Fulya Alikoç
Bugün internette arama motoruna “Sedat Peker” yazan kullanıcının karşısına şu bilgi çıkıyor: “Meslek: İş insanı; mafya lideri.” Tekelci kapitalizm, mafya lideri olmayı bir meslek meşruluğunda sunmaktan çekinmiyor. Şüphesiz ki bu meşruluğunu aynı zamanda iş insanı olmaktan, yani belirli bir ticari ya da sınai faaliyette bulunmaktan alıyor. Üstelik asgari düzeyde bir toplumsal cinsiyet eğitimi tamamlanmış olmalı ki “iş adamı” gibi artık herkesin ayıpladığı nobran eril ifadelerden de kaçınıyor. Emperyalist aşamasında kapitalizmin çürümüşlüğünü bu beş kelimeyi yan yana getiren milyar dolarlık uluslararası teknoloji şirketleri o kadar iyi özetliyorlar ki moda deyimle “tweet bu kadar” deyip bırakılsa yeridir. Ne de olsa sistemin içeriden bilgisine sahipler. Üretim ilişkilerinin; hukuki, hukuk dışı ve hukuka aykırı tüm anlamlarını tek bir ifadede dışavurabiliyorlar.
2021’in Mayıs ayından bu yana dönem dönem nükseden ama zamanla manyetik alanı daralan bir gündem fırtınası yarattı Sedat Peker. Tehditle tahsilat yapma, zorla alıkoyma, adam öldürmeye azmettirme, suç örgütü kurma, iş yeri kurşunlama, yaralama, hürriyeti tahdit, yağma ve sahte kimlik kullanma gibi becerilerle ticareti aynı kariyerde birleştirmeyi başarmış, CV’si adli sicilinden menkul bu meslek erbabının sermaye-devlet-mafya üçgenindeki alışverişleri ifşa ettiği videolarını on milyonlar izledi. Bir o kadar sayıda olmasa da yine internet ortamlarında ve televizyon programlarında ifşaatın içeriğindeki olaylar, masasının üzerindeki kağıtlar, kadrajın bir yanına mutlaka iliştirilen kitaplar, beyaz tahtaya yazılmış sözcükler ve söylemlerindeki gizli kodlar deşifre edilmeye çalışıldı.
Evet, Susurluk hadisesinden çeyrek yüzyıl sonra, bu sefer, devlet-sermaye-mafya üçgeninde yaşanan çıkar çatışmasının sonucunda bu imtiyazlılıktan dışlanmış bir adamın ifşaatıyla rögarlar bir kez daha patladı. Ortaya saçılan pislikten birtakım kadın figürleri de çıktı. “Defne hanımın evinde olanlar” şeklinde bazen bir pazarlık kozu, “Kızcağız jandarmaya gidip Tolga Ağar bana tecavüz etti” şeklinde bazen ödeşme aracı, “Ev baskınında karıma zulmettiler” şeklinde bazen bir namus simgesi, “Kız evladımın bir damla göz yaşı uğruna dünyayı yakarım” şeklinde bazen bir kırmızı çizgi. Tüm bu kir pasın arasında zikredilen kadınlara biçilen rol ve konumu deşifre etmek için inanılmaz bir çabaya gerek kalmıyor. Sedat Peker’in pek de sofistike olmayan “cümlelerinin sınırlarının ötesindeki anlam” derinlemesine bir “söylem analizi” metodu kullanmaya gerek duymadan hızla kavranabilir nitelikte. Bununla birlikte, Peker’in, kapısında açıktan T.C. yazılı olmayan gayrinizami unsurlar sayesinde tekelleşen sermaye grubu ile onun siyasi iktidarını temsil eden Cumhur İttifakının oluşturduğu çekirdeğin çeperine keskin nişan alıp tek tek indirmeye çalıştığı kelleler arasındaki ağız dalaşı “Pes!” dedirtse de gayri tabi durmuyor. Hukuki ve biçimsel olarak bakıldığında, tüm yurttaşların, cinsiyete dayalı şiddete maruz kalmaları bakımından özel olarak kadınların güvenliğini sağlamakla mükellef İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun cansiperane savunusunda Sedat Peker’i “karısının iç çamaşırlarının arkasına saklanmak” ile kışkırtıp toplum nezdinde alçaltmaya ya da toplumun ifşaat videolarına bahşettiği teveccühü “çocuk pornosu izlemek” kadar sıradanlaştırmaya çalışan, “kendi doğallığında beliriveren” söylemlerdeki cinsiyetçiliği deşifre etmek için “sohbet analizi” yapmaya gerek yok.
Siyasi hegemonyası zayıfladıkça “Gelin Hanım, Bayan Kemal, Bay Meral” gibi gündelik söylemlerindeki cinsiyetçi şiddet dozunu artıran bir tek adam iktidarı altında, “kadına yönelik şiddet rakamlarının tolere edilebilir düzeyde olduğunu” rahatlıkla söyleyebilen (kadın) bir Aile Bakanı’nın varlığıyla yaşamak kendiliğinden sonuçlar çıkarmaya yetiyor. Bu deneyim suçlu ile yasa koyucunun, suçlu ile yasayı uygulayanın erkek egemen söylemde ortaklaştığını gösteriyor. Devlet-sermaye-mafya iletişiminde beliren kadın imgeleri (eş, kız çocuğu, namus taşıyıcısı, metres, fahişe, şiddet ve istismar mağduru, cinayet kurbanı vb.) zaten kadının toplumsal varlığına ve toplumsal yaşam içindeki hareketliliğine çizdiği ataerkil sınır karakolları. Dolayısıyla bu karakolların bekçileri olarak; siyasetçi, iş insanı, mafya babası, organize suç örgütü lideri gibi tipler de doğal birer kadın düşmanı varlık olarak beliriveriyorlar.
