Erkan Aydoğanoğlu
Kapitalist üretim ilişkileri içinde devletin ve onun yürütme organı olan iktidarın temel işlevi, sermaye birikimi ve istikrarının sorunsuz olarak devam etmesini sağlamaktır. Kapitalist devlet, sermaye birikiminin istikrarını sağlamak için halktan toplanan kaynakların yeniden dağılımını düzenleme ve etkileme yeteneğine sahip olan en güçlü otoritedir.
Kapitalist devletin, elde ettiği gelirler ve yaptığı harcamalar yoluyla ekonomik ve toplumsal yapıya müdahalesi,başta merkezi bütçe olmak üzere, çeşitli ekonomik program ve hedefler üzerinden hayata geçirilirken, üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkileri üzerinde doğrudan etkisinin olması kaçınılmazdır.
Ülke ekonomisinde bir yıl içinde toplanacak gelirleri ve harcamaları gösteren, gelirlerin nasıl toplanacağı ve kimler arasında nasıl bölüştürüleceğinin önceden belirlendiği bütçeler, iktidarın sınıfsal tercih ve kararlarını gösteren en somut ekonomik ve siyasal metinler olarak bilinir.
Bütçe kaynaklarının toplanması ve bölüşümüsorunu gündeme geldiğinde, toplanan kaynaklarının halkın, emekçilerin ihtiyaçları doğrultusunda bölüştürülmesi talep edildiğinde, kaynakların denetimini elinde tutanlar, bunun için yeterli kaynağın olmadığını iddia ederler. Ancak söz konusu olan patronların talepleri olduğunda, devlet hazinesinin kapıları ardına kadar açıldığı, emekçiye gelince sınırlı olan bütçe kaynaklarının patronlar için adeta seferber edildiği görülür.
Kapitalist sistemlerin işleyiş dinamikleri, ekonomik hedeflerin belirlenmesinde, özellikle merkezi bütçe oluşturma süreçlerinde kaçınılmaz olarak kendi koşul ve sonuçlarını dayatır. Başka bir ifade ile kapitalizmde, sermayenin çıkarlarının belirleyici ve başat olduğu koşullarda, ekonomik hedeflerin ve bütçenin sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulması kuraldır.
Bir ülkede ekonomik hedefler belirlenirken, bütçeler oluşturulurken elbette işçi sınıfının örgütlü gücüne, sınıf mücadelesinin düzeyine ve emekçilerin bütçe taleplerini ne kadar sahiplendiğine bağlı olarak, emekçiler lehine düzenlemeler yapılabilir. Bütçe gelirlerinin asıl kaynağını oluşturan geniş emekçi kitlelerindoğrudan ya da dolaylı olarak bütçenin yapılmasına, uygulanmasına ve denetlenmesine katılımını ifade eden ‘bütçe hakkı’na uygun olarak yürütülen mücadelenin gücü ve etkisi ile bütçe oluşum süreci arasında somut ilişkiler vardır.
Ekonomi ile siyaset arasında olduğu gibi, kapitalizm ile bütçe ve diğer ekonomik programlar arasındaki ilişkiyi belirleyen, egemen olan sınıfın iradesinin açık ya da örtülü şekilde,ekonomik ve toplumsal yaşama yansıtılmasından başka bir şey değildir.
EKONOMİNİN MEVCUT DURUMU
Türkiye ekonomisinin 24 Ocak 1980 kararlarının ilanından itibaren büyük ölçüde borçlanmaya ve sıcak paraya bağımlı hale gelmesi, iç ve dış siyasette yaşanan her türlü gerilimin, ekonomiyi ve ekonomik dengeleri derinden etkilemesini beraberinde getirmiştir. Nitekim ülke ekonomisinde uzun süredir yaşanan ve 24 Haziran seçimleri sonrasında daha da belirginleşen ekonomik ve toplumsal sorunların, geçtiğimiz Ağustos ayında döviz kurlarında yaşanan ani dalgalanmalar sonrasında daha somut ve görünür hale geldiği görülmüştür.
Türkiye’de aileleriyle birlikte milyonlarca emekçinin geliri, döviz kurundaki yükselme ve sürekli artan enflasyon karşısında son yılların en yüksek erimesini yaşamaktadır. Türk lirası, gerek döviz kurundaki yükselme, gerekse yüzde 25’i aşan enflasyon etkisiyle ABD doları karşısında Ocak 2018’den bu yana yüzde 40’ın üzerinde değer kaybetmiştir. TÜİK’in tartışma yaratan işsizlik ve enflasyon verileri, kitlesel işsizlik riskinin uzun sürecek olması,sürekli yükselen enflasyon, gelir dağılımı adaletsizliğinin daha da bozulması vb.gibi en temel ekonomik göstergeler düzelmek bir yana her geçen gün daha da kötüye gitmektedir.
