Fulya Alikoç
Çin, son birkaç on yıldır kaydettiği muazzam ekonomik büyümeyle iktisaden nasıl bir toplum olduğu yönünde de bir dizi tartışmaya yol açtı, açıyor. Sorular; ülkenin sosyalist mi, kapitalist mi olduğu, sosyalizmden kapitalizme geçiş evresi mi yaşadığı, bir zamanlar sosyalist olup da 1970’lerin sonundan itibaren kapitalist restorasyon mu yaşadığı, bugünkü haliyle “piyasa sosyalizmi” mi yoksa “devlet kapitalizmi” yaşandığı şeklinde çeşitleniyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin yaygın olduğunun kabul edildiği yerde “devlet mülkiyeti” ve/ya “kamu mülkiyeti” kategorilerinin varlığı yeniden yeniden kafaları karıştırıyor, adeta bir “Çin bilmecesi” yaratı(lı)yor. Bu yazı, oluşumundan bugüne Çin proletaryasının deneyimleri üzerinden bu “Çin bilmecesi”ni bir kez daha deşifre etmeyi amaçlıyor.
Çin’de Modern Proletaryanın Oluşumu
1949 Devrimi öncesi Çin’de modern proletaryanın gelişmiş kapitalist ülkelerdeki muadillerine göre nicel ve nitel zayıflığı, kimilerince devrimin işçi sınıfı tarafından yapılmadığı, daha ziyade devrimin işçi sınıfını yarattığı yorumlarına neden olmuştur. Bu önermenin ilk bölümünün işçi sınıfının varlığını ve hareketini küçümsediği açıktır. Komünist Enternasyonal’in sunduğu askeri, stratejik ve finansal destekle güçlenen işçi sınıfının, 20. yüzyılın ilk yarısında; gerek milliyetçi parti Guomintag’a (GMD) gerek Japon işgaline ve emperyalist sömürü ve talana karşı dönem dönem yükselen, dönem dönem geri çekilen ama varlığı tartışmasız bir süreklilik arz eden mücadele tarihi yadsınamaz.
Ancak modern proletaryanın, modern sınai gelişme düzeyinden bağımsız düşünülemeyeceği de ortadadır. 20. yüzyılın ilk yarısında Çin; ABD, İngiltere, Japonya ve diğer emperyalist güçlerin kontrolü altında, sanayileşme düzeyi geri bir ülkeydi. Sanayinin büyük bir bölümünü, pamuk ve ipek üretiminin ağırlıkta olduğu hafif sanayi oluşturuyordu. Kendine ait bir ağır sanayisi yoktu; mevcut işletmelerin pek çoğu yabancı sermayeye ait tamirat atölyeleri, doklar, demiryolu tamir atölyeleri ile gelişmiş kapitalist ülkelere hammadde ve yarı mamul üreten görece ilkel ocaklardan oluşuyordu. Makine sanayisi ise yok denecek kadar az gelişmiş ve daha çok kapitalist ülkelerden ithal edilen makinelerin tamir ve montajından ibaretti. Liman ve demiryolları, emperyalist sömürünün ihtiyacı oranında gelişmişti. Dünyanın en büyük maden rezervlerine sahip ülkede madencilik; emperyalist talanın izin verdiği ölçüde, yani son derece zayıf bir düzeyde gelişmiş ve ilkel koşullarda yürütülen bir faaliyetti. Üstelik, Japon işgali ve Guomintag ile iç savaş süresince yaşanan bombardımanlar ve sabotajlar, az çok gelişmiş sanayi bölgelerinde büyük tahribata sebep olmuştu. Devrimden on yıl sonra yayınlanan resmi kaynaklara göre, 1949’a gelindiğinde, tarıma oranla daha büyük zarar gören sanayi üretimi içerisinde üretim araçlarının üretimi (çelik, pik demiri, kömür, elektrik, çimento vb.) yarı yarıya düşmüştü. Yaklaşık 550 milyon nüfuslu ülkenin, ezici bir çoğunluğu (kaba tahminle 400-450 milyon) feodal üretim ilişkilerinin, dolayısıyla feodal mülkiyet biçimlerinin ve sınıf çelişkilerinin hâkim olduğu kırda yaşıyordu.
Doğal olarak, yarı-feodal, yarı-sömürge bir ülkeyi devralan 1949 Devrimi’nin ana görevlerini de bu iktisadi gelişim düzeyi belirlemiştir. Devrimin ilk yıllarında, toprak reformuyla emperyalizmle işbirliği içindeki büyük toprak sahiplerinin el konulan arazileri, stokları ve üretim araçları topraksız ve küçük köylülüğe dağıtılmıştır. Ancak bu ana görev, bunlar dışındaki zengin köylülüğün mülkiyetine dokunulmamasıyla bütünüyle yerine getirilmemiştir. Kent ve kıyı bölgelerde de yaşanan benzerdir; işbirlikçi tekelci burjuvazinin mülklerine el konulurken, kalkınmanın motor güçlerinden biri olarak görülen küçük ve orta ölçekteki ulusal burjuvazinin işletmelerine ve üretim araçlarına el konulmamıştır. Hızlı sanayileştirme politikalarının devreye alındığı Birinci Beş Yıllık Plan (1952-1957; BBYP) döneminde de hem siyasi iktidarın hem de iktisadın ortağı olarak görülen ulusal burjuvaziye yaklaşımda niteliği değiştirecek bir farklılık ortaya konmamış; itiraz eden işçiler, “çok şey istemek”le suçlanmış, resmi temsilcilerin ağzından kapitalistler lehine tavizler verilmesi istenmiştir. Kimi üyeleri doğrudan devlet işletmelerinde “görev” alan ulusal burjuvazi “devlet kapitalisti”, “devlet-özel”, “kamu-özel” gibi mülkiyet kategorilerine içerilmiş ve bu durum her döneme özgü kategorik çeşitlendirmelerle (kooperatif, kolektif, komün vb.) 1970’lerin sonuna kadar devam etmiştir. Özcesi, ulusallaştırma sosyalist temelde yürütülmemiştir ve tam da bu yüzden özel mülkiyet çeşitli biçimler altında emekle çelişkisi içerisinde gelişmiştir.
Elbette bu durum; BBYP’den başlayarak muazzam bir sanayileşme sürecine girildiği gerçeğini değersiz kılmaz. İşbirlikçi burjuvazinin el konulan işletmelerinin yanı sıra, SSCB’nin finansal, teknik ve beşeri desteği ve kılavuzluğunda oluşturulan BBYP boyunca, resmi belgelerde de yer aldığı üzere, öncelik ağır sanayiye ve buna bağlı altyapı inşasına verilmiştir. Binlerce Sovyet mühendisinin, teknik ve planlama uzmanının görev aldığı BBYP döneminde her üç günde bir yeni bir büyük fabrika ya da maden projesinin faaliyete konuluyor oluşu sanayileşme girişiminin temposu bakımından önemli bir fikir vermektedir.
