Yusuf Akdağ

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi de yanına alarak gittiği Yassıada’da -adı 2013’te “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” olarak değiştirilmiştir- yaptığı açıklamalar darbe tartışmalarına yeni bir dinamizm kattı. 27 Mayıs 1960’ın altmışıncı yılına denk getirilerek yapılan devlet töreni ya da anmasında yaptığı konuşmada Erdoğan, CHP’yi darbe destekçiliğiyle suçlayarak Bayar-Menderes-Özal “geleneği”ni sahiplendi.

Erdoğan, daha önceki bir dönemde, “çalışmalar hakkında bilgi almak” üzere adaya gittiğinde de gazete ve televizyonların genel yayın yönetmenleri ve gazetecilerle yaptığı söyleşide, adadaki düzenlemelerin Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ile yapılan anlaşma çerçevesinde bir yüklenici firma tarafından yapıldığını açıklamış; artık, “kimse bu ülkede darbe yapamaz. Bütün mesele bizim güç kazanmamızdır” diye de eklemişti.[1] Bu söyleşide, 27 Mayıs 1960’ın “Cumhuriyet tarihinde milli iradeye karşı yapılmış ilk askeri darbe ve Türk demokrasi tarihinde kara bir leke olarak hatırlandığını”belirten Erdoğan, adanın yeniden düzenlenmesindeki amaçlarını, “demokrasi tarihimizde verdiğimiz mücadeleleri unutturmamak, toplumumuza geçmişten aldığı referanslarla bir gelecek vizyonu sunabilmek, tüm dünyaya demokrasi ve özgürlükler adına mesaj vermek” şeklinde özetleyerek, “bu projede”diyordu, “karanlıktan aydınlığa geçişi simgeleyen ve demokrasimizin geleceğine ışık tutan pek çok yapı yer alacaktır.

Menderes ve arkadaşlarını “demokrasi mücadelesi yürüten” ve “bu uğurda hayatlarını kaybeden şehitler” olarak anan Erdoğan, öğrencilerin adaya yoğun bir şekilde taşınarak “burada neler olmuş, Türkiye’nin demokrasi tarihinde neler var? Bunun arkasında kimler var? Milli irade burada nasıl dar ağacına çekilmiş? Kimler tarafından çekilmiş?” konularında bilgilendirileceğini söylüyor; darbeyi CHP ile ilişkilendirerek bu tür gösterimlerle “Özellikle bir CHP anlayışının ne olduğu”nun da ortaya konacağını belirtiyordu.

Bayar-Menderes-Özal geleneğini “milli irade temsilcisi”, CHP’yi “milli irade karşıtı” gösteren bir yaklaşımla olayları açıklayan Erdoğan, bu söyleşide, “Bizim artık buna, bu kuşaklarla beraber ‘dur’ dememiz lazım. Bunları okurlarınıza özellikle işlemeniz, televizyon programlarında aynı şekilde anlatmanız gerekiyor ki; bu oyunlar tekrar tekrar yine gündemimize gelmesin. Bunların artık silinip gitmesi lazım”diyerek gazete-televizyon yazar ve yayıncılarına yön göstermeyi de ihmal etmemişti.

Kendilerinin Bayar-Menderes-Özal geleneğinin sürdürücüleri olmaları nedeniyle de saldırılara hedef olduklarını söyleyen Erdoğan’ın, 27 Mayıs 2020’de yaptığı açıklamalar, bu önceki açıklamalarının tekrarını da içermekle birlikte denebilir ki daha kapsamlıydı:

Türkiye’nin 60 yıl önce, tarihinin en kara günlerinden biri olan 27 Mayıs darbesine maruz kaldığını, Yassıada’da bir hukuk cinayetinin yaşandığını, darbe yaparak anayasayı çiğneyenlerin hukuk ve adaleti ayaklar altına alıp idamları gerçekleştirerek “milli irade”yi çiğnediklerini belirten Erdoğan, “Tarihi değiştiremeyiz ama doğru yorumlanmasını sağlamak için tarihin hatırlanma biçimini değiştirmek elimizdedir. Menderes ve arkadaşlarının milletimizinin kalbindeki mümtaz yeri güçlenerek devam edecektir. Menderes’i ve arkadaşlarını idam sehpasına çıkartanların ve onları destekleyenlerin alınlarındaki kara leke hiçbir zaman silinmeyecektir” diyor, 27 Mayıs bildirisini radyodan okuyan ve askeri yönetimin sürekli işbaşında kalmasını savundukları için 13 arkadaşıyla birlikte yurt dışına gönderilen Türkeş’i minnetle anıyor ve “ülkemizdeki tüm darbelerin ve cunta hareketlerinin temel karakteri milletimizin değerlerine ve tarihine düşmanlıktır” diyordu. Ona göre, “Menderes’e saldıranlar”la “Cumhur İttifakı”na muhalefet edenler aynı duyguyla hareket etmekte ve darbelerden yana durmaktaydılar! “Dün” diyordu Erdoğan “ezandan, İstiklal Marşı’ndan, bayraktan, birliğimizden ve beraberliğimizden rahatsızdılar, bugün de rahatsızlar. Ülkemizde bugün demokrasimize gölge düşürmeye çalışanlara dikkat edin. Hepsi de 27 Mayıs hayranıdır. Bize ne diyorlar? ‘Suriye’de, İdlib’de, Libya’da ne işimiz var?’ Buralarda ne işimiz olduğunu çok kısa zamanda çok çok iyi anlayacaksınız.

DARBE MERDİVENİYLE İKTİDAR TIRMANIŞI

15 Temmuz 2016’daki “Fethullahçı darbe girişimi”nden bu yana geçen dört yıllık sürede Saray yönetiminin, bağlı büroların görevlilerinin, adı “havuz basını” olarak politik-kültürel literatüre geçen majestelerinin basın-yayın organları görevlilerinin yaptıkları açıklamalar, yazdıkları makale ve attıkları “twit”lerde “darbe” sözcüğü yeni yönetim modelinin bir tür gece parolası haline getirildi.

Erdoğan’ın, 15 Temmuz darbe girişimini “Allahın lûtfu” olarak nitelemesi, sonraki süreç açısından ölçü alınmış olmalı; o günden bu yana, hakim ve ona yedeklenmiş propagandada, otomatiğe bağlanmış şekilde konu bir biçimde darbeye getirilerek dayatılan siyasal-askeri zor ve şiddet yönetimi ve iktidar tekeli zorunlu, yasal ve gerekli gösterilmeye çalışıldı. Darbe olasılığı, tehdidi ya da “mümkünsüzlüğü” üzerine açıklama ve tartışmalarla sorun sınıfsal ilişkilerden soyutlanıp kişiselleştirilerek yapılan darbelerin sermaye çıkarlarıyla bağı gizlenmek üzere, halk kitlelerinin yanıltılıp yedeklenmelerinin malzemesine dönüştürüldü.

Sürdürülen tartışma ve bu tartışmayı beslemek üzere zamana yayılmış operasyonlarla askeri darbe tehdidinin devam ettiği izlenimi yaratılarak sorun, burjuva iktidar gücünün “kazanç kapısı” haline getirildi! Politik-askeri-mali gücü ellerinde tutanlar ile onlara yedeklenmiş olanların hiç de kısa sayılamayacak bu zaman diliminde darbe, lobi, iç ve dış düşman, terör, terörle mücadele, milletin birliği-bütünlüğü, vatan-ezan-bayrak kavramları etrafında geliştirdikleri ajitasyon ve propaganda, kendilerinin “darbe tehdidi altında olduğu” görünümü yaratarak konumlarını güvenceye alma ihtiyacıyla bağlı; tercihen ve hedef kitleleri yanıltmak üzere programlanmıştır![2]

Kılıçdaroğlu yönetimi -ki devlete sahip çıkma adına Erdoğan yönetimine tüm kritik durumlarda, ihtiyaç duyduğu desteği vermekten geri durmamıştır- “milli güvenlik sorunu”olmakla suçlanarak teslimiyete zorlanıyor; Kürt muhalefeti polis ve ordu gücüyle ve yargıçlar da kullanılarak sindirilmeye; burjuva muhalefetin çeşitli diğer oluşum ve partileri, “teröristleri destekleyen partiyle gizli ittifak yapma” suçlamasıyla püskürtülmeye; hemen hepsi “darbe destekçiliği” ya da “darbe istemek”le suçlanarak mali-askeri ve siyasal tekel meşrulaştırılmaya çalışılıyor.

Geriye püskürtülmüş işçi hareketi, şurada burada yeniden “başını kaldırma” olasılığı ya da girişimi söz konusu olduğunda, TÜRK-İŞ ve Hak-İş’li sendika patronları da kullanılarak teskin edici araçlarla ya da zor yoluyla anında bastırılıyor, devrimci demokrat ve sosyalist muhalefet ile birleşmesinin kanalları tıkanıyor ve bu muhalefetin kendisi de cendereye alınarak nefessiz bırakılmaya çalışılıyor.

Muhalefetin burjuva ve devrimci biçimlerini saldırıyla püskürtme, bunun için dini ve milliyetçi argümanlarla manipülatif karartma tekniklerini kullanma, militarizmi takviye ve ek militer güçler oluşturma; ülke kaynaklarını içeride ve dışarıda askeri-polisiye güç ve eylemleri için seferber etme ve bütün bunları da meşrulaştırmak üzere “darbe karşıtı” söylemi sürdürme; bu programlama ve politikada özel bir işlevle yüklüdür: Darbeyi tehdit unsuru olarak kullanma ve darbe ipiyle yükselişe geçerek muhaliflerine ilmik uzatma! Bunu yaparken, sermayenin ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarına sadakatle bağlılık gösteren ve bunun için işçi sınıfına, kent ve kırın yoksullarına baskının her türünü uygulamaktan kaçınmayan burjuva kapitalist parti ve hükümetlerin bu nitelikteki mirasını sahiplenme; bir devamlılık; ama aynı zamanda din istismarcılığı ve şoven milliyetçilikte kademe yükselten bir tırmanış! Saray iktidarının, FETÖ’nün Temmuz 2016 girişiminin “Allahın lütfû” sayılmasındaki “saklı mâna” bu olmalı!

ERDOĞAN-AKP VE SAHİPLENİLEN ‘MİRAS’

Erdoğan’ın sarıldığı ve savunduğu “miras”ta neler var; AKP hangi mirası temsil ediyor? Bu soruya verilecek yanıt zorunlu olarak yakın dönem burjuva siyasetinin şoven milliyetçi, din istismarcısı ve faşist ‘kulvarı’nda yürüyen partiler geleneğine; ama özel olarak da DP-ANAP-AKP hattına bakmayı gerektirir. Kendileri askeri darbelerin ya dolaysızca ürünü ya da bu darbelerin oluşturduğu sosyopolitik ortamdan güç alarak ortaya çıkan burjuva siyasal oluşumlarla darbe ticareti üzerinden halk kitlelerini zaptu rapt altına alan siyasal-askeri bir dikta yönetiminin konumu böylece daha iyi görünür olacaktır.

a. Demokrat Parti (DP) ve 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi

Demokrat Parti (DP), İkinci Dünya Savaşı gibi dünya ölçeğindeki bir büyük yıkım ve yeniden kuruluş etkeninin akabinde; ABD emperyalistlerinin anti-Sovyet stratejisinin “Türkiye ayağını güçlendirme”nin araçlarından biri olmak üzere burjuva siyaset arenasına girdi. Başlıca kurucu ve yöneticilerinden biri olan Bayar 8 yıl İş Bankası yöneticiliği yapmış, ardından İktisat Bakanı olarak ekonomi alanında ihtisas etmişti. Menderes ise büyük toprakların sahibiydi ve politik kariyerinde “toprak reformu”na karşı çıkanların başını çekmek gibi bir ünü de vardı.