16 yılda toplumun çok küçük bir kesimi, TL’de yaşanan aşırı değer kayıplarına rağmen sırtını iktidara yaslayarak zenginleşmiştir. İktidar temsilcileri “Türkiye zenginleşiyor”, “refah seviyesi artıyor” derken aslında geniş halk kesimlerinin yoksullaşmasını, yandaşlarının servetine servet katmasını kastetmektedir. Nitekim 2002 yılında Türkiye’de sadece 4 dolar milyarderi varken, 2017 yılında dolar milyarderi sayısı 29’a, 2018’in ilk yarısı itibariyle 40’a çıkmıştır. Milyoner sayısındaki artış ise çok daha fazladır.
Türkiye’nin brüt dış borç stoku (Kamu+TCMB+Özel sektör) Haziran 2018 itibariyle 457 milyar TL olurken, 2017’de 851 milyar dolar olan milli gelir (GSYH), 2018’in ilk altı ayı itibariyle 775 milyar dolara gerilemiştir. Türkiye’nin dış borcunu güncel veriler üzerinden hesaplandığında dış borcun milli gelire oranının yüzde 60’ın üzerine çıktığı görülmektedir. Bu durum, Türkiye 2019 yılında ciddi bir ‘dış borç krizi’ sorunuyla karşı karşıya kalacağının kanıtıdır.
Türkiye’nin brüt borç stoku[1]
Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 28 Eylül 2018 tarihinde açıkladığı son verilere göre Türkiye’nin dış borç stoku 16 yılda 3,5 katartarak 457 milyar ABD dolarına ulaşmıştır. Merkez Bankasının son verilerine göre 2018 Eylül sonu itibarıyla, kısa vadeli (bir yıl ve daha az vadeli) dış borç stoku 176 milyar ABD doları düzeyinde gerçekleşmiştir. Borçlu bazında değerlendirildiğinde, toplam stok içinde kamunun payı (Kamu+TCMB) yüzde 20,4; özel sektörün payı ise yüzde 79,6’dır.[2]Resmi veriler, Türkiye’de kamu ve özel sektörün önümüzdeki bir yıl içinde ödemesi gereken dış borcun toplam dış borç stokuna oranının yüzde 39’a dayandığını göstermektedir.
Resmi veriler, sadece ülke ekonomisinin değil, halkın da tamamen kredi ve borç batağına saplandığını göstermektedir. Merkez Bankası’nın Finansal İstikrar Raporu[3]verilerine göre, Mart 2018 itibariyle toplam hanehalkı borcu 575 milyar TL’dir. Bu rakamın 2002 yılında 6,6 milyar TL olduğu dikkate alındığında, geçtiğimiz 16 yıl içinde halkın toplam borcunun TL bazında 87 kat arttığı görülmektedir.
Ekonomik göstergeler her şeyi açıkça göstermesine rağmen, iktidarın ülke ekonomisinin temel gerçekleri ile bağdaşmayan gerçek dışı söylemler ile halkın giderek ağırlaşan ekonomik sorunları arasındaki uçurum giderek derinleşmekte, bu durum ülke yönetimi tarafından hazırlanan ekonomik programlara da somut olarak yansımaktadır.
YEP VE CUMHURBAŞKANLIĞI YILLIK PROGRAMI
Türkiye ekonomisinin yakın gelecekteki hedeflerinin yer aldığı, 2019-2021 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Plan (OVP), yeni adıyla Yeni Ekonomi Program (YEP) ve 2019 yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı, Türkiye’nin tahmin edilenden çok daha uzun sürmesi beklenen, ağır bir ekonomik kriz ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Ağustos ayında yaşanan ‘kur şoku’ sonrasında, döviz kurlarında yaşanan dalgalanmayı “ekonomik temeli olmayan, Türkiye ekonomisine yönelik saldırı niteliği taşıyan bir ekonomik savaş” olarak değerlendirmiştir. Böylece bugüne kadar iktidarın benimsediği ekonomi politikalardan kaynaklı tüm sorumluluklarınüzerini örterek, krizi yaratanın kendileri değil ‘dış güçler’ olduğu algısı yaratmaya çalışmıştır. Bu durum ekonomi metinlerine de somut olarak yansımış, Yeni Ekonomik Program (YEP) ve Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nda (CYP) ‘ekonomik kriz’ ifadesi hiçbir şekilde yer almazken, ülke ekonomisinde yaşanan gelişmeler, 24 Haziran seçimi sonrasında resmiyet kazanan ‘tek adam yönetimi’ anlayışının dışında, tamamen ‘dış kaynaklı’ olarak gösterilmeye çalışılmıştır.
