tepkilerini çekmişti, not düşelim.[11] Unilever’in ayrımcılığa karşı çeşitlilik taahhüdüne ve toplumsal cinsiyet duyarlılığına ilişkin akılda tutulması gereken bir vaka da, Kenya’daki çay plantasyonlarında çalıştırdığı işçilerin ırkçı saldırılara maruz kalması karşısında kılını dahi kıpırdatmaması, onlarca kadının etnik tecavüze maruz bırakılarak çalıştırılmaya devam etmesidir.[12]
Peki, toplumdaki cinsiyetçi ön yargılara, ayrımcı davranışlara, erkek egemen kültüre, ev içi şiddete bu kadar karşı çıkan ve milyonlarca doları bunu sonlandırmaya yatıran, cinsiyet eşitliğini bir “yatırım” alanı haline getiren tekelci kapitalizm, konu emek olduğunda mı birden düşman kesiliyor? Kadının cinsiyetini yüceltip emeğini mi değersiz görüyor? Güncel birkaç örnekle burayı da sorgulayalım.
CİNSİYET EŞİTLİKÇİ İŞVEREN MİTİ
Söz konusu kadın emeği olunca, işgücünün ve istihdamın en marjinalinden bahsediyor oluşumuz mesnetsiz bir teamül değil tabi. Kayıt dışı kadın emeği, ‘kadın dostu’ bir poz vermek isteyenler için en fotojenik alanlardan biri. Bu tekelci kapitalizmin dağarcığında olmayan bir bilgi değil, ne de olsa bu panoramayı yaratan kendisi. Türkiye’de Cheetos, Doritos, Ruffles, Lay’s gibi cips markaları ve kolasıyla bilinen, üretimi Güney Afrika, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki mısır ve patates plantasyonlarına, pazarı 23 markasıyla 200 ülkeye yayılan, yıllık net geliri 70 milyar dolar civarındaki, dünyanın en büyük işlenmiş gıda, atıştırmalık ve içecek tekeli PepsiCo’nun böyle bir öz çekimi tercih etmiş olması şaşırtıcı olmasa gerek.[13] Bu işte ortak olarak en az kendisi kadar dünya toprakları üzerine yayılmış bir sivil partner bulması da zor değil: 100 ülkede 90 milyon kişiye doğrudan 400 küsur milyon kişiye dolaylı olarak ulaşan bin 300 projeye sahip uluslararası insani yardım ajansı CARE tüm kaynaklarıyla göreve hazır.[14] 2019’da kadın emeğinin değerlendirilmesine/vasıflandırılmasına 18,2 milyon dolar yatırım yaparak başlattıkları “She Feeds The World” [Dünyayı O Besliyor], Mısır, Guatemala, Hindistan, Peru ve Uganda’da (çoğunluğu ücretsiz aile işçisi) 5 milyon tarım işçisi kadının ve ailelerinin mahsul verimini ve dolayısıyla gelirini artırabilmesi için eğitilmesini hedefleyen bir proje.[15]
Programın “Dünyayı O Besliyor” şeklindeki başlığındaki annelik ve tarım işçiliğini çağrıştıran iki anlamın üst üste bindirilmesi, neoliberal-muhafazakâr politikaların ilk devreye sokulduğu dönemlerden alışkın olduğumuz bir anlatı. Burada “Kadınlar erkeklerden daha çalışkandır” şeklindeki geleneksel bir mit, kendi abartısı olan “Kadın emeği o kadar üretkendir ki yeryüzündeki açlığa son verebilir” şeklinde iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçlarıyla mücadeleyi de ima edecek şekilde tamamlanıyor. Kalkınma politikalarında “toplumsal cinsiyeti anaakımlaştırma” çabasının bir çıktısı olan bu ve benzeri (“kadınlar erkeklerden daha az yolsuzluğa yatkındır”, “toprağa daha yakındır” ya da “doğası gereği barışçıldır”) toplumsal cinsiyet mitleri, sermayenin ihraç edildiği ülkelerde hala baskın olmaya devam ediyor.[16]
Bununla birlikte, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’dan başlayarak, “hem anne hem iş kadını” miti; öz kuvvet, otonomi, kendine yeterlik, asla-boyun-eğmezlik ve canı-ne-isterse-onu-yaparcılık gibi birtakım özelliklerle donatılarak yeniden üretiliyor. Aslında her mit gibi bu da özünü maddi bir gerçeklikten alıyor. Zira son 10 yılın Lübnan’dan Şili’ye, Ekvador’dan Sudan’a, Polonya’dan İran’a halk ayaklanmalarının ön cephesinde gördüğümüz, genç, dinamik ve reformla yetinmeyeceğinin emarelerini gösteren eğilip bükülmez kadınlar, kendilerine “kuş, çiçek, böcek” şefkatiyle yaklaşacak demode bir sermayeyle ve onun iktidar aygıtıyla uzlaşmayacaklarını gerek adalet sarayı (Arjantin) gerekse mahkemeyi yakarak (Meksika) ifade ettiler. Dolayısıyla bu yeni kadın tipini olumlu ve olumsuz yönleriyle çeşitli propaganda aygıtları vasıtasıyla mitleştirmek sermaye için bir ihtiyaç halini aldı.[17] Ve bu yeni kadın tipiyle toplumsal cinsiyet eşitliği zemininde uzlaşı arayan sermaye, yarattığı yeni toplumsal cinsiyet mitlerinin[18] tamamlayıcı olarak “cinsiyet eşitlikçi işveren” mitini yarattı.
Yukarıda bahsettiğimiz “Uluslararası Kadınlar Günü” oluşumu sadece 8 Mart’ı ilhak projesi değil, aynı zamanda “cinsiyet eşitlikçi işveren” mitinin oluşturulması bakımından da bir örnek. Pek çoğu pandemi döneminde işçilerini insanlık dışı koşullarda çalışmaya zorlayan, bir kısmı bu nedenle grevle karşı karşıya kalan bu şirketler, Lean-In Vakfı gibi (neoliberal) feminist paydaşlarıyla birlikte “kadınlar için ‘prime’[19] işveren olma” kriterleri belirliyor, bu kriterlere uyan işletmeler tespit edilip vitrine konuyor ve “Kadınlar için prime işverenlere çalışmaya hevesli misiniz?” başlığı altında bu şirketler için çalışmak teşvik ediliyor. Bu tekellerin “desteklediği” “Uluslararası Kadınlar Günü” oluşumunun 10 kriteri şöyle ifade ediliyor:
“Kadınlar için prime işverenler 1) üst düzey yöneticilikte toplumsal cinsiyet eşitliğine bağlılık sergilerler, 2) çeşitlilik, hakkaniyet ve içerme kültürünü benimserler, 3) erken kariyerden üst yöneticilik düzeyine kadar kadınların işe alındığı bir boru hattı oluştururlar, 4) esnek çalışma düzenlemelerine değer verip desteklerler, 5) her türlü ön yargı sorununun çözümünde formel rotalar belirlerler, 6) tedarik zincirinden karar verme mekanizmalarına kadar kadınların içerilmesini garanti altına alırlar, 7) pazarlama ve iletişimin istikrarlı bir şekilde kalıp yargılardan arındığına emin olurlar, 8) kadınların ilerlemesi için dışarıdan destek veririler, 9) çeşitlilik girişimlerinin gelişimini ve çıktılarını denetlerler, 9) ilerici işveren pratiklerinin dışarıdan doğrulanmasına katılırlar.”[20]
Bu, kadın dostu/cinsiyet eşitlikçi işveren kriterlerinin ve hatta sertifikalarının örneklerinden sadece biri. Paydaşlarının Birleşmiş Milletler Kadın Birimi, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Avrupa Birliği olması ve Türkiye’den işverenlerin yüksek katılımı bakımından bir tanesini özel olarak anmak gerek. 2030 yılına doğru sürdürülebilir kalkınma hedefleri doğrultusunda G7 merkezli başlatılan Empower Women (Kadınları Güçlendir) Programı kapsamında belirlenen, işyerinde toplumsal cinsiyet eşitliği ilkeleri: WE Principles (WEPs, Kadınları Güçlendirme İlkeleri).[21] Toplam 7 ilkeden oluşan bir taahhütname olan bu işyeri sözleşmesine imza atan şirketler hakkında, belirlenen kriterlere göre periyodik puanlamalar yapılarak her şirket için ilerleme raporu hazırlanıyor, ilerleme kaydetmeleri için araç kitleri ve eğitim programları oluşturuluyor. Dünya çapında 6 bin 113 şirketin imza attığı taahhütnameye en çok imza atan ülkeler arasında, Brezilya’dan (615) sonra 404 şirketle Türkiye ikinci sırada. İşyeri kreşi olması ve çeşitlilik yönetimi becerisiyle sık sık övünen, Tuzla’da kurulu, yakın zamanda yüzde 80’i kadın olan işçilerine ücret zammı vermeksizin çalışma dayatan tekstil şirketi ETF’nin bu taahhütnamenin gururlu bir imzacısı olduğunu hatırlatalım.[22]
Bir hatırlatma da, kadın dostu işveren pozunun yerli, milli ve örgütlü kesimlerince verilmiş haline gelsin. BM Kadın Birimi kolaylaştırıcılığında TÜSİAD ve TÜRKONFED’in yürüttüğü “Covid-19 Salgınının Kadın Çalışanlar Açısından Etkileri” başlıklı çalışma ve raporun sonuçları, pandemi öncesi dünyanın cinsiyet eşitsizliğinin pandemiyle birlikte ne kadar derinleştiğini ortaya koymakla birlikte, iş dünyasının tedbir almadaki yetersizliğini de teslim ediyordu. Ekmek ve Gül editörü Hilal Tok’un çok haklı sorusu da ortada: Sayılan dertlerin sorumluları öte dünyadan mı?[23] Elbette Türkiyeli sermayenin bu kadın dostu pozu hiç sorgulanmadı değil; raporun cinsiyet eşitsiz hane içi iş bölümü, şiddet sorununu ele alışı, eşitsizliğin tükenmişlik, endişe, depresyon gibi psikolojik sonuçlarının adressiz sorgulanmasına izin vermeyen kadın işçiler de oldu: “Peki ya fabrikalar? Yorgunuz diye vardiya mı azalttılar? Fabrikalarda şiddet, taciz, ağırlaşan iş yükü yok mu?”[24]
Yazının bu bölümüne kadar detaycı olmak pahasına ortaya konulan tekelci sermayenin çelişkili görünümünü, “Özünde işçi düşmanı kapitalizm görünürde ‘kadın dostu’ sahte bir poz veriyor” diye yorumlayıp yazıyı burada bitirmek mümkün olurdu -eğer kapitalizmin kullanımındaki geleneksel toplumsal cinsiyet mitlerinden giderek radikalleşen ve deyim yerindeyse “feministleşen” davranışsal ve söylemsel değişikliklerden geleceğe dair ders çıkarma ve buna göre bir rota çizme zorunluluğu kendini dayatmamış olsaydı. Nihayetinde bu cinsiyet eşitlikçi pozun verilebildiği set ortamı, ışıkları, arka planı, kostümleri ve makyajı on yıllar süren bir hazırlığın sonucu. Üstelik tekelci sermayenin role girdiğini de teslim etmek gerek.