Demokrat Parti, devleti, bireyin mutluluğu için kurulmuş bir kurum olarak tarif ediyor, ekonominin özel teşebbüsün gelişmesini sağlayacak şekilde düzenleneceğini söylüyor, merkezi hükümetin yetkilerinin kısılacağını ve mahalli idarelerin kurulacağını belirtiyor; din hürriyetinden, üniversite özerkliğinden, tarımın desteklenmesinden, vergide adaletten ve işçi ve “mümkünse” devlet memurları için sosyal güvenlikten söz ediyor, bu konularda iyileştirme vaadinde bulunuyordu. Dış politika alanında ise “barıştan yana olacak”tı!

1950 seçimleri Demokrat Parti’nin iktidara gelmesini sağladı. Savaş öncesi dönemde devletçilik uygulamasının neden olduğu tepkilere savaş yıllarında uygulanan ekonomi politikalarına yönelik tepkiler eklenmişti. Bu yıllarda, tarım ürünleri devlet tarafından üreticiden ucuz fiyatla toplanmış, yol vergisi konmuş, jandarma baskısı artmıştı. Bu uygulamalara yönelik tepkileri kullanan DP yönetimi, “Tek Parti diktatörlüğü”ne karşı muhalefetiyle güç toplayarak ülke yönetimine geldi. Kuruluşu sürecinde ve seçim döneminde yürüttüğü propagandaya bakılırsa “Herkes hür olacak”, baskı son bulacak, serbestlik gelecekti!

14 Mayıs 1950’de Adnan Menderes’in başbakanlığında kurulan DP hükümetinin öncelikli hedeflerinden biri, CHP’nin devlet bürokrasisindeki konumunu zayıflatma ve kendisinin konumunu güçlendirmekti. ABD’nin koruyucu kanatları altına girmeyi, bunu kolaylaştırıcı etken olarak değerlendiren Bayar-Menderes yönetimi, hükümet kurulur kurulmaz, muhalefet partisi CHP’yi baskıyla sindirmeye yöneldi. İlk icraatlarından biri de Halkevlerini kapatmaktı.

Türkiye’de Amerikan askeri üsleri kurulmaya başlandı. Türk ordusu, 1951’de ABD’nin komutası altında Kore halkına karşı savaşa katıldı. 1952’de NATO üyesi olan Türkiye, 1954’te Pakistan, 1955’te Irak ile “Ekonomik İşbirliği ve Askeri Yardım Anlaşması” imzaladı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) karşı kapitalist-emperyalist dünya gericiliğinin planları çerçevesinde gerçekleşen bu girişimleriyle Türk devlet yönetimi, ABD emperyalizminin stratejik çıkarlarının bekçiliğine soyunmuştu.

DP yönetimi, hükümetin ilk yıllarında henüz, M. Kemal döneminde CHP’nin programına da alınan “laiklik, halkçılık, inkılapcılık” karşıtı bir politikaya açıktan yönelecek; bu programı saldırı için hedefe koyacak durumda değildi. Bu bir yana, “dini özgürlükler” üzerine propagandasına rağmen “laiklik karşıtı” faaliyetlerine hız veren parti ve tarikatlara karşı yaptırımlara yönelmek zorunda kalma gibi bir handikapı da vardı. Bu durumu onu, Türk milliyetçisi ve İslamcılık iddiasındaki örgütlenmeleri de hedefe koyma mecburiyeti ile karşı karşıya bırakıyordu. Bundan olmalı, önce şeriatçı Said Nursi’nin yargılanmasını (25 Aralık 1952); sonra da muhalefet partilerinden biri olan Millet Partisi’nin faaliyetinin “Atatürkçü düşünceye zarar vermek ve dini siyasete alet etmek” gerekçesiyle durdurulmasını ve bu partinin mahkeme kararıyla kapatılmasını (8 Mart 1953) sağladı.

Sendikal ve siyasal özgürlük vaadiyle kitle desteği sağlayarak seçim kazanan DP, hükümeti kurduğunda, grev ve toplu sözleşmeli sendika hakkını reddetmekle kalmadı, ilerici siyasal örgütlenmelere ve Kürtlere karşı baskıyı da artırdı. TKP’ye yönelik 1951 Tevkifatıyla 180 kişi gözaltına alındı ve bir kısmı da tutuklandı. Kürt aydınlarından ve “aşiret ağası” olarak nitelenenlerden oluşan 63 Kürt sürgüne mahkum edildi.

DP, seçim sisteminde yaptığı değişikliklerden de yararlanarak 1954 seçimlerinden, CHP’nin parlamentodaki varlığını etkisiz hale getiren bir üstünlükle çıktı. CHP 31, DP 489 milletvekili çıkarmıştı. Bu başarı, Bayar-Menderes yönetimini, muhalefeti ezme ve ‘mutlak iktidar olma’ politikasına yoğunlaşmaya yöneltti. 27 Ocak 1954’te adı daha önce “Köy Öğretmen Okulları” olarak değiştirilmiş olan Köy Enstitüleri kapatıldı. Özelleştirmenin ilk başlatıcısı da Bayar-Menderes yönetimi oldu. Bayar, Türkiye’yi “Küçük Amerika yapmak”tan; Menderes, “her mahallede bir milyoner yaratmak”tan söz etmekteydi.

Ancak baskıcı politika hem parti içinde huzursuzlukları artırıyor hem de hükümet politikalarına karşı kesimlerin muhalefeti yükseltmelerine yol açıyordu. DP yönetiminin buna karşı tutumu baskıyı daha da yoğunlaştırmak oldu. Parti içi muhalefeti tasfiyelerle, dış muhalefeti sindirme politikasıyla etkisiz kılmaya yöneldi. Fuat Köprülü gibi tanınmış bazı ‘sima’lar partiden ayrıldı.

Kuruluşu ve seçimlere girişi sürecindeki vaatleriyle emekçi kesimlerin önemli bir bölümünün yanısıra liberal sol çevreler ve hatta kendilerine komünist diyen bazı aydınların da desteğini alan DP, işçi sınıfına, kent-kır emekçilerine ve ilerici-demokrat aydınlara karşı baskı ve saldırının yanısıra burjuva muhalefeti ve onu destekleyen kapitalistleri de baskıyla yıldırmaya çalışıyordu. Menderes, işçi ve emekçi kesimleri, üniversite gençliğini ve devrimci demokrat aydınları, “memleket içindeki aşırı yıkıcı sol cereyanlar” olarak niteliyor, “şeriatı kullanarak yıkıcılık yapmak”la suçluyor; “sol muhalefet”in “fikir ve vicdan hürriyeti” kapsamında değerlendirilemeyeceğini söylüyordu. CHP’yi ise, “neyi varsa milletindir, milletin olmalıdır” diyerek “mal varlığına el koyma” tehdidiyle sindirmeye çalışıyordu.

Bayar-Menderes yönetimi bu amaçla art arda yasa değişikliklerine girişti.1954’te radyo yayınları yasası değiştirilerek radyo DP’nin borazanı haline getirildi. Menderes, radyonun devlete ait olduğunu ve hükümetin de devlet adına onu kullandığını söylüyordu. Demokrat Parti yöneticilerinin Goebelsci kara propagandasıyla kışkırtılan 6-7 Eylül 1955 olayları, başta İstanbul’dakiler olmak üzere hedefe konan Rumlar’ın yeni bir göç dalgasına neden oldu. “Selanik’te Atatürk’ün evinin yakıldığı” şayiası yaygınlaştırılarak Türk şovenizmi harekete geçirildi ve Rumlarla Ermenilerin mülkleri, işyerleri, evleri yağmalandı. Saldırı devrimci demokrat kesimleri kapsayacak şekilde genişletilerek Tan gazetesi ateşe verildi ve aralarında Sabiha Sertel-Zekeriya Sertel’in de bulunduğu yazarlar saldırıya uğradı.

1958’de CHP’nin meclis faaliyetini engelleme politikasında daha ileri adımlar atıldı. Menderes, CHP’yi kapatma tehdidi savuruyordu. DP yönetimi, İsmet İnönü başta olmak üzere dönemin CHP yöneticilerine saldırarak burjuva politik muhalefeti etkisizleştirmeyi, güç kazanmanın koşulu saymaktaydı. İsmet İnönü 1 Mayıs 1959’da Uşak’ta, üç gün sonrasında da İstanbul’da saldırıya uğradı. CHP milletvekillerine yönelik fiziki saldırılar birbirini izliyor; CHP kongreleri yasaklanıyordu. 3 Nisan 1960’da Kayseri İl Kongresi’ne giden İnönü engellendi. Kongre, vali tarafından yasaklanmıştı. CHP’ye yönelik en kapsamlı saldırı girişimi, bu partinin tüm faaliyeti ve “maddi varlıkları”nın araştırılması gerekçesiyle 15 kişilik DP “Tahkikat Komisyonu”nun oluşturulmasıydı. Komisyon CHP’ye ilişkin “gizli celse”lerde kesin hüküm niteliğinde kararlar alabilecek, partinin kapatılmasına dahi karar verebilecekti. DP komisyonu kurulur kurulmaz CHP kongrelerini yasaklamaya başladı. Muhalif milletvekili adayı Osman Bölükbaşı’na oy verdiği için Kırşehir il olmaktan çıkarılıp ilçe yapıldı.

Bir yandan muhalefet baskıyla susturulmaya çalışılırken, diğer yandan ekonomik kalkınma adına parti yandaşı kapitalistlere yasal dayanaklardan yoksun ithal yetki belgesi düzenleme, tercihli kredi tahsis etme, ihale verme gibi “iltimaslı işler”le parti içi ve etrafındaki hoşnutsuzluklar püskürtülmeye çalışılıyordu. Ancak, dışarıdan yüksek faizli borç kullanımıyla izlenen yatırım politikası (yol, köprü, okul, cami yapımı ve traktör kullanımında artış sağlama gibi) bir süre sonra sürdürülemez hale geldi. Dış ticaret açığı büyümüş, borçlar ödenemez duruma gelmişti. Hükümet sosyal-ekonomik ve politik baskıları yoğunlaştırarak yol almaya çalışıyordu.

DP’nin bu politikası üniversite gençliğinin ve burjuva demokratik özgürlükleri savunan aydınların muhalefetiyle karşılaşıyor; bu muhalefeti polis baskısıyla sindirmeye yönelen Menderes ise, “çanlarına ot tıkama” tehdidi savuruyor ve polis gücünü daha fazla kullanıp yasaları değiştirerek etkisizleştirmeye çalışıyordu. Bu gelişmeler ordu içinde, özellikle de alt kademe subay kesimi içinde huzursuzlukların artmasına da yol açtı. Kendilerini “Kemalist” olarak niteleyen subaylar, CHP’nin faaliyetinin engellenmesi ve İsmet İnönü gibi devletin kurucu “paşaları”ndan birine yönelik saldırıların artmasının yanı sıra ezanın Türkçe okunmasına son verilmesinden ve çeşitli dini tarikat ve örgütlenmelerin artan şekilde serbestçe faaliyet yürütmelerine DP’nin olanak tanımasından duydukları hoşnutsuzlukları dışa vurmaya başladı. Üniversitelerin yanı sıra, Harp okulu öğrencileri arasında da tepki giderek büyümekteydi. 5 Mayıs 1960 günü Harp Okulu öğrencileri Ankara Kızılay’da bir gösteri düzenleyerek hükümetin politikalarına yönelik tepkilerini dışa vurdu. Başbakan Menderes’in buna yanıtı ise, öğrencileri suçlamak ve gelişmeleri gerekçe göstererek sıkıyönetim ilan etmek oldu.