YEP’te ekonomide yaşanan olumsuzlukların sorumlusu olarak 2013 yılında yaşanan Gezi direnişi, 17-25 Aralık süreci, 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişimi ve Türkiye’nin büyümesini çekemeyen ‘dış güçler’ gösterilerek, iktidarın yıllardır benimsediği ekonomik politikalar aklanmaya çalışılırken[4], CYP’dedünya ekonomisinde yaşanan gelişmeler ve FED’in faiz arttırmasının,Türkiye’nin de içinde yer aldığı ‘gelişmekte olan ekonomiler’ açısından risk oluşturduğu belirtilmiştir.
Her iki metinde de,ülke ekonomisinin krizlere karşı dayanıklı ve güçlü olduğu iddiası sık sık tekrarlanırken, Türkiye’nin neden ekonomik olarak ‘en kırılgan’ ülkeler arasında yer aldığı sorusuna yanıt verilmemiş olması, ekonomide yaşanan durgunluk yerine ‘ekonomik dengelenme’ ifadesinin kullanılmasının tercih edilmesi dikkat çekicidir.
Türkiye ekonomisinin 2018 yılı için 3,8 ve 2019 yılı için 2,3 olan büyüme hedefleri, uluslararası finans kuruluşlarının tahminleriyle taban tabana zıttır. Örneğin IMF Türkiye ekonomisinin 2018’de 3,5 büyüyeceğini, 2019’da büyüme rakamının yüzde 0,5 (binde beş) olacağını tahmin etmektedir. Benzer bir şekilde OECD ise 2018 büyümesini 3,2 olarak, 2019 büyümesini ise yüzde 0,4 (binde dört) olarak öngörmüştür. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s Yatırım Servisi ‘Küresel Makro Görünüm: 2019-2020’ raporunda, Türkiye ekonomisinin 2019 yılı ortasına kadar her çeyrekte daralmasının beklendiğini ifade etmiştir. Moody’s, Türkiye ekonomisinin 2018 yılında yüzde 1,5 büyüyeceğini, 2019’da ise yüzde 2 daralacağını tahmin etmektedir.[5]
CBY’de 2019 yılı hedefleri açıklanırken ilk cümledeki“kamu kesimi sabit sermaye yatırımlarının alınan harcama tedbirleri neticesinde 2019 yılında reel olarak yüzde 36,1 oranında azalacağı öngörülmektedir”[6]ifadesi, ekonomik daralmanın kamu tarafını göstermektedir. Ekonomik daralmanın en somut göstergelerinden birisi olan sanayi üretiminin Eylül 2018’de bir önceki aya ve geçen yılın aynı ayına göre yüzde 2,7 daralmış olması[7], 2019 yılında ekonomik küçülme riskinin ön göstergesi olarak değerlendirilebilir.
YEP’te2018 için yüzde 11,3, 2019 için yüzde 12,1, 2020 için 11,9 olarak duyurulan işsizlik beklentilerihiç gerçekçi değildir. Örneğin 2018 yılında işsizlik beklentisi yüzde 11,3 olmasına rağmen, TÜİK’in açıkladığı Ağustos 2018 resmi işsizlik verisi yüzde 11,1 çıkmıştır. Ekonomik durgunluğun daha belirgin hissedileceği Eylül-Aralık döneminde resmi işsiz sayısının 5 milyona dayanması şaşırtıcı olmayacaktır.
YEP’te yer alan“Mali açıdan sürdürülebilirliği sağlamak ve kamu maliyesine olan yükü azaltmak amacıyla sosyal sigorta sisteminin yeniden düzenlenmesi”[8] ifadesi, sosyal güvenliğe yönelik kapsamlı bir tasfiye hazırlığı yapıldığının işaretini verirken, 2018’de 24 milyar 757 milyon TLolan Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) açığının, ekonomide yaşanacak daralma sonrasında sigorta primleri tahsilatının zorlaşması ve muhtemel işsizlik artışı öngörüsüyle 2019’da yüzde 93artışla 47 milyar 698 TL’ye çıkması öngörülmüştür.[9]
Kamuda hizmetin özelliğine göre esnek çalışma modellerinin uygulanması, işgücü verimliliğinin (sömürünün) arttırılması ve bütün bunların performans değerlendirmesine dayandırılacak olması, kamuda ‘yetenek ölçümü’, ‘tekrar yerleştirme’ ve ‘norm kadro’ çalışmaları yapılarak, kamu sektörü ‘insan kaynağı’nın ‘ödül ve performans sistemleri’ üzerinden yeniden düzenlenecek olması[10], iktidarın 2019 yılında kamu emekçilerine yönelik kapsamlı bir saldırı hazırlığı içinde olduğunu göstermektedir.