Bu düzeydeki sanayileşme adımlarına paralel olarak; modern proletaryanın gelişimi de kaçınılmazdır. Resmi istatistiklere göre 1949 yılı sonunda tüm ücretli çalışanların sayısı 8 milyon civarında, bunların 3 milyonu sanayi proletaryasına mensuptur. ABD kaynaklı istatistiklere göreyse 1949’da imalat sektörlerinde istihdam edilenlerin sayısı 8,9 milyondur. Bunların 5,7 milyonu (yüzde 64) kendi hesabına çalışan bireysel el zanaatkârları; 1,6 milyonu (yüzde 18) ortalama on üç kişinin çalıştığı küçük ölçekli özel işletmelerde çalışan işçiler; 1,4 milyonu (yüzde 15) ise ortalama 500 kişinin çalıştığı büyük ölçekli işletmelerde çalışan işçilerdir. Çin ya da ABD kaynaklı olsun, yaklaşık 550 milyon üzeri nüfusa sahip bir ülkede bu sayılar, modern sanayinin düşük gelişim düzeyine bağlı olarak sınai proletaryanın nicel zayıflığına işaret etmektedir.
1949-1952 boyunca; tüm ücretlilerin sayısı 8 milyondan 15,8 milyona çıkmış, bunun içindeki sanayi proleterlerinin sayısı ise 3 milyondan 5 milyona (tüm ücretlilerin yüzde 31,25’i) yaklaşmıştır. Bunu devralan BBYP döneminin sonunda ise 24,5 milyon ücretlinin 9 milyonu (yüzde 37’si) sanayi işçileridir.
Batı kaynaklarında, 1949-1957 yılları arasında kent proletaryasında 6 milyonluk bir artış yaşandığı hesaplanmaktadır. Bu artışta, büyük sınai işletmelerden ziyade kooperatiflerde kümelenen bireysel el zanaatkârlarının payının oldukça küçük olduğu tahmin edilmektedir. Artışın bir kısmının devrim öncesinden devreden kentli işsizlerden bir kısmının da doğal nüfus artışından kaynaklandığı kabul edilebilir. Ancak iş gücünün asıl kaynağını kırdan kente göç edenlerin oluşturduğu açıktır. Zira bu dönemde kent nüfusunun tüm nüfus içindeki payı 1949’da yüzde 10,6’dan 1957’de yüzde 15,4’e (57,6 milyondan 99 milyona) çıkmıştır. 1955’te hızla genişleyen devlet sektörü sanayisinde çalışanların yüzde 75’inin 35 yaş altı olduğu düşünüldüğünde yeni ve genç bir modern proleter kuşağın oluştuğu sonucuna varmak mümkündür.
Baştaki soruya dönecek olursak, “Çin Devrimi’nin modern proletaryayı yarattığı” söylemi fazla iddialıdır. Ancak diğer üretici güçlerle birlikte, Çin proletaryasının ücretli nüfus içindeki payı bakımından BBYP döneminde bir sıçrama yaşadığını söylemek yanlış olmaz. Eldeki verilerle sektörel dağılımına dair tablo sunulamasa da hayata geçirilen devasa sanayi projelerinden yola çıkılarak, demir, çelik, ağır makine, elektrikli makine, kazan, motor fabrikalarıyla termik, hidroelektrik santraller ve kömür ocaklarındaki işçilerin Çin’de modern proletaryanın çekirdeğinin oluştuğu söylenebilir.
İlginçtir ki, ücretliler ve sanayi işçilerinin sayısı 1958 resmi verilerinde keskin bir sıçrama yaşamıştır. Tüm ücretlilerin sayısı bir önceki yıla göre yaklaşık iki katına çıkarak 1958’de 45 milyon 323 bin gösterilmekte, bu sayının 25 milyon 623 bininin (yüzde 56,53) sanayi işçisi olduğu belirtilmektedir. İkinci Beş Yıllık Planın uygulamaya konduğu 1958 yılındaki verilere kırda yeni açılan sınai işletmelerdeki işçilerle devletin yeni kurulan komünlere devrettiği sınai ve ticari işletmeler, tahıl ajansları ve kültürel-eğitsel örgütlenmelerdeki çalışanlar eklenmiştir.
Görünürdeki bu nicel sıçrama, özünde sanayileşme politikalarındaki bir değişimin dışa vurumudur. Zira planlanma aşamasında BBYP’nin özünü oluşturan ağır sanayinin önceliklendirilmesi ve iktisadın tüm diğer sektörlerinin bu temelde yeniden inşa edilmesi, daha plan dönemi bitmeden tartışmaya açılmıştır. ÇKP içerisinde Mao önderliğinde, ağır sanayiye (dolayısıyla üretim araçlarının üretimine) yatırımların tarım ve tarıma bağlı hafif sanayi lehine azaltılması gerekliliği fikri belirginleşmiş ve hatta Marksizm-Leninizm öncesi politik ekonomiye geri dönüş niteliği taşıyacak biçimde tarımın iktisadın temelini oluşturduğu savunulmuştur. Parti içindeki hizipleşmeler bir yana, İkinci Beş Yıllık Planı kapsayan tüm sanayi ve tarım politikalarının çerçevesi bu olmuştur.
Buradan itibaren uygulamaya konan politikalar, hizipler arası mücadelelerin egemen olduğu ÇKP’nin iddia ettiği gibi sosyalist inşayı hayata geçirmek şöyle dursun, merkezi planın altını oyacak şekilde alanı giderek genişletilen ademi merkezileştirme politikalarıyla kırdan kente, tarımdan sanayiye piyasa ilişkilerinin yeşerdiği bir zemin yaratmıştır. Sözde bürokrasiye karşı başlatılan İleri Atılım, Kültür Devrimi de dahil tüm “seferberlikler” yeni bürokratikleşme alanlarıyla sonuçlanmıştır.
Serbest Piyasalaşma ve Uluslararası Tekellere Açılma: Kırsal Proletaryanın Dönüşümü
Planın daha da ademi merkezileştirildiği yerde serbest piyasa ilişkileri yeşerecekleri toprağı bulacaktır. Olan da budur. Hiçbir yerde olmadığı gibi Çin’de de ırmaklar yukarıya doğru akmamıştır. Tüm bunların sonucunda kaçınılmaz olan gerçekleşmiş, kapitalist üretim ilişkilerinin sadece yaygınlaşması değil egemenliğinin bizzat ÇKP yönetimindeki devlet eliyle örgütlenip konsolide edildiği, nihayet 1978’de ilan edilen “Reform ve Dışa Açılım” dönemine girilmiştir. Her iki alanda da piyasalaştırmak anlamına gelecek şekilde kır ve kentte birtakım “reformlar” gerçekleştirilmiştir.
Şüphesiz ki bunlardan en bilindik olanı; tarımsal üretimin de-kolektivizasyon süreci olarak anılmaktadır. Tarımsal üretimde kolektif mülkiyetin halihazırdaki çözülme süreci, “Hanehalkı Sorumluluk Sistemi” ile yasal çerçeveye alınmıştır. Araziler ve üretim araçları hanelere bölüştürülüp özelleştirilmiştir. Üretim üzerinde denetimin devredildiği aile mülkiyetiyle birlikte kırsal küçük meta üretimi de resmileşmiştir. Özel grup mülkiyetlerinin birleşmesi olan komünlerin aşama aşama ortadan kaldırıldığı 1980’li yıllar boyunca, tarımsal ürün alım-satımında kapitalist devlet tekeli sona ererken, devletle sözleşme temelinde alım-satan yapan haneler, artık ürünlerini piyasaya sunabilir hale gelmiştir. Toprak kiralama, satma ya da miras bırakma gibi tüm özel mülkiyet hakları bu on yıl içerisinde resmen tanınmıştır. Taşeronluk uygulamaları peydah olurken giderek genişleyen ücretli tarım işçiliği de ortaya çıkmıştır.