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi bu ortamda gerçekleşti. Faşist hareketin Türkiye’deki örgütlenmesinde özel bir rol üstlenmiş olan Albay Alparslan Türkeş tarafından Ankara Radyosu’ndan okunan darbe bildirisinde, “insan hakları prensiplerine, Atatürk’ün yurtta sulh-cihanda sulh” prensibine bağlılığın yanı sıra NATO ve CENTO’ya bağlılık ilan ediliyor ve kısa sürede seçimlere gidilerek yönetimin sivillere bırakılacağı söyleniyordu.[3]

Mlli Birlik Komitesi” (MBK) yönetimindeki darbeci subayların bir kısmı askeri yönetimin süreklilik gösterecek şekilde işbaşında kalmasını istiyorlardı ve bunlardan 14’ü (aralarında Türkeş de vardı) dış görevlendirmeler adı altında tasfiye edildi.[4]

Kara Kuvvetleri Eski Komutanı Cemal Gürsel başkanlığında kurulan yönetim döneminde yapılan yargılamalarla, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idama mahkum edilirken, DP idarecilerinin bir kısmı da Yassıada’da hapsedildi.[5]

12 Ocak 1961’de siyasi parti faaliyetleri yeniden serbest bırakıldı ve yaklaşık bir ay gibi kısa bir süre sonra 11 Şubat 1961’de eski genelkurmay başkanı Ragıp Gümüşpala yönetimindeki Adalet Partisi (AP) kuruldu. 25 Mayıs 1961’de ise yeni milletvekili seçim yasası çıkarıldı ve hazırlanan Anayasa, 9 Temmuz tarihli “halk oylaması”yla kabul edildi. Aynı yılın 15 Ekimi’nde yapılan genel seçimde CHP 173, AP 158, Cumhuriyetçi Köylü Milet Partisi (CKMP) 65, Yeni Türkiye Partisi (YTP) 54 milletvekili çıkardı. Hemen ardından toplanan meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilen Cemal Gürsel’in görevlendirmesiyle İsmet İnönü başkanlığındaki CHP-AP koalisyon hükümeti işbaşına geldi. Orgenaral Gürsel’in başında bulunduğu askeri yönetim (“Milli Birlik Komitesi”), yeni anayasal ve yasal düzenlemeler yaparak ve kendilerine yasal güvenceler sağladıktan sonra yönetimi “sivil”lere devretmiş oldu. Bunu, 1965 seçimleriyle birlikte Demirel hükümetleri dönemi izledi.

1960-1970 dönemini; bu dönemin önemli iktisadi sosyal ve politik gelişmelerini; dünya ve ülke tarihinin en önemli gelişmelerinden biri olan 1968 kitle hareketi ve mücadelesini, buna karşı başvurulan saldırıları ve bu saldırıların da yetmediği yerde, ABD’nin o dönemki başkanı J. Carter ve yardımcıları arasındaki konuşmalarda“bizim çocuklar başardı” diyerek sahiplendikleri 1971 cuntasının devreye girmesini; Denizler’in idamı ve sonrası gelişmeleri; kitle hareketinin yeniden yükselişini ve bunun da önünün yeni bir askeri darbeyle (12 Eylül 1980 cuntası) kesilmesine dek olan süreci, bu makalenin konu içeriğini gözetip ‘atlayarak’, Erdoğan’ın sahiplendiği mirasta özel öneme sahip ikinci döneme; Turgut Özal ve ANAP’ın icraatlarıyla Erdoğan AKP’sine bıraktığı “geleneksel miras”ta neler olduğunu bakalım.[6]

b. 1980 Cuntası’nın Özal ve ANAP’a Açtığı Yol

Turgut Özal, 12 Eylül 1980 cuntasının, uluslararası mali sermaye kuruluşlarının hazırladığı bir programın uygulanmasını mümkün kılmak için başlattığı ağır saldırı tufanına sırtını dayayarak “neoliberal” ekonomi politikalarını Türkiye’de uygulamakla görevlendirilmiş biriydi. Dünya Bankası bürokratlığı ve Sabancı Holding’in üst düzey yöneticiliğinden geliyordu. TÜSİAD’ın en büyüklerinden Vehbi Koç tarafından cunta başı Evren’e görevlendirilmesi önerilmişti.

Özal başkanlığındaki ANAP hükümeti büyük sermayenin ve uluslararası tekellerin çıkarları yönünde düzenlemeleri birbiri ardına gerçekleştirdi. Dünya piyasalarıyla “bütünleşme” adına, “korumacı engeller” kaldırılarak “serbestleşme” ilan edildi, ülke pazarı uluslararası sermayeye daha fazla açıldı, vergi sistemi sermaye yararına değiştirildi, “Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu” değiştirilerek yeni döviz kuru politikasına geçildi.

Nakşibendi tarikatının devlet organlarında ve sermaye dünyasında güç kazanması için devlet olanaklarını seferber eden bir politikacı olarak Özal, özelleştirme ve diğer işçi karşıtı politikaları hızla uygulamaya başladı. Özel Harp dairesi, Köy korucuları ve Türk kontrgerillası onun döneminden başlayarak siyasal suikastları artırdı. Köy boşaltmaların “yararları”nı sayıp döken raporlar da yazan Özal, cuntanın yasaklı kıldığı Demirel, Ecevit ve Erbakan gibi burjuva parti yöneticilerinin politik faaliyete devam etmelerine karşı kampanya yürütecek denli de “demokrat”tı!

Özal yönetimiyle önü daha fazla açılan sermaye kesimleri, uluslararası alandaki değişimlerden ve özelleştirme uygulamalarından da yararlanarak sosyal-ekonomik alanda giderek daha fazla etki sahibi oldu ve siyasal alandaki etkilerini artırdı. Özal, bu ekonomi politikasını “dört eğilimi birleştirme” söylemiyle eskinin solcuları, yeninin liberalleri dahil çok sayıda yazar, gazeteci, sanatçıyı da “devşirip” yedekleyerek “liberalizasyon politikaları” adı altında pratiğe geçirdi. Kazanan büyük sermaye ve uluslararası tekeller; kaybedenler ise işçi sınıfı ve emekçi kesimler oldu.

1980 sonrası ve Özal’lı yıllar kırdan kente nüfus akışının (bunun ekonomik ve ekonomi dışı zor gibi etkenleri vardı) giderek hız kazanmasıyla birlikte ucuz işgücü olanağından da yararlanarak kapitalistlerin, sermayelerini daha fazla artırma olanağı buldukları bir dönem oldu.

1980 askeri cuntası, işçi-emekçi hareketini yoğun baskı altına alıp devrimci-sosyalist politik örgüt ve faaliyetleri vahşi yöntemlerle ezmeye yönelirken, dinin toplumsal etkisini artırma girişimleriyle birlikte “Türk İslam sentezi”adıyla sözü edilen ırkçı islamcılığa alanı daha fazla açmış oldu.“Siyasal İslamcı”ve faşist şoven partiler bu ortamdan yararlanarak güçlerini artırdılar. Turgut Özal ve ANAP hükümeti, bu yöndeki gelişme ve girişimleri bütün gücüyle destekleyip önlerine devlet-hükümet olanaklarını sererek daha da palazlanmalarına yardımcı oldu. Büyük sermaye sahipleri, ancak özellikle de dini istismarla palazlanmayı sürdüren kapitalistler, uluslararası pazarlarla ilişkilerini genişletti; “Anadolu kaplanları”, “yeşil sermaye” ya da “Anadolu burjuvazisi” olarak adlandırılan kesimlerin ekonomi ve siyasette önü daha fazla açıldı. Dış ticaret ve döviz kuru serbestisi, özelleştirme, devlet desteği ve ucuz kredilerle kendilerine “yeni ihya kapılarının açılmasını sağlayacak olan” partileri destekleyerek ucuz işgücü kitlesinin büyük kesimini oluşturan “inançlı müslüman kardeşleri”ni sömürme olanaklarını genişlettiler.

Özal dönemi, Demirel’in “birader-yeğen” zenginleşmesini unutturacak aile-eş-dost kayırmacılığı/zenginleşmesi (nepotizm diye de ifade ediliyor) ile de kayıtlara geçti. Oğul Özalların kurdukları şirketler, “Jaguarlı enişte” skandalları, Özal’ın özelleştirme furyasına yolu açan uygulamalarını gölgeleyecek ölçüde “piyasa yaptı” vb.

c. Erdoğan, AKP ve Devraldığı Miras

AKP, ABD’nin “ılımlı İslam” projesinin Türkiye ayağını oluşturan organizasyonun yeni“alternatif oluşumu olarak burjuva siyaset sahnesine çıktı.

Neoliberal uyum politikaları”yla geniş emekçi kesimlerini yoksulluk ve yoksunluk çemberinde sıkıştıran DSP-ANAP-DYP-MHP koalisyon hükümetleri ve partilerinin yığınlar tarafından “aşağıya doğru süpürülmesi”, AKP’ye yolu açan başlıca gelişmelerden biriydi. Ağır toplumsal sorunlara sahne olan 90’lı yılların ve 2001 ekonomik krizinin yol açtığı kitlesel işsizlik, yoksullaşma ve hayat pahalılığının arayışa sürüklediği geniş kesimlerin durumunu politik çıkışı için istismar malzemesi olarak kullanan AKP yönetimi, “taşralı” ve “gelenekçi” küçük esnaf, küçük üretici ve orta burjuva kesimlerle dini ideolojinin Sünni versiyonlarının etkisi altındaki kesimlere, büyük kentlerin kenar bölgelerinde birikmiş köy kökenli yığınlara, yoksulluk ve işsizlik tehdidiyle yüz yüze olan ve sosyal konumları sarsılan kent işçilerine, “sorunlarının çözüleceği”ni vaat ediyordu.

Baskı ve yoksulluk yorgunu kitlelerin taleplerini istismara dayanan bu propaganda beklenti içindeki geniş kesimlerden destek gördü. Kürt sorunu, şiddetli çatışmalara ve generallerin tanımıyla “düşük yoğunluklu savaş”a rağmen çözülememiş ve ülkenin önemli toplumsal politik sorunlarından biri olarak kalmaya devam ediyordu.[7] AKP yönetimi bu sorunu “çözme” vaadiyle Kürtlerin küçümsenemez bir kesiminin desteğini aldığı gibi “çözüm” beklentisindeki burjuva liberal ve liberal reformist küçük burjuva kesimlerin desteğini de aldı.[8]

2001 krizi sonrasında yeniden toparlanmaya başlayan ekonomik durum ve Dünya Bankası (DB) ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) sağladığı para sermaye akışı, AKP-Erdoğan hükümetlerinin en önemli dayanakları arasındaydı. O bir yandan neoliberal saldırganlığı eğitimden sağlık ve sosyal güvenlik alanlarını kapsayacak genişlikte ve en sert biçimleriyle sürdürürken, diğer yandan “muhafazakâr demokrasi”, “İslami dayanışma” söylemi eşliğinde kitlelerin en alt ve yoksul kesimlerinden küçümsenemez bir bölümüyle “popülist” ilişkiler kurmayı başardı. Bir yandan işçi ve emekçi halk kitlelerinin mücadelesine barikat örerken, diğer yandan işsizliğin ve yoksulluğun daha da arttığı koşullarda, “toplumsal riskleri azaltma projesi” kapsamında DB finansmanıyla devreye sokulan “Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu”nu kullanarak hükümet kontrolünde gerçekleştirilen doğrudan yardımlarla bu kesimlerde “rıza bağımlılığı”nı sağlayarak onları kontrol altında tutabildi.