Ekonomik krizi kendileri ve patronlar için fırsata çevirmek isteyen tek adam yönetiminin 2019 yılı hedefleri arasında yer alan ve bugüne kadar sık sık gündeme getirilen kıdem tazminatı fonunun kurulması, zorunlu bireysel emeklilikte kalma süresinin 3 yıla çıkarılması ve İşsizlik Sigortası Fonu kaynaklarını işsizlerden çok patronlar için kullanması gibi ‘sıcak para’ ihtiyacını karşılamaya yönelik hedefler açık açık ifade edilmiştir. Geçmişten bugüne dönem dönem gündeme gelen, ancak özellikle kriz koşullarında hayata geçirilmesi ve kalıcı hale getirilmesi mümkün görünen hedeflerin somut olarak ortaya konulması, aynı zamanda sınıf mücadelesinin de gündemini oluşturması açısından önemlidir.
2019 MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇESİ
Türkiye’nin uluslararası kapitalist sisteme uyumunun sağlanması amacıyla alınan 24 Ocak 1980 kararlarının hayata geçirilme sürecinden bu yana kurulan bütün iktidarlar, ülke ekonomisinin yıllık gelir ve harcamalarını gösteren bütçeleri oluştururken halkın değil, yerli ve yabancı sermaye örgütlerinin ihtiyaçları ve beklentileri doğrultusunda hareket etmişlerdir.
1980 sonrası oluşturulan merkezi bütçelerin piyasa mekanizması ile içli dışlı olması, kamuya (halka) ait yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanması, kamu hizmetlerinin hızla piyasa ilişkileri içine çekilmesiyle, eğitim ve sağlık başta olmak üzere, kamu hizmetlerinin adım adım ticarileştirilmesi sonucunu beraberinde getirmiştir.
Türkiye’de özellikle 16 yıllık AKP iktidarı döneminde hazırlanan bütün bütçeler, ‘Yoksuldan alıp, zengine dağıtan’ bir anlayışla hazırlanmaktadır. Bütçe gelirlerinin önemli bir bölümü halktan toplanmakta, ancak bütçe harcamalarından en az payı geniş halk kesimleri almaktadır.
2002 yılından bu yana iktidarda olan AKP’nin hazırladığı bütün bütçelerin ortak özelliği, ‘Sermayeye dost, emekçiye düşman’ çizgisinin belirgin olmasıdır. 16 yıldıristikrarlı bir şekilde sürdürülen ‘ekonomik teşvikler’, patronlara yönelik olarak getirilen vergi ve prim afları, ekonomi politikalarının vazgeçilmezi olarak her yıl yenilenmiştir. 2019 Merkezi Yönetim Bütçesinin, işsizlik ve enflasyonun hızla yükselmeye başladığı, kamuda ve özel sektörde esnek ve güvencesiz istihdamın yaygınlaştığı, işçilerin kıdem tazminatının, kamu emekçilerinin sınırlı iş güvencesinin altının boşaltılması girişimlerinin başladığı bir döneme denk gelmiş olması önemlidir.
2019 bütçesi, halkın doğrudan ya da dolaylı olarak bütçenin yapılmasına, uygulanmasına ve denetlenmesine katılımını ifade eden ‘bütçe hakkı’ tamamen yok sayılarak, ‘tek adam rejimi’nin ilk bütçesi olarak hazırlanmıştır. YEP ve Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programında belirtilen hedeflerin somut olarak nasıl uygulanacağını görmek için 2019 Merkezi Yönetim Bütçesi kalemlerine bakmak yeterlidir.
2019 Bütçesinin Genel Görünümü
Bütçe kaynaklarını halkın, emekçilerin günlük yaşamını kolaylaştırmak yerine yerli ve yabancı sermayeye aktarmayı hedefleyen, her bakımdan sermaye güçlerinin çıkarlarını korumayı temel alan bir mantıkla hazırlanan 2019 yılı bütçe harcamaları iktidarın önceliklerini bütün açıklığıyla göstermektedir.
2019 Bütçesi, 960 milyar 976 milyon TL olarak belirlenirken, 2019 yılında milli gelirin 4 trilyon 450 milyar TL olacağı tahmin edilmektedir. 2019 bütçe tasarısında yer alan bütçe ödenekleri içinde en fazla pay 419 milyar 857 milyon TL ile Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ayrılmıştır. 1 milyonun üzerinde eğitim emekçisi (öğretmen, memur, teknisyen, yardımcı hizmetli vb) ve 18 milyona yakın öğrenciye hizmet veren Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) 113 milyar 813 milyon TL ayrılırken, Sağlık Bakanlığı bütçesi 48 milyar 335 milyon TL olarak belirlenmiştir.