1980’lerde hâlâ toplam nüfusun yüzde 80’inin (790 milyon) yaşadığı kırda, tarımsal üretimin piyasalaşmasının bir diğer sonucu da artık nüfusun büyümesidir. Ancak bu işgücü, nüfus kayıt sistemi (hukou) yüzünden köyden kente kitlesel olarak göç edemez durumdadır. Bunun diğer anlamı, on milyonlarca insanın kırda kapitalist sanayileşmenin işgücü ordusu olarak hazırda bulunmasıdır. Doğrudan devlete ait olmayan, “kamu mülkiyeti” olarak kategorize edilen idari birimlere ait işletmelerle özel mülkiyetin ortak girişimi olan “kasaba ve köy işletmeleri” (KKİ) bu orduyu adeta bir sınai üretim cephesine sürebilmiştir. Devlet işletmelerinin üretiminin dışında kalan, bireysel tüketim mallarının (tekstil, hazır giyim, oyuncak, gıda işleme vb.) emek-yoğun üretimine odaklanan KKİ’lerin sayısında 1980’li yıllar boyunca bir patlama yaşanmıştır. Burada dikkate değer olan; idari birimlere ait işletmelerin sayısında kayda değer bir değişim yaşanmazken bireysel işletmelerin sayısının katlanarak artmasıdır. 1978’de 1,525 milyon KKİ’nin yüzde 79’u köy, geri kalanı kasaba idarelerine aitken bireysel işletme yoktur. 1987’ye gelindiğinde, sayısı 17,5 milyonu bulan KKİ’lerin yüzde 91’i bireysel işletmelere aittir. Bu “maske takmış özel işletmeler” yerel hükümet liderlerinin kendi yöneticilerini atadığı, bu yolla kazançların bölüşümünü yönettiği ve hatta bu yolla yabancı sermayenin kontrolünü sürdürdüğü işletmelerdir.
Kırda kapitalist sanayileşmenin hızlı gelişimi doğal olarak hızlı bir proleterleşme süreci anlamına gelmiştir. 1978’de bu küçük ve orta ölçekli meta üretim işletmelerinde istihdam edilenlerin sayısı 28 milyonun biraz üstündeyken, KKİ’lerin altın yılı olduğu söylenen 1996’da 23,4 milyon işletmede 135 milyon işçi; yani tüm ülkede her 5 işçiden biri, kırda her 3 işçiden biri ihracattaki payı yüzde 33,7’ye varan bu terhanelerde Çin proletaryasının saflarına katılmıştır.
1990’ların sonuna doğru, “kamu mülkiyeti” olma durumu sadece tabelada kalan KKİ’lerin bir kısmı doğrudan özelleştirilmiş bir kısmı da şirketleştirilmiş, böylece işlevini tamamlayan KKİ mucizesinin sonuna gelinmiştir. Bu gelişmenin salıverdiği on milyonlarca göçmen kentlere ve kıyı bölgelerde kurulan yabancı sermayeli fabrikalara akın edecektir.
Bu dönem aynı zamanda, emek gücü sömürüsünün Çin’in kıyı bölgelerinde kurulan “Özel Ekonomik Bölge”lerde (ÖEB) yabancı sermayeye açılması dönemidir. Fabrika kurma hakkı tanınan ve çoğunlukla Batı Avrupa ve ABD’deki tekellerin tedarikçisi olan Doğu Asyalı kapitalistler, bu bölgelere taşıdıkları üretim araçlarını ve teknolojilerini dünyanın en ucuz emek gücüyle buluşturmuşlardır.
Pilot uygulamanın hayata geçirildiği Shenzhen’in geçirdiği dönüşüm ideal bir örnek teşkil eder. 1979’da köy statüsünden kent statüsüne dahil edilen Shenzhen’de ilk ÖEB 1 Mayıs 1980’de kurulmuş, 1990’da etrafındaki tüm sanayi bölgelerini yutarak kentin tamamı ÖEB haline getirilmiştir. 1990’lar boyunca “dünyanın fabrikası” olarak anılan Shenzen, 2004’te Çin’in ilk köysüz kenti haline gelmiştir. Tipik olarak ÖEB’nin işgücü ordusunu kırdan gelen işçiler oluşturmaktadır. Bu işçilerin ilk nesli, ikameti hala köyde olan, kendileri de kırda küçük işletme sahibi ailelerin çocuklarıdır; kentte fabrikada çalışmayı geçici bir para biriktirme aracı olarak gören işçilerdir. Hukou sistemi yüzünden “geçici işçi” statüsünde değerlendirilen işçilerin sosyal hakları ya hiç yoktur ya da işletmelerin inisiyatifine bırakılmıştır. Yasal mercilerden geçicilik statüsü elde edemeyip kayıt dışı göç eden, bu nedenle çalıştığı işletme dışına çıkamayan binlercesi bulunmaktadır. Zira onları fabrika kapısının dışında, devletin sokaklarda oturum izni taraması yapan kolluğu beklemektedir. Bunu fırsata çeviren yerli ve yabancı kapitalistler, fabrika komplekslerinin bir parçası olan yurtlar/yatakhaneler kurmuşlar, işçilerin kimliklerine el koymuşlardır. Bir diğer yaygın uygulama da işe alım esnasında işçilerden teminat/depozito alınmasıdır. İşçi, koşullara dayanamayıp kaçmak isterse en az bir aylık kayba uğrayacaktır. İşgücünü üretime ara vermeyecek şekilde içeride tutan kapitalistler, onları disipline edilmiş kölelere çevirmek için fiziksel şiddet de dahil türlü cezalar uygulamışlardır. 2000’li yıllara gelindiğinde, tamamen mülksüzleştirilmiş, ucuz, örgütsüz bir proleter kümesi bu bölgelerde kalıcılaşmıştır.
Halktan artı-değer üretmeyen kimsenin içeri salıverilmediği bu üretim komplekslerinde yaşam koşulları ancak Çin işçi sınıfı tarihine trajedi olarak geçen büyük felaketlerle açığa çıkabilmiştir. İş gücünün 10 kat daha ucuz olduğu Shenzhen’de kurulu Hong Kong sermayeli Zhili oyuncak fabrikasında 1993’te çıkan ve seksen yedi işçinin hayatını kaybettiği yangın bunlardan biridir.