Ataerkil ideolojinin en saf biçimlerinden birinin bu güncel sergisi; özünde kapitalist toplumun tarihsel gelişiminde pre-kapitalizmden devralınarak korunan ve kapitalist üretim ilişkilerine göre yeniden şekillenen ataerkil aileyle, burjuva devletle ve bunların tekelci aşamadaki biçimleriyle düşünüldüğünde anlam kazanıyor. Sermaye birikiminin formal (hukuki) ve enformal (hukuk dışı) biçimleri, kadınların da bu toplumsal ilişkilere dahil edilme biçimini (hukuki evlilik ya da hukuk dışı fuhuş/zina vb gibi) yeniden şekillendiriyor. Burada “Devlet nedir? Hak ve hukuk ne için vardır? Yasa kim içindir? Suç nerede başlar, nerede biter?” gibi sorular önem kazanıyor.
KAPİTALİST DEVLET VE BİR SERMAYE BİRİKİM BİÇİMİ OLARAK ORGANİZE SUÇ
Tekelci kapitalist gelişmenin bugünün Türkiyesi’ndeki özgün koşullarında “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” geri kazanılması gereken değerler olarak, özellikle de tarihsel olarak büyük burjuvazinin çıkarlarını temsil edegelen muhalefetteki burjuva partileri tarafından sık sık dile getiriliyor, “Hak, hukuk, adalet” sloganı tekrarlanıyor. Tekelci kapitalizmin gelişim seyri ve hızının gerisinde kalan burjuva demokratizminin bu demode türü, özünde sınıflar mücadelesinin tarihsel ürünü olan hak ve hukuku “toplumun ruhu” olarak göstermeye devam ediyor.
Bu idealist kavrayışta hukuk, birey üzerinde egemenlik kurması sayesinde var olduğuna inanılan toplumun “egemenlik sürme iradesi” olarak belirir.[1] Buna göre, “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir!” Evet, sadece TBMM’deki bir tabelada ve idealar dünyasında!
Gerçek dünyada ise egemenlik, sınıf egemenliğidir; hukuk herhangi bir tinsel/ruhsal iradeye değil, üretim ilişkilerine tabidir. Devlet de “sınıf egemenliğinin bir organı, bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesinin organıdır; sınıfların çatışmasına gem vurmak suretiyle bu baskıyı yasa mertebesine yükseltip pekiştiren bir ‘düzen’in yaratılmasıdır.”[2] Diğer bir deyişle, güçlerini devlet biçiminde yapılandırmak zorunda olan burjuvalar, üretim ilişkileri tarafından koşullanan çıkarlarına yasa biçiminde tümel bir ifade oluşturmak zorundadır. Toplumsal iş bölümünde bu yeni bir kesimi oluşumunu gerektirmiştir. Sivil ya da askeri bürokratlar ve memurlar, tam da bu çıkarlarının ya da onun tümel ifadesi olan yasanın korunması için profesyonelleşmiştir.[3]
Burjuvazi, gündelik hayatta bu profesyoneller (mülki amirler, polis, bekçi, sosyal hizmet memurları, yargıçlar vb) eliyle uzlaşmaz karşıtı olan işçi sınıfının kendine karşı olası mücadelesine ket vurmaya çalışır. Onu yasa ile hizaya getirir. Ne var ki, burjuva çıkarlarının tümel ifadesi olarak yasa, yasa-dışı olanın da önkoşulu haline gelir. Yani yasa ile yasa-dışı (suç) aynı kapitalist üretim ilişkileri tarafından üretilir: “Hak gibi suç da, yani tek başına bir bireyin egemen ilişkilere karşı mücadelesi de, salt keyfiyetin bir ürünü değildir. Aksine o da, tıpkı egemenlik gibi, aynı koşullara bağlıdır. Hakta ve yasada, bağımsız olarak var olan genel bir iradenin egemenliğini gören hayalperestler, suçta da salt hakkın ve yasanın çiğnenmesini görebilirler.”[4] Öte yandan nasıl ki devlet burjuva devlet ise, yasa-içi suç işleme tekeli de burjuvaya aittir: “Devletin davranışı şiddettir ve o buna hak/hukuk der. Ama tek bir kişinin şiddetine ise suç der.”[5] Peki, suç bir örgütlenme tarafından işleniyorsa? Organize suç ise?
Denebilir ki, burjuvazinin ortaya çıkış ve egemen oluş sürecinde kendi çıkarlarını (tümel) yasa olarak tarif etmesiyle, onları, en azından bir kısmını, yasa-dışı yollarla elde etmesi eşgüdümlüdür. Bu tam da kapitalist üretim tarzının tarihsel gelişiminin bir sonucudur. 18. yüzyılda, toprak biçimindeki müştereklerin (geçmişte olduğu gibi zorla değil) artık yasa yoluyla toprak beylerine verilip özel mülkiyet haline getirilmesi, Marx’ın deyimiyle “yağmanın parlamenter biçimi” üreticileri topraksızlaştırmıştır.[6] Ne var ki kırdaki mülksüzleştirmenin hızı ve kapsamı, topraksızlaştırılanların akın ettiği kentlerde manifaktürün işçileştirme hızı ve kapsamından daha fazladır. Kentte işsiz, dolayısıyla aç gezen mülksüzler, 100 derecedeki “suyun sıvı hali terk edip gaz haline geçmesi gibi” açlık sınırına geldiğinde çalar ya da fuhuş yapar.[7] Yasa; kentlere gelen topraksız köylülerin suçlulara dönüştürülme aracı olarak belirir.
Böylece burjuvazi, çıkarlarını yasa-dışı yollarla da gerçekleştirmesini mümkün kılacak “profesyonelleri” de üretmiş olur. Daha birkaç yıl öncesine kadar dünyanın en büyük mafyalarından biri olan İtalyan Neapolitan mafyası Kamora’nın 19. yüzyıldaki işlevi ve sonrasındaki gelişimi bu profesyonelleşmeyi iyi örnekler. Yoksul semtlerinde ve hapishanelerde oldukça etkili olan bu suç çetesi, 1848 devriminin başarısızlığa uğramasıyla birlikte, kralı yıkmak için halk desteğine ihtiyaç duyduğunu anlayan dönemin burjuvalarınca mali olarak desteklenmeye başlar. Küçük ve sofistike olmayan suçlarla (küçük çaplı kumar, hırsızlık vb.) başlayan ilk sermaye birikimi Kamoristlerin belediyede ve kolluk güçlerinde yönetici pozisyonlara getirilmesiyle birlikte yeni bir boyuta açılır.