2018’de 845 milyon TL olan Cumhurbaşkanlığı bütçesi 2019 yılında yüzde 233 artışla 2 milyar 818 milyon TL’ye çıkarılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi, kamu yatırımı ve harcamalarında kesintiye gidildiği bir dönemde, 2018’e göre yüzde 34 oranında artırılarak, 10 milyar 445 milyon TL’ye çıkarılmıştır. Diyanet bütçesi son 10 yılda yüzde 326 arttırılmıştır. Buna karşın Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı bütçesi 2018’e göre yüzde 56 oranında kesintiyle31 milyar 338 milyon TL’den 13 milyar 601 milyon TL’ye düşürülmüştür.
2019 Yılı Bütçe giderlerinin ekonomik sınıflandırmaya göre dağılımı:
- ¨ Personel giderleri 247,3 milyar TL,
- ¨ Sosyal güvenlik kurumlarına devlet primi giderleri 43,4 milyar TL,
- ¨ Mal ve hizmet alım giderleri 67,6 milyar TL,
- ¨ Cari transferler 391,3 milyar TL,
- ¨ Sermaye giderleri 54,4 milyar TL,
- ¨ Sermaye transferlerinin 10,0 milyar TL,
- ¨ Borç verme giderleri 21,7 milyar TL,
- ¨ Yedek ödenekler 7,9 milyar TL,
- ¨ Faiz giderleri 117,3 milyar TL.
2019 Bütçesinde faiz giderleri, faizlerdeki yükselişin de etkisiyle, 2018 yılına göre yüzde 54 oranında artarak 76 milyar TL’den, 117 milyar 317 milyon TL’ye çıkacaktır. 391 milyar TL’lik cari transferler kalemi içinde en büyük payı ise, 117 milyar TL ile Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) almaktadır.
Bütçede başta kamu harcamaları ve kamu yatırımları olmak üzere, hemen hemen tüm gider kalemlerinde ciddi oranda kesintiler yapılacak olmasına rağmen patronlara sağlanan vergi kolaylıkları, muafiyet ve istisnalar dışında 32,8 milyar TL’lik doğrudan teşvik ayrılması, iktidarın kriz koşullarında milyonlarca emekçiyi değil, bir avuç patronu korumak istediğini açıkça göstermektedir. Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programında 2019 yılında patronlara İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ‘prim desteği’ adı altında yaklaşık 20 milyar TL kaynak transferi yapılacağı hedeflenmiştir.
Savunma ve Güvenlik Harcamalarında Belirgin Artış
2019 Bütçesi açısından en dikkat çekici artış kalemlerinden birisini de savunma ve güvenlik harcamaları oluşturmaktadır. 2018 yılında savunma ve güvenlik bütçesi 91 milyar 143 milyon TL iken,2019 bütçesinde yüzde 21 oranında artışla 110 milyar 472 milyon TL’yeçıkarılmıştır.
2018 Bütçesi | 2019 Bütçe | Artış
Oranı (%) |
|
Milli Savunma Bakanlığı | 40.402 | 46.462 | %15 |
Emniyet Genel Müdürlüğü | 27.793 | 33.676 | %21 |
İçişleri Bakanlığı | 7.301 | 8.572 | %17 |
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) | 2.336 | 2.158 | – %1 |
Jandarma Genel Komutanlığı | 13.311 | 19.604 | %47 |
TOPLAM | 91.143 | 110.472 | %21 |
Cumhurbaşkanlığı’na bağlı tüm örtülü ödenekler, Savunma Sanayii Destekleme Fonu kaynakları, iç ve dış güvenliğe ilişkin bazı kalemler ve kayıtlara geçmeyen tüm ‘gizli harcamalar’ bu rakamlara dahil değildir. Sadece bütçede yer alan savunma ve güvenlik harcamaları 2019 bütçesinin yüzde11,5’ini oluştururken, gerçek rakamın görünenden çok daha yüksek olduğu açıktır.
2019’da savunma ve güvenlik harcamalarında gözlenen belirgin artışın, yerel seçimler öncesi ve sonrasında iktidarın, ekonomik krizin derinleşmesine paralel olarak, içeride daha baskıcı ve otoriter yönetim tarzını sürdürürken, ülke dışında da yeni ‘askeri operasyon’ planları yapma hazırlıkları içinde olduğunu göstermektedir.