TEKELLERİN OYUNCU KOÇLARI: NEOLİBERAL FEMİNİZM(LER)
Tekelci sermaye, cinsiyet eşitliği mücadelesinde doğrudan üstlenmeye kalktığı bu rolde şüphesiz ki yalnız değil. Sembolik bir milat belirlenecekse Birleşmiş Milletler’in Mexico City’de düzenlenen bir konferansla 8 Mart’ı Uluslararası Kadınlar Günü olarak kabul ettiği ve “Kadın Yılı” ilan edilen 1975 yılından bu yana periyodik kadın konferanslarının her biri bugüne gelinen yolda köşe taşları sayılabilir; 1980 Kopenhag, 1985 Nairobi, 1995 Pekin. Buralarda örgütlenen lobi faaliyetleri, oluşturulan baskı ve çıkar gruplarının etkisiyle “Eşitlik kârlılık getirir-vari” sloganlarla, eylem planlarıyla Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ekonomik Forumu gibi diğer uluslararası sivil toplum kuruluşları da bir süredir toplumsal cinsiyet eşitliği hizasına çekilmiş durumda.
Elbette bu neoliberal eşitlik mayasının tutabilir olmasında başat faktör, çokça tekrarlandığı üzere, işçi sınıfının SSCB’de revizyonizmle başlayan tarihi yenilgisi. Dünyanın birçok bölgesinde ama en önemlisi Avrupa ve Amerika kıtalarındaki komünist partilere de sirayet eden revizyonizm, bununla paralel olarak sınıf sendikacılığının tasfiyesi, bürokratik sendikacılığın yükselişi ve post-modern bir türevi olarak toplumsal hareket sendikacılığı gibi uzlaşmacı hareketlerin egemen hale gelmesi temel bir belirleyen.[25]
Ancak neoliberal dönüşüm programının başından beri bir parçası olan aile ücretinin tasfiyesi, genel sosyal güvenlikten istihdama dayalı sosyal güvenlik modeline geçiş, bu bağlamda ucuz emek gücü olarak kadın istihdamının teşviki, geri ödemesi (toplumun patriyarkal karakterinin de katkısıyla) zor ve hatta neredeyse imkânsız mikro kredilerle özel olarak bir cinsi borçlandırma anlamına gelen kadın girişimciliğinin teşviki gibi ekonomi politikaların hayata geçirilmesinde, işçi sınıfı mücadelesi dışında şekillenen, ama çok da uzağında olmayan bir feminist akımın kolaylaştırıcı bir rol oynadığı da artık sıkça tekrar edilen bir gerçek.
Bugün karşı karşıya olunan ise, tekelci kapitalizmin ikinci dalganın söylemlerini içererek kendi ideoloji dağarcığına kattığı bir neoliberal feminizm. Tarihsel olarak işçi sınıfı saflarının bilimsel sosyalizmden uzaklaşan kesimlerinden doğan (Yeni Sol, Hakiki Sosyalizm vb.) sosyal reformizm alanının dışında, ama onunla dirsek temasında, işçi sınıfının doğrudan karşısında. Güçlü kadın imgeleri üzerinden politik söylem üretmeyi, siyasi partilere, hükümetlere ve hatta çeyrek yüzyıl öncesinde yaptıkları gibi sivil toplum örgütlerine dahi bırakmayan mali oligarklar adına feminist söylem üretiyor.
Burada artık neoliberal feminizm dendiğinde ikonik hale gelen Lean In-Sınırlarını Zorla “hareketi”nin sembolik serüvenini hatırlamakta fayda var. Facebook CEO’su Sheryl Sandberg’in yazdığı kitap aylarca New York Times çok satanlar listesinde yer aldı. TED Talks videolarını milyonlarca kişi izledi. Tartışma grupları ve blog yazılarıyla Lean-In Çevreleri oluşturuldu, bu çevreler yeni gruplar kurdu. Kadınlarla yıllar süren ayrımcılık davalarının davalı tarafı, dünyanın en büyük perakende tekeli Wal-Mart’ın aralarında olduğu DuPont, Chevron, Coca-Cola gibi tekelci kapitalizmin devlerinin sponsor olduğu ve kendilerine ait işletmelerde çeşitlilik yönetimi programları altında Lean-In seminerleri düzenlendi. Nihayet, Lean-In Vakfı kurularak tüm bu faaliyetler kurumsallaştırıldı. Tekelci sermaye, onu herhangi bir kişisel gelişim kitabı olmaya terk etmedi, bir harekete çevirdi. Yayınlandığı 2013 yılından bu yana kısa süre içerisinde bir harekete dönüşen bu kitabın bibliyografyasının feminist akademik yazına dayanması bizzat feministler tarafından alarm verici olarak değerlendirildi. Toplumsal cinsiyet alanında yetkinleşen Amerikalı sosyoloji profesörü Christine Williams’ın kitabın bu özelliğini “Kapitalizm ve Feminizmin Mutlu Evliliği” olarak değerlendirmesi, Heidi Hartmann’ın kaleminden çıkma, 2. Dalga Feminizmin ikonik “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği” makalesine referans vermesi bakımından da ilginçtir.[26] Ama kesinlikle anlaşılmaz değildir. Açalım.
FEMİNİST FİNANS KURULUŞLARI: “KADIN KADINA -KÜRESEL KAPİTALE- BORÇLANMA”
1970’lerin yükselen kadın hareketinin bir parçası olan 2. Dalga Feminizmin teorik çeşitlenmesi süreciyle paralel olarak neoliberal dönüşüm atmosferinin elverişli kıldığı birtakım pratik deneyler, güncel neoliberal feminizminin evrimi için verimli bir repertuar oluşturuyor. Burada, 2008 krizi ve bugünkü pandemi gibi, ekonomik krizlerin geniş bölgesel ya da küresel boyuta vardığı durumlarda hafızalarda yoklanan “feminist finans kuruluşları”nın tuttuğu yer özeldir. Serbest feminist gazeteci Cecillia Nowell’ın pandemi ortasında 1979’lerin ilk feminist finans kuruluşcularıyla yaptığı röportajı “Feminist Federal Kredi Birliklerinden Öğrenebileceklerimiz” başlığıyla yayınlaması bunun bir göstergesi.[27]
1970’lerin Amerikası’nda kendi kendine yetebilen bir kadın yaşamı mitini kuran, ‘self-help’ kürtajlar gibi pratiklerle bunu deneylemeye çalışan Kadınların Kurtuluşu Koalisyonu’nun toplantıları sırasında doğan pek çok fikrinden biri: Feminist Kredi Birlikleri. Sorunun kaynağı mütevazı işletmeler kurmak isteyen kadınların krediye erişimde yaşadığı fırsat eşitsizliği. 1974’te “kredi verenin (başvuranın sözleşme kapasitesine sahip olması kaydıyla) ırk, renk, din, ulusal köken, cinsiyet ya da medeni durum ya da yaşı temelinde herhangi bir kredi işlemine ilişkin başvurana karşı ayrımcılık yapması” fiilini yasa dışı ilan eden Eşit Kredi Fırsatı Kanunu yürürlüğe girene kadar çoğu banka kadınlara kredi vermiyordu.[28] Kadınların, evli değilse babası, evliyse kocası, her durumda erkek bir kefil sunması talep ediliyor, kredi mülakatlarında kadınların doğum yapmayı düşünüp düşünmedikleri sorgulanıyordu.