Özelleştirme ve Şirketleşme: Kentsel Proletaryanın Dönüşümü
Büyük kentlerdeki sınai faaliyetin çekirdeğini oluşturan devlet işletmelerindeki dönüşüm, benzer bir izlekle ama daha tedrici şekilde hayata geçirilmiştir. 1978’den başlayarak 1980’ler boyunca denenen ya da uygulanan politikaların toplamına bakıldığında, egemen ağızla “mülkiyetin ve yönetimin birbirinden ayrıştırılma” olarak tarif edilen sürecinin tamamlandığı görülür. Ademi merkezileşme ilerletilerek işletme bazında üretim ve bölüşüm planlamasına geçilmiştir. Tıpkı kırda olduğu gibi, işletmeler ile devlet arasında kâr bölüşümünü düzenleyen sözleşmeler temelinde bir ilişki kurulmuştur. O güne kadar toplam vergiler içindeki payı yüzde 75 civarında olan ve elde ettikleri kârların yüzde 80-90’ını merkezi hükümete aktaran devlet işletmelerine bu sözleşmeler temelinde belirlenen oranlarla kârları elinde tutma, belirlenen kota üzerindeki ürünleri piyasaya sunma, fiyatlandırma ve ücretleri belirleme gibi “imtiyazlar” tanınmıştır. Üstelik, merkezi, tek bir norm oluşturan bir sözleşme sistemi de yoktur. Her işletme yönetimi, devlet yetkilileriyle yürüttüğü pazarlığa göre kendi sözleşmesinin koşullarını belirleyebilmiştir. “Sözleşme sorumluluk sistemi” başlığı verilen bu piyasalaştırma sistemi, 1987’nin sonuna gelindiğinde, büyük ve orta ölçekli devlet işletmelerinin yüzde 80’ininde uygulamaya konmuş, 1993’te tüm devlet işletmelerine yayılmıştır. Her ne kadar ÇKP yönetimi, atılan adımları “mülkiyet türlerinin çeşitlendirilmesi” olarak tanımlasa da bu işletmeler üzerindeki “devlet mülkiyeti” tamamen yasal-biçimseldir. Değer yasası işlemekte, artı-değer sömürüsü gerçekleşmektedir. Çoğunluğunu parti kadrolarının oluşturduğu işletme yöneticileri, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet haklarına sahiptir.
Nisan 1989 yılında Pekin’deki Tiananmen Meydanı’nda patlak veren ve Mayıs ayında tüm ülkede 400 kente yayılarak 1980’li yıllara damgasını vuran eylemler, bu dönüşüme tepki olarak doğmuştur. Bir buçuk ay süren isyan boyunca Pekin’in neredeyse işçi denetimindeki bir şehre dönüştüğü aktarılmaktadır. Bir tarafta yolsuzluk ve bürokrasiye karşı öğrenci yürüyüşleri sürerken, diğer tarafta işçiler bunlara ek olarak enflasyona ve özellikle işyerinde artan üretim baskısına ve kötü muameleye karşı gruplar halinde meydanlar dökülmüştür. İşçilerin resmi sendikadan bağımsız örgütlenme fikri ilk kez bu kadar geniş ölçekte tartışılmıştır. Ne var ki, pek çok başka örneği gibi bu girişimler, Tinanmen Olayları’nda olduğu gibi devlet aygıtının baskısıyla püskürtülebilmiştir. Bu, piyasalaştırmanın önündeki yolun temizlenmesidir.
Nitekim, 1990’lı yılların başında yerel hükümetlerin küçük devlet işletmelerini satmasıyla başlayan lokal düzeydeki özelleştirmeler, 1995 yılında ÇKP merkezinin “büyüğü tut, küçüğü bırak” sloganıyla formüle ettiği uygulamalarla ulusal ölçekte yasal çerçeveye kavuşturulmuştur. 2000’li yıllara kadar küçük ve orta ölçekli işletmeler, hisse tabanlı kooperatiflere dönüştürülmüş, kamu hisseleri hızla satışa çıkarılmış ve yerli yabancı kapitalistlere devir süreci tamamlanmıştır. 1993’te çıkarılan “Şirket Yasası” ile de büyük devlet işletmelerinin limited ya da anonim şirketler biçiminde örgütlenmesi sağlanmıştır. 2000’li yıllar itibariyle bunların da yerli ve yabancı kapitalistlere hisse devrine geçilmiştir. Devlet sanayi işletmelerinin tüm sınai işletmelerindeki oranındaki dramatik düşüşün rakamsal ifadesi (1978’de yüzde 24,1’den 1998’de yüzde 0,8’e) aslında bir yok oluşa işaret etmektedir.
Özelleştirmenin tamamlayıcı formülü “verimliliği artırmak için işçileri azalt” sloganıyla ifade edilmiştir. ÇKP merkezi; “sermayeyi bağlayıcı olarak alarak, piyasa yoluyla, nispeten güçlü rekabet yeteneğine sahip, çok bölgeli, çok sektörlü, çok mülkiyetli ve çok uluslu büyük işletme gruplarını bir araya getirme” uğruna “ilhakları, standart iflasları, verimliliği artırmak için işçi çıkarmayı” göze alacağını ta en başından açıkça ilan etmiştir. Dolayısıyla, reform başlangıcında sayıları 75 milyonu bulan (kent istihdamının yüzde 78’si, toplam istihdamın yaklaşık yüzde 19’u), 1990’lı yıllarda 100 milyonun üzerine çıkan ama 90’ların sonundan itibaren özelleştirmenin bir sonucu olarak azalıp 2007’de 64 milyona (kent istihdamının yüzde 21,9’u, toplam istihdamın yüzde 8,3’ü) düşen devlet işletmeleri işçilerinin ücretli köle oldukları da tartışmasızdır. 2002’ye kadar 60 milyonun üzerinde eski devlet işletmesi işçisinin işten çıkarıldığı tahmin edilmektedir -ki bu 10 yıl gibi kısa bir süre içerisinde devlet işletmelerindeki istihdamın yüzde 44 oranında azaldığı anlamına gelir. Kalan devlet işçilerinin işçi sınıfının diğer sektörlerine kıyasla görece yüksek ücretleri ve geçmişten kalan ama her geçen gün tırpanlanan sosyal haklarının diğer işçilerinkine göre gelişkinliği üretim ilişkilerindeki bu konumlarını değiştirmez. Zaten bu olanaklar da detayına girmeyi gerektirmeyecek kadar kısa ömürlü hayatta kalabilmiştir.
Yeni İşgücü Piyasasının Yasal Çerçevesi
Tüm bu dönüşümlere paralel bir çalışma hukukunun geliştirilmemesi beklenemez. Ancak en başta unutulmaması gereken şudur ki ÇKP, devrimci Çin proletaryasının bağımsız siyasi örgütü olmadığı gibi, 1949 Devrimi’nden itibaren tek yetkili ve resmi sendika olan Tüm Çin Sendikaları Federasyonu da ÇKP’nin ve Çin hükümetlerinin işçi sınıfı üzerindeki denetim aracı olarak partinin bir uzantısı olarak varlığını sürdürmüştür. Pek çoğu işletme yönetim kurullarında görev alan, dolayısıyla işletmeden gelir sağlayan sendika bürokratları, kâr amaçlı üretim söz konusu olduğunda bir kapitalist işletmeci olarak davranmakta, işçi ücretlerinin belirlenmesi söz konusu olduğunda emek-sermaye istişare organlarına “sendikacı” sıfatıyla katılmaktadır. Bu bağlamda, tarihin hiçbir evresinde işçilerin kendi bağımsız sendikalarının kurulmasına izin verilmemiştir.
Bununla birlikte, 1975 ve 1978 anayasalarında ilk kez tanınan grev hakkı kâğıt üzerinde kalmış, “reform” sürecinin ta en başında, 1982’de, anayasal hak olmaktan çıkarılmıştır. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren, özelleştirmelerin kapitalistler lehine bir diğer önlemi olan, işsizlik sigortası fonu oluşturularak, işten çıkarmaların yükü proleterlerin sırtına yüklenmiştir.