Suç çetesi siyasallaştıkça, yani devlete dahil oldukça sermaye birikimi artar, birikimi artıkça devletin illegal suç örgütü biçimindeki uzantısı olarak konumu pekişir. Nasıl ki sermaye yayılma ve uluslararasılaşma eğilimi gösterir, organize suç örgütü de hem sektörel (uyuşturucu kaçakçılığı, kara para aklama, kalpazanlık/sahtecilik vb) hem de coğrafi olarak yayılır; daha küçük çeteleri içine alır, yutmaya başlar, tekelleşir ve uluslararasılaşır.[8]
Örneğimizle devam edecek olursak, Kamora özellikle neoliberal sermaye birikim sürecini kapsayan dönemde Çin, Arnavutluk, Nijerya’daki suç örgütleriyle ve hatta Ortadoğu’da IŞİD ile iş ortaklığı kuracak denli sahasını genişletmiştir. Bu genişletmede ta en başından beri klanlar (bölgesel mafya aileleri) şeklinde organize olmanın ve uluslararasılaşmada yine iki organize suç tekeli arasındaki ticari ve askeri anlaşmaların (örneğin kadın kaçakçılığı anlaşamalarının) evlilik yoluyla bağıtlanması büyük rol oynar.
Görüldüğü gibi, enformal, hukuk dışı, illegal, yani egemen sınıfa hak, diğer sınıflara için yasak/suç olan bir sermaye birikimi sürecine ve bunu işletecek enformal mekanizmalara ihtiyaç duyar. Devletin şiddet aygıtının yasa-dışı uzantısı, uluslararası uyuşturucu ticareti, silah ve insan kaçakçılığı vb. faaliyetlere dayanan enformal sermaye birikimi ve mekanizması göreli bir özerkliğe kavuşmuş bu ekonomik yapı bir yönetime, “politik bir üst yapıya” organizasyon kapasitesini geliştirmeye ihtiyaç duyar. En tepesinde mali oligarşinin, en dibinde tek tek ülkelerdeki lümpenproletaryanın, sokaktaki torbacının ya da tetikçinin bulunduğu bu “enformal politik yapı” tekelci burjuvazinin çıkarlarının korunması için elini kirletmekten korkmayan, silahlı (tetikçiler) ve/veya silahsız (mafya avukatları, muhasebecileri, vb) yeni bir iş gücü ordusu yaratır. Ve bu iş gücü ordusu birlikte suç işlemenin gerektirdiği karşılıklı “sadakat”i de temin etmek üzere “mafya kodları” biçiminde dış dünyada popülerleştirilen ataerkil aile değerleriyle birbirine bağlanır.
ORGANİZE SUÇ ÖRGÜTLENMESİNDE BİR KÜÇÜK ‘AİLE’ REİSİ
Sedat Peker de bu iş gücü ordusunda silahlı ve silahsız alanlara kolayca geçiş yapabilen, politika, ekonomi, şiddet sahalarında zorlanmadan seyahat edebilen bir ara elemandır. Gerçekten de “hem iş insanı hem de mafya lideri olma mesleğinde” ustalaşmıştır. Bu “ara” konumu gereği yukarıdakilerin kirli çamaşırları hakkında yeterince bilgiye ve aşağıdakiler üzerinde de önemli bir etkiye sahiptir. Şu an bulunduğu yerden başlattığı ifşaatın bir çıkar çatışmasından doğduğu tartışmasızdır. Ancak o, tıpkı sınıf çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak genelleştiren bir burjuva gibi, kendi ihanete uğramışlığını, ya da sözünü ettiğimiz enformal ekonomide sınıf atlama serüvenine bir sınır konuluşunu tüm toplumun ihanete uğramışlığı olarak sunmaya, bu ihanete uğramışlığı da geçmiş suçlarının kefareti olarak yutturmaya çalışmaktadır. Videolarını kısa tutup sadece iktidar teşhiri yapması istendiğinde “Ben hikayemi nerede ne zaman anlatacağım” serzenişi bundandır.
Bu anlamda o, organize suçun bir birikim biçimi halini aldığı tekelci burjuvazinin tipik bir “Organize Suçlu”sudur. Onda bazen Aziz Max’in “sıradan anlamda egoist”i konuşur, bağırır, çağırır; bazen de “fedakar egoist” görünür, tiradını atar ve yerini yine sıradan egoiste bırakır. Marx ve Engels’in farelerin kemirici eleştirisinden sağ kalan satırlarında tarif ettiği bencile benzer: “O bir bencildir, kendi kendinin yadsınmasıdır. Eğer bir çıkar peşinde koşuyorsa, bu çıkara karşı kayıtsızlığı inkar ediyordur. Eğer bir şey yapıyorsa aylaklığı inkar ediyordur. …daima yaptığı şeyin karşıtını inkar eder…”[9] Silah satmıştır ama silah kaçakçılığını yadsır; insan öldürmüştür ama aydınların katlini yadsır. İnsanları, insanlık değerlerini, ahlakını, tek bir şeye, takıntılı olduğu Turan ülküsüne feda etmiş bir dar kafalı bir egoist olarak geçmişini hikayeleştirir.
Burada onlarca Kürt, aydın, gazeteci katledilebilir, kadın bedenleri feda edilebilir şeyler olarak ortaya çıkar. Bu “feda”nın sonluluğunu ancak birtakım çıkarlar belirleyebilir. Aydınların katledilmesinde, korku ikliminin yaratılmasında, kadın tecavüz ve cinayetlerinin ört bas edilmesinde, uyuşturucu ticaretinde çıkarı kalmayan, diğer bir deyişle çıkarlarını savunma hattı şirketlerinden kendi ailesine kadar gerileyen Organize Suçlu; bu sefer de tüm bu organize suçlara karşı kayıtsızlığı inkar eder. Dün öldürdüğü ya da öldürülmesinde dahlinin olduğu gazetecilik mesleğinin bugünkü susturulmuş mensuplarına, “klavye solcularına” sürekli sitem etmesi bundandır. Bu çıkarlar kişisel gibi görünür –çünkü burjuva öyle gösterir- ama aslında sınıfsaldır. Bu anlamda “asla gerçek çıkarını inkar etmez!” Videolarında Turan ülküsüyle kapitalizmi Ortadoğu’da birleştirme önermesi bu anlamda dürüst olduğu anlardan biridir. Aslında videolarla giriştiği ifşaat gerçek çıkarı gerçekten tehlikeye girdiğinde sine-i millete dönmesidir. Hem de pek tanıdık ve eski bir hikayeyle: Kutsal aile masalıyla.