Bu tutum karşısında “finansal haklarından mahrum bırakılmış hisseden” feminist kadınlar 1973’te ilk feminist kredi birliğini açtılar. 1976’ya gelindiğinde ABD ve Kanada’da 3 milyon doların üzerinde bir varlığı kontrol eden 18 feminist kredi birliği bulunuyordu.[29] Bu finansal girişimi şaşırtıcı olmayan şekilde “kadın bankaları” izledi. Feminist dayanışma gibi bir ‘sosyal sermaye’nin mali sermaye karşısındaki zayıf rekabet gücünü sürdüremeyen bu bankaların pek çoğu büyük bankalar tarafından yutulduğunda “kadın girişimciliği” denilen “cinsiyet eşitlikçi” mikro-krediyle borçlandırma hadisesinin ne kadar kârlı olabildiği çoktan kanıtlanmıştı.[30]
Bu dönemin finans kuruluşu girişimlerinden bazıları yok olurken bazıları dönüştü. 1975’te Mexico City’de düzenlenen Birleşmiş Milletler Kadın Konferansı’nın dönemin ruhuna uygun çıktılarından biri olan Women’s World Banking [WWB, Kadınların Dünya Bankacılığı] gibi “kâr amacı gütmeyen” ve bugün hala finansal danışmanlık yürüten kuruluşlar korunanlar arasında. WWB, kurucu komitesinde dünyanın en büyük 10 banka kuruluşları arasında bulunan Bank of America’nın yuttuğu Merrill Lynch International’dan bir temsilci, dünyanın en büyük kayıt dışı işçi kadın örgütlerinden biri olan Hindistanlı SEWA’dan bir temsilci ile Gana’da mikro-kredinin öncülüğünü yapan bir kadın müteşebbisin olması bakımından simgesel bir öneme sahiptir. Kadınların finansal içerilmesi söylemi aracılığıyla kurulan küresel ölçekli bir sınıfsal uzlaşı koalisyonunu da temsil eder. Bugün, 82 ülkede kendi eğittiği bin 120 yöneticiyle ve 39 ülkeden 56 mali politikacıyla birlikte çalışmakla övünen, “dünya çapında 1 milyar kadının küresel finans sisteminin dışında olması sorunu”nu çözmeyi hedefleyen WWB, 35 piyasada, düşük gelirli kadınlara kredi ve diğer finans ürünlerini pazarlayan 60 mikro finans kuruluşundan oluşan bir ağı koordine ediyor. Bu 85 milyondan fazla kadının “finansal içerilmesine” yani mikro kredilerle borçlandırılmasına tekabül ediyor.[31] ABD’de başlayan kadınların “finansal içerilmesi” misyonuna Avrupa merkezli sermayenin de dahil olmasıyla birlikte bugün pek çok Asya (Hindistan, Pakistan, Sri Lanka, vb) ve Afrika (Tanzanya, Zimbabwe vb) ülkesinde bazıları merkez bankalarının denetiminde pek çok kadın bankası var.
FEMOKRAT’LARDAN YÖNETİŞİM FEMİNİZMİNE
Geniş planda sermaye ihracının yerküre üzerinde genişleyen bir coğrafyaya yayılımı olan bu sürecin yüzyıl sonundaki dönemecine “küreselleşme” adı verildiğinde, bir kısım sol hareketler koskoca bir Komünist Enternasyonal tarihini çiğneyerek ya da üzerinden atlayarak “sermaye küreselleşiyor, emeğin de küreselleşmesi lazım” nidalarıyla Dünya Sosyal Forumu gibi birtakım duraklara uğrayarak bir destinasyona vardı: G20’nin eleştirel dostu sivil toplum kuruluşlarında kümelendi. Öte yandan pek çok sınıf dışı akım yeni bir tarih yazımı uğraşına da girdi. “Yeni Dünya Düzeni” kavramı ile adı özdeş Thomas Friedman’ın sözlerini adeta akademik kadın araştırmalarına taşıyan feminist akademisyenler de herkesin tarih çubuğunu kendine büktüğü bu genel uğraştaki özel yerlerini aldılar. 2000’li yılların başında, kadınların Amerika’yı nasıl değiştirdiğine dair peş peşe yayınlanan kitaplarda SSCB kastedilerek devrimlerin kadınları nasıl yarı yolda bıraktığı, artık tek umudun radikal reformlarda olduğu işlendi.[32] Kitabının başlığında “geriye dönmek yok” gibi geleceğe yönelik bir iddiayı da taşıyan feminist akademisyen Estelle Freedman şöyle coşuyordu:
“Dünyanın her yerinden feministler erkek-kadın, kamu-özel, vatandaş ve anne hiyerarşilerine meydan okudular. Milyonlarca kadın ve onların erkek müttefikleri artık toplumsal cinsiyet ilişkilerini ve teamüllerini dönüştürmek gibi ciddi bir politik görevle iştigal ediyorlar artık. Köylerde taban hareketi liderleri olarak, resmi makamlar için aday olarak, ayrımcılığa meydan okuyan uluslararası ajanslarda mücadele ediyorlar. Nerede demokratikleşme gerçekleşiyorsa orada kadın grupları onu sonuna kadar genişletmeye çabalıyor. Devam eden küresel ekonomik ve demokratik hareketlerle birlikte feminizmin şimdiye kadar inşa ettiği bu momentum düşünüldüğünde, kadınların eşit değerde olduğunun evrensel olarak tanınması mücadelesinin geriye götürülmesi mümkün değil.”[33]
Feminist tarih yazımındaki toplumsal cinsiyeti anaakımlaştırma girişimleri, reformculuğu seçenek olarak tekleştirdiği bir ortamda devlet aygıtında da bir anaakımlaştırma hareketiyle paralel ilerliyordu. Avustralya’daki “femokrat”[34] girişim kendine has bir kavram üretmesi bakımından da özgün bir deneyim sunar. 1980’li yıllarda İşçi Partisi’nin lideri “Avustralya’yı değiştiren adam” Bob Hawke liderliğindeki hükümetin cinsiyet politikaları feministler tarafından yazılmış, bürokratik makamlarda istihdam edilen feministler tarafından uygulanmıştır. Bir yandan neoliberal politikalar devreye alınırken üreme sağlığı, ev içi şiddetle mücadele, çocuk bakımı gibi pek çok konuda bürokratik makamlarının verdiği gücü kullanan femokratlar, daha sonrasında Güney Afrika ve Latin Amerika’daki sol neoliberal hükümetlerle feministlerin ilişkisi bakımından da bir model olarak ele alınıyor. Her ne kadar feminizmin neoliberalizm tarafından baştan çıkarıldığını iddia ettiği 2009 tarihli kitabında[35] daha eleştirel bir yaklaşımı benimsediyse de, yerinde inceleme fırsatı bulduğu femokratlara “içeriden ajitatörler” nitelemesi yapan Hester Eisenstein’in 90’lı yıllardaki gözlem ve değerlendirmeleri, devlet içerisinde anaakımlaşan bir feminizmi olumlar niteliktedir: “Bilgilendirme merkezleri ve kadın sığınma evlerinden kadın sağlığı merkezlerine kadınlar tarafından sunulan bir dizi kadın hizmeti hükümet fonuyla kurulmuştu. Hükümet kurumlarının retoriği geniş bir feminist analizin kabulünü yansıtıyordu. Kadınların ekonomik, politik ve kültürel eşitliğinin önünde engel teşkil eden ataerkil yapıların varlığını kabul eden bir söylemle bizzat başbakanlar kadınlar için özel programlar başlattılar.”[36]Femokratların İşçi Partisi’nin toplumsal cinsiyet eşitliği politikası oluşturduğu bu yıllarda, aynı zamanda tüm işçiler arasında sendikalaşma oranının yüzde 50’den yüzde 19’lara düştüğünü yıllar sonra yine Eisenstein aktarıyor.[37]
Bu femokrasi deneyimi ve benzerleri, anaakımlaştırma modasının yanı sıra teorik bir tartışmayı da yeniden tetiklemiş oldu: Feministler ile devlet nasıl ilişkilenmeliydi? Askeri diktatörlük rejiminden demokrasiye geçiş sürecindeki bir ülke olan Brezilya’dan feminist Sonia Alvarez’in haklı sorusunda olduğu gibi: Devlet daha büyük bir eşitlik için potansiyel bir güç müydü? Yoksa patriyarkal tahakkümün bir enstrümanı mıydı?[38] Benzer bir sorun Güney Afrika bağlamında da sorulmuştur. Devlet içerisinde politika üretme ve uygulama gücünün çekiciliği ile ataerkil kamusallık olarak devletin organik bir parçası haline gelme arasındaki gerilimde feminist bilincin yol gösterici olup olmayacağı özellikle Kap’taki mevcut pratikleriyle tartışılsa da net bir tutum takınmak kolay bulunmamıştır.[39]
ABD’de Clinton döneminde devlet makamlarında görev alan feministler, devletle ilişkilenme biçimlerini tartışmaya açmışken, özellikle 1996 yılında çıkan refah yasası ve göçmen emeğini illegalleştiren göç yasası Reagan’ın açtığı yolu tamamlıyordu. Femokrasi, devlet feminizmi gibi isimlerle anılan tür feminizm ise, 21. yy’da artık yönetişim feminizmi olarak dolaşımda olsa da, terimi kavramsallaştıran Janet Halley’in deyimiyle hala mayın tarlasında yürümekten farksız bulunuyor.[40]
21. YÜZYILDA KAVRAMSAL BİR ÇIKIŞ: KAPİTALİST FEMİNİST MANİFESTO
Kontrol altına alınmış bir kapitalizm ham hayali, feminizm içerisinde kapitalizm savunusu yapabiliyor olmanın da bir dayanağı haline getirilebiliyor. Hala!