Aynı süreçte, devlet işletmelerinde “belirli süreli sözleşme” esasına göre işe alımlar başlamış, ömür boyu istihdam garantisine sahip olan eski işçilerle sözleşmeli genç işçiler ikame edilmiş, böylece istihdam ve iş güvencesinin altı oyulmuştur. Yeni İş Kanunu’nun kabul edildiği 1994’e kadar, devlet işletmelerindeki sözleşmeli işçi oranı yüzde 26,2’ye çıkmıştır. Kanunla birlikte bireysel sözleşme genelleştirilirmiş, tüm işletmelerdeki işçilerin yüzde 90’ına yakını bu kapsama alınmıştır. Var olan az orandaki toplu iş sözleşmelerinde (TİS) işçi-işveren arasındaki ihtilafa konu maddelerin ve en önemlisi ücret pazarlıklarının konu dahi edilmemesi ya da bireysel sözleşmelerdekinden farklılaşmaması, TİS’lerin ne kadar şekilsel olduğunun kanıtlarından biridir. Bu bağlamda TİS’ler, bireysel iş sözleşmelerinin tamamlayıcısı olmaktan öte iş görmemiştir.
1 Ocak 1995’te yürürlüğe konan İş Kanunu, işçi-işveren arasında yazılı bir sözleşmeyi temel alan öyle bir “iş ilişkisi” tanımlamıştır ki göçmen işçiler, kırdaki sınai ve ticari işçiler, devlet memurları, ev işçileri, meslek okulu öğrencileri, taşeron işçileri ve emekliler; yani 1990’lı ve 2000’li yıllarda emek yoğun, ihracata yönelik imalat sektörlerinde, inşaat ve hizmetlerde çalışan Çin işgücünün büyük bir bölümü bu ilişkinin dışında kalmıştır. Özünde, tescil belgesinde devlet işletmesi/şirketi yazılı olan işletmelerdeki sınırlı sayıda insan bu kapsama girebilmektedir. Ki bu durumda bile ihtilaflar, önce işletme düzeyinde yöneticiler ve sendikacıların olduğu kongrelerde; burada çözülemezse yerel idarenin iş tahkim organında, burada da çözülemezse mahkeme yoluna gidebilir. Uzun süren ve maliyetli bu yolun kendisi başlı başına bir caydırma politikasıdır. ÇKP ve Çin hükümeti, işçiler arasında artan huzursuzlukları, 2007 yılında “İş Sözleşmesi Kanunu” ve yeni arabuluculuk kanunu ile kontrol altına almaya çalışsa da özde bir değişiklik yaşanmamıştır. Nitekim tahkime giden dosya sayılarının 1996’dan 2016’ya kadar, yirmi yılda (48.121’den 828.410 dosyaya) on yedi kat artış göstermesi işçilerin önemli bir kısmının bu yolu denemekten vazgeçmediğini göstermektedir.
Görüleceği üzere çalışmaya ilişkin yasal düzenlemeler, üretimde serbest piyasa ilişkilerinin geliştirilip konsolide edilmesine paralel bir serbest iş gücü piyasasının oluşturulmasına yöneliktir. Kırda giderek artan tarım işçiliği ve hafif sanayi (bireysel tüketim malları) üretimi yapan küçük ölçekli kırsal işletmeler; kıyı bölgelerde kırsal artık iş gücünü (iç göçmen emekçileri) çeken yabancı sermayeli fabrikaların kurulduğu ÖEB’ler; kentte devlet işletmelerinin özelleştirilmesi/şirketleştirilmesi, buna paralel olarak kurulan yerli/yabancı sermayeli sınai işletmeler ve tüm bunlara bağlı olarak gelişen hizmetler. Kapitalist Çin’in devasa proletaryasını oluşturan başat unsurlar bunlardır.
90’lardan Bugüne İşçi Hareketinin Seyri
Piyasalaştırma, özelleştirme ve yabancı tekellere açılma politikalarının Çin proletaryası tarafından sessiz sedasız karşılanması eşyanın tabiatına aykırıdır. Çin istatistiklerine göre bile, 1992-2000 arasında işçi direnişlerinin sayısı 9-10 katına çıkmıştır. Çin hükümetinin bu yükselen harekete karşı aldığı 1999 “tedbirleri” devletin sınıfsal karakteri hakkında tartışma götürmeyecek bir kanıttır: 200 kişi ve üzerinin toplanmasında yerel kamu güvenliği yetkililerinin izni, 3000 kişi ve üzeri toplantılarda yüksek derecedeki güvenlik bürolarının izni şart koşulmuştur.
Tüm bu engelleme girişimlerine rağmen devam eden işçi direnişlerinin nicel ve nitel karakteristiği anlaşılır biçimde sektörel pozisyonuna göre biçimlenmiştir. 2003 yılında üç milyon kişinin katıldığı 58 bin “kitlesel olay” arasında en büyük grup, o yılki toplam katılımcı sayısının yüzde 46,9’una tekabül eden 1,66 milyon işten çıkarılmış, emekli ve aktif işçilerdir. Resmi sendika istatistiklerine göre, devlet ve kolektif işletmelerde çalışan ve ücretleri ödenmeyen toplam işçi sayısı 1993 yılında 2,6 milyondan 2000 yılında 14 milyona yükselmiştir. Bu durum, en kitlesel ve görece örgütlü eylemlerin ağır sanayi ve altyapı işçileri arasında yaşanmasına neden olmuştur.
Örneğin, işçi eylemlerinin yükselişe geçtiği 2002 yılında, Heilongjiang eyaletindeki Daqing Şehri’nde 50 bin petrol işçisi kentte geniş çaplı bir protesto başlatmış, Daqing Eyaleti İşten Çıkarılan İşçiler Birliği adıyla bağımsız bir örgütlenme girişiminde bulunmuş, bu sayede etkisini önce eyalet düzeyine genişletebilmiş ve diğer eyaletlerdeki petrol işçilerini dayanışmacı grev ve eylemler düzenlemeye yönlendirmiştir. Aynı yıl, Liaoning şehrinde, Ferro Alaşım Fabrikası’ndaki 3 bin işçinin yıllarca yasal yollara başvurup sonuç alamamanın getirdiği öfkeyle başlattığı eylem, bir hafta içerisinde kentteki 20 fabrikaya sıçramış ve 30 bin işçiye yayılmıştır. Shenzhen’deki, sermaye yoğun sektörlerde dünyanın en işlek limanlarından biri olan Yantian Uluslararası Konteyner Terminali’nin 2007’deki grevi sendikal temsil ve toplu pazarlık mücadelesi bakımından öğreticidir. Deneyimli vinç operatörlerinin öncülük ettiği bu mücadele “işyeri düzeyinde yıllık toplu pazarlık sistemi” gibi önemli bir kazanımla sonuçlanmıştır. Pek çok emek araştırmacısına göre -Çin koşullarında- bir “işyeri sendikacılığı” örneği olarak gösterilen bu deneyimin en azından süreklilik arz ettiği, 2013 yılında yine vinç operatörlerinin öncülüğünde, bu sefer ücret artışı talebiyle greve gidebilmelerinde görülebilir.