ORGANİZE SUÇLU’NUN KUTSAL AİLESİ
Hatırlanacak olursa, Sedat Peker’in algılar dünyamıza giriş yapmasına sebep olan kendi hikayesindeki kopuş anı evinin basılmasıydı; emniyet güçleri çocuklarının, özellikle de kız evladının gözünün önünde, onu dehşete düşürerek, karısına zor kullanarak baskın düzenlemişti. Sedat Peker; reisi olduğu ailenin sınırlarının ihlal edilmesini, bir anlamda mafya kodunun bozulmasını kırmızı çizgisi olarak ilan ediyor. Organize Suçlu, o ana kadar hukuk-dışı ve hukuka-aykırı işlerini görerek bir uzantısı gibi davrandığı kutsal devletin, kendi küçük iktidar alanını, ona aile içerisinde –ki bir burjuva ailesidir- üretim tarzının bahşettiği eril iktidarı sarsmasını hazmedemiyor. Engels’in deyimiyle, her burjuva ailede olduğu gibi, Organize Suçlu’nun kolluk tarafından sınırları ihlal edilmiş “karı-koca ailesinde, –tarihsel kökeninin izini koruduğu ve erkek ile kadın arasındaki çatışmayı, erkeğin salt egemenliği aracılığıyla kendini gösterdiği biçimde açıkça ortaya çıkardığı durumlarda- sınıflara bölünmüş toplumun, uygarlığın başından beri, çözebilme ya da üstesinden gelebilme başarısını gösteremeden içinde devinip durduğu karşıtlık ve çelişkilerin indirgenmiş bir imgesine sahip bulunuyoruz.”[10]
Bu imge üzerinden Organize Suçlu’nun ihlal edilmiş egemenlik alanının arkaik köklerini ve bugüne kadarki dönüşümünü deşifre etmek mümkün. İnsanlığın on binlerce yıl süren yabanıllık ve barbarlık aşamalarından sonra ulaştığı uygarlığın en küçük toplumsal birimi haline gelen, erkeğin kadına egemen olduğu tek eşli aile… Ve onun köleci toplumla birlikte geçirdiği ataerkil dönüşüm, ailenin bu karakterinin feodal toplumda devam ettirilerek kapitalist toplum tarafından devralınması.
Organize Suçlu, bir yandan ataerkil mayfa kodunun bozulmasına duyduğu öfkeyle ama bir yandan da bilinçsiz olarak, ticaret kapitalizminden sanayi kapitalizmine geçiş sürecinde –İslami fıkıha da aykırı olmayacak şekilde- köleci Roma hukukundan devşirilen, bugünkü medeni kanunun da bir temelini oluşturan[11] Napolyon Yasaları’nın ona verdiği yetkiyle hareket ediyor: Koca karısını korumalı, kadın kocasına itaat etmelidir.
Marx ve Engels, bu durumu görece daha az gelişmiş kapitalist bir ülke olan Almanya ile burjuvazinin iktidarı ele geçirdiği Fransa arasında bir karşılaştırma yaparak şöyle örnekler: “Prusyalının hayal dünyasında, resmi evliliğin kutsallığından hem kadın hem erkek sorumlu tutulmak istenmektedir. Kadının kocasının özel mülkiyeti sayıldığı Fransız pratiğinde ise, zina nedeniyle yalnızca kadın, o da sadece mülkiyet hakkını öne süren kocasının talebi üzerine cezalandırılmaktadır.”[12]
İşçinin makinenin uzantısı olarak giriş yaptığı bu çağa, hukukun kadını erkeğin bir uzantısı olarak sokmuş olması mülkiyet ilişkilerinin aile içerisindeki bir tezahüdür. Balzac’ın gerçekçiliğinde ifade edecek olursak değişen üretim tarzının medeni kanun yoluyla (burjuva) erkeklere fısıldadığı mesaj şudur: “Kadın sözleşmeyle edinilmiş bir mülktür; taşınır mallarınızın bir parçasıdır ki hukukun onda dokuzu zaten zilyetlikten ibarettir; aslında doğruyu söylemek gerekirse kadın erkeğin eklentisinden başka bir şey değildir. Bu eşyayı istediğiniz gibi kısaltabilir, kesebilir, eğeleyebilirsiniz. Zira o her anlamda size aittir. Onun dırdırına, ağlamasına, çektiği acılara aldırış etmeyin. Doğa onu sizin kullanımınıza bahşetti ki her şeyi taşıyabilsin –çocukları, kederi, erkekten gelen darbeleri ve acıları.”[13]
Bizim Organize Suçlu’nun ev baskınında karısına zor kullanılmasına isyanı aslında kendisine ait olan bu mülkün, mülk hakkının ihlalindendir. Ancak durum bundan ibaret de değildir. Burada Sedat Peker ile eşinin tepesinde beliren medeni kanun halesi, Organize Suçlu’nun sermaye birikim süreci olarak suç örgütlenmesine giydirilmiş legal bir kostüm işlevi de görür. Sedat Peker, eşi ile henüz cezaevindeyken avukatı olarak tanışmış, oradayken akd-i nikah eylemişler ve daha sonrasında da iş dünyasından ve medyadan ünlülerin katıldığı büyük bir düğün töreni ile bunu kamuya ilan etmişlerdir. Çiftin bu dillere destan aşk hikayesi, burjuva ailenin kapitalizmin tekelci aşamasındaki çürümüşlüğünü de çok iyi temsil eder. Suçla edile edilen sermaye birikiminin sabihi olarak Organize Suçlu’nun eşinin profesyonel olarak hukukla iştigal eden bir “meslek erbabı” (mafya avukatı) olması sermaye-devlet-mafya ilişkisinin (burjuva) mafya aile içindeki cinsiyete dayalı iş bölümünün de çok iyi bir ifadesi olmuştur. Bu ilişki içerisinde, mafya ailesinde kadınlar, pasif konumlarıyla evlilik sözleşmesi ile yasal, namus taşıyıcısı olarak da meşru bir görünüm sağlarlar.[14]
Ancak Organize Suçlu’nun eşinin bu düzendeki işlevi bununla da sınırlı değil. Doğa ona öyle bir kullanım değeri atfetmiştir ki o aynı zamanda mülkiyetin nesilsel birikiminde de taşıyıcıdır. Organize Suçlu, kendi son verdiği yaşamlardan da çok iyi bildiği üzere insan ömrü sonludur. Buna karşılık, üretim tarzı değişmedikçe, sermaye birikimi insan ömrünü aşan bir süreklilik arz eder. “Miras kalacak bir şeyleri bulunan sınıflar” mensubu olan Organize Suçlu için “Üç bin yıllık karı-koca evliliğinin vardığı yüce bir sonuç” olarak Napolyon’un “Evlilik sırasında gebe kalınan çocuğun babası, kocadır” kanunu bu anlamda sınıfsal bir varlık yokluk meselesidir.[15] Burjuva ailede babalık biyolojik bir hadise değildir; bir mülkiyet meselesidir; dolayısıyla zorunlu koşulu üreme ya da genetik aktarım değil, kadının cinsel sadakatinin yasa yoluyla sağlandığı evlilik adı verilen bir sözleşmedir.