Erdoğan ve partisi/iktidarı inşaatçılık alanındaki hamlelerle hızla refaha koşan ve kalkınan bir ülke tablosu çizerek beklentilere dayalı desteğini korumaya çalıştı. Buna, parti tabanının büyükçe bir kesimini kapsayacak şekilde maddi-nakdi yardım paketleri (kömür, şeker, çay, defter, kalem, beyaz eşya vb.) eşlik etti. AKP’lilerin elindeki belediye şirketleri, “rüşvet dağıtım ağı” gibi çalıştı. İktidar partisi, belediye yönetimlerinin ve partiye mensup iş adamlarının kurdukları şirketlere verdiği ihaleler aracıyla kaynak aktarırken, tersinden bu kaynaklar iktidarın halkla ilişkilerde kullanım sermayesi olarak işlev gördü. Bu durum, kapitalist krizlerin işçi-emekçi kitlelerinin yaşamında yarattığı ağır tahribatlara karşın, “çalışan halk kitleleri”nin birleşik ve püskürtücü bir mücadeleye yönelmesini engelleyen etkenlerden biri oldu.

Erdoğan yönetimi, kendisine burjuva politik alanda alternatif olabilecek bir muhalefetin ortaya çıkmamasının avantajına da sahipti. Bu bir yana Deniz Baykal ekibi yönetimindeki CHP, Erdoğan’ın seçim hilesiyle milletvekili yapılmasını sağlayarak onun, ABD’nin dünya ve bölge politikaları kapsamında Türkiye’nin üstleneceği role uygun bir politikacı olarak öne çıkarılmasında özel bir rol oynadı. CHP’nin “sağa açılarak” milliyetçi-İslamcı kesimleri “kazanma taktiği”yle devlet politikaları çerçevesinde üstlendiği rol, Erdoğan yönetimine, özellikle dış politika alanında olmak üzere, ama onunla sınırlı kalmayacak şekilde, sıkıntıya düştüğü hemen her dönemde ihtiyaç duyduğu desteği vermesini sağladı.[9]

AKP’nin “demokratikleştirme” vaadi ve politikasının sınırlarını belirleyen yerli ve uluslararası sermayenin çıkarlarıydı. Yığınların neoliberal saldırganlığa tepkilerini üstüne çekmemek için onları beklentilerle bir süre oyaladıktan sonra ekonomik-sosyal ve siyasal saldırıları artırmaya yöneldi.

Neoliberal ekonomi politikaların yarattığı tepki birikiminden güç alarak yönetime gelen Erdoğan-AKP hükümeti, bu politikaların, kendisinden önceki uygulayıcılarından daha hızlı ve kararlı yürütücüsü oldu ve bunları uygulama kolaylığı sağlayacak idari kararları birbiri ardına meclisten geçirerek toplumsal yaşamı yeniden dizayn etmeye koyuldu. Kamu İktisadi Teşekülleri (KİT), “verimliliğe ve sağlıklı bir kalkınma sürecine tehdit” gösterilerek uluslararası ve ulusal ölçekte faaliyet gösteren sermaye kuruluşlarına peşkeş çekildi ve bu kurumlarda çalışan emekçilerin iş devamlılığı, sağlık bakımı, ücret-maaş konularındaki ekonomik ve sosyal kazanımları gasp edildi.

Özelleştirme, AKP’nin en hızlı ve ivedi olarak giriştiği saldırıydı. 2002’de işbaşına gelen AKP’nin saldırı hedefine koyduğu işletmelerden biri de bünyesinde alkollü içkiler imalatı da olan TEKEL fabrikalarıydı. 2003’ten başlanarak TEKEL, birleşik işçi emekçi direnişini önlemek üzere önce bölümlere ayrıldı, sonraki yıllar içinde parça parça satışa çıkarılarak yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekildi. SEKA ise 2005 özelleştirme programının kurbanları arasında yer aldı.

AKP “blok satış yoluyla” PETKİM, Türk Telekom, ERDEMİR ve TÜPRAŞ gibi devlet işletmelerinin en önemlilerini özelleştirmeye girişti. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesinde kaydedilen bu yüksek performansın sonuçlarını övünerek yayımlayan Özelleştirme İşleri Başkanlığı’nın (ÖİB) 2013 yılı verilerine göre, 1986-2002 döneminde 8,053 milyar dolarlık özelleştirme yapılmışken, AKP’nin ilk on yıllık iktidarı döneminde 35,255 milyar dolarlık satış yapılmıştı. Bu satışlar içindeki en büyük pay ise 15,5 milyar dolarla Türkiye’nin “en kârlı işletmeleri” sıralamasında başı çeken dört işletmeye aitti. Erdoğan yönetimi özelleştirmeyi sürdürdü ve 2018’de bu satışlardan elde ettiği gelir 60 milyar dolara ulaştı.

Erdoğan yönetimi, yandaşı ve kurucusu sermaye kesimlerinin palazlanması için sermaye piyasasını yeniden düzenlemeye girişti. Finansal alana müdahale için Başbakanlık Denetleme Kurulu (BDK) oluşturuldu. Kamu İhale Yasası ve Kamu İhale Kurulu’nun yasası ve yapısı değiştirilerek iktidar partisi bürokratlarının sultası sağlandı ve ihalelerin iktidar partisine yakın kapitalist şirketlere verilmesi kolaylaştırıldı. 2004’te çıkarılan bir yasayla doğrudan Başbakanlığa bağlanan Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nın (TOKİ) faaliyet alanı ve kaynakları genişletilerek kamu-özel sektör ortaklığında tüm kamu arazilerinin kontrolü AKP’li müteahhitlerin kontrolüne geçirildi.

TOKİ iktidara bağlı bir tekeldi. Senet ve tahvil çıkarma, hazine müsteşarının onayıyla masrafları için dış kaynaklı kredi kullanma, özel inşaat firmalarına destek verme, inşaat şirketleri kurma; içeride ve yurt dışında proje geliştirme, altyapı ve sosyal tesisler kurma, bu faailyetleri için kamu ve özel fonlarını kullanma vb. gibi çok yönlü ve çok sayıda ayrıcalığa sahipti. AKP’nin düzenlemeleri bununla sınırlı kalmadı: Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), hedef seçilen şirketlere el koyma silahı olarak kullanıldı. Dış sermayenin ülke pazarındaki faaliyetinin önündeki gümrük engelleri kaldırıldı. Doğrudan yatırımlar için ek teşvikler sağlandı. Tarımsal ürün ithalatı serbest bırakıldı. Bu durum içeride tarımsal üretime darbe vurdu ve küçük üreticilerin topraklarından kopmalarına yol açtı.

Doğal yaşam alanlarının yıkımı ve tahribine yol açan onlarca Hidroelektrik Enerji Santral (HES) inşa edildi, su kaynakları ve kıyı bölgeleri yağmaya açıldı.

Anadolu sermayesi” olarak nitelenen ve başlıcaları Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD), Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) ve Anadolu Aslanları İşadamları Derneği (ASKON) olan sermaye örgütlerinde bir araya gelen “İslami” kapitalistler, olanaklarını Erdoğan ve partisini güçlü kılmak için seferber ederken, devlet mekanizmasını ele geçiren iktidar partisi de bu sermaye gruplarının daha fazla palazlanması için devlet olanaklarını ve siyasal -askeri- nüfuzunu en etkin tarzda kullanıma soktu. MÜSİAD üyesi kapitalistler, AKP’nin yönetime gelmesiyle birlikte dış pazarlardaki faaliyetlerini daha fazla artırma olanağı buldu. İçerde ise özelleştirilen işletmelerden “aslan payı”nı kaparak, devlet ihalelerini üstlenerek ve ucuz işgücü kullanımıyla sermayelerini çoğaltıp servetlerini artırdı. Aralarında Anadolu Finans, İhlas Finans ve Asya Finans gibi bankaların da bulunduğu sermaye kuruluşları, ülke içiyle birlikte ülke dışı “Türk yurttaşları”nın “birikimlerini değerlendirme” adına sermaye edinerek büyük miktarda faiz ve rant geliri sağladı. Hükümet yetkilileri, bu şirketlerin çok sayıda dış ülkenin pazarına girişine ve bu ülkelerin şirketleriyle ihracat bağlantıları kurmalarına aracılık etti. MÜSİAD şirketleri, hükümetin koruması ve kayırmasıyla Ortadoğu, Doğu Avrupa ve eski sovyet cumhuriyetleriyle Afrika ve Güneydoğu Asyanın bazı ülkelerine ihracatın yanısıra bu ülkelerde doğrudan yatırım (inşaat, turizm, ulaşım vb.) yapma olanağına kavuştu. Gülen hanedanlık örgütü Avrupa, Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkelerinde açtığı okullar ağıyla hem “Türk İslamı misyonerliği” yürüttü, hem de TUSKON üyeleri başta olmak üzere “Müslüman işadamları”nın uluslararası alanda faaliyet göstermelerine aracılık yaptı.

Kamu ihaleleri ve kredi teşvikleriyle korumaya alınan bu sermaye grupları hızla büyüdü[10] ve Türkiye’nin en büyük şirketler sıralamasının önlerine doğru yükselmeye başladı.[11] Yol, köprü, liman, tünel, demiryolu yapımı, konut inşası, hidroelektrik santral ve rafineri kurulması gibi bol getirili işler, belediye hizmetlerinin büyük bölümü bu tür şirketlere tercihli şekilde verilerek sermaye aktarımı sürdürüldü. Savaş sanayi başta olmak üzere stratejik öneme sahip birçok iş, dünür-damat-akraba-iş ortağı aile şirketlerine peşkeş çekildi. Kurulan vakıflara trilyonlarca liralık nakdi kaynak ve gayrimenkul aktarıldı.[12] Enerji, madencilik, turizm, inşaat ve sağlık hizmetleri alanlarındaki özelleştirmeler aracıyla AKP’nin sermaye dayanağı güçlendirildi ve AKP’li kapitalistlerin rakiplerine karşı avantaj sağlamaları olanaklı kılındı.[13]

Erdoğan-AKP yönetiminin işçi ve emekçilere karşı politikasının temel özelliği, baskı ve hak tanımazlığı esas almasıydı. Düşük ücret, esnek çalışma, grevsiz-toplu sözleşmesiz uzlaşı ya da teslimiyet özelleştirme ve kazanılmış sosyal hakların gaspına yönelik yasal düzenlemeler bu politika kapsamında dayatıldı. Özelleştirme politikası SEKA ve TEKEL fabrikalarını da kapsadı. Bu fabrika ve işletmelerin işçilerinin, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir yere sahip direnişlerine rağmen -TEKEL direnişine karşı polis vahşeti, “yerli ve milli” burjuva propagandasının riyakârlıktan ibaret olduğunun göstergesiydi- fabrikalar kapatıldı. Erdoğan iktidarının işçi sınıfına karşıtlığının çarpıcı bir örneği de olmak üzere metal işçilerinin grevi, “yerli ve milli” argümanının, söz konusu halk kitlelerinin istem ve hakları olduğunda bir aldatmacadan ibaret olduğunu bir kez daha gösterdi. Erdoğan, Renault işletmelerinin Fransız patronlarını Türkiye’deki greve müdahale etmedikleri için suçlarken, “kendi ülkesinin işçilerine karşı başka ülkelerin burjuvalarıyla işbirliği”nin Türkiye pratiğine yeni bir örnek kattı. 2016 “FETÖ Darbesi” gerekçeli Olağanüstü Hal uygulamasının süreklilik kazanacak şekilde uzatılmasının ülkede gerilim nedeni olduğunu belirterek kaldırılmasının yararlarından söz eden TÜSİAD patronlarına, “OHAL’den yararlanarak işçi grevlerinin engellendiğini” söylerken de sermayenin çıkarlarının işçilere karşı nasıl savunulduğunun yine somut-pratik bir diğer örneğini sunmaktaydı.[14]

