Erkan Aydoğanoğlu
Kapitalizmde okulun ve eğitimin gelişim süreci, ekonomik, toplumsal ve ideolojik dinamiklerle bağlantılı bir şekilde ilerlemiştir. Kapitalizmin doğuşuyla birlikte eğitim, toplumun ihtiyaçlarına cevap veren bir kurum olarak yeniden şekillenmiştir. Kapitalizmin ilk yıllarında, özellikle Sanayi Devrimi ile birlikte, eğitim daha organize ve kurumsallaşmış bir yapıya kavuşmuş, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sonrasında iş gücünün niteliğinde büyük bir değişim yaşanmıştır. Bu dönemde okullar, öncelikle kapitalist sistemin ihtiyaç duyduğu disiplinli, itaatkâr ve teknik bilgiye sahip işçi sınıfını yetiştirmek amacıyla yaygınlaşmış, fabrika sistemiyle paralellik gösteren bir disiplin ve kontrol mekanizması olarak hizmet etmeye başlamıştır.
Okulun yaygınlaşması ve eğitimin zorunlu hale gelmesi süreci sanayi devrimi sonrasında gerçekleşmiş, okullar eğitimin temel kurumları haline gelmeye başlamıştır. Zorunlu eğitime geçiş sonrasında okul dışı öğrenmelerin büyük bölümü okul kapsamına alınmaya çalışılmıştır. Eğitim başlangıcından bugüne egemen sınıfların ihtiyaçları ve amaçlarına uygun olarak örgütlenmiştir. Eğitim, kapitalist toplumsal gelişme sürecinin öncelikli mekanizması olarak ortaya çıkmış ve zaman içinde kurumsal bir yapı halini almıştır.
Sanayi Devrimi sonrasında zorunlu eğitimin yaygınlaşmaya başladığı yıllarda, örneğin 1819 yılında Prusya’da, eğitimin beş temel amacı gerçekleştirmek için oluşturulduğu görülür. Bunlar; orduya itaatkâr asker yetiştirmek, maden ocaklarında çalıştırılacak işçiler yetiştirmek, hükümete azami düzeyde tabi olacak sivil hizmetliler yetiştirmek, kurumlarda çalışacak memurlar yetiştirmek ve önemli konularda birbirine yakın düşünen yurttaşlar yetiştirmektir. Bu anlamda, zorunlu eğitimin amacı çocukların entelektüel gelişimlerini artırmayı değil, ‘boyun eğme’ ve ‘itaatin’ temel olduğu bir toplumsallaştırma sistemini yerleşik hale getirmektir.[1] Kapitalist düzenin baskı ve sömürü mekanizmalarını sürdürmek amacıyla iktidarlar, toplumsal rızayı sağlamak ve mevcut düzenin devamı için eğitimi etkili bir araç olarak kullanmışlardır.
Kapitalizmde okulun toplumsallaştırma süreci, devletin otoritesine boyun eğecek olan ve yeni sanayi toplumunda sadık işçiler olarak çalışacak yurttaşlar yetiştirir. Ve toplumsallaşma süreci insanların (mevcut) toplumsal konumlarını kabul etmelerini sağlar ve onları irrasyonel olarak örgütlenmiş bir tüketici toplumuna bağımlı kılar.[2]
İngilizcesi education olan eğitim kelimesinin Latince kökenine bakıldığında educare ve educere gibi iki farklı kavram karşımıza çıkar. Okunuşu ve yazılışı benzerlik göstermesine rağmen anlam bakımından oldukça farklı olan bu kavramlar iki ayrı eğitim anlayışını/yaklaşımını ifade etmektedir. Educare kavramına göre eğitim, eğitilen kişiyi bir iş ya da meslekle bağlantılı olarak talim ettirmek, terbiye etmek, şekil vermek, bilgiyle beslemek anlamına gelir. Bu yaklaşım öğrencileri halihazırda mevcut sisteme alıştırmayı tasarlayan bir yaklaşımdır ve sertifika, diploma ya da konuyu çalıştığını gösteren bir belge vermek üzere bir vasfın kazanıldığının yazılı onayı müfredatın olmazsa olmaz bir koşuludur. Educere kavramına göre ise eğitim, eğitilen kişiyi dışarıdan bilgiyle beslemekten, ona talim ettirmekten öte, bireyin içindeki yaratıcı potansiyeli dışarıya çıkarma sürecini ifade eder. Bu açıdan educere olarak eğitim yetkinleşmek, özerkleşmek, kendini aşmak, öğrencilerin sahip oldukları birbirinden farklı olanakları, yetenekleri, becerileri, düşünceleri, insan olarak değerli olduklarından dolayı geliştirmek, kişinin hem dünyayı hem de kendisini keşfetmesine izin vermek anlamına gelmektedir.[3]