Bütçeden savunma ve güvenlik harcamalarına ayrılan payın sürekli olarak artış göstermesi, bütçe içi ve bütçe dışı güvenlik harcamaların, askeri teçhizat alımı ve yapımına harcanan miktarın tam olarak bilinmemesi, Türkiye’de uzun süredir inşa edilmeye çalışılan, tek adam yönetimiyle birlikte, gerek bütçe içi ve bütçe dışı kaynaklar, gerekse bir yönetim anlayışı olarak karşımıza çıkan ‘güvenlik devleti’ anlayışının somut bir göstergesidir.
Bütçe yükü yine emekçinin sırtında
2019 bütçesinde, tıpkı geçmiş yıllarda hazırlanan bütçelerde olduğu gibi, gelirlerin büyük bölümü yine halktan toplanması hedeflenmektedir. 2019 bütçesinde 880 milyar TL olarak öngörülen genel bütçe gelirleri içinde 756 milyar TL’lik vergi gelirlerinin oranı yüzde 86’dır. Bütçe gelirlerinin çok büyük bir bölümünü halktan toplanan vergiler oluşturmasına rağmen, toplanan gelirlerin ne kadarının kamu harcamaları üzerinden halkın hizmetine sunulduğu son derece tartışmalıdır.
2019 yılı için hedeflenen vergi gelirleri;
- ¨ Gelir vergisi 171,9 milyar TL,
- ¨ Kurumlar vergisi 74,2 milyar TL,
- ¨ Dahilde alınan KDV 70,7 milyar TL,
- ¨ Özel tüketim vergisi 162,6 milyar TL,
- ¨ İthalde alınan KDV 165,8 milyar TL,
- ¨ Damga vergisi 20,8 milyar TL,
- ¨ Harçlar 27,7 milyar TL,
- ¨ Banka ve sigorta muameleleri vergisi 19,0 milyar TL,
- ¨ Motorlu taşıtlar vergisi 16,0 milyar TL,
- ¨ Diğer vergiler 27,8 milyar TL
Bütçede öngörülen vergi gelirlerinin, ekonominin içinde bulunduğu kriz koşullarına rağmen yüzde 20 oranında artması öngörülmüştür. Gelir vergisi gelirlerinde yüzde 24,7; harcamalar üzerinden alınan KDV gelirlerinde yüzde 22 ve ÖTV gelirlerinde yüzde 15,6 artış öngörülürken, kurumlar vergisinde hedeflenen gelir artışı sadece yüzde 12’dir. 2019’da gelir vergisinin yüzde 96’sı kaynaktan kesilerek toplanırken, sadece %4’ü beyan üzerinden toplanacaktır. Vergi gelirleri ortalama yüzde 20 oranında artarken, KİT ve Kamu Bankalarının gelirlerinde yüzde 43,4 artış öngörülmektedir. Düzenli gelirler arasında yer almayan, faiz gelirleri, para cezaları ve sermaye gelirleri gibi kalemlerden oluşan özel gelirlerdeki artışın yüzde 99 düzeyinde olması dikkat çekicidir.
2019’da toplam vergi gelirlerinin yarısından fazlasının (yüzde 53) harcamalar üzerinden (KDV, ÖTV) karşılanması hedeflenirken, ülke ekonomisinin ciddi anlamda durgunluk ve daralma yaşamasının hanehalkı gelirleri ve harcamalar üzerindeki olumsuz etkisi dikkate alınmadan vergi artışına gidilmesi önemli bir çelişkidir.
Türkiye gibi faiz ve rant gelirlerinin ön plana çıktığı bir ekonomik yapıda vergi yükü düşük gelirli gruplar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Vergi sisteminin yüksek gelirli kesimleri kapsam dışına alması kar, faiz ve rant gelirlerine çeşitli ayrıcalıklar sağlayarak, bu tür gelirlerin vergi yükünün azaltılması vergi gelir artış hızını yavaşlatmıştır. Vergi yükünün daha çok düşük gelirli kesimler üzerinde yoğunlaşması sonucu mali yük artışları son derece dengesiz bir mali bölüşüme dönüşmüş durumdadır.
Halkın geniş bir kesimi sürekli artan vergiler ve peş peşe gelen zamlar altında ezilirken, patronlara çeşitli teşvikler üzerinden yapılan kaynak transferleri, vergi afları ve indirimleri, faiz ödemelerinde sağlanan çeşitli avantajlar, özellikle siyasi iktidara yakın holdinglerin vergi borçlarının büyük bölümünün silinmesi gibi uygulamaların 2019’da da sürdürülmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Sermayenin vergi yükününçeşitli yollarla (vergi indirimi, vergi affı, muafiyet, istisna vb) hafifletilmesinin sonucu olarak bütçe gelirleri azalmakta, ortaya çıkan açığı kapatmak için yüksek faizle borçlanılmakta, kapitalistler ödemesi gereken vergi paralarını faiz karşılığında yine devlete satmaktadır. İktidar sermaye sınıfını açık ve örtük biçimlerde her fırsatta koruyup kollarken, işçi sınıfının sırtına hem doğrudan hem de dolaylı vergilerle yüklenmektedir.