Sedat Peker’in babalık şovenizmi ile ancak suç yoluyla biriktirebildiği servetinin tehlikeye girmesinden duyduğu endişe ilişkisiz değildir. (O servet ki videolarından anladığımız kadarıyla “nakde en sıkışık” olduğu bu zamanda bir adet insansız hava aracı almaya yetiyor!) İki duygunun temelinde de mülkiyet vardır. Sık sık “bir kız çocuğunun göz yaşı uğruna dünyaları yakacağını” belirten Organize Suçlu, elbette kız çocuklarının esenliğiyle ilgilenmiyor. Zira ifşaatında gizli itirafnamesinden de anlaşabileceği üzere, meslek kariyeri boyunca, pek çok ailenin dağılmasına, pek çok kadın ve kız çocuğunun mahvına dolaylı ya da dolaysız sebep olmuştur. Şüphesiz ki imkan verilse yine yapmaktan çekinmeyecektir. Onun için önemli olan “onun” kızıdır, onun mülkiyetidir. Karısı, onun için aile içerisindeki üretim aracıdır. Kutsal ailesi, aslında bir sermaye ilişkisidir ve o hiç şüphesiz ki suç yoluyla, kendi sermayesini biriktirirken proleterleri ailesizliğe zorlayan bir sınıfa mensuptur, kendi sınıfına hizmet etmektedir.
Marx ve Engels, sanayi kapitalizmi doruğunu yaşarken bu şoven babalığı şöyle teşhir ediyordu: “Aile ve eğitim üstüne, ana baba ile çocuklar arasındaki kutsal ilişkiler üzerine burjuva söylemleri, büyük sanayi yüzünden proleterlerin tüm aile bağları parçalandıkça ve çocuklar adi ticaret metaına ve çalışma araçlarına dönüştükçe bir o kadar iğrençleşiyor.”[16]
Burada bir kez daha hukukun burjuva karakterini ve üretim ilişkilerinden doğan çelişkileri örtbas etme işlevini nasıl çalıştırdığını görürüz. Emek, feodalizmden kapitalizme, “özgür emek” (belirli bir zaman aralığı için emek kapasitesini kiralama özgürlüğü) olarak geçiş yaparken (burjuva) medeni kanun da evliliği bireyin özgür seçimi, özgür eşlerin gönüllü birliği olarak sunmuştur: “Modern uygarlığın yasama sistemleri, ilk olarak, evliliğin geçerli olabilmesi için, eşlerin özgürce onadıkları bir sözleşme olması gerektiğini, ikinci olarak da, evlilik süresince, eşlerin birbirine karşı aynı hak ve görevlere sahip olmaları gerektiğini kabul etmektedirler. Eğer bu iki koşul, mantıksal bir biçimde gerçekleşmiş olaydı, kadınlar bütün istediklerine sahip olabilirlerdi. Özgül bir şekilde hukuksal bir nitelik taşıyan bu kanıtlama, cumhuriyetçi burjuvanın proleter hakkını reddetmek ve onun ağzını kapamak için kullandığı kanıtlamanın ta kendisidir.”[17]
Yani, nasıl ki iş sözleşmesinin temsil ettiği sınıfsal ilişki (çatışkı) yasayı hiç ilgilendirmiyorsa, gerçekte evlilik içindeki cinsiyetler arası eşitsizlik de yasayı o denli ilgilendirmez. Aslında bu anlamda bakıldığında, proleter kadının yasaya karşı kendiliğinden gelişen beklentisizliğinin temelinde, yasanın onun maddi yaşamına karşı kayıtsızlığı yatar. Şiddet ihbarı üzerine olay yerine gelen polisin kadını “kocandır” diye ikna etmesi ya da “şikayette bulunmadığı” gerekçesiyle onu yasaya dayanarak suç mahallinde terk etmesi örneğini düşünelim. Yasa burada kadının boğazına vurulmuş görünmez bir zincir halini alır.[18] Çünkü “evlilik birliği içerisinde eşit görev ve haklara sahipsiniz” derken, burjuvazi proleter ailede yetkili temsilcisi olarak erkeği seçmiş ama tüm ev içi angaryayı kadına yüklemiştir. Gerçek hayatta hiçbir yasa uygulayıcısı, çocuğun yemeğini hazırlamadı ya da altını değiştirmedi diye kimseyi –hele bir erkeği- cezalandırmaz. Özünde, mülkiyet ilişkilerini düzenlemek üzere kurgulanmış medeni kanun, mülksüzler için zaten sahip olmadıkları bu varlığa emek gücünün yeniden üretimini teminat altına almak üzere tabi kılınır.