Eğitim kavramının kökeninden yola çıkarak eğitimin ticarileşmesi/piyasalaştırılması sürecini zaman içinde ‘educare’ kavramının baskın hale gelerek yaygınlaşması olarak değerlendirmek mümkündür. Marx, Kapital’in birinci cildinde kapitalizmin tarihsel gelişmesinin, metalarda saklı bulunan kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki karşıtlığı nasıl geliştirdiğini verdiği somut örnekler üzerinden açıklar. Marx’ın çözümlemesinden yola çıkarak söyleyecek olursak, ‘educere’ kavramı bilginin kullanım değerini, ‘educare’ kavramı ise bilginin değişim değerini ifade etmektedir.[4]
“Genel insan doğasını, belli bir iş kolunun gerektirdiği yetenek ve becerilerle donatacağı, gelişmiş ve özelleşmiş bir emek gücü haline geleceği şekilde değiştirmek için şu ya da bu miktarda bir meta eş değerine mal olacak olan bir eğitime ya da öğretime ihtiyaç duyulur.”[5] Kapitalist sistemde eğitim, öncelikle iş gücünün nitelikli hale getirilmesi ve artı değerin yeniden üretiminin artırılması amacıyla yapılır. Okullar ve diğer eğitim kurumları, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu beceri ve bilgileri öğrencilere kazandırarak, potansiyel iş gücünü hazırlamaya çalışmışlardır. Ancak iş gücünün niteliği, çoğu zaman toplumdaki sınıf farklılıklarına göre belirlenmektedir. İşçi sınıfının çocukları, genellikle vasıfsız veya yarı vasıflı işlerde çalışmaya yönlendirilirken, üst sınıfların çocukları daha nitelikli ve yüksek gelirli meslekler için hazırlanmışlardır.
Kapitalist toplumlarda eğitim, sadece bilgi aktarımı veya bireysel yeteneklerin geliştirilmesi için değil, aynı zamanda kapitalist sisteme özgü değerlerin ve kuralların yeni nesillere aktarılması için etkili bir araç olarak kullanılmıştır. Böylece bireylerin mevcut toplumsal düzeni kabul etmesi, düzene uygun bir yaşam biçimi benimsemesi amaçlanmıştır. Kapitalist değerler, genellikle bireysel başarı, rekabet, özel mülkiyetin kutsallığı, piyasa ekonomisinin üstünlüğü ve tüketim kültürünün önemi gibi unsurları içermektedir. Bu değerler, müfredatın içeriği ve eğitim yöntemleri aracılığıyla öğrencilere sistematik olarak aktarılmaktadır. Örneğin, tarih derslerinde kapitalizmin ekonomik başarısı ve sanayi devriminin olumlu yönleri vurgulanırken, alternatif ekonomik sistemler ya da kapitalizmin yarattığı toplumsal eşitsizlikler genellikle göz ardı edilmektedir.
Öğrenciyi itaat etmeye ve uysal olmaya koşullandıran bir sistem ve yönteme dayanan okullardaki eğitimin, devletin bir politikası olduğuna dikkat çeken “Ezilenlerin Pedagojisi” kitabının yazarı Paulo Freire’ye göre, devletlerin zorunlu eğitimi benimsemesinin temel nedeni, okulun kapitalist sistemin devamı için önemli işlevleri olduğunu herkesten çok daha iyi bilmeleridir. Kapitalizm, işçilerde belirli bir karakter özelliği gerektirdiğinden eğitim sisteminde insanlar fabrika mesaisinin sıkıntılı, monoton saatlerine ve fabrika içindeki düzenlemelere itaatkâr bir şekilde uyum sağlamak üzere eğitilirler. Okullarda verilen eğitimle öğrenciler birer işçi gibi işlerini ve konumlarını kabul etmeye istekli, dakik, uysal, pasif şekilde yetiştirilirler. Eğitim sistemi emek gücünü sadece üretimin gerektirdiği bilgi ve becerilere sahip bireyler olarak yetiştirmekle kalmaz. Onun üretim sürecinde ve toplumsal yaşamda sahip olacağı sınıfsal konuma uygun, egemen değerleri benimsemiş sistemle barışık olarak yetiştirilmesi hedeflenir.[6]
Kapitalist perspektiften bakıldığında, zorunlu eğitimin temel amacı, toplumsal iş bölümü içindeki görevler için gerekli olan yetişmiş insan gücünü sağlamaktır. Eğitim sistemi, kapitalist toplumun iş gücü piyasasındaki talepleri karşılamak için tasarlanmıştır ve bireyler, bu taleplere uygun bilgi ve becerilerle donatılır. Bu nedenle eğitim süreci, bireyin kişisel gelişiminden ziyade, ekonomik sistemin sürdürülebilirliğine hizmet eden bir araç haline gelir. Eğitim üzerinden bir taraftan toplumdaki sınıfsal farklılaşmanın üzeri örtülmeye çalışılırken, diğer taraftan kapitalist toplumsal iş bölümünün meşru, doğal ve hatta kaçınılmaz olduğu, bunu değiştirmenin çok zor olduğu görüşü okul sıralarından başlayarak öğrencilere öğretilir.