Analitik feminizmin kurucusu kabul edilen Ann E. Cudd, “Kapitalizm kadınların yararına mıdır?” genel sorusuna yekten evet cevabını vermesiyle neoliberal feminizm tartışmasını açıktan kapitalist feminizm boyutuna taşıyor. Cudd, bu genel soruyu “Kapitalizm kadın özgürlüğü ve toplumsal cinsiyet eşitliği gibi ilerici feminist amaçlara hizmet eder mi? Yani ahlaki yönden meşru bir ekonomik sistem olarak savunulabilir mi?” şeklinde açımlıyor.
Aslında, genellikle ABD kapitalizmi ile SSCB sosyalizmini karşılaştırdığı Rusya ve Doğu Avrupa çalışmalarıyla tanınan Richard de George’un[41] izinden gidiyor. George, kapitalizmin özgürlük ve verimlilik/etkililik gibi birtakım harika iyilikler sunduğunu, ama eşitsizlik ve piyasada rekabet gücü olmayanlara karşı kayıtsızlık gibi ahlaki tehlikeler taşıdığını ileri sürüyor. İkisini de ahlak dışı bulmadığı kapitalizm ve sosyalizmi kıyaslayan George, utilitaryenizmin hakkını vererek, kapitalizmin sosyalizmden daha fazla iyilik getirdiğini iddia ediyor.
Ann Cudd ise, tam da bu iyiliklere bu sefer feminizm adına odaklanıyor. Bir kere kapitalizmin kontrol altına alınırsa iki şekilde ilerici ve savunulabilir olduğunu belirtiyor. Birincisi, gelenek fetişizmine karşı çıkan kapitalizm sadece teknik değil, aynı zamanda sosyal inovasyonu da teşvik ediyor. Bununla bağlantılığı olarak, toplumsal cinsiyet ve kast hiyerarşilerini dayatan geleneksel toplum baskısını azalttığı iddia ediliyor.[42] Bunun bir “kanıtı” olarak da toplumsal cinsiyet baskısının kapitalizmin az geliştiği ülkelerde belirgin, ileri kapitalist ülkelerde zayıf olduğunu gösteriyor. Temel sorun olan kapitalizm ile eşitsizlik meselesinde ise, kapitalizmin bizzat ürettiği (servet, gelir, vb.) ve bizzat üretmediği (toplumsal cinsiyet, ırk, kast) eşitsizlikler arasında bir ayrıma gidilmesi gerektiği önerisinde bulunuyor. Kapitalizme özgü servet ve gelir türünden eşitsizliklerin de dünyanın sadece küresel ticarete eklemlenemeyen bölgelerinde görüldüğü, kapitalist ülkelerin vatandaşlarını yoksullaştırmadığını ileri sürüyor.
Cudd’ın pek çok argümanı özellikle de pandeminin hokus pokusu ortadan kaldıran sonuçlarıyla çürütülebilir. Burada dikkat çekilmesi gereken mesele, Cudd’ın “feminist bir ideal ve gerçeklik olarak kapitalizm” savunusu yapabilmesinde, ünlü Sosyalist Feminist Proje[43] kitabının derleyeni Holmstorm ile yürüttüğü tartışmada feminizm tarafından “aydınlanmış bir kapitalizm” adına “bir feminist kapitalist manifesto” öne sürebilmesindedir.[44] Ve ek olarak, bunu feodalizmin çöküşünde ilerici bir konumda duran sanayi kapitalizminin yükseliş döneminde değil, neoliberal politikacıların dahi neoliberal tahribatı eleştirdiği 2014 yılında yapabilmesindedir.
SOSYALİST FEMİNİSTLER NE DİYOR? ‘FEMİNİST KAPİTAL’ EYVAH (MI?)
Geçtiğimiz yüzyıl başında, sermaye için “işçi düşmanı ama kadın dostu” şeklinde bir yakıştırma yapılsa epey mavra malzemesi olurdu. Zira kadın hareketleri içerisinde en güçlü ve kitlesel olanı komünist kadınların öncülük ettiği proleter kadın hareketiydi ve düşmanı olan sınıfla yüz yüze çarpışmalara giriyordu. Üstelik, ister İngiltere’deki gibi eylem ortaklığı kurulmuş olsun ister Rusya ve Almanya’daki gibi ayrı yollarda yürünsün, uzlaşmaz iki sınıftan ve ara sınıflardan kadınlar, kendilerine oy hakkı tanımakta dahi direnen bir burjuvaziye karşı mücadele ediyordu. Tekil liberal örnekler dışında, bir sınıf olarak burjuvazi hiç de ‘kadın dostu’ bir poz vermiyordu.
Şüphesiz ki yerkürenin insan yaşamı olan tüm kıtalarını dolaşan ’68 rüzgarı durumu değiştirdi. 1970’lerden bu yana tekelci kapitalizm genel olarak kadın mücadelelerinden dersler çıkardı ve görünen o ki feminizm(ler)den de çok şey öğrendi. Öyle ki 21. yüzyıl başında kapitalizm ile feminizm arasındaki ilişki bizzat feminizm içerisindeki “sosyalist” şemsiyesi altında gruplanabilecek bir kesim tarafından sorgulanmaya başlandı.[45]
Neoliberal dönüşüm ile feminizm arasında artık saklanamaz boyuta gelen flörtöz ilişkinin bu 21. yy eleştirisinde kimi zaman postmodernizm ya da post-yapısalcılığın özneyi, tarihi, felsefeyi öldürdüğü cenaze merasimleri suçlu bulundu, kimi zaman emekçi kadınların hayatlarını zindana çeviren uygulamaların kolayca yasalaşmasında orta sınıf beyaz feministlere fatura kesildi.
Oysa kimse bigünah değildi! 1980’ler Amerikan akademisinde feministlerin öncüsü olduğu kadın çalışmaları giderek Marx’tan, Marksizm’den uzaklaşılan, Foucault, Derida, Lacan ve diğer pek çok postmodern düşünürlere yakınlaşılan bir süreçte kuruldu ya da güçlendirildi. Bu dönemde bir grup sosyalist feminist, patriyarkanın evrenselliği kabulüne dayanan bir ‘büyük anlatı’ olarak feminizmin de postmodernist parçalayıcılıktan azade olmadığını söylemedi değil. Ancak pek çoğu feminizm ile postmodernizm arasında bir uzlaşı imkanını sorguladı. Zira her iki akımın hedef tahtasına doğrulttuğu oklar akademideki Marx’ı vuruyordu. Postmodern eleştirinin meselesi feminizmin kendisinden çok, onun sosyalizme ve/ya Marksizme yakınlığıydı. Açılması gereken bir mesafe idi, açıldı![46]
Eisenstein, 90’lı yıllarda, postyapısalcılığın ve yapıbozumculuğun Amerikan akademisinde daha çok postkolonyal çalışmalara yönelmesiyle kadın çalışmalarının yakasındaki postmodern elin zayıfladığını ve böylece yeniden (anti-)kapitalizmi konuşmanın mümkün olduğunu düşünüyor. Oysa meseleyi şöyle tarif etmek de mümkün: Sovyetlerde revizyonist yıkımın tamamlanışına; post-modern anlatının eliyle bütüncül, diyalektik ve materyalist bir tarihsel perspektiften okuma becerisi zayıflamış bir akademi tanıklık etti. En azından Amerikan akademisi için geçerli bu –ki hegemon akademi de oydu.
“Sınıfın ölümü”ne amin diyenlere uyarılar da gelmedi değil. İkinci dalga feminizm içerisinde cinsiyet ve sınıf kategorileri arasındaki ilişkiye odaklanan Joan Acker, pratikte emek düşmanı ama söylemde cinsiyet eşitlikçi neoliberalizmin tutarlılığını mercek altına alırken sınıf kavramını “yeniden çağırdı” ve feminizmi sınıfı unuttuğu yılları sorgulamaya davet etti.[47] Yakın zamanda hayata veda eden Bell Hooks’un “Sınıf fark eder!” çıkışı ise, işçi sınıfı mücadelesini güçlendirmekten çok, pek çok kimliğin yanında sınıfın da bir kimlik derekesinde yer aldığı kesişimsellikle sonuçlandı.[48]
Psikiyatrik bir amnezi yaşanmadığına göre, feminizmin bu büyük unutmasından bilinçsiz, kendiliğinden, doğalında, öznesiz bir süreç olarak bahsetmek mümkün mü? Benzer bir şeyi Fraser’ın “tarihin cilvesi” tanımlamasında da görmüş, eleştirmiştik.[49] Burada 90’ların “kültürel dönüşüm yıllarının” fenomen bir tavrı olarak, “sınıf gibi özne konumlarının reddi” ya da determinizmden sakınmak adına evrensellik gibi kavramların reddini, bu reddiyelerle birlikte feminizmler arası ayrımların belirsizleşmesinin suçunu tümden post-modernizme ya da post-yapısalcılığa atmak, bu tutumların bir alıcısı ve kullanıcısı olduğu gerçeğini görmezden gelmek olur.