ÖEB’lerdeki kır kökenli işçiler arasında ise yabancı sermayeli işletmelerdeki grevler öne çıkmaktadır. Güney kıyıdaki bölgelerden biri olan Pearl River Deltası’nda 1993 baharı kendiliğinden bir grev dalgasına tanıklık etmiştir. Japon sermayeli Canon’a üretim yapan bir fabrikada, ücret artışlarının enflasyon oranının altında kalması, zorunlu fazla mesai, insanlık dışı çalışma ortamı ve gıda-barınma sorunu yüzünden iş bırakan işçilerin fiili grevleri, kısa sürede diğer Japon, Tayvan ve Hong Kong sermayeli fabrikalara sıçramış ve yarısı tam katılımla gerçekleşen birbiri ardına on iki grevi tetiklemiştir. Ancak hükümetin uzlaştırmacı müdahalesiyle kayda değer kazanımlar olmaksızın sönümlenmiştir. Bunda, bu bölgelerdeki işgücünün kırsaldan göç eden ve çoğu kentlerdeki -yönetici kademeleri işbirlikçi de olsa- sendikal örgütlülüğü olmayan işçilerden oluşmasının da önemli bir payı vardır. Çin ekonomisinin çift haneli büyüme rakamlarına ulaştığı 2001-2007 yıllarında, bu bölgedeki işletmelerin açıkladığı yüksek kârlılık oranları; işçi mücadeleleri, görece yüksek ücretlerin verildiği yabancı sermayeli şirketlerde ücretlerin kâr oranlarına paralel olarak artırılması talebine yoğunlaşmıştır. Ancak, kadın işçilerin öncülüğünün dikkat çektiği eylemler, örgütlü bir karar mekanizmasının olmadığı spontan eylemler olmaya devam etmiştir. 2004 yılında, Japon Uniden Elektronik’teki 16 bin işçi, Haiyan Elektronik’teki 3 bin işçi, Changying fabrikasındaki 5 bin işçinin katıldığı grevler en dikkat çekenleridir. Çoğu zaman grevlere, dilekçe-imza kampanyaları, yol kesme, devlet dairelerinin faaliyetini engelleme ya da göçmen işçiler için bir geri gönderme merkezine dönüşen kontrol noktalarına saldırılar eşlik etmiştir. Bu hareketlilikte; greve çıkan bir işyerindeki işçiler için fon oluşturma ya da yerel otoritelere dilekçe yağdırma gibi temel dayanışma örneklerini de, kalifiye işçilerin statü atlama uğruna yaptığı grev kırıcı tutumları da aynı anda görmek mümkündür. Temsilci seçmedeki tecrübesizlikler ve hazırlıksız başlatılan grevler hareketin temel zaaflarını oluşturmaktadır.
2006’da Shenzhen’de kurulu Danimarka sermayeli Ole Wolff Elektronik fabrikasında yaşananlar, işçilerin tüm bu zaafları aşarak kapitalistlerin yanı sıra sendikal bürokrasiye karşı mücadele etme zorunluluğu bakımından değinmeye değerdir. Asgari ücretin altına düşen ücretlere, kesintilere ve işten çıkarmalara karşı başlattıkları grevin sonucunda işyeri düzeyinde sendika kurma kararı alan çoğunluğu kadın işçiler, yasal prosedürü takip ederek resmi federasyona bağlı bir işyeri sendikası kurma girişiminde bulunmuşlardır. İlk etapta federasyonun düşmanlığıyla karşılaşmış olsalar da işyeri sendikasını kurmayı başarmışlar, ancak şirket iki yıl sonra işçilerin seçtikleri işyeri temsilcilerini işten çıkarmıştır. Resmi sendika yönetimi kılını kıpırdatmadığı gibi şirketi yasalara uygun davrandığı için tebrik etme küstahlığını gösterebilmiştir.
2007’deki grevlerde yabancı tekellerin itirazlarına rağmen çıkarılan “İş Sözleşmesi Kanunu” etkisini görmek mümkündür. Çin tekeli Huawei ile ABD perakende tekeli Walmart ve onları örnek alan bir dizi işletmenin kıdem tazminatı gerektirecek olan belirsiz süreli iş sözleşmesi yapmaktan kaçınmak için var olan işçilerini istifaya zorlama ya da direk işten çıkarma yoluna gitmeleri yeni bir grev dalgasına neden olmuştur. Yerel hükümetin, iş durdurma, yol kesme ya da gösteri yapma şöyle dursun, işçilerin sunduğu dilekçeleri dahi “uygunsuz” ilan etmesi işçilere yönelik baskının boyutu hakkında önemli bir ipucudur. Fakat hemen ardından gelen 2008 kriziyle, bazı işletmeler iflas açıklayıp kaçıp gitmiş, bazılarıysa “Çin’de kalabilmek için” asgari ücretin sabit tutulmasını talep etmiş, hükümet de kapitalistlerin bu talebine olumlu yanıt vermiştir. Bu gelişmeler ücretlerin düşmesi, işsizleşme ve dolayısıyla işçiler arası rekabetin güçlenmesine neden olmuştur. Kriz sonrası direnişler, ekonomik kazanımların korunmasına yönelik savunmacı pozisyondadır.
Görece örgütlü kolektif eylem ve grevlerle, örgütsüz, bireysel fedai eylemlerin eşanlı yaşandığı 2010 yılı; şüphesiz ki modern Çin proletaryası tarihinde dersle dolu özel bir yer hak eder. Honda grevleri ve Foxconn intiharları bu iki eğilimin sembolleridir.
Tayvan merkezli elektronik ve bilgisayar üretim şirketi Foxconn’un Çin’deki ÖEB fabrikalarında, ocak ayından aralık ayına kadar 18 işçinin intiharı hafızalarda tazedir. Yaşları on yedi ile yirmi beş arasında değişen bu işçiler, kırsal göçmen ailelerdendir. “İntihar ekspresi” olarak anılagelen bu zincirleme intiharların ardında aslında özel tasarım bir işçi cehennemi yatmaktadır. Fabrika müdürlerinin “kampüs” demeyi tercih ettiği bu cehennem, işçilerin içeriye hapsedildiği çok katlı bir kent gibi tasarlanmıştır: Çok katlı fabrikalar, yatakhaneler, depoların yanı sıra hastane, kütüphane, okullar, mağazalar, kafe ve restoranlar gibi ticari ve sosyal pek çok alan. Görünürde, ücretlerini kompleks içinde harcamak da dahil işçilere pek çok “olanak” sağlayan komplekste, intihardan sağ kurtulan 4 işçiden birinin anlattığına göre günlük hayat 6 buçukta başlamakta, işçiler 7.20’de yirmi dakika süren sabah toplantısına katılmakta, üretim 7.40’ta başlamakta, üretim bandına yetişmek için işçilerin birbiriyle konuşmaya fırsat dahi bulamadığı öğle yemeği 11.00’de yenmekte ve fazla mesai yüzünden genellikle akşam öğünü atlanmakta ve on iki saatlik vardiya 19.40’ta sona ermektedir. Bant 24 saat boyunca hiç durmaz. İşçilerin üretim hataları anlık olarak dijital ekranlara yansıtılır, ücretten kesinti, yöneticiden hakaret olarak işçiye tahvil edilir. Tam zamanında üretim baskısının yarattığı zaman ve mekân daralmasını iliklerine kadar hisseden montaj hattı işçisi, üzerinde oluşan yükü kompleksteki olimpik yüzme havuzunda atamamaktadır. Yatakhaneler ise fabrikaların bir uzantısı gibidir; yüksek hızda, 24 saat üretim yapılmasını kolaylaştırmak için sıkıştırılmıştır. Evli ya da bekar fark etmeksizin, kişi başı bir ranza tahsis edilir. İşçiyi oyalayıcı ortak yaşam alanı yoktur; “özel alan” ise işçinin kendi yaptığı bir perdenin arkasındaki yataktan ibarettir. Oda arkadaşları, Çin’in farklı bölgelerinden farklı lehçeler konuşanlar arasından oluşturulur.