AKP ve Erdoğan yönetiminin “demokrasi”ya da“demokratikleştirme”diye bir hedefi yoktu ve olmadı. Generallerle, kontrgerilla organizasyonuyla, Ergenekon olarak adlandırılan devlet güçleriyle yapılan anlaşma sonucu Kürt sorununu“çözüm”adına Oslo’da gizlice sürdürülen ve Dolmabahçe Sarayı’nda legalize edilen görüşmeler sonlandırılarak Kürt sorunu diye bir sorunun olmadığı ilan edildi. Sorun, artık yeniden“terör sorunu”kapsamına alınmıştı ve o da “son terörist imha edilene dek” savaş sürdürülerek yok edilecekti! Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler, şoven milliyetçi politikaları takviye ile kitle manipülasyonunun aracına dönüştürüldü. ABD’nin Irak’ı işgal etmesi[15] ve Saddam yönetimi döneminde 1974 anlaşmasıyla otonom bir statü kazanmış olan Irak Kürdistanı’nın işgal sonrası Kürt Bölgesel Yönetimi şeklinde bir tür federatif yapıya dönüşmesi, Kürt sorunu ile muhatap bölge devletlerini açmaza alan yeni bir gelişmeydi. ABD’nin bölgedeki fiili varlığı ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ve Suriye Kürt hareketiyle işbirliği politikası, Türk burjuva yönetiminin Kürt açmazını daha da derinleştirdi. Bu durum egemen sınıf klikleri içinde sorunun “çözümü”nün farklı yöntemlerinden hangisinin öne çıkarılacağı tartışmalarına (bunun sonuçlarından biri de devlet kurumları bünyesinde iç çekişmelerin sertleşmesiydi) yol açmakla birlikte, sonuçta, “Kürt devleti oluşumunu kesinlikle engelleme” ve Kürt hareketini daha şiddetli saldırılarla etkisizleştirme politikasında birleşildi. Suriye’ye karşı askeri politika, “Suriye muhalefeti” adı verilen ve içinde her türden terör çetesinin yer aldığı on binlerce kişinin koordine edilerek sahaya sürülmesi, Kürtlere, ilerici demokratik kesimlere ve sosyalistlere yönelik bombalama ve toplu katliamlar ve büyük gözaltılarla; grev, direniş ve mitinglerin terör kapsamına alınarak suçlanması ve yasaklanmasıyla, olağanüstü hal ilanlarıyla ve Kürt kasaba ve kentlerinde girişilen yıkımlarla devlet şiddeti ve baskısı yoğunlaştırıldı. İşçi grevleri, gençlik ve kadın kitlelerinin baskıya karşı eylemleri, burjuva muhalefet partilerininkisi de dahil siyasal faaliyetler “terör” suçlaması kapsamına alınarak faşizan bir tekel kuruldu. Hükümet-devlet politikalarına muhalefet edenler ya “milli güvenliği tehdit eden yabancı lobilerin kuklası” ya da “yerli ve milli değerlere düşman” konumunda gösterilerek etkisizleştirilmeye çalışılırken, “demokratikleştirme” adına hazırlandığı ilan edilen her yeni yasa tasarısı torba yasalar bileşimiyle, mevcut baskı sistemini daha fazla tahkim edecek yönde yasalaştırıldı.

Bu süreç aynı zamanda, AKP’nin devlet aygıtındaki konumlanmasını sağlamlaştırma, devlet kurumlarını yeniden düzenleme ve fiili konumuna yasal meşruiyet sağlama operasyonlarına sahne oldu. Eğitim, sağlık ve belediyeler alanının yanı sıra ordu ve polisin “dincileştirilmesi operasyonu”, parti politikalarına yedeklenmiş kitle desteğinden de güç alınarak sürdürüldü. Erdoğan-AKP yönetimi, işçi hareketinin geriye düşmesi ve Kürt sorunuyla bağlantılı çatışmaların yarattığı hassasiyetleri de kullanarak yeni Osmanlıcı yayılmacılığa soyunmanın yanı sıra[16], dini söylem merkezli ve mezhep ayrımcılığını körükleyici açıklamalar eşliğinde Sünni İslam tarikatlarının devlet kurumlarında yuvalanmalarını ve dinin toplum yaşamında daha etkin hale gelmesi için yasa değişikliklerine ve fiili uygulamalara girişti.[17] Parlamento göstermelik ve biçimsel “onay kurumu” haline getirildi. Yargı, yasama ve yürütme tek elde merkezileştirilerek cumhurbaşkanına bağlandı. Devlet kurumlarını parti kurumlarına dönüştürüp yönetim yetkilerinin merkezileştirilerek “zirvedeki başkan”ın elinde toplanması sürecinde ileri doğru atılan her adım, burjuva anayasası ve yasalarını tanımazlığı, burjuva muhalefetin dahi ihanet sayılarak bastırılmasını getirdi. İktidarın kitle manipülasyonu aracı bir medya tekeli oluşturuldu ve devlet kaynakları bu doğrultuda kullanıldı.[18]

Sermaye-siyaset-din ilişkisi AKP’nin siyasal örgüt kimliğinde çok daha fazla girift hale geldi. Bu partinin kurucu üyelerinin bir bölümü MÜSİAD üyesiydi ve bunların bir kısmı çeşitli il ve ilçe parti yerel örgütlerinin yönetici veya aktif unsurları oldular. AKP, “sekülerlik karşıtı” potansiyeli iktidar silahına dönüştürme politikasında bütün öncellerini geride bırakan bir parti oldu. Kurucu liderliği siyasal İslam’ın on yılları bulan militanlığından geliyordu ve parti tabanıyla organik ilişkiye sahipti. “Siyasal İslam”ın güç kazanmasıyla “İslamcı kapitalistler”in piyasadaki paylarını artırmaları karşılıklı olarak birbirini güçlendirici ve palazlandırıcı işlev gördü. “Muhafazakâr müslüman burjuvazi” ile “muhafazakâr İslamcı parti” bileşimi, birincisinin gösterdiği aktivite ve pazar payını büyütmesiyle ikincisinin siyasal askeri alan başta olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanlarına hakim olma harekâtı, organik bileşim halinde çemberini genişletmeye, çapını büyütmeye devam etti. “İslami sermaye” şirketleri Özal-ANAP, Erbakan-RP Hükümetleri döneminde olduğundan yüzlerce kat daha fazla olmak üzere, Erdoğan iktidarı döneminde büyüdü.

SAHİPLENİLEN İŞÇİ-EMEKÇİ KARŞITI BİR MİRASTIR

Yukarıda gördük ki, AKP’nin uzak “ecdat geleneği” bir yana, sahiplendiği Bayar-Menderes-Özal “geleneği”, ancak ve salt sermayenin uluslararası tekeller ve ABD emperyalizmi başta olmak üzere emperyalist güçlerle ilişkili, iri ve en gerici kesiminin sahiplenebileceği bir mirastır. 27 Mayıs 2020’de “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” olarak ad konmuş olan Yassıada’dan sahiplenildiği bir kez daha ilan edilen ekonomik, siyasal, ideolojik ve hatta kültürel hat, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin iradesinin baskıyla ayaklar altına alınmasını temsil ediyor.

Erdoğan’ın kendi politik-ideolojik konumlanmalarıyla Bayar-Menderes-Özal geleneği arasında kurduğu illiyet bağı, burjuva demokratik özgürlükler bahsinde sözü edilen ne varsa, onun reddiyle tanımlı ve belirgindir.

Bu ‘hat’ta bir devamlılık, evet vardır: DP yönetiminin burjuva demokratik özgürlükleri savunur görünüp destek alması ve işbaşına geldikten sonra “mutlak parti diktatörlüğüne dayalı devlet sistemi teşkili” yönünde terör estirmesiyle AKP yöneminin, “demokratikleşme” propagandasıyla kitlelerden gördüğü destek sonrası kurduğu hükümetler döneminde uyguladığı baskı ve yasak politikası arasında güçlü bağlar ve benzerlikler vardır. İkisi arasında bir kıyaslama yapıldığında da görülecek olan AKP’nin cenderesinin DP mengenesine baskın çıktığıdır.

AKP Genel Başkanı, Abdülhamid-Vahdettin sonrasından DP yönetimi dönemine dek olan süreçte izlenen ekonomi politikalarla kültürel ideolojik anlayış ve yönelişleri “ecdat geleneği”ne aykırı sayan mahkumiyet politikasını devlet içi iktidar güçlerinin pazarlıkları ve yeniden düzenlenmesi dolayımında “kuruculuk” parantezinde revize edip 1938 sonrası CHP’nin suç dosyasını kabartmak üzere, vadesi geçmiş çek hesabına piyasaya sürerken, genç kuşakları, “yapılan barajlar, köprüler, yollar”a ve “milli gelir”in artışına bakarak Bayar-Menderes-Özal-Erdoğan hattında yürümeye çağırıyor. Sistem partilerinden birini “kötünün iyisi” olarak olumlama ya da kötünün daha kötüsü olarak yerme ve yerine bir diğerini alternatif gösterme yoluyla sorunları kapitalist partiler ve hükümetlerinin politikaları sınırlarında değerlendirme tuzağından kurtulamamış herhangi biri açısından ilgi çekici olabilecek bu çağrı, sömürü düzeninin emekçi düşmanı karakterini ve işleyişini dikkatten kaçırma işlevinin yanı sıra yakın tarihteki gelişmelerin saptırılmış ve doğru olmayan bir anlatısını da dayanak edinmiştir.

Ancak sahiplenilen şecere kolayca temize çıkarılabilir olmaktan uzaktır. Kapitalist ekonomi politik veri alınarak söylenirse, 1950’ye dek yapılan alt yapı tesisleri ve ekonomideki gelişme düzeyi ile 1950-60 dönemi gelişmeleri ya da kırk elli yıl önceki verilerle 2020’li yıllara ait verilerin koşullardan soyutlanmış bir kıyaslaması üzerinden dönem olumlaması yapılamayacağı gibi, iki büyük dünya savaşı yıllarını ve izleyen yakın yıllardaki gelişmenin düzeyi ile ülke pazarının Batılı kapitalistlerin faaliyetine daha fazla açıldığı DP dönemi ve sonrası da DP-AP-ANAP-AKP hükümetlerinin politikaları yararına yorumlanamaz.

Bu bir yana, böylesi bir kıyaslama yapıldığında dahi, Erdoğan’ın iddiaları doğrulanmaz. Burjuva istatistik kurumlarına ait veriler bu dönemlerin her birinde, hemen hemen aynı ortalamayla büyümenin yüzde 5-6 gibi bir oranda; hatta örnek olsun 1930-1938 döneminde yüzde 5.8’lik büyüme oranıyla 1953-1963 dönemindeki yüzde 4.5’luk büyüme oranından daha fazla gerçekleştiğini göstermektedir.[19] Ekonomik büyüme oranlarının değişik kriterlerle hesaplanması farklı büyüklüklerin ortaya çıkmasına neden olmakta; bu da yanılgıların yanısıra hileli sonuçlar aracıyla propagandayı olanaklı kılmaktadır. Örneğin “Türkiye Ekonomisi ve Büyüme Oranının Sürdürülebilirliği” başlıklı makalesinde Mehmet Fuat Beyazıt, elli yıllık ortalama büyüme oranını yüzde 4.61 olarak hesaplarken[20], Hürriyet Gazetesi’nde 1923-1950 dönemi ortalaması yüzde 5.3 olarak verilmiştir.[21]

Gelgelelim, herhangi siyasal iktidar politikalarının salt iktisadi gelişmenin düzeyi ile ölçüye vurulması, toplumsal yaşamın politik-kültürel ve diğer unsurlarını göz ardı eden bir yaklaşımı işaret eder. Nazi kıtalarının Avrupa’yı ve giderek dünyayı kana buladığı yıllarda küçük çocukları dahi silah altına aldığı ve engelliler dahil herkesi çalışmaya mecbur tutarak üretimde artış sağladığı, burjuva tarihinin kara sayfalarına kayıtlıdır. Yol, baraj, tünel, köprü yapımı, daha iyi ulaşım olanakları, daha modern bir yaşamın gerekleri arasında olmakla birlikte, bu yapı-inşaat başarısının halk kitlelerine “maliyetinin ne olduğu” çok daha fazla önem gösterir. Tarihte binlerce, on binlerce kölenin emeğiyle yapılmış nice “muhteşem yapı” vardır -ki hala ayakta duruyor- ancak her dönemin sömürülen ve ezilenlerinin binlercesinin ölümü pahasına yapıldıkları da gizli-saklı değildir. İşçilerin ölümü, işsizliğe, açlığa ve yoksulluğa mahkum edilmesi pahasına yollar, köprüler, tüneller bugün de -Erdoğan iktidarı tarafından da- yapılıyor. Ama bu, bu iktidarın halk yararına politikalar izlediğini kanıtlamaz.