Eğitim Sistemi ve Müfredat
Müfredat ya da öğretim programları, devlet tarafından okulda öğretmenin bir konuyu hangi içerikte, ne tür koşullarda, nasıl ve hangi yöntemlerle anlatacağını, neye dikkat edilip neyin öne çıkarılacağını ve neyin görmezden gelineceğini belirleyen temel eğitsel planlardır. Müfredat üzerinden eğitim kurumlarında belli standartların ve hedeflerin belirlenmesi sağlanır. Müfredat, kısaca eğitim öğretim sürecinde derslerin, konuların, öğretilecek hedef, değer ve davranışların planlı şekilde uygulandığı sistemler bütünüdür. Müfredatlar içerdiği bilgi, değer ve beceriler kadar içermediği, dışladığı, görmezden geldiği konularla da öne çıkan metinlerdir.
Kapitalist eğitim sisteminde müfredat, bireyleri üretim süreçlerine hazırlayan, onların emeğini sistemle uyumlu hale getiren bir yapı olarak tasarlanır. Öğrencilere, mevcut üretim ilişkilerini sorgulamak yerine, bu ilişkileri kabul etmeleri öğretilir. Müfredat, yalnızca bireylerin bilgi edinmesini sağlamakla kalmamakta, aynı zamanda onların toplumsal yapı içerisindeki rollerini kabullenmelerini sağlayan ideolojik bir işlev görmektedir. Müfredatta yapılan değişiklikler de genellikle egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda şekillendirilir. Örneğin, tarih derslerinde sınıf mücadelesi yerine ulusal kahramanlık öyküleri öne çıkarılır. Ekonomi derslerinde ise kapitalist üretim ilişkilerinin doğal ve kaçınılmaz olduğu anlatılır. Bu şekilde, öğrenciler mevcut sistemi sorgulamak yerine, onun doğal ve değişmez olduğuna inanırlar.
Müfredatın başarıyla uygulanabilmesi için, ders kitapları büyük bir öneme sahiptir. Ders kitapları, müfredatın içeriğini öğrencilere aktaran, öğretim sürecinin merkezinde yer alan araçlardır. “Müfredat herhangi bir ideolojiyi tanımlanmış değerlerle bütünleştirerek eğitimi siyasal bir araç haline getirir. Müfredatın dışında ortaya konulacak herhangi bir bilgi türü teyit edilmediği için değersizdir ve yok sayılır. Bu nedenle öğretim programı toplumsal hiyerarşinin oluşumunda ve sürdürülmesinde belirli bir rol oynar. Müfredatta verilen bilgi ve değerler değişken, akıcı ve diyalektik meydan okumalara açık değil, ‘ön belirlenmiş, nötr ve değiştirilemezdir’”[7].
Pedagoji, öğrenci etkileşimi ile öğretmenlerin uygulamalarını, ders kitapları ile müfredatı, kutlamalar ile ritüelleri, eğitim yöneticileri ile eğitsel politikaların savunucularının söylemlerini bir araya getirir. Bu nedenle kavram sınıf ve okulu içerir, ama genel olarak içeriği bu gibi kavramların daha ötesindedir.[8] Kapitalist devlet eğitimin içeriğini ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda belirleyerek, okullarda okutulacak müfredatı hazırlayıp eğitim politikalarını ona göre biçimlendirerek ve eğitimi kısmen finanse ederek emek gücünün bir meta olarak üretimini ve dolayısıyla sermayeleşmesini kolaylaştırmaktadır.
Kapitalist gelişme ile beraber bilimin sorduğu sorular toplumun genel çıkarı adına sorulan sorular değil, sermaye sınıfının kârlılığını artırmaya yönelik sorulardır. Sermayenin rekabette öne geçme ve artı değeri arttırma yarışı piyasanın ihtiyaç duyduğu bilginin önemini arttırmış ve bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak eğitim süreci aynı zamanda piyasanın ihtiyaç duyduğu bilgilerin üretildiği (değişim değerinin ön planda olduğu) bir alana dönüşmeye başlamıştır. Bilginin giderek piyasanın denetimi altına girdiği bu süreç, eğitim kurumlarında üretilen bilginin de metalaşmasına neden olmuştur. Bu durum, eğitimin metalaştırılmasını ve içeriğinin piyasa kurallarına paralel olarak belirlenmesini beraberinde getirmiştir. Örneğin Türkiye’de özel okulların sayısının son yirmi yılda 8 kat artması, eğitimin ticarileşmesi ve piyasalaşması sürecinin kaçınılmaz bir sonucudur. Diğer taraftan eğitimin metalaşması sürecinde sermaye için getirisi olan fen ve matematik gibi bilim dalları gelişirken, sosyal bilimler (özellikle felsefe ve sosyoloji) göz ardı edilmekte, üniversitelerde bazı bölümler kapatılmakta ya da kontenjanları düşürülmektedir.