Kelimenin her anlamıyla “ölü emek” mezarlığı üzerinde ise, sadece Foxconn değil, başta Apple olmak üzere tedarikçisi olduğu Amazon, BlackBerry, Cisco, Dell, Fujitsu, GE, HP, IBM, Intel, LG, Microsoft, Nintendo, Panasonic, Philips, Samsung, Sony, Toshiba ile Çin devletinin ortak girişim gruplarından uluslararası tekellere dönüşen Lenovo, Huawei, ve Xiaomi’nin kâr cenneti yükselmektedir. Bu aşırı sömürü karşısında Foxconn’a çalışan bir milyon işçi ise tipik olarak örgütlenme olanaklarından yoksun bırakılmıştır. Sendika temsilcisi, şirketin kurucusu Terry Gou tarafından intiharlardan üç yıl önce atanan, aynı zamanda işletmede yönetici olan bir kadındır.
Kölece çalışmaca koşulları karşısında örgütsüzlüğün verdiği çaresizlik hissinin tam karşısında, aynı yılın baharında Pear River Deltası’ndaki Nanhai Honda fabrikasında göçmen ailelerin yeni nesil işçilerinin tüm ülkeye yayılacak olan grevi bir emsal olarak durmaktadır. 2008 krizine rağmen Çin otomobil endüstrisi satışlarını yüzde 46 oranında artırarak yeni bir rekor kırmıştır. Buna karşılık ücretlerde hatırı sayılır bir artış yaşanmamıştır. Yüzde 80’i meslek okulu öğrencisi, geri kalanı da kadrolu işçi olan 1.800 işçi, taleplerini 108 maddede ifade etmişlerdir. Ancak, ücret artışı ve bağımsız sendika kurma hakkı, tüm otomobil işçilerini kesen iki temel taleptir. Bu grev deneyimi; yerel hükümet yetkililerinin yanı sıra işçi sınıfının farklı sektörlerinden insanların grev kırıcı olarak kullanılması bakımından da öğreticidir. Meslek okullarındaki öğretmenler öğrenci-işçilerin bir kısmını üretime dönmeye ikna etmiştir. Ancak daha deneyimli olan kadrolu işçi önderleri direnmeye devam etmiş ama bu direniş, kolluk güçlerinin yanı sıra kim olduğu bilinmeyen “sendika üyelik kartı” taşıyan iki yüz kişinin saldırısına uğramıştır. Bu yeni grev kırıcılar civar köylerden toplanan kır emekçileridir. Bu saldırı karşısında işçilerin birliği yeniden sağlanmış ve grev fabrika genelinde devam etmiştir. Her ne kadar resmi sendika yetkililerini özür mektubu yayınlamak zorunda bıraksalar da, sendikal bürokrasiye güvenemeyeceklerini pek çok deneyimle öğrenmiş olan işçiler, sınıf kardeşlerine dönmüş ve ülke çapında dayanışma çağrısında bulunmuş ve yüzlerce işyerinden destek yağmıştır. Güç biriktiren grevci işçiler, işletmede kendi temsilcilerini seçmiş ve fiilen yürüttükleri toplu pazarlık sayesinde hatırı sayılır bir ücret artışı (kadrolu işçilere yüzde 32,4; öğrenci-işçilere yüzde 70) kazanmayı başarmışlardır. Ancak Çin hükümetinin politikalarıyla da uyum içinde, Honda’nın taviz vermediği tek konu işçilerin kendi seçtikleri temsilcilerden oluşan işletme sendikasının tanınmasıdır. Bunun yerine resmi sendikadan bir komite oluşturulmuştur. Bu, bağımsız sendika mücadelesinin sonu anlamına gelmemiştir, 2013’te Honda işçileri resmi sendika komitesine ve tüm baskılara rağmen ücret artışı talebiyle yeniden greve gitmiş ve kısmî de olsa kazanım elde etmişlerdir.
Nanhai’deki işçilerin bu grevinin bir diğer önemi de diğer Honda fabrikalarının yanı sıra, Toyota, Ford ve BMW gibi otomotiv devlerinin tedarikçi fabrikalarına sıçramasıdır. Ama grev dalgası otomotiv sektörünün de dışına taşmış, ulusal sermayenin yanı sıra ABD, Japonya, Tayvan, Güney Kore sermayeli elektronik, makine, tekstil, seramik sektörlerinde de grevleri tetiklemiştir. Grev dalgasının nicel boyutuna dair tutarlı istatistikler olmamakla birlikte, tahminler yıl boyu 200 ila 1000 grevin yaşandığı yönündedir. Grevlerin yüzde 95’i imalat sektörlerinde yaşanmıştır. Milyonlarca işçinin bu iradesi karşısında resmi sendika federasyonu işletmelerde sendikal temsilin güçlendirilmesi, onlarca eyalette ÇKP komiteleri ve yerel hükümetler toplu pazarlık, ya da onların deyimiyle işçi-işveren arasında “toplu danışma” mekanizmalarının teşvikine yönelik açıklamalar yayınlamak zorunda kalmıştır. Toplu pazarlığı ilgilendiren yönetmeliğin yeniden düzenlenmiş olması gündeme gelmiş olsa da ABD ve Hong Kong ticaret odaları aracılığıyla itirazını dillendiren uluslararası tekelci sermayenin dediği olmuş ve söz konusu reform askıya alınmıştır.
Ancak kesin olan bir şey vardır ki; 21. yüzyılda bağımsız sendikal örgütlülük ve toplu pazarlık/sözleşme hakkı, geri dönüşü olmayan bir şekilde sınıf mücadelesinin temel konusu haline gelmiştir. Kimi araştırmacılar bu dönüşümü, resmi sendikanın formalite olarak yaptığı toplu pazarlıktan, 2010 grevleriyle zirveye ulaşan “ayaklanma yoluyla toplu pazarlık” aşamasına geçildiği, ancak Xi dönemiyle birlikte “parti-devlet önderliğinde toplu pazarlık” gibi işçilerin önderlik etmediği bir aşamaya doğru evrilmekte olduğu şeklinde yorumlamaktadır. Ancak “ayaklanma” adını verdikleri grev ve eylemlerin spontan gelişimine fazla paye verdikleri ortadadır. Eldeki olanaklarının kısıtları düşünüldüğünde, Çin proletaryasının, artık 1990’larda olduğu gibi anlık, plansız, örgütsüz tepkilerle değil, işyeri, işletme, sektör düzeyinde birikimli ilerleyen tartışmalarla harekete geçmeyi başarmış olması sınıf bilincinde bir ilerlemeye işaret etmektedir. Elbette Xi ve temsil ettiği ulusal ve uluslararası kapitalist sınıfın, şişesinden çıkan bu cini kontrol altında tutmak için elinden geleni yapması beklenmeyecek bir durum değildir.