DP döneminde de köprüler, yollar yapılmış, tarımda traktör kullanımında ve büyük toprak sahipleriyle kapitalistlerin gelirlerinde büyük artış sağlanmış; ancak işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşularında iyileşme bir yana, bu doğrultudaki talepler, örneğin grev ve toplu sözleşme hakkı reddedilmiştir.

Erdoğan, ecdat seceresine kaydederek Bayar-Menderes dönemine övgü düzerken Demokrat Parti’nin “ezanı aslına döndür”düğünü, “kapalı camileri” açtığını, “Türkçe’nin bin yıllık birikimine” sahip çıktığını söylüyor ve CHP’yi işaretle -bir aşağılama ifadesi olarak “Cehape zihniyeti” demeyi tercih eder- kabarık bir “suç dosyası” açıyor! [22]

CHP’nin izlediği politikaların sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimlerin hak ve çıkarları yönünden ne ifade ettiği ya da onun burjuva devlet iktidarını savunması ve sakınmasıyla “halkın temsili” iddiası arasındaki uzlaşmaz karşıtlık sorunu bu makalenin konusunu oluşturmuyor. Ancak, Erdoğan-AKP yönetiminin, CHP gibi mevcut sistemin ve burjuva devlet “düzeni”nin sürdürülmesi politikasına sahip bir partiyi dahi, imal ettiği suç listesinin başına yazan tutum ve anlayışı, işçi sınıfı ve kent-kır emekçileri yönünden çok daha büyük tehditler üretmeye adaydır.[23]

Erdoğan, kendi dönemleriyle Özal ve Menderes dönemi arasında kurduğu illiyet bağı üzerinden ve Türkeş-Bahçeli MHP’sine minnettarlığıyla sağ siyasal gericiliğin mirasını sahiplenirken, İslamcı-Türkçü emellerin genel direktörlüğüne dair bir “yeniden açılım”ın üç yarım aylı ya da bozkurtlu sancağını, Mendereslerin idam edildiği “ada”dan göstererek taban desteğini tahkimde karşı karşıya kalınan zorlukları dışa vurmuş oldu. Giderek ağırlaşan ekonomik-politik faturanın yığınların en yoksun ve yoksul kesimlerinde yarattığı tereddüt ve arayışların daha belirgin biçimde görünür olmaya başladığı bir dönemde, işçi ve emekçilerin kendi sınıfsal talepleri doğrultusunda ve sınıf bilincine ulaşmış ileri kesimlerinin öncülüğünde devrimci bir muhalefeti daha ileriden geliştirme olasılığının yanı sıra, bu gelişmenin önünü kesme işleviyle de yüklü olan, ancak giderek yıpranmakta olanın yerine yeni burjuva alternatifler oluşturma hazırlığı çerçevesinde görülebilecek gerici güçler dizaynı, iktidardaki oligarkların “telaş”ını artırmıştır. Bir yandan “darbe söylentileri” aracıyla yedeklikleri reorganize etme, diğer yandan aktifleşme olasılığı giderek belirginlik kazanan potansiyel muhalefeti etkisizleştirmek amacıyla iktidar aygıtını tahkim etmek, Erdoğan yönetimi için hemen ve şimdi denilecek bir ihtiyaç haline gelmiştir.

Aktüel-acil politik-ekonomik ve sosyal sorunların çözümüne dair beklentilerin boşunalığının anlaşılmaya, Saray’da konuşlu “ekip”in sistematik hale getirdiği baskı ve yasak idaresinden duyulan kuşkuların artmaya başladığı bir dönemde, içeride siyasal şiddeti daha da yoğunlaştırma; dışarıda askeri operasyonlara hız vererek Irak, Suriye, Libya gibi ülkelerde yayılmacı fetih politikalarıyla ve militarizm aracıyla güç devşirme, ulusal ve dini imgeleri politik-askeri etki için kullanmaya yoğunlaşma, bunları yaparken geçmişle bağı, yığınları düşünsel ve politik kötürümleştirici silah olarak kullanma; bu dönemin egemen politikasının karakteristik özelliğidir. Aldatma, yanıltma ve yedekleme; kitlesel destekte görülen güç yitiminin önünü böylece kesmeye çalışma, izlenen politikanın bir diğer ifadesidir. Darbe söylemi ve “geldi-geliyor” gürültüsüyle güncel tehdit şeklinde gösterilmesi, burjuva diktatörlüğünün tahkimi ve ekonomik-sosyal saldırılar emekçilerin dikkatinden kaçırılmak isteniyor.

Devamlılık gösteren ve bu özelliğiyle burjuva “miras hukuku” kapsamına alınarak dünyevilik kazandırılan bir diğer unsur ezan, bayrak, marş, birlik ve beraberlik kavramları etrafında geliştirilen dini ve milliyetçi söylemdir. Din istismarı, burjuvazinin en gerici, en bağnaz kesimlerinin politik şeceresinde, kalıcı ve etkiye sahip silahlarından biri olageldi. Bu istismar, derecesi-düzeyi değişmekle birlikte bütün burjuva partilerinin sürdürmekte yarar gördükleri bir sorundur. Sadece AKP gibi “siyasal İslamcı” geleneğin adresi olan bir parti değil, sermaye partilerinin hemen hepsi, müslümanlığı kullanarak kitlelerle ilişki kurma ve sürdürme pragmatist taktiğine sahiptir. AKP açısından ise din, “bir ilişki sermayesi”dir! Onu iktidara taşıyan ve yirmi yıla yakın süredir ülke yönetiminde kalmasını sağlayan etmenlerden biri de “bu ilişki sermayesi”ni besleyip-büyütmede gösterdiği yetenek ve ondan aldığı güçtür.

Ezana-bayrağa saldırıyorlar” söyleminin, toplumun bir bölümünü diğer bölümüne karşı kışkırtıcı karakteri; toplum yaşamına hakim burjuva partilerinin bu “sembolik değerler” üzerinden sürdürdükleri politik istismarı olanaklı kılmış; “milli ve dini kutsallara saldırıldığı” iddiasıyla çok sayıda cinayet işlenmiş, katliam yapılmış ve talan gerçekleştirilmiştir. En meşhurlarından biri de DP damgasını taşıyan 6-7 Eylül 1955 pogromudur. Selanik’teki Atatürk’ün evi yakıldı yalanıyla camilerden duyuru yapıp Rum ve Ermenilere karşı talan ve imha kampanyası düzenlemek Menderes’in partisi ve iktidarının icraatları arasındadır. Politik-ideolojik mirasçıları, geleneği, Kürt yaşam alanlarını tank-top bombardıman uçaklarıyla imha ederek Kürtlere ve Araplara karşı fetih harekâtlarıyla; “Tek millet” dayatmasıyla Kürtlerin ulusal varlığını ve bağlı olarak ulusal tam hak eşitliği talep ve savunusunu ret politikasıyla sürdürüyorlar. “Milletin birliği ve beraberliği” üzerine hileli ve yanıltıcı söylem, “yüzde elli”lik bölmelerle bir bölümü “milli güvenlik sorunu” olarak görme anlayışınca geçersiz kılınmıştır. “83 milyon yekvücut” söylemi bir sahne illüzyonu lakırdısıdır.

DP, İnönü’yü konuşturmamaya, kongrelere katılmasını engellemeye, CHP’yi kapatmaya çalıştı. Erdoğan-Bahçeli ekibi, CHP’yi “milli güvenlik sorunu” ilan ederek genel başkanını “teröristlerle işbirliği yapmak”la suçluyor. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Milli Savunma ve İçişleri Bakanlarının, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanı generallerin de bulunduğu bir cenaze töreninde, linç edilmekten zor kurtuldu.[24]

DP hükümeti döneminde 200’ün üzerinde muhalif basın mensubu cezaevine kapatıldı. Gazetelere müdahale edilerek sayfaların boş çıkmasına neden olundu. Üniversite hocaları zapturapt altına alındı, üniversiteli gençler polis vahşetiyle susturulmaya çalışıldı.

AKP-Erdoğan döneminde 180’nin üzerinde gazeteci zindana kapatıldı. “Cumhurbaşkanı’na hakaret” diye bir suç hanesi açılarak AKP Genel Başkanı kimliği de taşıyan Erdoğan’ı eleştiren herkes suçlu gösterilip cezalandırılmak üzere mahkemeye verildi. DP 1955 pogromunun failiydi. AKP yönetimi döneminde Suruç-Ankara toplu katliamları gerçekleştirildi. AKP Başbakanı Davutoğlu, “bombalar patladıkça oylarımızda artış oldu” diyebildi! Kürt sorunu dolayısıyla sürdürülen militarist politika, Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesinde izlenen yeni Osmanlıcı yayılmacılık ekonomiye çok büyük miktarda ek yük getirmektedir. Bu yük giderek büyümektedir.

Bayar-Menderes-Özal geleneğinin temsilcisi olduklarını söyleyen Erdoğan-AKP yönetimi, “ya bizdensiniz ya da düşman” anlayışıyla yok etme politikasına zemin oluşturmakla kalmadı; yürüttüğü baskı ve saldırılarla kentleri imha operasyonlarıyla, süreklilik gösteren gözaltı ve tutuklamalarla, DP’nin, muhalefeti sindirme politikasına fark attı.

ASKERİ DARBELERİN ASIL İŞLEVİ VE HEDEFİNİ ÖRTME ÇABASI

Erdoğan’ın burjuva politikası ve örgütlenmesinin sınıfsal karakterini örtmek üzere kendileriyle “demokrasi ve milli irade” arasında kurduğu illiyet bağı, “bölünmez bir bütün” olarak da varsayılıp herkesin öyle kabul etmesi istenen “millet”in iradesini kendi partisi-cephesinin iradesiyle özdeşleştirilmesi üzerinden kurulmuştur. Seçim ve genel oya dayanan, sermaye çıkarlarıyla bağlanmış burjuva partilerinden birkaçının yığınların karşısına onları temsil iddiasıyla çıkarak aldıkları oy onanında -seçim hilelerini bir yana bırakıyoruz- milletvekiliyle girdikleri parlamentoyu “millet iradesinin temsil organı” gösteren bir anlayışa dahi denk düşmeyen, burjuva parlamentosunu bir bol maaşlılar ve ayrıcalıklılar topluluğunun söz düellosu mekânına çeviren ve ülke yönetimindeki işlevini dahi ortadan kaldıran “Türkiye Cumhuriyeti Başkanlık Sistemi” adına, “millet iradesi”nden söz etmenin karşılıksızlığı ya da dayanaksızlığı bir yana; sözü edilen tüm bu dönemler boyunca “millet iradesinin serbestçe ortaya çıkması”, olabildiği kadarıyla oy kullanma hakkıyla sınırlı kalmıştır. İşçi sınıfı ve kent kır emekçilerinin ve geniş küçük burjuva kesimlerin iradelerinin açıkça çiğnendiği bu sistemde “milli irade”nin “tecelli etmesi” ya da “temsili” bir iddiadan öteye gitmemiştir. Askeri vesayet olarak işaret edilen güç tehdidi, sınıflı toplum gerçekliğinin olgusal bir sorunudur ve dolaysızca egemen sınıf baskı aygıtının varlığıyla bağlıdır. Faşist diktatörlüklerin kurulduğu bütün ülkelerde -ki bu ülkelerin bir kısmı gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelerdi- ordu, polis ve faşist milis gücü işçi sınıfına, halk kitlelerine, devrimcilere ve sosyalistlere karşı barbarlığıyla öne çıkmıştır. Burjuva diktatörlüğünün vurucu kuvvetlerinin toplumun sömürülen ve ezilen kesimlerine karşı harekete geçtikleri ve fakat bunu, kiminde vatan savunusu, kiminde anarşi ve terör karşıtlığı, kiminde hükümetlerin görevini yapmaması ya da yapamaz duruma gelmesiyle gerekçelendirerek “toplumsal kabul sağlama”ya çalıştıkları, yaşanan darbeler pratiğince açık hale getirilmiştir. Buna rağmen, kimi askeri darbelerde, egemen sınıfın iç bölünmüşlüğüyle bağlı olarak bazı burjuva kesimler de baskı görebilmiş, kimi sermaye partileri geçici olarak da olsa kapatılmıştır. Ne ki bu durumunda dahi askeri darbelerin büyük sermayenin çıkarlarını koruma önceliği ortadan kalkmamıştır.