Eğitim sisteminin yapı ve süreç olarak dönemin koşullarına göre yeniden düzenlenmesi ve müfredat üzerinden içeriğinin yeniden tanımlanması, toplumsal sistemin bütününde meydana gelen değişimin önemli bir parçasıdır. Örneğin bireylerin okul sıralarından itibaren sınavlarda başarılı olmaya zorlanmaları, eğitim-öğretim sürecinden başlayarak ömür boyunca yarışmaya ve rekabete dayanan bir yaşam biçimini benimsemeleri istenmektedir. Okul öncesi eğitimden yükseköğretime kadar eğitim sisteminin her kademesinde eğitim içerikleri müfredat ve ders kitapları üzerinden bu amaca yönelik olarak belirlenir ve eğitim politikaları bu doğrultuda oluşturulur. Söz konusu politikaları oluştururken kullanılan sihirli slogan ise ‘eğitimde fırsat eşitliği’dir.
Eğitimin gerçek toplumsal işlevinin üzerini örten bir ifade olarak kullanılan ‘eğitimde fırsat eşitliği’, toplumda yaşayan herkesin teorik olarak eğitime erişimde ‘eşit şansa’ sahip olduğu varsayımına dayanır. Oysa kapitalizme içkin olan derin ekonomik ve toplumsal eşitsizlik koşulları, farklı toplumsal sınıflara mensup bireylerin eğitime eşit koşullarda erişim konusunda iddia edildiği gibi eşit fırsatlara sahip olmasının mümkün olmadığını açıkça göstermektedir.
Herkese eşit eğitim fırsatları sunmak, herkesin eğitim hakkından eşit koşullarda yararlandığı anlamına gelmez. Bireylerin sosyoekonomik yaşam koşulları, anadilleri, yetenek farklılıkları ve sağlık durumları onlara farklı eğitim olanakları sunulmasını gerektirebilir. Bu nedenle bir bütün olarak eğitime erişimi sağlamak açısından ‘eğitimde fırsat eşitliği’ yerine, ‘eğitim hakkı’ kavramını benimsemek daha doğrudur. Kapitalist sistem, eğitimde eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri derinleştirirken, eğitim hakkı mücadelesi bu eşitsizliklerle savaşarak herkes için nitelikli ve eşit eğitim sağlamayı hedefler. Bu mücadele, eğitimin metalaşmasına ve ticarileşmesine karşı çıkarak, eğitimin kamusal bir hizmet olarak sunulmasını gerektirir.
Resmi müfredat, devlet tarafından belirlenen ve okullarda öğretilmesi zorunlu olan ders içerikleri ve eğitim hedeflerini kapsar. Bu müfredat, belirli standartlara ve ölçütlere göre hazırlanır ve öğretmenler tarafından öğrencilere aktarılır. Ancak, resmi müfredatın yanı sıra, eğitim sürecinde gizli bir müfredat da mevcuttur. Gizli müfredat, eğitim sisteminde resmi müfredatın dışında kalan ve öğrencilerin bilinçaltına yerleşen gizli mesajlar ve normları içerir. Bu müfredat, öğrencilerin düşünce yapısını ve davranışlarını şekillendirmede önemli bir rol oynar, ancak çoğu zaman fark edilmez. Çünkü gizli müfredat, toplumun mevcut güç ilişkilerini ve hiyerarşilerini pekiştiren unsurlar içerir. Örneğin, toplumsal cinsiyet rolleri, sınıfsal ayrımları ve etnik farklılıklar gibi konular, gizli müfredat yoluyla öğrencilere aktarılır ve bu şekilde da toplumsal eşitsizliklerin devam etmesi sağlanır.
Apple’a göre gizli müfredat, özellikle iş yerinde açığa çıkan kapitalist mantık ve ussallığı koruyup sürdüren belirli anlayışları (iş, otorite, toplumsal kurallar ve değerler gibi) meşrulaştıran toplumsal ilişkileri belirtmektedir[9]. Örneğin Türkiye’de okullarda okutulan resmi müfredatta eşitlik ve adalet gibi evrensel değerlere vurgu yapılırken gizli müfredat yoluyla toplumsal cinsiyet rolleri veya sınıfsal ayrımları olağan hale getiren çok sayıda örnek vardır. Kapitalizmde okulların örgütlenmesi müfredatın içeriğinin belirlenmesi ve uygulanmasından, öğrencilerin seçimi ve onları yetiştirme biçimlerine kadar egemen sınıfın alt sınıflar üzerinde hegemonya[10] kurmasına hizmet etmektedir.
Yeni Müfredatın Temel Dayanakları
Türkiye’de özellikle 1980 sonrası dönemde eğitim müfredatının (öğretim programlarının) oluşturulmasında, kapitalist sömürü sisteminin uygulamasına dayalı piyasa ve din merkezli yaklaşım belirleyici olmuştur. Eğitim politikalarını belirleyen yasalar ve düzenlemeler, müfredatın içeriğini ve yapısını doğrudan etkilemiştir. Bu politikalar, hangi konuların ve değerlerin eğitimde vurgulanacağının belirlenmesi açısından önemlidir. Bu noktada müfredat başta olmak üzere okullar, sınıflar, öğretmen ve öğrenciler, özellikle son yıllarda, iktidarın siyasi ve ideolojik dayatma ve müdahalelerin merkezinde yer almaktadır.