Sömürü düzeni hukuk içi ve dışı tüm yollarla mülksüzleri daha da sefil koşullara iter. Borç ödemek için daha çok mesaiye kalan işçi-baba yüzünü bile zar zor gördüğü çocuğunun bakım ve eğitim masraflarını ödeyebilmek için daha çok kredi ve borç kullanır. Hayatta kalabilmek için gereken işlerin, yani ev angaryasının altında ezilen kadın, çalışmıyorsa daha da angarya yüklenir, toplumsal yaşamın üretkenliğinin tamamen dışına itilir ve asalaklaşır. Çalışıyorsa en düşük ücreti alır, ustabaşından tutanak yememek için tuvalete dahi gidemez, memesindeki sütü kavanoza boşaltır, işyerinde tacizi görmezden gelir. Ne kocasıyla aşkını ne de çocuğuyla sevgisini yaşayacak hali kalır. Şanslıysa çocuğuna annesi ya da kaynanası bakıyordur. Yaşı gereği kas ve iskelet sisteminin sınırına yaklaşmış anneanne ve babaanneler, evdeki kadın da çalışabilsin diye karşılıksız olarak baktıkları torunlarını yük olarak görmeye başlar. Artı-değer sömürüsünün proleter aile içerisinde aldığı görünümler az çok böyledir. Daha da detayına inilecek olursa; ev içi şiddet, evlilik içi tecavüz, ensest, eşaldatma-zinadan bahsedilebilir.
Ev dışına çıkıldığında ise, emekçi semtlerine sermaye tarafından adeta dayatılan suç proleter ailenin gündelik hayatında bir unsurdur. Kadınlar için oğlunun dahil olmasından korktuğu bir çetedir; kızının aklını çelmesinden korktuğu çete lideridir. Ortaokul kapısında bonzai satan komşu oğludur. Geceleri “pazar” kavgası yüzünden çıkan çatışmalarda ışığını kapatıp perde arkasından seslerini dinlediği ucuz silahlarını konuşturan torbacılardır. Bu tanıdık suçluların gücünün sınırları bilinmez değildir. Suçun hammaddesinin kaynağınının mahallede olmadığı aşikardır. “Nereden geliyor bu uyuşturucu ve silahlar” sorusu ile “iş insanı, mafya lideri” arasında bir bağlantı kurmak için istihbarat örgütüne ihtiyaç yoktur.
Ve –ev içinde ya da dışında- tüm bunlar asla sahip olunamayacak bir mülkiyet için, burjuva ailenin dayandığı sermayenin birikimi için yaşanır.
KUTSAL DEVLETİN SINIFSAL TAVRI: SUÇ VE CEZA(SIZLIK)
Burjuvazinin proleter aileyi parçalama ya da bir yandan kutsal aile propagandası yaparken özünde proleterleri ailesizliğe zorlama biçimleri bunlarla da sınırlı değildir. Yukarıda bahsettiğimiz üzere, burjuva aile içerisinde kadın üzerinde iddia edilen bu “mülkiyet”, sermaye ilişkileri geliştikçe (üretim toplumsallaşmaya devam ettikçe) toplumsallaşır. Bir sınıf olarak burjuvazinin tüm kadınlar (cinselliği, üreme kapasitesi, bedeni, emeği vs.) üzerinde mülkiyet iddia etmesine dönüşür. Marx ve Engels, Manifesto’da “kendi karısını salt bir üretim aracı olarak” gördüğü gibi, “resmi fuhuş bir yana, çalıştırdıkları proleterlerin karılarına, kızlarına” –ve tabi ki proleter kadınlara- “sahip olmakla yetinmeyip, asıl kendi karılarını karşılıklı ayartmaktan zevk alır. Burjuva ailesi kadınların ortaklaşalığıdır” derken bu toplumsallaşmanın çekirdeğine işaret ederler.[19] Bu çekirdeğin fuhuş ve eşaldatma ile tamamlanması kaçınılmazdır. Yasal sözleşme olarak evlilik, yasal-olmayan cinsel birlikteliği de yeniden üretir.
Büyük organize suç ailesi, “kutsal aile” ile onun tamamlayıcısı olan eşaldatma ve fuhuşun, suç yoluyla sermaye birikimine hizmet edecek şekildeki birlikteliği, kapitalizmin ataerkil aileyi kendi yeniden üretiminin bir unsuru haline getirmesi olgusunun en saf biçimiyle yaşanmasıdır. Kadınlar; bu geniş ailede, yasal görünüm olarak (nikahlı eş, anne), iş gücü olarak (“imam nikahlı eş” ya da “metres”, mafya avukatı/doktoru vb) ya da doğrudan sermaye birikiminin dayandığı ticareti yapılan bir meta olarak (kadın kaçakçılığı) sahiplenilir. Sedat Peker’in ifşaatı bunun birçok ipucunu barındırsa da daha detaylı bir örneği Susurluk’ta bulmak mümkün.