Günümüze dek yaşanan askeri darbelerin genel karakteristiği, sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimlerin mücadelesinin baskılanması ve bu kesimlere karşı sermaye politikalarının daha kolay uygulanması için koşulların uygun hale getirilmesi hedefiyle bağlı olmalarıdır. İstisna ise, egemen sınıf klikleri arasındaki iktidar kavgasına bağlı olarak bir kesimin diğerlerini etkisizleştirmek ya da tasfiye etmek için giriştikleri komplo ve iç hesaplaşmalar kapsamında gündeme gelenlerdir. Ancak bu ikinci türden-yani tipik olmayıp istisnai örnek teşkil eden darbelerin de sonuçta halk kitlelerine karşı yönelmesi, işçi emekçi kitlelerini, devrimci-sosyalist örgütlenmeleri hedef haline getirmesi, tekelci sermaye egemenliği ile koşullu egemen sınıf içi iktidar çatışmalarının karakteri gereğidir. Onlar, halk kitlelerini yedeklemek için, kendilerini “milli iradenin temsilcisi” ve “ulusun ve ülkenin hak ve çıkarlarını savunma” sorumluluğuyla yükümlü göstermeye çalışsalar da burjuva kliklerden hangisi üstünlük sağlarsa sağlasın, ekonomik-sosyal koşullarla bağlanarak önünde-sonunda temsilcisi ya da organik unsuru olduğu egemen sınıf konumunca yönlendirilirler.

Türkiye’de yapılan askeri darbelerin bir özelliği de tekelci sermayenin güç kazanmasıyla bağlı olarak daha belirgin, daha kesin olmak üzere, emperyalist burjuvazi ve tekelci sermayenin çıkarlarına odaklanmış olmalarıdır. Darbecilerin açıkladıkları ilk şeylerden biri de mevcut düzene, NATO’ya, uluslararası sermayenin dayattığı anlaşmalara bağlılık olmuştur.

Darbeler olmamalıdır: Ancak bu sorun temennilerle bağlı ya da bir dönemin sınıf güç ilişkilerinin mutlaklaştırılmasıyla kesin şekilde sonuçlanmış olaylar/gelişmeler kapsamına alınamaz. Burjuva devlet yönetimlerinde saray entrikaları eksik olmayacağı gibi, sınıf güç ilişkilerinin dinamik karakteri ile bağlı gelişmeler burjuvazinin bürokratik silahlı kuvvetlerinin çeşitli türden müdahalelerini de gündeme getirebilir. Bu bakımdan askeri darbelere kesin şekilde ömür biçmek ancak bir istem ya da temenni kapsamında anlamlıdır. “Artık bu ülkede darbeler devri kapanmıştır” varsayımı ya da “hükmü”nü, içinde bulunulan durum ve koşullardan, güç ilişkilerindeki değişimden soyutlayarak belirli bir partinin, bir ittifak ya da koalisyon birliğinin gücü ve devlet aygıtındaki konumu üzerinden değerlendirmek, tedirginlik kovucu bir refleks ürünü değilse, ancak iki başlıca maddi toplumsal gerçeklik göz ardı edilerek mümkün olabilir. Bunlardan ilki, kapitalizm koşullarında darbeler, komplolar, iktidar çatışmaları sorununun rekabet ve çıkar ilişkilerinden soyutlanamaz olması; ikincisi ise karşıt sınıflar arası mücadelenin sürmekte oluşudur. Bu iki unsurun varlığı, askeri olanları da dahil kuvvetlerin boy ölçüşmesinin; iktidar savaşlarının farklı devlet biçimlerini de içerecek şekilde sürmesini nedenler ve bu da askeri güç kullanımını bir olasılık olarak da olsa, tepede ya da yedekte tutmayı deyim yerinde ise, kaçınılamaz kılar.

Burjuva diktatörlüğüne karşı mücadele işçi sınıfı ve emekçilerin başlıca sorunudur ve bu diktatörlükten kurtulmaksızın, onun sivil veya askeri temsilcilerinin ön cephede daha açıktan yer alarak boyunduruk dayatması devam edeceğinden, mücadelenin düzeyine bağlı olarak silahlı burjuva gücünün, yönetim aygıtının ön yüzüne çıkarak yoğunlaştırılmış şiddetle suskuyu egemen kılmaya çalışması olasılık olarak da ortadan kalkmaz. Egemenlik altında tutulacak, baskı uygulanacak güç olduğu sürece, burjuva diktasının askeri veya sivil “görünümleri”yle dayatılması ihtiyacı da devam edecektir.

Bu da askeri darbelere ve faşist gericiliğe karşı mücadeleyi, işçi sınıfı ve emekçilerin önüne asla ihmal edemeyecekleri bir görev olarak çıkarır. Bu mücadele, burjuva diktatörlüğünün tekelci sivil kuvvetlerini askeri güçlerine tercih nedeniyle değil, militarizmin zincirinden boşalmasının sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimler için teşkil ettiği ve edeceği en amansız barbarlık ifadesi olması nedeniyledir.


[1] Bu söyleşide Erdoğan, “Böylece adayı, temennim odur ki; sadece ulusal değil, uluslararası bazda da toplantılarımızın yapıldığı bir ada haline getirelim. Burada toplantı yapılır, diyelim 3 gün, 4 gün girilir, 1 haftaysa 1 hafta girilir ve burada bu toplantılar yapılır. Ondan sonra da sonuç burada açıklanarak bu toplantılar buradan dağılır. Bunları şehirlerimizin merkezinde yaptık bugüne kadar. İstanbul’da, Antalya’da, Ankara’da yaptık. Şimdi de böyle bir adada, böyle bir yerde, hiç kimsenin gelemeyeceği, gelmediği, sadece aktörlerin geldiği ve toplantıya katıldığı bir yer olarak burayı değerlendirelim istedik.” Projenin TOBB tarafından gerçekleştirileceğini belirten Erdoğan, “İşletmesi kendilerine ait olacak. Bu işletmeyle birlikte bizlere de belli bir süre tahsis edilmek üzere devlet olarak da müsaade ederlerse bazı toplantılarımızı burada yapacağız” demişti. Özkan, B. (2019) “Cumhurbaşkanı Erdoğan: Demokrasi ve Özgürlükler Adası yıl sonunda açılacak”, Anadolu Ajansı, https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/cumhurbaskani-erdogan-demokrasi-ve-ozgurlukler-adasi-yil-sonunda-acilacak/1489710 (Erişim Tarihi: 15.06.2020).

[2] Sadece darbelerin fiili yönetici kuvvetleri değil onların arkasına saklananlar, hükümetlerin başaramadıklarını darbecilere yaptırtan büyük sermaye temsilcileri, darbecilerin postallarına yüz süren yazar ve politikacılar, sermaye sistemi ve burjuva devlet “düzeni”nin gerçek muhalifi olan, aynı nedenle de tüm darbelerde öncelikli hedef haline getirilen işçi ve emekçilere ve politik-sendikal örgütlerine karşı “kazananlar” listesindedirler! Örnek dahi gereksizleşir burada; İspanya’da Franko, Şili’de Pinotchet, Arjantin’de Videla, Türkiye’de Tağmaç-Evren çeteleri değil sadece, onların işbaşına taşıdıkları ya da Türkiye’nin 15-16 Temmuz 2016’sında olan türden lütufkâr fırsatlar yaratarak tekelci hakimiyetlerini kurmalarına ortam hazırlananlar, halk kitlelerine yönelik manipülatif söylemleri ne olursa olsun, halka karşı; proleter ve emekçi kitlelerine karşı, devrimci-sosyalist örgütlenmelere karşı saldırılarıyla, darbecilerle aynı hedefte birleşmişlerdir.

[3] Radyoda okunan bildiride şöyle deniliyordu: Sevgili Vatandaşlar; Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekata Silahlı Kuvvetlerimiz; partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz, hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkar bir fiile müsaade etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş; kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir. Kabineye mensup şahsiyetlerin, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sığınmalarını rica ederiz. Şahsi emniyetleri kanunun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası’na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir. Büyük Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”tur. Milletimizin bir zarara uğramayacağı delaletinde sabır ve ihkamla tebessür etmeleri beklentilerimiz arasındadır.”Bkz. Tarihi Olaylar (t.y.) “1960 Darbesi (27 Mayıs 1960)”, http://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/1960-darbesi-27-mayis-1960-1388.pane (Erişim Tarihi: 15.06.2020).

[4] ‘Solcu’ Albay Talat Aydemir ise, sonraki iki girişiminde de başarısız kalarak idam edildi.

[5] İsmet İnönü, anılarında, siyasal nedenli idamlara karşı olduğunu; kendisine karşı hakaret, aşağılama ve saldırı politikası izlemesine rağmen, “Vatana ihanet” suçlamasıyla idama mahkum edilen Adnan Menderes’in idamını önlemek için çaba gösterdiğini, ancak başarılı olamadığını söyler. DP davasında yargılananlar ve onların politik mirasçıları buna rağmen sonraki on yıllar boyu, İnönü’ye karşı intikam politikası izledi.

[6] 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ne gelen süreç ve bu darbenin yol açtığı sonuçlara ilişkin ayrıntılı irdelemeler hem birçok kez yapılmıştır hem de daha kapsamlı bir araştırma makalesinin konusudur.

[7]Düşük yoğunluklu savaş” sözü Çiller’in başbakanlığı sırasında Genelkurmay Başkanı olan Doğan Güreş’e aittir. “Tak-şak paşa” olarak tiye alınan Güreş’in kastettiği savaş, sonraki süreçte daha kapsamlı ve yüksek yoğunluklu hale getirilerek yerleşim yerlerinin bombalanarak yok edilmesi düzeyine çıkarıldı.

[8]Asit kuyularının açılması”, “Özel Kuvvetler” tarafından işlenmiş suçların soruşturulması ve bir süre sonrasında da “çözüm görüşmeleri”nin başlatılması, “sorunun barışçıl çözümü” beklentilerini güçlendirdi.

[9]Yeni Kapı ruhu” olarak adlandırılan ve Erdoğan’ın kesin hakimiyeti ve liderliğinin onanması anlamına gelen mitingde boy gösterme, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla HDP yönetici ve milletvekillerinin tutuklanmasına olanak sağlama, yurtdışına asker gönderme tezkeresine onay vererek Kürtlere yönelik olarak Suriye ve Irak’ta savaşa girmeye destek olma vb. CHP yönetiminin “sağa daha fazla yelken açıp güç toplama” politikası şoven milliyetçiliğe güç verirken, “laikliği ve Kemalizmi savunma” adına generallerin ülke yönetimine el koyma ya da hükümetleri yönlendirme girişimlerine verdiği destek de siyasal gericiliğin ve militarizmin güç kazanmasına hizmet etmiştir.