Müfredat ve ders kitapları, iktidar ilişkileri dışında, basit ve teknik bir eğitim materyalleri değildir. Toplumdaki sınıf ilişki ve çelişkilerinin yeniden üretiminin araçları olarak da kullanılan müfredat ve ders kitapları, egemen sistemin, bugün için tek adam rejiminin kendini koruma ve kollamasında ‘pedagojik’ görünümlü bir işlev kazandırmaya çalışmaktadır. Söz konusu koruma ve kollama işinin, eğitim ortamlarında bir yığın bilgi aktarımı,[11] düşünce ve pratik içinde kimi zaman açık kimi zaman da gizli olarak yerine getirilmesi süreci müfredat değişiklikleri üzerinden hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Mevcut iktidar, insana nasıl yaklaşıyor, nasıl bir insan yetiştirmek istiyor, yetiştirdiği insanda hangi özellikler görmeyi hedefliyorsa yeni müfredatı da ona uygun bir şekilde hazırlamıştır.
Türkiye’nin eğitim politikaları, uzun yıllar boyunca ideolojik bir yönlendirme aracı olarak kullanılmıştır. Eğitim sisteminin dayanak noktasını oluşturan ‘talim’ ve ‘terbiye’ kavramları, öğrencilerin belirli bir ideolojik çerçevede yetiştirilmesini hedeflemiştir. Ağırlıklı olarak dini ve milli değerlerin ön plana çıkarıldığı müfredatlar, öğrencilerin eleştirel düşünme becerilerini geliştirmek yerine, mevcut siyasal-ideolojik yapıyı içselleştirmeyi hedeflemiştir. Bu durum, eğitimin bilimsel niteliğine zarar verirken, öğrencilerin özgür düşünceye dayalı bir eğitim almasını büyük ölçüde engellemiştir.
Türkiye’deki mevcut eğitim politikaları üzerinden bakıldığında daha çok terbiye etmek kavramıyla özdeşleşen eğitim uygulamalarıyla okul sistemi içinde çocuk ve gençleri yetiştirmek, büyütmek, talim ettirmek ve alıştırmak, toplumun çoğunluğunun benimsediği ileri sürülen değer yargılarına, gelenek ve göreneklerine uygun davranmasını sağlamak hedefleri ön plana çıkmaktadır.
Türkiye’de özellikle ‘değerler eğitimi’ konusunda yıllardır protokoller üzerinden okulları temel faaliyet alanı haline getiren tarikat ve cemaatlerin görüşlerine başvurulmuş ve müfredatta onların talepleri gözetilerek çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) müfredatında ahlaki değerler, çoğunlukla İslami referanslarla tanımlanmakta ve ‘değerler eğitimi’ başlığı altında ele alınmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin çok kültürlü ve çok inançlı yapısı göz önüne alındığında, farklı inançlara sahip öğrencilerin dışlanması anlamına gelmektedir. Örneğin, zorunlu din derslerinde Alevilik konusu tamamen Sünni bakış açısıyla ele alınmakta, İslam dışındaki inançlara yönelik içerikler ya çok sınırlı ya da yüzeysel olarak ifade edilmektedir. Zorunlu din dersi büyük ölçüde İslam’ın Sünni mezhebinin öğretilerine odaklanırken, diğer dinler sadece bilgi düzeyinde sunulmaktadır.
Siyasi iktidarın 12 Eylül rejiminden miras aldığı ‘Türk-İslam sentezi’ yaklaşımı geçtiğimiz yıllar içinde eğitimde yaşanan dinselleşme uygulamaları ile tek bir milliyetin (Türk), tek bir inancın (Müslümanlık) belli bir mezhebine (Sünni-Hanefi) göre, egemen bir cinsiyet (Erkek) üzerinden dini-muhafazakâr bir düşünce yapısıyla hayata geçirilmesi, etnik kimliği, inancı ya da mezhebi farklı olan toplum kesimlerine yönelik büyük bir ayrımcılık ve baskı aracı haline gelmesini beraberinde getirmiştir.
MEB’in proje ve protokoller üzerinden eğitim sistemi içine yerleştirdiği dini vakıf ve cemaatler, okullar, yurtlar, kurslar vb. üzerinden doğrudan iktidar desteği ile tıpkı bir örümcek ağı gibi bütün eğitim sistemini kuşatmış durumdadır. Müfredatın ‘tek din tek mezhep’ yaklaşımı çerçevesinde oluşturulan değerler eğitimi üzerinden biçimlendirilmesi okullarda son olarak Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum (ÇEDES) Projesi üzerinden hayata geçirilmektedir. Geçtiğimiz eğitim öğretim yılı içinde ÇEDES kapsamında dinsel içerikli uygulamalar sınıf içinde (sınıfın ortasına kurulan mezar maketi başında ağıt yakılması, sınıfta Kâbe maketi etrafında tavaf edilmesi) ve sınıf dışında (öğrencilerin cami ziyareti ve mezarlık temizliğine götürülmesi) hayata geçirilmiştir.