Bir gösteren olarak feminizmi, farklı ve hatta çatışkı içerisinde duran türleriyle birlikte kapitalist dönüşümler için elverişli kılan sınıf kavramına (işçi sınıfının maddi varlığına değil, kavramına) yaklaşımının temelden sorunlu oluşudur. Bunu Özuğurlu’dan bir alıntıyla örneklemek gerekirse:
“Sorun sınıf olunca, bilinir ki, hangi safta yer aldığımızı ilan etmek geleneksel Marksizmin dayattığı bir seçimdir. Bu dayatma, en azından tarihte her zaman ve muhakkak, feminizmin talebi olmamış, olmak zorunda kalmamıştır. Oysa hooks’un tartışması bizleri bir feminist olarak emek-sermaye ilişkisinde saf tutmaya davet eder. Davetin bir anlamı, özellikle son 10 yılda sosyal teoriye yeniden çağrılan sınıf kavramının feminist gündeme de yerleşmesinde aranabilir şüphesiz… Bu yorum davetin içeriği hakkında düşünme imkanı pek vermese de, feminizmin kendi yakın geçmişinde sınıfı ‘unuttuğunu’ hatırlatması bakımından önemli olsa gerektir.”[50] (vurgular bana ait)
Görüldüğü gibi, sınıf, kimi zaman sosyal teoriye “çağrılan” kimi zaman oradan kovulan/gönderilen, kimi zaman hatırlanan kimi zaman unutulabilen bir kavram olarak belirirken, “sınıfsal tutum” da Marksizmin dayattığı, feminizmin tercihe bıraktığı, feministlerin davet ya da icabet ettiği bir tavır olarak kavramsallaştırılıyor.
Diyalektik materyalist bir perspektiften bakıldığında bu, her bakımdan sorunlu bir kavrayış. Gerçekliğin kavrayanın kavrama biçimine göre kavramsallaştırılması bakımından aşırı öznelci ve kavramın maddi gerçekliği belirlediği -örtük ya da açık- varsayımını işletmesi bakımından da terimin klasik anlamıyla idealist.
Özuğurlu’nun “feminist bir mesele olarak sınıfsal tutum sorunu”nu neoliberal politikanın 1990’ların ikinci yarısından itibaren yeni evresinin “cinsiyet körü olmayan” özelliği aracılığıyla tartışmaya açması dikkate değer. Yeni evrenin bir özelliği olarak, yerel emek piyasasıyla küresel sermaye arasında artık doğrudan bir ilişkinin kurulduğu tespiti tekelci kapitalizmin yazının başından beri sorun haline getirdiğimiz eğilimlerini gözlemleme olanağı sunabilir. Ancak keyfi unutup hatırlamalar buraya müdahale olanağını imkansızlaştırır.
Uluslararası ölçekte Eisenstein’ın feminizme kendi deyimiyle içeriden yönelttiği eleştirilerin bizdeki benzerini yapan Özuğurlu, endişesini dile getirirken “Sermaye biz kadınlardan yana eyvah!”, “Küresel sermaye kız kardeşliğimize aracılık ediyor eyvah!” der.[51]
Feministlerin kapitalizmi açıktan savunabildiği, tekelci sermayenin feminist kampanyalar örgütlediği bu aşamada sosyalist feminizmin kendilerini neoliberal feministlerden ideolojik ve teorik olarak ayrıştırma çabaları dışında, doğrudan tekelci sermayenin kendisine yaklaşımı ne olacak? Feminizm göstereninin neoliberal, yönetişim, devlet ve hatta kapitalist gibi kategorik olarak sosyalist feminizmin karşısında konumlanması beklenen varyantları anlamlandırabilmesi nasıl açıklanacak? Feminizmin bu çeşitlenmeye elverişli özü sorgulanacak mı? Yoksa yüzyılın çeyreğinde “Feminist kapital eyvah!”lı makalelerle kazailikler, tarihsel cilveler, baştan çıkmalı kültürel dönüşüm hikayelerinin uzantılarına mı sarılınacak?
PANDEMİ SONRASI DÜNYAYA YİNE, YENİDEN BİR “YENİ FEMİNİST SÖZLEŞME”
Bu soruları düne göre daha önemli kılan bir dönüm noktasında duruyoruz. Tekelci sermayenin, konvansiyonel sağ ve sol merkez burjuva partiler bir yana yeni sosyal reformist partilerden dahi daha radikal bir görüntü verdiği bir dönemdeyiz. Kesişimsellik, Birleşmiş Milletler düzeyinde anaakımlaştı.
BM Kadın Birimi, kadın hareketinin kavram setlerini kullanarak geleceğin yeni toplum sözleşmesini, “Kovid-19’un Ötesinde: Sürdürülebilirlik ve Sosyal Adalet için Feminist Bir Plan” adlı bir raporla açıkladı. Rapor, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sistematik olarak altını oyan iç içe geçmiş, kesişen bir üçlü kriz ortamı tanımlıyor. Birinci kriz; iş ve geçim krizi. Burada kadınların erkeklerden daha fazla iş kaybettiğine ve 2021 yılı sonunda erkeklerin kaybettiği işleri geri alacağına, ama kadınların alamayacağına dikkat çekiliyor. İş kaybetmenin cinsiyetli istatistiklerine davet edilen gözler, iş kaybetmenin kendisinin problematik doğasından uzaklaştırılmış oluyor. Bu krizin geçim boyutu ise, kadınların erkeklerden daha az Kovid-19 yardım paketine erişebildiği niceliğiyle içeriklendiriliyor. Yine, geçim hadisesi “sosyal yardım paketine erişebilirlik” ile ilişkilendirilerek Kovid tedbirleri başlığı altında tekellere doğru sermaye aktarımından uzaklaştırılan gözler, emekçiler tarafından üretilen bu sermayenin kırıntılarının emekçilere yeniden dağıtımındaki cinsiyetliliğe kilitleniyor. Üçüncü kriz, giderek hızlanan çevresel kriz. Buradaki odak yine iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin cinsiyetliliği ile toprak başta olmak üzere mülkiyet haklarına erişimdeki cinsiyetlilik. İklim değişikliğinin kapitalizmin doğasındaki aşırı üretimle alakası gündem dışı kılınıyor. Kısacası, özünde üretim ilişkilerinin ikincil bir belirlenimi olan toplumsal cinsiyet eşit(siz)liği, alışık olduğumuz üzere, genel olarak kapitalist üretim tarzının zorunlu sonuçlarını perdelemek üzere araçsallaştırılıyor.
Bu işlem için gerekli araç kitiyse, yeni toplumsal hareketler, prekarya[52] gibi Marksizm dışı bir sosyal teori literatürünün de katkısı olmak koşuluyla, büyük oranda kesişimsel feminizm[53] birikiminden sağlanıyor, yeniden üretim feminizminin bazı önermeleri tarafından destekleniyor. Zira “Bu planı feminist kılan ne?” sorusunu okur adına kendisine soran raporun cevabı kesişimsellik. İddia o ki, “kadınların yaşanmış deneyimlerinin toplumsal cinsiyet, sınıf ve ırk/etnisite ve benzerlerine dayalı iç içe geçmiş eşitsizlik yapıları tarafından şekillendiği fikri” benimseniyor. Dönemin ruhuna uygun olarak, elbette, beyaz, sınıf ayrıcalıklı kadınların deneyimlerinin evrensel kabulüne karşı, Küresel Güneyli, Siyah ve Yerli kadınların çoğulculuğu ya da toplumsal cinsiyet ikiliklerine karşı “dünyada her daim var olmuş çeşitli toplumsal cinsiyet kimlikleri” de kesişim(ler)deki yerini alıyor. Tüm bu “eşitsizlik yapıları”nın oluşumundaki sistematik tarihsel sorumluluk ise yakın geçmişte post-modern akademinin yeterince hırpalayıp yorduğu bir düşman: sömürgecilik. Eşitsizlik, sömürgeciliğin hala devam eden mirası. Zenginliğin ve gücün birkaç kişinin elinde yoğunlaşmasının çoğunluk açısından derin bir güvencesizlik hissi yaratması temel sorun olarak ele alınırken, pandemi öncesine geri dönmenin mümkün olmadığı, artık geleceğe öngörülü yaklaşan yeni bir toplumsal sözleşmenin acil ihtiyaç olduğu vurgulanıyor; ajandası “sürdürülebilirlik, sosyal adalet ve toplumsal cinsiyet eşitliği” gibi eski neoliberal süslemelerle bezenmiş bir sözleşme.[54] Hiçbir zaman kadınları ve diğer marjinalize edilmiş grupları içermemiş olan, daha çok “devlet ile piyasa, işçi ile sermaye arasındaki ilişki”yi dert edinen “eski” toplum sözleşmelerinin toplumsal yeniden üretimi görmezden geldiği vurgulanıyor. “Yeni feminist toplum sözleşmesi hem piyasaların hem de devletlerin işlemesini sürdürebilir kılanları -ailelerdeki ve topluluklardaki insanları- öncelemelidir” fikri öneriliyor.[55]
Teorik, kavramsal ve politik malzemesi yeniden üretim üzerine biriken feminist yazının da katkısıyla kesişimsel feminizmden gelen bu rapor, Birleşmiş Milletler ve benzeri yapılarda feminizmin anaakımlaştırılması çabalarının bir ürünü, bir başka açıdan da yönetişim feminizminin adeta geç gelen zaferi şeklinde okunabilir.[56]
KADIN HAREKETİNİN ÖNÜNDEKİ ROTA(LAR): UZLAŞI YA DA SINIF MÜCADELESİ
Lenin, Bolşeviklerin tüm sınıflar içerisinde çalışma yürütmesinin iktidarı ele geçirme yolunda bir zorunluluk olduğunu söyler. Bu; burjuvazi için de böyledir. Hele ki, emperyalist aşamasında daha da çok böyledir.