[10] MÜSİAD, kapitalist “İslami ekonomik düzen” tahayyülünü içeren, “adil” olacağını varsaydığı ve fakat “serbest rekabete dayalı”, bireysel kapitalist zenginleşmeye açık dini dayanakları işaret eden “makaleler yayımlarken; TUSKON’cuların baş patronu Gülen, yazdığı ya da yazdırdığı makale ve kitaplarında müslüman işçilerin, patronları için can siperane çalışmalarını “dini gereklilikler” manzumesinde göstermekteydi. “Müslümanların içtimai hayatında sınıflar arası bir ayrışma, çatışma ve mücadele”nin asla söz konusu olmadığı söylemiyle ve “din kardeşliği” adına işçileri, kapitalistlere biat etmeye çağıran bu vaaz, işçilerle kapitalistler ve burjuva devlet iktidarı arası ilişkiler pratiğince yalanlanmasına karşın, eşitsizliği “yaratıcının takdiri” gösteren dini politik söylem ve telkinler küçümsenemez bir kesim açısından mücadeleden geri tutucu işlev görebiliyor ve İslamı kitlelerle ilişki ve kitlelerin yönlendirilmesinde araç olarak kullanan partilerle sermaye kuruluşları, bunu sürekli yeniden üreterek sömürüye dayanan kapitalist üretim sistemini ayakta tutmaya çalışıyor.

[11] Bu örgütlerden biri olan TUSKON daha sonra “Fetöcü” olarak ilan edildi. Erdoğan iktidarında en fazla ihale alarak hızla büyüyen şirketler arasında Cengiz, Limak, Kalyon gibi yol, köprü-tünel vb. inşaat işleri yapanlarla Albayraklar gibi silah sanayi alanında üretim yapanlar başta gelirler.

[12] 2010 başlarında Türkiye’de faal durumda 4.547 vakıf ve 86.031 dernek ve benzeri kuruluş vardı. 90.578 STK farklı alanlarda faaliyet gösteriyordu. Bunların önemli bir bölümü çeşitli fonlardan yararlanmaya çalışan menfaat oluşumları, çok büyük çoğunluğu ise İslami temalı ve hedefli örgütlenmelerdir. Bkz. TÜSEV (2011) “Türkiye’de Sivil Toplum: Bir Donüm Noktası: Uluslararası Sivil Toplıım Endeksi Projesi”, Türkiye Ülke Raporu, lstanbul: TÜSEV, sf. 61.

[13] AKP’nin sermayedarları arasında yer alan Tamince (inşaat), Erdoğan’ın oğlunun bir dönem müdürlük koltuğunda oturduğu Çalık Holding (enerji-petrol boru hattı inşası, medya), Cengiz Holding (HES’ler, alüminyum, bakır tesisleri-madencilik, kömür ve gümüş), Limak ve Kolin Grupları (yol, inşaat), Ethem Sancak (ilaç dağıtım piyasasının yarısından fazlasını denetliyor ve Medical Park şirketinin özel hastaneler zincirinde de pay sahibi), Kiler Holding (inşaat, şeker fabrikaları), Kuzu Grubu (kentsel dönüşüm-inşaat), Kalyon Grubu (altyapı, madencilik ve turizm), Koza Grubu (altın arama), Erdoğan’ın çocuklarının da bir dönem ortak oldukları Cihan Kamer’in Atagold şirketi (altın ve diğer kıymetli madenler) iktidar partisinin sağladığı kolaylıklardan ve teşviklerden, devlet-parti nüfuzundan yararlanarak milyarderler listesinin ön sıralarına yerleştiler.

[14] Evrensel Gazetesi (2017) “Erdoğan’dan itiraf: OHAL’le grevlere müsaade etmiyoruz”, www.evrensel.net/haber/326078/erdogandan-itiraf-ohalle-grevlere-musaade-etmiyoruz (Erişim Tarihi: 15.06.2020).

[15] ABD emperyalizmi, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin Birinci Dünya Savaşı sonrasında sınırlarını çizdikleri Ortadoğu haritasını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden çizmeyi de içeren stratejik politikaları çerçevesinde İkinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren bu bölgeye yönelik yayılmacı-yedekleyici uygulamaları yoğunlaştırmış, en belirleyicisi “Yeşil Kuşak Kuşağı” olan paktlar ve oluşumlarla Sovyetler Birliği’ni kuşatma ve etki alanını daraltmaya çalışmıştır. Bu stratejik politika SSCB’nin resmen dağıldığı/dağıtıldığı 1990’lı yıllardan itibaren “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Stratejisi” şeklinde hedef genişletmiş, Afganistan, Irak ve Libya işgalleri ve Suriye’nin savaş sahasına çevrilmesiyle birlikte yeni biçimler alarak devam etmiştir.

[16] Erdoğan’a göre Cumhuriyeti kuranlar “Türk toplum yapısını tanımayan kozmopolitler”di. Lozan Antlaşmasını kabullenerek “ata topraklarının büyük kesiminin elde çıkmasına onay vermişler”di! Türklerin “5 milyon kilometrekare olan toprağı daracık Anadolu”ya dek daraltılmıştı vb. Açık bir tarih çarpıtmasıyla Osmanlı padişahının ve İttihat ve Terakki’nin dünya savaşıyla kaybettikleri ‘yeni kuruluş’ sonrası yöneticilere fatura ediliyor, halifelik ve sultanlık dönemi ve yönetim biçimi sahipleniliyordu.

[17] Önce Başbakan sonra “başkanlık“ koltuğuna oturan Erdoğan, “kutsallarımıza hareket ediliyor-Cami’de içki içtiler-başı örtülü bacımıza saldırdılar” açıklamalarıyla din-mezhep çatışması potansiyeli taşıyan kalabalık eğilimlerini ayaklandırabilecek bir söylemi oy devşirme silahı olarak kullandı. Alevi nüfusun yoğun olduğu köylere cami yapımına hız verildi. Dersim’de bir yıl içinde 20 cami yapıldı; üniversite açılışlarında dualar okundu, fakültelere mescit yapıldı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın genelgeleriyle “Kutlu Doğum Haftası” gösterilerine öğrenci ve öğretmenlerin katılması sağlandı (bkz. MEB Talim ve Terbiye Kurumu Başkanlığı, B.08.TTK.072 02 00 Sayılı Genelge); Sünni İslam tarikatları mensupları devlet kurumlarına yerleştiler ve devletin mali-ekonomik olanakları yağmaladılar. Aleviler, azınlıklar ve inanmayanlar saldırı hedefi oldu. Diyanet’e bütçeden aktarılan pay her yıl yeniden artırılarak birkaç temel önemdeki bakanlığın bütçelerinin toplamından daha fazlaya çıkarıldı. Sadece 2012-2013 döneminde ilköğretim düzeyinde 1099 imam hatip okulu açılarak bu okullara 94 bin 476 öğrenci kaydedildi. Aynı dönemde lise düzeyindeki okul sayısı 537, öğrenci sayısı 268 bin 245 idi. On binlerce kuran Fethullah Gülen’in başını çektiği hareketin ordu, polis, özel kuvvetler içinde, Milli Eğitim ve Adalet Bakanlığı’nın tüm kademelerinde, yargı kurumlarında çok geniş bir örgütlenme olanağı bulması ve iktidar kavgasını darbe girişimine dek varmasında, iktidar gücü ve sahip olunan tüm olanaklar, iktidar ipi kavgası sürecine dek sağlanmaya devam edildi.

[18]1980’lerden 90’lara İslami gazete ve dergilerin genel oranı yüzde 7’ler seviyesinden 47’lere yükselmiş, ulusal, bölgesel televizyon ve radyoculuk alanında da aynı yükseliş gözle görünür olmaya başlamıştır.” (Bakan, S. ve H. Çimen (2018) “Türk Siyasi Değişiminde Anadolu Burjuvazisi”, Akademik Yaklaşımlar Dergisi, 9(2), sf. 42.

[19] Kutlu, E. (Ed.) İktisadi Büyüme ve Kalkınma, Anadolu Üniversitesi Yayını, No:1575.

[20] Beyazıt, M.F. (2004) “Türkiye Ekonomisi ve Büyüme Oranının Sürdürülebilirliği”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 5(1), sf. 97-98.

[21] www.hurriyet.com.tr/ekonomi/tekparti-iktisadibüyüme-yüksek-114410

[22] R. T. Erdoğan, CHP’ne fatura ettiği suç listesini şöyle yazıyor: “Sokakları karıştırmaktan, terör örgütlerinden medet ummaya kadar kirli bir siyaset anlayışına sarıldılar. Kendi çıkarları için meclisi itibarsız hale getirdiler. Darbe çığırtkanlığı yapmaktan asla çekinmediler. Çoğu defa gizleyemedikleri bir sevinçle darbeleri karşıladılar. Ülkeye kazandırılan her esere, yatırıma, yükselen inşaata, elde edilen her başarıya karşı çıktılar. Menderes’e nasıl saldırdılarsa rahmetli Özal’a, Cumhur İttifakı’na yöneldiler.” Sonra sözü kendi dönemine getirerek devam ediyor:

“Sanayimizi geliştirdik, ticaretimizi büyüttük. Üretimi, istihdamı rekor seviyelere çıkardık. Türk Milleti 15 Temmuz darbe girişiminde sokaklarda canı pahasına mücadele ederken, tankları alkışlayan, televizyon başında sonucu bekleyen işte yine bunlardır. Dün ezandan, istiklal marşından, bayraktan, birliğimizden, beraberliğimizden rahatsızdılar, bugün de rahatsızlar. Dün darbeden emperyalistlerin desteğinden, felaketlerden medet umuyorlardı. Hamdolsun milletimiz adeta kılcal damarlarına kadar ezbere bildiği bu zihniyete ülkeyi 1950’lerden bu yana teslim etmemiştir.”

[23] Erdoğan’ın açıklama ve suçlamaları, 2013 Büyük Haziran Direnişi’ni gerçekleştiren 4.5 milyon insanın demokratik taleplerini ve bu talepler doğrultusundaki girişimlerini karalamak ve farklı ideolojik-politik etkiler altında, farklı uluslara mensup, farklı partileri destekleyen, yaşam tarzları ve kültürel anlayışları arasında farklılıklar bulunan milyonlarca insanı suçlamalarını anımsatıyor. “Üst tarafı çıplak otuz-kırk kişi başı kapalı bacıma saldırdı“ söyleminin; “Camide bira içtiler“ şayiasının herhangi dayanaktan yoksun olmasına rağmen yıllarca sürdürülmesi, -denebilirse “bir zihniyet sorunu“yla da ilişkili olmalıydı!

[24] Ankara’nın Çubuk ilçesi Akkuzulu Köyü’nde, 21 Nisan günü düzenlenen bir cenaze törenine katılırken, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler, Kara Kuvvetleri Komutanı Ümit Dündar, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk ve Emniyet Genel Müdürü Celal Uzunkaya’nın da bulunduğu bir ortamda, linç tehlikesi geçirdi. Ankara’nın çeşitli bölgelerinden otobüs ve kamyonlarla cenaze töreninde “Şehitler ölmez vatan bölünmez, kahrolsun PKK” sloganları atan kalabalık, törende bulunan Kılıçdaroğlu’na yönelik hakaretlerde bulunurken, Osman Sarıgün isimli bir kişi Kılıçdaroğlu’nu yumrukladı. Kılıçdaroğlu’nun korumaları onu korumak üzere bir eve götürdüklerinde, evin etrafını saran kalabalıklar “Yakın o evi” diye bağırdılar.