Türkiye’de toplanan verginin büyük bölümünün toplam istihdamın üçte ikisini (yüzde 67) oluşturan ücretli emekçiler üzerinden alındığı dikkate alındığında, 2019’da vergi yükünün yine emekçilerin sırtına yıkılacağı açıktır. Bunun yanı sıra, özellikle özel sektörde enflasyon altında yapılması beklenen düşük ücret zamları ve vergi dilimi uygulaması nedeniyle, emekçilerin 2019 yılında reel anlamda son yılların en ciddi gelir kaybı ve yoksullaşma ile karşı karşıya kalması kaçınılmaz görünmektedir.
Türkiye, OECD ve AB ülkeleri arasında ücretli emekçilerin vergi yükünün en ağır olduğu ülkeler sıralamasında ilk sıralarda, ücretlilerin milli gelirden aldıkları pay sıralamasında son sıralardadır. TÜİK verilerine göre toplam işgücünün yüzde 67’sini oluşturan ücretli emekçiler zenginlikten en az payı alırken en çok vergiyi ödüyor olması büyük bir çelişkidir.
Türkiye’nin en büyük sorunlarından birisi, dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki oranının çok yüksek olması. Alışveriş yaparken, ödenen KDV, ÖTV gibi oranlar geliri ne olursa olsun, herkes aynı harcamayı yaptığında aynı vergiyi ödemektedir. Öyle ki, Türkiye’de dolaylı vergilerin toplam vergi yükü içindeki payı sürekli artmaktadır. Bu durum ülkedeki gelir eşitsizliğinin vergi politikaları ile yeniden üretildiğinin en somut kanıtlarından birisidir.
OECD ülkelerinde doğrudan vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki ağırlığı yüzde 70’ler civarındayken, bu oran Türkiye’de tam tersidir. Toplam vergi gelirlerinin yüzde 67’sini dolaylı vergiler (gelir durumuna bakmaksızın herkesten eşit olarak alınan KDV, ÖTV gibi tüketim vergileri, damga ve harç vergileri vb.), yüzde 33’ünü ise doğrudan vergiler (gelir vergisi, kurumlar vergisi gibi kazanç üzerinden alınan vergiler) oluşturmaktadır.
2019 Bütçesinin temel karakteri
Halka yönelik kamu hizmetleri hızla özelleştirilip, kamu harcamaları belirgin bir şekilde kısılırken, kamu kaynakları yerli ve yabancı sermayeye, çeşitli yasal düzenlemeler, teşvik paketleri, müşteri garantisi vb. gibi yöntemlerle kaynak olarak aktarılmaktadır. Yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalar üzerinden doğal yaşam alanları, zeytinlikler, ormanlar, meralar, dereler, ülkenin yer altı ve yerüstü zenginlikleri yıllardır sermayenin yağma ve talanına açılmaktadır.
Kamu hizmetlerinin adım adım piyasa ilişkileri içine çekilerek tasfiye edilmek istenmesi, özelleştirmelerin tüm hızıyla sürmesi ve devletin yeni istihdam alanları yaratmak yerine güvencesiz istihdam, taşeronlaştırma ve esnek çalışmayı yaygınlaştırması,Türkiye’nin 2019 yılında ciddi anlamda ekonomik ve siyasi risklerle karşı karşıya olması, TL’de yaşanan değer kaybının sürmesi, yüksek işsizlik ve enflasyon tehdidi ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir.
Kaynaklarını büyük ölçüde halktan almasına rağmen tamamen sermayenin, yerli ve yabancı tekellerin çıkarlarını gözeten, çeşitli kalemlerde savunma harcamalarına ayırdığı paydaki belirgin artış ile halkın değil, Saray’ın bütçesi olarak hazırlanan 2019 Merkezi Yönetim Bütçesi’nin halk için, emekçiler için hazırlanmış bir bütçe olmadığı açıktır.
2019 bütçesi, başta asgari ücretliler olmak üzere, işçilerin ve kamu emekçilerinin en temel ekonomik taleplerinin (ek zam talebi, vergi dilimi uygulamasının kaldırılması, 3600 ek gösterge vb.) yok sayıldığı, işçi ve emekçilerin her geçen gün zorlaşan çalışma ve yaşam koşullarını dikkate almayan bir bütçe olarak dikkat çekmektedir.