G20’nin yanına; uluslararası ticaret hakkında istişare organı olarak Business 20’nin konması sermaye ihracının tabiatına uygun bir hamledir. Emperyalizmin küresel düzeyde yol açtığı yıkım karşısında sistemsel dönüşüm arzusunun önünü Civil Society 20 adında küresel bir filantropi ağıyla almak kapitalist akla makuldür. Bunları çerçeveleyecek kavramsal veri setlerinin oluşturulması için düşünce kuruluşlarının küresel ağı Think 20 son derece işlevseldir. Ne var ki, sendika konfederasyonlarını kendine eklemleyen Labour 20 (L20; Emek 20)[57], kadın örgütlerinin paydaş olduğu Women 20 (W20; Kadınlar 20)[58] ve dünya gençliğinin sermaye hedeflerine yedeklenmesini hedefleyen Youth 20 (Y20; Gençlik 20) G20’nin yan ürünleri arasında özel öneme sahiptir. Onlar, emperyalist kapitalizmin tüm sınıflara dolaysız olarak müdahaleyi hedeflediği küresel ağlardır.
Kapitalizmin, kendi çıkarlarını tüm sınıfların çıkarlarıymış gibi gösterme kabiliyetini küçümsemek büyük gaflet olur. Bu uğurda eşitlik, özgürlük, sosyal adalet, emeğin hakkı gibi kendi özüne dışsal olan ve hatta tam karşısında duran işçi sınıfının acil taleplerini dahi kullanmadaki ustalığı da ortada. En güncel örnekler kanıtlıyor ki, kadınların ezilmesi sorununun içerisinden sınıf uzlaşmazlığı gibi başat bir unsur çıkarıldığında, kapitalizmin yeri gelip kabul etmeyeceği bir içerik yok -ki artık yeri gelmiş görünüyor. Kadın kurtuluş mücadelesinde, sınıf mücadelesi dışsallaştırıldığında, toplumsal cinsiyet eşitliğini söylem, sosyal politika veya finans politikası formunda kendi toplumsal yeniden üretiminin bir katalizörü olarak kullanmak pek çok yönden avantaj sağlıyor. Sınıf karşıtlığından arınmış bir cinsiyet eşitliği programına gönüllülük, kapitalist ile işçinin en temel karşı karşıya gelme alanında, işyerinde bile sergilenebiliyor. Kadın emeği nezdinde emek kavramı, bile bile sınıf mücadelesinden soyutlandığında sosyal, kültürel ve tabi ki finansal açıdan yüceltilmesi gereken bir değer olarak kabul ediliyor, ettiriliyor.
Tekelci kapitalizm, feminist söylemleri içererek kullandığı bu türden ideolojik ataklarla;
- “toplumsal cinsiyet eşitsizliği” sorununun kültürel ve hatta davranışsal alanlarla sınırlı kalmasını hedefliyor. Odağı kültürün ve davranışın değişmesine çekerek, kültürün, davranışın ve bilincin değişiminin ön koşulu olan sınıflı maddi toplumsal koşulların değişimi meselesini gündemden uzak tutuyor.
- Sivil toplum ise sistemin reform ya da fon şeklinde verebileceği tavizin yüzölçümünü/kıta sahanlığını düzenliyor; ihtiyaç halinde genişleterek yeniden bölüşüm/dağıtım alanına getiriyor. Böylelikle; üretim ilişkilerinin sadece bir alanının, diğer bir deyişle, üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin sadece bir momentinin, yani tüketimin gündemleşmesini sağlıyor. Buna göre yoksulluk, üretim ilişkilerinden tecrit edilmiş bir satın alma gücü yoksunluğuna indirgeniyor. Ve bunu koşullayan üretim ilişkilerinin kapitalist karakteri, değiştirici gücün asıl sahibi milyonlarca emekçinin odağından kaçırılıyor.
- Tekelci kapitalizm ile sivil toplum arasındaki işbirliği de sınıf uzlaşısı temelinde ilerliyor. Cinsiyet eşitliği mücadelesinin bu türü fonlanıyor, destekleniyor, güçlendiriliyor.
Buradaki soru, kapitalizmin kadınların taleplerini kapsayarak kadın düşmanı politikaları hayata geçirmede yarattığı ideolojik, politik ve pratik istihdamda kimin nerede yer alacağı, hangi sınıftan yana saf tutacağıdır? Sermayenin bırakalım “feminist” söylemi, anti-kapitalist pozu verdiği bir dönemde ve dünyada, kendini “anti-kapitalist” söylemlerle sınırlayan her fikir ve hareketin iradesinden bağımsız olarak kapitalizme yarayacağı ortada. Nitekim bunun zemini de mevcut; bugünkü reformist feminizm(ler) güncel sınıf tabanını, ekonomik proleterleşme baskısıyla karşı karşıya olan ara sınıflardan alıyor. Bu ara sınıflardan yukarı doğru sınıf atlama hamlesinde (neoliberal, yönetişim, vb) feminizm(ler) ise kullanışlı hale geliyor.
İşçi sınıfının ideolojik rakipleri olarak kavranan kimlikler, sınıf mücadelesinin karşısına konan kimlik politikası ve “yeni toplumsal hareketler” popülerliğini kaybetmiş olabilir. Ancak reformist özü kalıcı. Gerçeklik “sınıf”ı üzerinden atlanamaz, görmezden gelinemez bir kavram olarak dayattığında, geçmişte onu kavramlar dünyasında bir özne olarak paramparça eden reformist akıl, şimdi de onu içine her şeyi doldurarak, hantallaştırıp hareket edemez hale getirerek atalete “davet etme” girişiminde. Herkesi kapsayan sınıf (yüzde 99 için feminizm), her edimi/eylemi kapsayan sınıf mücadelesi (feminist grev)… türünden kapsayıcı bölünmeler sınıfın, sınıf mücadelesinin, onun grev gibi ampirik biçimlerinin demokratikleş(tiril)mesi adı altında dolaşıma sokuldu, sokuluyor.[59] Oysaki, örneğin Türkiye bağlamında cumhurbaşkanı kararlarıyla hayata geçirilen grev yasakları, kamuda grev hakkının gaspı gibi durumlarda grevin demokratikleştirilmesi tartışmasının yürütüldüğünü göremiyoruz.
Sınıf mücadelesiyle yakından ilişkilenmeyen bir kadın hareketinin, önünde sonunda tekelci sermayeyle uzlaşıya mahkum olduğunu belirtirken, işçi sınıfının ve kadın mensuplarının bilinç ve örgütlülük düzeyine değinmemek olmaz. Görünüşe uzaktan taş atıp özü karşıdan göstermekle sınırlı bir propaganda çalışmaz. Tespit etmek gerekir ki, bugün işçi sınıfının kendiliğinden bilinci “patronlar adına” düşünür durumda.
Maddi koşullar; dışa vurduklarından daha endişeli, dile getirdiklerinden daha hoşnutsuz olan proleter kadınları, zaten geri olan sınıf mücadelesinin en gerisine iterken, anti-demokratik kadın düşmanı uygulamalar, medeni haklara dönük saldırılar ve özellikle kadına yönelik şiddet kuşatması da kadın mücadelesini genel demokrasi mücadelesinin ön saflarına itiyor. İlki iktidar değişikliğinden başlayarak üretim tarzının devrimci dönüşümüne doğru ilerleyen bir mücadeleyken, ikincisi hükümet ya da hükümet sistemi değişikliğiyle (burjuva diktatörlüğünün demokratik parlamenter biçiminin -yeniden- tesisiyle) sınırlı bir mücadele.
Ancak ataerkil aile ve devlet, proleter kadını her ikisinden de uzak tutmayı başarıyor. Bunun her iki mücadele için anlam ve önemi aynı değil. Ölçeği ve biçimi değişmekle birlikte reformlar, proleter kadınların etkin ve kitlesel katılımı olmadan kazanılabilir; ancak siyasal iktidardan üretim tarzının değişimine doğru ilerleyen devrim, proleter kadınların sınıf mücadelesine katılımı olmaksızın başarılamaz. Dolayısıyla, Marksist-Leninist bir partinin bugünkü en acil görevlerinden biri proleter kadının bu mücadeleye katılımının önündeki -saydam ya da opak- tüm bariyerlerin ortadan kaldırılmasına yönelik özel bir mücadele yürütülmesidir.