Ülkeyi ve gelecek nesilleri yakından ilgilendiren müfredat gibi bir konuda, eğitimin siyasal ve ideolojik olarak iktidara yakın çevrelerin müdahalesiyle içerik olarak daha da geriye götürülmesi söz konusudur. Nitekim müfredatta yüzde 35 oranında ‘sadeleştirme’ yapıldığı iddiasıyla doğrudan bilim, tarih, felsefe ve sanat dersleri hedef alınmıştır. Bazı derslerde ünite ve kazanım sayılarının azaltılarak ‘tek din, tek mezhep ve tek kimlik’ üzerinden ağırlıklı olarak hem ‘dini’, hem de ‘milli ve manevi’ öğeler ve referanslarla donatılmış bir müfredat oluşturulmuştur. “Yeni müfredat her şeyi planlama, hiçbir şeyi boş bırakmama, alabildiğine kusursuz bir resim çizme, geleceği öngörme ve geçmişi günümüzde yeniden kurma anlayışı bir tür totaliter muhafazakâr toplumu din gibi kapsayıcı dogmatizm üzerinden kurmaya çalışmaktadır.[12]
2017 yılında yapılan müfredat değişiklikleri ile ortaöğretim biyoloji dersindeki ‘Hayatın Başlangıcı ve Evrim’ ünitesi müfredattan tamamen çıkarılmıştır. O tarihe kadar müfredatta Evrim Teorisi, ‘Evrimleşmenin bir sonucu olarak türlerin değişimini ve yeni türlerin oluşumunu, evrime etki eden faktörleri ve mekanizmaları ile açıklayan teori’ olarak anlatılmıştır. MEB, son derece sığ ve dar bir çerçevede olmasına rağmen evrim teorisini çağrıştıran tüm bilgileri ders kitaplarından tek tek ayıklamıştır.[13] İktidarın evrim kuramına karşı daha geleneksel ve dini temellere dayanan bir bakış açısına sahip olması nedeniyle evrim konusu yıllardır derinlemesine incelenmemekte ve öğrencilere evrimsel biyolojinin temel ilkeleri hakkında yeterli bilgi verilmemektedir. 2024 müfredat değişikliklerinde ise evrim kuramı, biyoloji derslerinde marjinal bir konu olarak ele alınmış ve yerine ‘tekâmül’[14] kavramı kullanılmıştır. Biyoloji dersinde evrim kuramının bilimsel bir gerçeklik olarak kabul edilmekten ziyade, ‘yaradılış teorisi’ gibi alternatif bir görüş olarak sunulmuş olması dikkat çekicidir.
MEB, biyoloji öğretim programında benimsemiş olduğu yaklaşım, evrim teorisinin karşısına çıkarılan, metafizik veya dini gerekçelere kılıf oluşturmayı hedefleyen ABD merkezli ‘akıllı tasarım’[15] yaklaşımıdır. Bu yaklaşım, bilimsel yöntemlere dayanmayan ve test edilemeyen bir yaklaşımdır ve evrim teorisine alternatif oluşturma iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Akıllı tasarım savunucuları genellikle özellikle biyolojik organizmaların yapısı, evrenin düzeni ve yaşamın karmaşıklığı gibi durumları, MEB’in Biyoloji öğretim programında yaptığı gibi, bir üstün varlığın veya tasarımcının (Tanrının) etkisi üzerinden açıklamaktadır.[16]
MEB’in değerler eğitimi yaklaşımı, Türkiye’nin çok kültürlü, çok inançlı, farklı kimlik ve kültürlerin bir arada yaşadığı mevcut yapısına tamamen zıt bir içerikte oluşturulmuştur. İlk kez 2010 yılında müfredata giren ‘değerler eğitimi’, 2017 yılında yapılan müfredat değişiklikleriyle daha da yaygınlaşmıştır. Türkiye’de değerler eğitimi, genellikle öğrencilere belirli dini değerlerin doğrudan aktarılması şeklinde uygulanmaktadır. Benzer şekilde müfredatta yer alan ahlaki ve toplumsal değerler, geleneksel cinsiyet rollerini pekiştiren bir içerikte düzenlenmiştir. Örneğin Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler müfredatında ‘kadın’ ve ‘erkek’ rollerine ilişkin kalıplaşmış cinsiyetçi tanımlamalara hiç dokunulmamıştır. Kadının ev içi rollerine, erkeğin ise ev dışındaki iş ve görevleriyle ilgili yazılı ve görsel örnekler ders kitaplarında varlığını sürdürmektedir.