İktidarın 16 yılı geride bırakan bütçe pratiğine bakıldığında, kamu hizmetlerine yeterince kaynak ayırmak, gerçek anlamda istihdam arttırıcı politikaları hayata geçirmek, dolaylı vergileri azaltmak, temel tüketim mallarından alınan KDV’yi sıfırlamak, ücretli emekçilerin temel ihtiyaçlarını karşılayacak ücret politikaları uygulamak (asgari ücreti vergi dışı bırakmak, vergi dilimi uygulamasına son vermek, ek ödemelerin temel ücrete yansıtılması vb.) gibi bir derdinin olmadığı anlaşılmaktadır.
2018 yılsonu enflasyon hedefi yüzde 20,8 olarak belirlenmiş olsa da, TÜİK üzerinde siyasi müdahale olmaması halinde, enflasyonun belirlenen hedefin üzerinde çıkması kaçınılmazdır. Merkez Bankası’nın Kasım 2018 beklenti anketinde 2018 yılı Tüketici Fiyatları Endeksindeki yıllık artış beklentisi yüzde 24,45 olarak[11] gerçekleşmiş olması, ‘tek adam’ yönetimine dayanan yeni rejimin ekonomik hedefleri ile somut gerçekleşmeler arasında ciddi uyumsuzluklar olduğu anlaşılmaktadır.
2019 başından itibaren elektrik ve doğalgaz başta olmak üzere, temel tüketim mallarına yapılacak yeni zamlar ve döviz kurlarında yaşanması muhtemel yeni şokların da etkisiyle, 2019 yılının başta ücretli emekçiler olmak üzere, geniş halk kesimleri açısından çok zor bir yıl olacağı anlaşılmaktadır.
Tarihinin en ağır ekonomik kriziyle karşı karşıya olan Türkiye’de, başta ücretli emekçiler olmak üzere, geniş halk kesimleri açısından ciddi bir ‘kemer sıkma’ sürecine girildiğini söylemek mümkündür.
SONUÇ
Kapitalist devletler, sahip oldukları otoriteyi yönettikleri toplumlarının ezici çoğunluğunun çıkarlarına ters kararlar alarak ve uygulayabilirler. Türkiye açısından sermayeye yeni kaynaklar yaratmak, yeni kar alanları açmak için kullanmayı nasıl sürdüreceğinin en somut ve resmi belgeleri 2019-2021 yıllarını kapsayan Yeni Ekonomik Program, 2019 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı ve 2019 Merkezi Yönetim Bütçesi’dir.
‘Tek adam’ yönetiminin ekonomi politikalarını somut gösteren metinler, ülke ekonomisinde yaşanan ve önümüzdeki süreçte yaşanacak olumsuzluklara neden olanların iktidar eliyle korunup kollanacağını, buna karşın ekonomik krizde hiçbir sorumluluğu olmayan milyonlarca işçi ve emekçiye krizin bedelini ödetmek için yoğun bir hazırlık yapıldığını göstermektedir.
Gerek ülke ekonomisi, gerekse ekonominin en ağır yükünü çeken milyonlarca emekçinin boğazına kadar borç batağına saplandığı bir ortamda, krizin giderek kabarması beklenen faturasını kimin ödeyeceğini, sermaye cephesi ile emek güçlerinin ekonomik kriz ve birbirlerine karşı tutumları ve mücadele düzeyleri belirleyecektir.
[1] Hazine ve Maliye Bakanlığı (28 Eylül 2018).
[2] TCMB, Kısa Vadeli Dış Borç İstatistikleri 2018, sf. 13.
[3] TCMB, Finansal İstikrar Raporu, Mayıs 2018, Sayı:26, sf. 20.
[4] Hazine ve Maliye Bakanlığı, Yeni Ekonomik Programı (2019-2021), sf. 4.
[5]https://www.evrensel.net/haber/365447/moodys-turkiye-ekonomisi-2019-ortasina-kadar-daralacak(Erişim: 12 Kasım 2018)
[6] 2019 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı, sf. 23.
[7] TÜİK Sanayi Üretim Endeksi, Eylül 2018.
[8] Hazine ve Maliye Bakanlığı, Yeni Ekonomik Programı (2019-2021), sf. 12.
[9] 2019 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı, sf. 65.
[10] Hazine ve Maliye Bakanlığı, Yeni Ekonomik Programı (2019-2021), sf. 23.
[11] TCMB, Beklenti Anketi, Kasım 2018, sf. 6.