Peker’in 40 yaş altı hedef kitlesinin dışında kalan önemli bir kesim, detaylarını pek hatırlamasa da Susurluk’un patlattığı rögarın hafızasına sahiptir. Tazelemek gerekirse, Susurluk kazasındaki Mercedes’in 4 yolcusu tam da bu devlet-sermaye-mafya düzenini, bu düzende kadınlara biçilen konumu ve oynadıkları rolü temsil eder özelliktedir. Kürt ulusal mücadelesini sahada hukukun sınırlarını aşarak kontrol altına alması karşılığında özelleştirilen kamu varlıklarına yok pahasına çökme hakkı tanınan, ayrıca sahip olduğu büyük topraklarda en az 2 milyon kök dişi hint keneviri (esrarın hammaddesi) büyütmesine izin verilen, Urfa’nın güçlü aşiret lideri ve dönemin DYP milletvekili Sedat Bucak. Onunla Urfa’da henüz bir komiser muaviniyken tanışan, Hakkari ve Diyarbakır Özel Harekat’ta “görev” aldıktan sonra önce Diyarbakır sonra İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı olan Hüseyin Kocadağ. Ve Kocadağ’ın, bizzat Özel Harekat Timi kurucularından Korkut Eken tarafından tanıştırıldığı, Ankara Ülkü Ocakları’nda başkanlıkla başladığı kariyerini uyuşturucu ticareti, kaçakçılık, katliamcılık (Bahçelievler Katliamı) gibi sektör genişleterek zirveye taşıyan, arama motorunun deyimiyle “Türk organize suç örgütü lideri, derin devlet ajanı ve kontrgerilla mensubu” Abdullah Çatlı. Ve dördüncü yolcu; ilk etapta adı Yonca Yücel diye medyaya servis edilen, 1991 Türkiye Sinema Güzeli yarışmasında 3’üncü olmasına rağmen Mercedes’te “Melahat Özbay” adına düzenlenmiş bir sahte pasaportla bulunma cüretine sahip, İstanbul’da bir iş insanı olan resmi nikahlı eşiyle boşanma aşamasındayken, Meral Aydoğan’ın resmen evli olduğu Abdullah Çatlı’nın imam nikahlı eşi olduğunu öğrendiğimiz bir kadın, Gonca Us.[20]
Susurluk’ta zuhur eden devlet-sermaye-mafya düzeninin patriyarkal müzesinden sırf ismi yanlışlıkla zikredildi diye dışlanmaması gereken bir diğer isimse Yonca Yücel. MİT raporlarında, iki çocuğunun annesi Emel Ağar ile hala evli olan Mehmet Ağar’ın hususi “dostu” olarak geçiyor ve konsomatris Nur adında bir kadının evinde buluştukları belirtiliyor. Raporlarda mesleği “Arap ülkelerinde dansözlük” olarak geçen Yonca Yücel’in yakın ilişkili olduğu diğer iki isim: Biri dönemin Kıbrıs Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş. Diğeri ise 90’lı yıllarda İngiltere tarafından 13 suçtan aranan ve yakın geçmişte İngiltere’deki Pollypeck davasında zimmetine 34 milyon sterlin geçirme suçundan hüküm giyen ve bu durumu “Biz ne mücadeleler verdik, bu bizim için oyuncak” diyerek karşılayan, bugün Zorlu grubuna ait olan Vestel’in kurucusu Kıbrıslı iş insanı Asil Nadir. Böylece, devlet-sermaye-mafya tablo tamamlanıyor ve kadınların bu tabloda mülkiyetin asıl sahibi olan erkeklere göre konumları berraklaşıyor.
Sedat Peker’in hedef kitlesinde yaş aralığı içinse deneyim derinleşiyor. Bugün, burjuvazinin bütün kadınların üzerinde sahiplik ya da kullanım hakkı görme durumu tüm toplumda kışkırtılmış bir erkeklik olarak tezahür ediyor. Görünürde çelişki gibi duran bir yanda “kutsal aile” propagandasının güçlendirilmesi, diğer yanda taciz, tecavüz gibi özellikle kadın bedenine yönelik ihallerin artması ve bunun burjuva devlet tarafından sorun edilmemesi halinin özünde yatan olgu bu. ABD’nin en büyük ikinci ekonomisini oluşturan Hollywood’da patlak veren ama daha sonra global ölçekte iş dünyasına yayılan #MeToo hareketi ve en “saygıdeğer” burjuvalar namına ortaya çıkardığı skandallar tam da bu özün güncel bir dışavurumu.
Bugün Türkiye’de iktidarla temsil edilen sermayenin birikimin süreçlerinin gerektirdiği aciliyetler arttıkça, siyasal iktidarın da liberal demokratik yüklerinden kurtulduğu bir dönemden geçiyoruz. Devletin, sınıfsal karakteri açıktan, giderek daha açıktan görünmeye başlıyor. Tekelci kapitalizm, devletin görünüş ve özü arasındaki çelişkinin derinliğini kaldıramayacak bir düzeye geldiğinde, tıpkı yere çakılmak üzere olan bir uçaktan atılan yükler gibi, hak, özgürlük, sosyal güvence gibi ağır yüklerini atıyor, çakılmadan özünü kurtarmaya bakıyor. Geleneksel burjuva anlamda “yasa” yük halini aldıkça “karar” öne çıkıyor, ikincisi ilkinin yerini alıyor. Yangın sürerken Turizm Teşvik Kanunu çıkarma, “yağmanın başkanlık hükümeti biçimi” olarak sürekli bir acil kamulaştırma ve özelleştirme hali, her gün 4-5 kadın katledilirken İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma gibi örnekler çoğalıyor. Esas olanın “herkes için geçerli genel bir yasa” değil, tekelci sermayenin acil ve sürekli ihtiyaçlarını karşılayacak “kararlar” olduğu bir süreç yaşıyoruz. İktidar yasayı kararla ikame ederken, muhalefeti de kriminalize ederek suçlu ile ikame ediyor. Devlet-mafya-sermaye düzeninde bu unsurların birbirine göre özerkliği silikleşiyor, tam bir kaynaşma halini alıyor.
Türkiye’de hafızamızı zorlamaya gerek kalmadan sıralayacağımız birkaç örnek, tek adam rejiminde bu kaynaşmanın kadınlar açısından bir röntgenini çekmemize yetiyor. AKP’li milletvekili Şirin Ünal’ın evinde bulunan ev emekçisi Nadira Kadirova’nın şüpheli ölümü, 11 yaşındaki Rabia Naz Vatan cinayeti ve örtbas edilmesinde eski AKP’li bakan Nurettin Canikli’nin dahli, Batman’da uzman çavuş Musa Orhan’ın 18 yaşındaki genç bir kadına tecavüz ederken “Bana bir şey olmaz, daha önce de yaptım” deme cüreti, Azra Gülendam Haytaoğlu cinayetinde olduğu gibi, üniversiteli genç bir kadının iş görüşmesi için gittiği olası patronu tarafından vahşice öldürülmesi… Tekelci kapitalizmin Türkiye’deki siyasi iktidarına özgü bakanlıkların ihalelerinde ortaya çıkan şirket-devletin iç içeliğini kadına yönelik şiddette de görürüz. Ve tıpkı şirket-devlet işletmesinde hukuka aykırılığa kesilen tek cezanın “görevden azil” olması gibi, giderek daha fazla sayıda “intihar” denilerek kapatılan kadın cinayetlerinde devlet-şirket ailesine dahil olanların ayrıcalıklılara kesilen tek ceza da tahliye olmak/beraat etmektir.[21] Bu aile dışında kalanlar ise hiç değilse “haksız tahrik indirimi” ya da “iyi hal indirimi” ile “cezalandırılır.”