Bu mücadele çok yönlüdür; siyasal iktidarın işçi sınıfından kadınları devletin sadaka alıcısı haline getirdiği sosyal politikalardan onları emek gücünün yeniden üretim alanıyla sınırlı bir sosyal varlığa indirgeyen medeni haklara dönük saldırılara karşı mücadele, işçi sınıfının örgütlü kesimlerini yöneten bürokratik sendikacılıktan sınıf içerisinde hakim ataerkil kültür ve ideolojiye karşı mücadele bu acil görevin bugünkü ana başlıklarını oluşturur. Ama bu işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi içerisinde feminizmi anaakımlaştırmakla değil, sınıf uzlaşısına dayalı bir toplumsal cinsiyet eşitliğini kendi yeniden üretiminin bir katalizörü haline getirmeyi beceren tekelci kapitalizm karşısında uzlaşmaz bir sınıf mücadelesini güçlendirmekle mümkündür. Ve şüphesiz ki 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü bu türden bir mücadelenin günüdür!
[1] “Namus indirimi, tahrik indirimi, kravat takma indirimi, ‘evden erkek sesi geliyordu’ indirimi” gibi kadın cinayetlerinde faillere mahkemelerce verilen indirimler kastediliyor.
[2] “Çocuğunuza kardeş planlıyor musunuz?”, “Neden bu yaşa kadar evlenmediniz?”, “Yaşınız ilerlemiş, bir çocuk daha düşünmüyorsunuzdur,” “Eşinizden dolayı problem çıkar mı?”, “Neden boşandınız?”, “Önceliğiniz iş mi aile mi?” gibi iş görüşmelerinde kadına “tamamlayıcı rol biçen” sorulara yönelik bir rest çekiş.
[3] Ton balığı konservesini açarken “Adamlar yapmış” diyen bir erkeğe karşı “Adamlar mı?!” diye tepki gösteren Dardanel işçisi kadınlar öne çıkarılıyor. Dardanel işçilerinin pandemi boyunca kapalı devre çalıştırılması hakkında bir hatırlatma için bkz: Karaca, S. (2021) “Dardanel Bildiğimiz Gibi…”, Evrensel, https://www.evrensel.net/yazi/89809/dardanel-bildigimiz-gibi
[4] “Bir kadın ne isterse o olur ama en güzel mutlu olur” sloganıyla bağımsızlık vurgulanıyor.
[5] Kovid 19 pandemisinde işten ayrılmak zorunda kalan 2 milyon kadına atfen sorulan bir soru ve ev içi işlerin cinsiyet eşitlikçi organizasyonu için bir öneri.
[6] 8 Mart temaları, sponsor şirketleri, etkinlik içerik kitleri, panelist listeleri, fon başvuru formu vb tüm detayları incelemek için bkz. International Women’s Day sitesi: https://www.internationalwomensday.com/
[7] HCL (n.d.) “About Us”, https://www.hcltech.com/about-us
[8] HCL’in sendikalaşma mücadelesine karşı tutumu için bkz: https://www.industriall-union.org/anti-union-tactics-at-google-contractor
[9] UAW (2021) “John Deere Uaw Members Ratify A 6-Year Agreement With Substantial Gains”, https://uaw.org/john-deere-uaw-members-ratify-6-year-agreement-substantial-gains/?fbclid=IwAR2TkT4MF3UKSY0rQOXV7uaLpZjv28TQHErwXk1VEu4yLCI8cDDchVhJ4es
[10] Fransa’daki Knorr fabrikasının kapatılacağı duyurusundan sonra sendika açıklaması için bkz: https://www.iuf.org/news/unilever-workers-rally-against-announced-closure-of-knorr-duppigheim-factory/
[11] Uluslararası Gıda, Tarım, Otel, Restaurant, Catering, Turizm, Tütün ve Bağlı İşçi Birlikleri Federasyonu IUF’nun Pakistan’daki duruma ilişkin bilgilendirmesi için bkz: https://iufap.org/2021/08/17/as-unilever-launches-its-new-global-tea-business-lipton-tea-workers-in-pakistan-are-protesting-against-deception-and-insecurity/
[12] Batha, E. (30.07.2020), “Kenyan Unilever tea workers escalate fight for reparations to U.N.”, https://www.reuters.com/article/kenya-un-workers-violence-idUKL5N2F15FD
[13] Avlu, Alev Alev gibi son dönem uyarlama dizilerde güçlenen kadın imgesine hayat veren Demet Evgar’ın PepsiCo’ya ait Lay’s markasının Türkiye’deki reklam yüzü olarak seçilmesi de anlamsız bir tesadüf olmasa gerek.
[14] İkinci Emperyalist Savaş sonrası Cooperative for American Remittances to Europe [Avrupa’ya Amerikan Yardımı Kooperatifi] adıyla ABD’de kurulan uluslararası STK, 1980’li yıllar boyunca Avrupa’daki örgütlenmesini tamamlamış ve 1993’te Cooperative for Assistance and Relief Everywhere [Her Yere Yardım ve Bağış Kooperatifi] adını alarak sonraki on yılda Asya, Latin Amerika ve Afrika’ya yönelmiş, 2010’lu yıllarda da Peru, Hindistan, Sri Lanka, Endonezya, Mısır, Fas gibi ülkelerde örgütlenmiştir. Tek başına bu kurumun evrimi bile emperyalist kapitalizmin yönelimlerindeki dönüm noktalarının izinin sürülmesi bakımından araştırmaya değecek veriler sunmaktadır.
[15] Care (2020) “She Feeds the World”, https://www.care.org/our-work/food-and-nutrition/nutrition/she-feeds-the-world/
[16] Bu türden toplumsal cinsiyet mitlerinin oluşumunda “feminist masallar”ın etkisi ve özellikle Asya ve Afrika’daki sonuçlarının eleştirel bir analizi için bkz: Cornwall, A., Harrison, E. ve Whitehead, A. (ed.) (2008) Gender Myths and Feminist Fables The Struggle for Interpretive Power in Gender and Development, Blackwell Publishing, Londra.
[17] Genellikle SJW kısaltmasıyla kullanılan ‘Toplumsal Adalet Savaşçısı’ (Social Justice Warior) miti, her ne kadar sosyal medyada hak savunucusu şeklinde olumlu bir anlamda kullanılmaya başlansa da, örneğin Netflix dizilerinde siyah, trans, engelli, kadın vb figürlerin güçlü başrolleri oynaması gibi işlemlerle popüler kültür malzemesi haline gelmesi sonucu hızla pejoratif bir terim halini almış tipik bir yeni mitleştirme örneğidir.
[18] Yazının başında örnek verdiğimiz 8 Mart reklamları bu türden bir mitleştirmeye örnekler sunar. Örneğin, Greyder’in #KadınınAyakSesleri reklamında, görünürde “Mesleklerin cinsiyeti olmaz” önermesini desteklemek üzere çoğunluğu erkek olan meslek gruplarında “(kadın) pilot, sürücü, cerrah, mühendis, yönetici vb” mitini kullanmaktadır.
[19] ‘PRIME’ neoliberal istihdam jargonunda ‘Positively Reinforcing Integrity and Motivating Employees’ kavramının baş harflerinden oluşan bir kelime oyunu. Prime işveren “bütünlüğü olumlu olarak pekiştiren ve çalışanları motive eden” işveren anlamında kullanılıyor.
[20] https://www.internationalwomensday.com/PrimeEmployersforWomen
[21] 1) Üst düzey şirket yöneticiliği, 2) İş yerindeki tüm kadın ve erkeklere ayrımcılık yapmaksızın muamele, 3) Çalışan sağlığı, esenliği ve güvenliği, 4) Kariyer geliştirme eğitimleri, 5) İşletme gelişimi, tedarik zinciri ve pazarlama pratikleri, 6) Topluluk girişimleri ve hak savunuculuğu ve 7) Ölçme ve raporlama olmak üzere 7 alan ve adımda toplumsal cinsiyet eşitliğini gözeten bir taahhütnamedir. Daha detaylı bilgi için bakınız: https://www.weps.org/about
[22] Patronun tavrı ve işçilerin tepkisine dair bilgi detaylı bilgi için bakınız: https://www.evrensel.net/haber/442465/etf-iscileri-patronun-zamsiz-calisma-dayatmasina-karsi-is-birakti
[23] Tok, H. (15.11.2020), “TÜSİAD ve TÜRKONFED’den ‘salgının kadın çalışanlara etkisi’ araştırması: Veriler gerçek, peki sorumlusu kim?”, https://ekmekvegul.net/gundem/tusiad-ve-turkonfedden-salginin-kadin-calisanlara-etkisi-arastirmasi-veriler-gercek-peki-sorumlusu-kim
[24] Öz, Ayşe (7.12.2020), “TÜSİAD’ın araştırmasına işçi kadınlardan yanıt : Peki ya fabrikalar?”, https://ekmekvegul.net/gundem/tusiadin-arastirmasina-isci-kadinlardan-yanit-peki-ya-fabrikalar
[25]Bu sınıf uzlaşmacı sendikacılığın sürmekte olan egemenliğinin işçi sınıfı nezdinde artan maliyeti bakımından güncel bir gelişme anılabilir. Yukarıda “cinsiyet eşitlikçi” tekellere örnek verdiğimiz Unilever’in pandemide tereddütsüz işçi kıyımına gitmeden önce küresel sendika konfederasyonları IUF ve IndustriALL ile “Unilever Fabrikalarında Sürdürülebilir İstihdama Dair Ortak Taahhüt” imzalamış, “fabrikalarındaki tüm işçilerin haklarını, kalıcı olmayan iş sözleşmelerinin kullanımından kaynaklanan potansiyel olarak insan haklarını geriletici etkilerden koruma” sözü vermişti. Pandemi geldi ve dostlar alışverişte görüldü. Detayları için bkz: “Global agreement on sustainable employment in Unilever manufacturing” (Unilever fabrikalarında sürdürülebilir istihdama dair küresel anlaşma) https://pre2020.iuf.org/w/?q=node/6861
[26] Williams, C. (2015) “The Happy Marriage of Capitalism and Feminism”, Contemporary Sociology, 43 (1), sf. 58-61.