MEB’in müfredatında ‘vatanseverlik’ ve ‘millet sevgisi’ gibi değerler, sık sık milliyetçi bir çerçevede sunulmaktadır. Bu bağlamda, Türk kimliği ve tarihi yüceltilirken, diğer etnik kimliklerden bahsedilmemektedir. Vatandaşlık bilgisi dersinde, ‘Milli Birlik ve Beraberlik’ başlığı altında öğrencilere, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısının ve milli birliğin önemi her fırsatta vurgulanmaktadır. Ders kitaplarında, farklı etnik kökenlerden gelen Türk vatandaşlarının ortak bir ‘milli kimlik’ altında birleştiği ve bu birlikteliğin Türkiye’nin gücünü oluşturduğu anlatılarak, Türk kimliği dışındaki kimlikler yok sayılmakta ya da görmezden gelinmektedir.
Yeni müfredatta, öğrencilerin kendi anadillerini öğrenme ve kullanma hakkı üzerine belirli düzenlemeler yer almasına rağmen, söz konusu düzenlemeler çoğunlukla Türkçe kast edilerek ele alınmıştır. Müfredatta Türkçe dışındaki dillerde eğitim verilmesi yasaklanmakta, Kürtçe başta olmak üzere, farklı dillerin eğitim dili olarak kullanılması fiilen engellenmektedir. Türkiye gibi çok uluslu bir ülkede, farklı etnik ve dilsel grupların anadilinde eğitim taleplerini yok sayan bir yaklaşım benimsenmiştir.
Eğitim biliminin en temel ilkeleri göz ardı ederek hazırlanan müfredat eğitimin ve toplumun ihtiyaçları yerine siyasi iktidarın dünya görüşü doğrultusunda oluşturulmuştur. Başta tarih dersleri olmak üzere, hemen her program taslaklarında milliyetçilikle, militarizmle, yarışmacılıkla yoğrulmuş, sanatsal ve estetik yönü bulunmayan, Türk İslam anlayışı temelinde belirlenmiş dinsel söylem ve ritüellere yaslanan mevcut müfredat anlayışı, yapılması planlanan program değişiklikleri ile daha da pekiştirilmektedir.[17]
Bir ülkenin eğitim sistemi, içinde bulunduğu toplumun gerçekliğini yansıtan bir ayna gibidir. Kapitalist sistemde, eğitimin çelişkili ve çatışmalı bir karaktere sahip olması, okulun basit bir toplumsallaştırma aracı olmadığının göstergesidir. Son müfredat değişiklikleri ile okul öncesi eğitim dahil, eğitimin tüm kademeleri ‘dini’ ve ‘milli’ yaklaşımlarla yeniden düzenlenmektedir. Bu süreçte, okullar eğitim kurumu olmaktan uzaklaştırılmakta ve müfredat aracılığıyla öğrencilere ‘itaat’ ve ‘sadakat’ kültürü aşılanmaya çalışılmaktadır. Bu durum okulların birer ‘terbiye ve ıslah merkezi’ haline getirilmeye çalışıldığını göstermektedir.
Kapitalist toplumda ‘görece özerk’ bir toplumsal alan olarak görülen okulu, kitleler açısından hem ‘tahakküm ve denetimin’ hem de özgürleştirmenin yaşandığı ve öznelerin (öğrenci ve öğretmenler) egemen ideolojiyi edilgen bir şekilde kabul etmek yerine çeşitli direniş ve mücadele biçimleri geliştirdikleri bir mücadele alanı olarak görmek gerekir. Bu durum aynı zamanda eğitim bileşenlerinin (öğrenci, öğretmen, veli vb) birlikte ve örgütlü hareket etmesini gerektirmektedir. Freire’ye göre eğitim, öğretmenlerin ve öğrencilerin aynı anda hem öğrettiği hem öğrendiği, bilgiyi birlikte araştırdıkları diyalogcu bir süreç olarak görülmelidir. Böylece öğretmen ve öğrenciler, içinde herkesin büyüdüğü bir sürecin sorumluları haline gelebilirler[18].
Demokratik, halkçı ve eşitlikçi bir eğitim sistemi toplumun tüm kesimlerinin eğitim süreçlerine katılımını esas alır. Bu noktada eğitim politikalarının sadece merkezi otoriteler tarafından değil, öğretmenler, öğrenciler ve velilerin yanı sıra toplumun farklı kimlik ve inançtan kesimlerinin katılımıyla belirlenmesi gerekir. Bu süreçte, eğitimde karar alma mekanizmalarının aşağıdan yukarıya işlemesi ve eğitim sisteminin toplumsal ihtiyaçlara uygun olarak şekillendirilmesi sağlanabilir. Böylece her bireyin eğitim hakkına eşit şekilde erişebilmesi ve eğitim süreçlerinin inanç farklılıkları, etnik kimlik, cinsiyet ve diğer toplumsal ayrımcılıkları ortadan kaldıracak şekilde yapılandırılması sağlanabilir.