Ne var ki, Organize Suçlu’nun ifşaatıyla birlikte cezasızlıkla sonuçlanan bu kadın cinayetlerinin, kamu ihalelerine karıştırılan fesatlardan neredeyse farksız olarak, bir koz olarak da kullanılabildiği görüldü. Bir yanda Türkiye’de devletin kimi zaman kollukta kimi zaman yürütmede kimi zaman da bir marinada zuhur eden kirli çıkısı Mehmet Ağar’ın marinaya çökmesi… Bir yanda oğlu, arama motoruna göre “iş insanı ve siyasetçi”, AKP milletvekili Tolga Ağar’ın Elazığ’da habercilik yapan Yeldana Kaharman’a tecavüz ederek intihara sürüklediği iddiası… Ve cezasız kalan tüm bu suçların geçmişte hepsiyle iş tutan bir olarak Sedat Peker tarafından bir pazarlık malzemesi olarak ortaya saçılıyor oluşu… Bu teslis (Baba-Oğul-Organize Suçlu), organize suçun sermaye birikiminin olağan biçimlerinden biri halini aldığı tekelci kapitalizmin kadınlar nezdinde deneyimlenen çürümüşlüğünün formülünü de sunuyor.
[1] Bu idealist kavrayış; ticaret kapitalizminin yükseliş döneminde Hobbes, Locke ve Rousseau’nun toplum sözleşmelerinde ortaya konmuş, Hegel ve sonrası Genç Hegelcilerde sanayi kapitalizminin ihtiyaçlarına göre ulus-devlet inşasının rasyonalleştirilmesi olarak tamamlanmıştır. Marx ve Engels, özellikle hak/hukukun temelinde “toplumun ruhu”nu ya da “egemenlik iradesi”ni gören Max Stirner’a yönelttiği keskin eleştirilerde bu iradeci ve idealist rasyonalizmi mahkum etmiş, devlet ve hukukun bireylerin tekil iradelerinin (ya da onların kaba toplamının) değil, egemenlerin de tabi olduğu ekonomik ilişkilerin kapitalist gelişim aşamasındaki bir zorunluluğu olduğunu göstermiştir. (Marx, K. ve F. Engels (2018) Alman İdeolojisi, çev. T. Ok ve O. Geridönmez, Kor Kitap, İstanbul, sf. 282)
[2] Lenin, V.I. (1995) [1917], Devlet ve Devrim, İnter Yayınları, Ankara, sf. 15.
[3] Tarihsel olarak bürokrasinin doğuşu özellikle orta tabakalardan kadınların belli bir burjuva eğitimden geçerek memur olarak iş gücüne katılmasının da önünü açmıştır. İlk postane ve telgrafhane memurlarının, daktilografların çoğunluğu kadındır.
[4] Marx ve Engels, Alman İdeolojisi, sf. 283.
[5] Marx ve Engels, Alman İdeolojisi, sf. 296
[6] Marx, K. [1867] (2016) Kapital, 1. cilt, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, İstanbul, Yordam Kitap, sf. 696.
[7] Engels, F. [1844] (2013) İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev. Oktay Emre, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, sf.149
[8] Politik altüst oluşlar, devrim ve karşı-devrim arasındaki çatışmalar, savaşlar, emperyalizm çağında bu sermaye birikiminin besin kaynaklarını da oluşturur. Soğuk Savaş yıllarında, Türkiye’nin de dahil olduğu pek çok ülkede Sovyetlere ve komünistlere karşı bizzat emperyalistler tarafından İslami ve milliyetçi suç örgütlerinin kurulması ya da finans ve silah bakımından desteklenmesi bunun bir örneğidir.
[9] Marx ve Engels, Alman İdeolojisi, sf. 213
[10] Engels, F. (1998)[1884] Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev. K. Somer, Sol Yayınları, Ankara, sf. 80-81.
[11] Kadın ve erkeğin evlilik birliğini bugün dahi ancak tarafların eş olarak kusurlu olması durumunda sonlandırabilmesi Napolyon Yasaları’nın bir mirasıdır.
[12] Marx ve Engels, Alman İdeolojisi, sf. 292.
[13] Balzac, H. de (1830) The Physiology of Marriage, Londra, kendi özel basımı, sf. 102.
[14] Kadınların organize suç örgütlerinde gördüğü işlevler ve kriz anlarındaki (mafya babasının cezaevine girdiği dönemler gibi) göreli otonomisinin bir incelemesi için bakınız: Fiandaca, G. (2007) Women and the Mafia: Female Roles in the Organized Crime Structure, Springer, New York.
[15] Engels, F. [1884] (1998), Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf. 80.
[16] Marx, K. ve F. Engels [1848] (2007) Komünist Parti Manifestosu, çev. Y. Onay, İstanbul, Evrensel Basım Yayın, sf. 69.
[17] Engels, age, sf. 85-86.
[18] Kadınların yürüttüğü hukuksal mücadelenin temelini de bu çelişki oluşturur. Eşitlik yönündeki her bir yasa (İstanbul Sözleşmesi gibi) aslında bu pranganın gevşetilip kadının nefes almasını sağlamasına yarar. Kuşkusuz ki mücadele etmek için nefes almak (hayatta olmak) maddi bir önşarttır.
[19] Marx ve Engels, Komünist Parti Manifestosu, sf. 69.
[20] Burada ismi geçen herkesin, bugünkü başat gündemimiz olan Taliban’ın Afganistan’dda hüküm sürdüğü sırada Afganistan-İran-Türkiye hattından Avrupa’ya uzanan uyuşturucu ticaretine ve insan kaçakçılığına dahli olduğuna değinmekle yetinelim.
[21] Elbette burada kadına yönelik şiddet vakalarının yegane faillerinin burjuvalar ya da burjuva devlet mensupları olduğu kastedilmiyor. Burjuvazinin devlet aygıtı eliyle de kışkırttığı erkeklik, kaçınılmaz olarak her sınıfta kadına yönelik şiddet doğuruyor; ancak bu suç karşısındaki ceza(sızlık) –örneğin kimin tahliye edildiği/edileceği kimin haksız tahrik indirimi alarak hapse atıldığı/atılacağına nasıl karar verildiği- dahi birtakım sınıfsal açıklamalara muhtaç.