[27] Nowell, C. (23 Temmuz 2020) “What Can Learn From Feminist Federal Credit Unions” https://www.thenation.com/article/economy/feminist-federal-credit-unions/
[28] Yasa metni için bkz: https://www.law.cornell.edu/uscode/text/15/1691
[29] Nowell, a.g.e.
[30] İkonik sayılabilecek New York merkezli First Women’s Bank’in 1980’lerin sonunda yutularak isim değiştirmesi örneği için bakınız: https://apnews.com/article/9d805874ac8e8e3ebef26127c5b2e1e5
[31] https://www.womensworldbanking.org/?q=history
[32] Feminist tarihçi, gazeteci ve akademisyen Ruth Rosen’ın özellikle 1950 ve sonrasına odaklanan The World Split Open: How the Modern Women’s Movement Changed America (2000) kitabı; Standford Üniversitesi’nde Feminist Çalışmalar programının kurucularından sosyal reform savunucusu Estelle Freedman’ın No Turning Back: The History of Feminism and the Future of Women (2002) kitabı; ve bir dönem Feminist Studies adlı hakemli akademik derginin editörlüğünü yapan Sara M. Evans’ın “Tidal Wave: How Women Changed America at Century’s End” makalesi (2003) bu tür feminist anlatılara güçlü örneklerdir.
[33] Freedman, E. (2002), No Turning Back: The History of Feminism and the Future of Women, Ballantine Books, New York, sf. 13.
[34] Feminist bürokratlar için kullanılan bir kısaltma.
[35] Eisenstein, H. (2009) Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and Ideas to Exploit the World, Routledge.
[36] Eisenstein, H. (1996) Inside Agitators: Australian Femocrats and the State, Temple University Press, Philadelphia, sf. xiii.
[37] Eisenstein, Feminism Seduced, sf. 8.
[38] Alvarez, S. E. (Kış 1991) “Engendering Democracy in Brazil: Women’s Movements in Transition Politics”, Journal of Interamerican Studies and World Affairs, cilt 33, No. 4, sf. 161- 164.
[39] Gouws, A. (1996) “The Rise of the Femocrat”, Agenda: Empowering Women for Gender Equity, No.30, sf.31-43
[40] Halley, J. (2018) “Dancing across the Minefield: Feminists Reflect on Generating, Owning, and Critiquing Power”, Governance Feminism: An Introduction içinde, University of Minnesota Press, Minneapolis ve Londra, sf. 55.
[41] de George, R., Business Ethics.
[42] Cudd, “Is Capitalism Good for Women?”, sf. 762.
[43] Holmstorm, N. (2012) Sosyalist Feminist Proje: Teori ve Politikanın Günümüz Okuması, çev. Ö. Kelekçi, Kalkedon Yayınları, İstanbul.
[44] Cudd, A. E. ve N. Holmstrom (2011) Capitalism, For and Against: A Feminist Debate, Cambridge University Press, Cambridge, sf. 125.
[45] Bu sorgulamalar hakkında genel bir çerçeve sunması bakımından belli başlı makalelerin Türkçe’ye kazandırıldığı önemli bir derleme için bkz: Özuğurlu, A. (ed.) (2013) 21. Yüzyıl Feminizmine Doğru: Neoliberalizmin Ötesinde Bir Kadın Hareketi için Tartışmalar, NotaBene, Ankara. Ayrıca, Eisenstein’in yukarıda anılan Feminism Seduced kitabının yanı sıra Özuğurlu’nun derlemesinde yer alan Nancy Fraser’ın “Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Cilvesi” makalesi de aynı derecede önemlidir (age, sf. 69-94).
[46] Nancy Fraser’ın feminizmin postmodern kültürel dönüşümü sorumlu tuttuğu “Tarihin Cilvesi” makalesinde Eleştirel Kuram ile postmodernizmi uzlaştırmaya yönelik kendi çabalarına değinmemiş olması dikkat çekicidir. Bu denemeler için bkz: Fraser, N. ve Nicholson, L. J. (1988) “Social Criticism without Philosophy: An Encounter between Feminism and Postmodernism”, Theory, Culture & Society, 5(2-3), sf. 373-394; Fraser, N. (2017) [2006] “Sahte Karşısavlar: Seyla Benhabib ve Judith Butler’a Yanıt”, Çatışan Feminizmler: Felsefi Fikir Alışverişi içinde, çev. F. E. Sezer, Metis Yayınları, İstanbul, sf. 68-85.
[47] Acker, J. (2000) “Revisiting Class: Thinking From Gender, Race and Organization”, Social Politics, 7(2), sf. 192-214.
[48] Hooks, B. (2000) Where We Stand: Class Matters, Routledge, New York ve Londra.
[49] Karaca, S. ve F. Alikoç (2017), “Yeni Bir Kadın Hareketi, Yine Bir Feminizm”, Teori ve Eylem, https://teoriveeylem.net/tr/2017/04/yeni-bir-kadin-hareketi-yine-bir-feminizm/
[50] Özuğurlu, A. (2013), “Neoliberalizm ve Feminist Politikada Sınıfsal Tutum Arayışları”, 21. Yüzyıl Feminizmine Doğru, sf. 255
[51] A.g.e., sf. 258, 261.
[52] İngiliz çalışma ekonomisti Guy Standing’in “precarious” (eğreti, tutarsız, kırılgan, belirsiz) ve proletarya kavramlarını birleştirerek oluşturduğu ve neoliberal dönemin esnek ve güvencesiz çalışan tüm kesimlerini içeren yeni bir sınıfı işaret ettiğini iddia ettiği kavram.
[53] Kesişimsellik; bireyin deneyimlediği farklı ezilme biçimleri ve maruz kaldığı çeşitli ayrımcılık alanlarını işaret eden bir kuramsal çerçevedir. Örneğin; Kürt yoksulu bir kadın, hem ulusal hem de ataerkil tahakküm altında ezilmekle birlikte, ekonomik (sınıfsal) olarak da dezavantajlıdır; üçlü bir ezilme ilişkisinin kesişiminde yaşamaktadır.
[54] UN Women (2021) “Beyond COVID-19: A Feminist Plan for Sustainability and Social Justice”, https://www.unwomen.org/sites/default/files/Headquarters/Attachments/Sections/Library/Publications/2021/Feminist-plan-for-sustainability-and-social-justice-en.pdf, sf. 8.
[55] UN Women, age, sf.16
[56] Bu noktada, 1976’da ABD’de kurulan, zamanla Uganda, Hindistan, Kenya’da ofisler açan ve bugün 10 milyon dolar civarında bir bütçeyi yöneten Uluslararası Kadın Araştırmaları Merkezi (International Center for Research on Women) özel olarak anılmalıdır. Yakın zamanda, “daha feminist bir Birleşmiş Milletler için” (i) BM yönetim ve personelinde kadın istihdamının artırılması, (ii) toplumsal cinsiyet eşitliğinin finanse edilmesi, (iii) tüm BM ajanslarında toplumsal cinsiyet eşitliğinin anaakımlaştırılması, (iv) sürdürülebilir kalkınma hedeflerinde cinsiyet eşitliği gibi haklar için mücadele veren taban hareketlerinin odağa alınması, (v) militarizasyona karşı barış yapıcıları için daha yüksek bütçe ayrılması, (vi) BM sistemi içerisinde kalan tüm bölgelerde cinsiyete dayalı şiddetin, cinsel sömürünün ve istismarın sona erdirilmesi şeklinde özetlenebilecek bir rapor sunmuşlardı. Bkz: ICRW (2016) “Toward a More Feminist United Nations”, https://www.icrw.org/wp-content/uploads/2017/07/Toward-a-More-Feminist-UN.pdf
[57] Başkanlığını Türk-İş’in yaptığı L20 Turkey komitesinde Hak-İş ve DİSK de bulunmaktadır.
[58] G20 ile W20 arasındaki ilişkinin pandemi öncesi bir eleştirisi içn bkz: Alikoç, F. (2018) “G20, W20 ve göçmen kervanındaki açlık grevi”, https://ekmekvegul.net/gundem/g20-w20-ve-gocmen-kervanindaki-aclik-grevi
[59] Bu tutum sadece feminizme ait değil şüphesiz. Kapitalist üretim tarzının sürekli güncellenen yeniden üretim koşullarını üretim tarzının kendisindeki bir dönüşüm olarak kavrayan ve kavratan fikri akımlar: toplumsal hareket sendikacılığı vb. Söz konusu feminist hareketin eleştirisi için bkz: Alikoç F. Ve S. Karaca, “8 Mart’ta Feminist Kadın Grevine Esastan İtirazlar”, https://teoriveeylem.net/tr/2019/02/8-martta-feminist-kadin-grevine-esastan-itirazlar/