Üstelik Xi dönemi; işçi hareketini, bir yanda bu zamana kadar odağını ücretlere yoğunlaştırmış kırsal ve güvencesiz, bir yandan da özelleştirme öncesi güvence haklarını korumaya odaklanan kentli ve kadrolu işçiler olarak bölme olanaklarının da görece zayıfladığı bir dönemdir. Geçen birkaç on yıl içinde sınai ve ticari işletmelere kitleler halinde katılan kırsal göçmen kuşağı artık emeklilik haklarına yoğunlaşacak olgunluğa erişmiştir. 2014 Yue Yuen grevi, bu bağlamdaki dönüm noktalarından biridir. Nike, Adidas, Reebok, Puma, Asics, Under Armour, New Balance ve Timberland gibi tekellerin tedarikçisi konumundaki Tayvan sermayeli şirket, sektördeki küresel pazarın yüzde 20’sine sahip, dünyanın en büyük ayakkabı üreticisidir. Ancak bu ihtişamı rekabet tehdidinden azade değildir; 2000’li yıllarda 100 bin işçi istihdam ederken maliyet baskısıyla grevin patlak verdiği 2014’e kadar benzeri az görülen bir işçi kıyımına gitmiş 40 bin işçiyi işten çıkarmıştır. Ücretler ise eyalet ortalamasının yarısına kadar düşürülmüştür. Bu süre zarfında küçük ölçekli iş bırakmaların birikimiyle, 2014 grevinde 60 bin işçinin 43 bini daha örgütlü bir grev düzenleyebilmiştir. Şirket, emeklilik primlerinin tümüyle ödenmediğini öğrenen işçilere kısmî tavizler vermeyi kabul etse de ileri işçiler, dönemin tüm önemli grevlerinde gündeme geldiği gibi, yeni bir toplu sözleşme imzalama ve işletme düzeyinde kendi seçtikleri sendika komiteleriyle temsil edilme talebinde ısrar etmiştir. Ne var ki, ücret iyileştirmeleri, kreş, sağlık, eğitim vb. sosyal hakları da içeren kısmî kazanımların yarattığı bölünme, mücadelenin bir adım öteye taşınmasındaki iradeyi zayıflatmıştır. Tüm bunlar bir yana, Yue Yuen grevi, Çin proletaryasının mücadele tarihinde, göçmen işçilerin emeklilik ve sosyal güvenlik ödemelerine odaklandığı ilk örnek olarak kabul edilmekte, tek bir şirkette gerçekleştirilen en büyük toplu eylem olarak kayıtlarda yerini almaktadır.
İşçilerin görece geri çekilmesinde (Hindistan gibi) ücretlerin daha düşük olduğu başka ülkelerin yabancı sermaye çekme rekabetine dahil olması da bir etken sayılabilir. Bununla birlikte Çin’in “mucize” olarak nitelenen ekonomik büyüme hızında yavaşlama baş göstermiştir. Fabrika kapanmaları ve üretim kesintileriyle başı belaya giren Xi yönetimi, 1,8 milyon çelik ve kömür işçisinin işten çıkarılacağını açıklaması gibi, istihdamın yüzde 15’ini kapsayan bir dizi işçi kıyımı planlamıştır. 2016’da Çin proletaryası buna madencilerin, demir ve çelik işçilerinin başını çektiği yeni bir grev dalgasıyla derhal yanıt vermiştir. Çok geçmeden bastırılan bu grevler, işçi hareketinde birkaç yıl süren bir durgunluğun da işareti olmuştur.
Ölü toprağını bir nebze olsun atan 2018’de iki ay süren Jasic eylemleridir. Shenzhen’de kurulu, kaynak makine üreticisi Jasic Elektronik’teki 1000 işçi, sigorta primlerinin ve konut desteklerinin eksik ödenmesi, keyfi ücret kesintileri, yönetimin sözlü ve fiziksel tacizleri gibi bir dizi tipik sorun yaşamaktadır. İleri işçilerin işyeri düzeyinde sendikalaşma girişimleri, işyeri düzeyinde kukla bir komitenin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. İş çatışmaya vardığında öncü işçiler tutuklanmıştır. Jasic eylemleri, işçilerin, arkadaşlarının tutuklu bulunduğu karakol kapısındaki, toplu gösteriden ziyade sivil itaatsizliği çağrıştıran dağınık ve spontan konuşmalarıyla başlamış, giderek işçilerin “Sendika kurmak suç değildir” yazılı pankartlarla katıldığı yürüyüşlere dönüşmüştür. Kolluk şiddetiyle karşılaşan bu eylemler, üniversitelerde Marksist okuma grupları olarak örgütlenen öğrencilerin “Bugünün öğrencileri yarının işçileridir” sloganı etrafında büyüyen desteğiyle kısa sürede ulusal ölçekte gündem olmuştur. Bu gelişme, ölçeği karşılaştırılamayacak olsa da, ülke tarihinde 1989 Tinanmen Olayları’ndan bu yana işçi-öğrenci-aydın dayanışmasının ilk örneklerinden biri olması bakımından kayda değerdir. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) de hükümete çağrılarıyla sürece dahil olmuş, Avrupa ve ABD’de destek eylemleri örgütlenmiştir. Meraklısına bir anekdot da Noam Chomsky ve Slavoj Žižek gibi sol entelektüellerin Çin’de düzenlenen resmi Marksizm konferanslarını boykot etme kararı almasıdır. Xi yönetimi, bastırdığı bu eylemleri fırsata çevirerek, başta ileri işçiler olmak üzere, üniversite öğrencileri ve olayla hiç alakası olmayan emek aktivisti sivil toplum örgütü üyelerine yönelik bir cadı avı başlatmıştır.
‘Bilmece’nin Deşifresi
Jasic eylemleri bir dalga, bir harekete dönüşmemiş ya da tetiklememiştir. Zaten hemen ertesinde patlak veren pandemi, böylesi bir hareketi dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Çin’de de geciktirmiştir. 2022’deki Zhngzhou’da kurulu Foxconn fabrikasındaki büyük ölçekli işçi eylemlerinin ardından, geçtiğimiz yıl, 2016’dan bu yana ilk kez yeni bir grev dalgasına tanıklık edildiği belirtilmektedir. Hong Kong merkezli sivil bir girişim olan China Labour Bulletin’a göre fabrika grevlerinin sayısında katlanarak bir artış gözlemlenmektedir. Bu grevlerde fabrikaların sökülüp başka yerlere taşınmasının etkisi yadsınamaz. Tazminatsız işten çıkarmanın yollarını arayan kapitalistler kimi yerlerde asgari ücretin yüzde 80-90’ı oranında ücretler dayatmaktadır. Buna karşılık; iş durdurma, gösteri, oturma eylemi, fabrika girişlerini bloke etme, makinelere el koyma gibi pek çok taktiğin yanı sıra intihar girişimi gibi eylemlerin devam ettiğini de belirtmek gerekir.
Çin proletaryasının oluşumundan bugüne ulusal ve uluslararası kapitalistlere karşı muazzam sayılabilecek bir mücadele birikimine sahip olduğu tartışmasızdır. Şimdilik, işyeri ve işletme düzeyinde o ya da bu biçimde devam eden mücadeleler, altı yedi yılda bir patlak veren dalgalara dönüşebilse de bölgesel ve ulusal ölçekte kalıcı bir örgütlenme yakalanamamıştır. Şüphesiz ki bunun önündeki en büyük iki engel, burjuvaziye karşı kendi bağımsız siyasi örgütlenmesini başaramamış olması ve başka ülkelerde ender görülebilecek düzeyde kapitalist devletle bütünleşmiş bir sendikal bürokrasinin varlığıdır. Bütün bir deneyimi göstermiştir ki, Çin proletaryasının perspektifinden Çin iktisadı, Çin devletinin karakteristiği bir “bilmece” değildir. O, artık sadece resmi bir detay haline gelmiş “devlet mülkiyeti” ve/ya “kamu mülkiyeti” maskesinin ardında gizlenmeye çalışılan aşırı sömürüyü iliklerine kadar hissetmektedir.