Sonsöz
Eğitimin temel işlevleri arasında kapitalizmin emek gücü gereksinimini karşılamak ve yeniden üretmek vardır. Bu noktada eğitim öğrencileri yetenekleri doğrultusunda üretimin çeşitli aşamaları için yetiştirirken, söz konusu yetişme süreci birçok bakımdan teknik düzeyde görülür ve sorgulamaya kapalıdır. Bu süreçte öğrenci çok fazla konuda ama yüzeysel olarak bilgi sahibi olmaktadır. Türkiye’de mevcut eğitim sistemi içinde bu durumu haklı gösterecek sayısız örneğe rastlamak mümkündür. Öğrencilerin günlük hayatta işine yaramayacak konular ısrarla müfredatta tutulmakta, derslerde çok fazla konu ele alınırken bu derslerin çoğu yüzeysel olarak işlenmektedir. Bu duruma ek olarak kültür-sanat, spor, beceri vb. gibi derslerin saatleri azaltılmış, zorunlu ve seçmeli din ders saatleri sürekli arttırılmıştır.
Türkiye’de eğitim sistemini hem içerik hem de biçimsel olarak dini kural ve referanslara göre biçimlendirme uygulamaları son yıllarda daha belirgin hale gelmiştir. Eğitim müfredatına bilim dışı müdahalelerin artması, ‘tek din tek mezhep’ anlayışıyla verilen zorunlu din dersi dayatması, felsefe dersinin kaldırılması, özel eğitimde otizmli ve zihinsel engelli çocuklara zorunlu din dersi getirilmesi, okul öncesi ve ilkokul öğrencilerinin sosyal etkinlikler çerçevesinde camilere götürülmesi, din eğitiminin Diyanet İşleri Başkanlığı ile yapılan işbirliği üzerinden fiilen okul öncesine hatta kreşlere kadar indirilmesi vb. gibi uygulamalar eğitimde son yıllarda yaşanan pratik uygulamalar olarak öne çıkmaktadır.
Eğitim sisteminde yaşanan dönüşümler, içinde bulunulan ekonomik, toplumsal ve siyasal sistemin amaçları ve gelişim süreçleriyle yakından ilişkilidir. Burada sadece ekonomik düzey değil, sınıflar arası güç ilişkileri, toplumsallaşma süreçleri, cinsiyet eşitsizlikleri, ideolojik konumlar vb. gibi oldukça karışık ilişkiler devreye girmektedir. Bu nedenle eğitim sistemi ve okullar ya tamamen egemen ideolojiye teslim edilecek ya da çocuk ve gençlerin nasıl bir eğitim alması, nasıl bir toplumda yaşaması isteniyorsa, onun için mücadele edilecektir. Bu noktada bireylerin toplumsal, ekonomik ve siyasal gerçekliklerini eleştirel, devrimci bir şekilde anlamaları ve sistemi kendi sınıf çıkarları doğrultusunda dönüştürmeleri için harekete geçmeleri ayrı bir önem taşımaktadır.
Eğitim hakkı, eğitimin metalaşmasına ve ticarileşmesine karşı durarak, eğitimin kamusal bir hizmet olarak sunulmasını ve herkesin bu hizmetten göstermelik olarak değil, gerçek anlamda ve eşit koşullarda yararlanmasını içermelidir. Eğitimi, insanı özgürleştiren bir süreç olarak yeniden kurabilmek için öncelikle kapitalist toplumu ve kapitalist eğitimi anlamak, onun sınıf farklılıklarını meşrulaştıran, çatışmalı ve çelişkilerle dolu niteliğini doğru çözümlemek gerekir. Söz konusu çözümleme süreci bilginin ve eğitimin metalaşması/sermayeleşmesi temelinde yapılmalı ve insanlığın yaşamın bütün alanlarını kendi ihtiyaçları doğrultusunda düzenleyen kapitalist sistemden tamamen kurtuluşunu hedeflemelidir.
[1] Hern, M. (2008) Alternatif Eğitim, çev. E. Ç. Babaoğlu, Kalkedon Yayınları, İstanbul, sf. 74.
[2] Spring, J. (1997) Özgür Eğitim, çev. A. Ekmekçi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, sf. 26.
[3] Bellington, R. (2011) Felsefeyi Yaşamak, çev. A. Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, sf. 379-82.
[4] Burada kullanım değeri olarak eğitimi (educere) bilimsel bilgiyi ve gerçeğin bilgisini aramak; değişim değeri olarak eğitimi (educare) ise sermayenin kârlılığı için gerekli olan metalaşmış bilgi ve eğitim olarak ifade etmek mümkündür.
[5] Marx, K. (2013) Kapital 1. Cilt, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul.
[6] Freire, P. (1995) Ezilenlerin Pedagojisi, çev. D. Hattatoğlu ve E. Özbek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, sf. 59-63.
[7] İnal, K. (2008) Eğitim ve İdeoloji, Kalkedon Yayınları, İstanbul, sf. 5.
[8] Ewing, T. E. (2010) “Eğitimin Temellerini Sarsmak”, Pedagoji ve Devrim içinde, çev. K. Dede, Dipnot yayınları, Ankara, sf. 24.
[9] Apple, M. (2006) Eğitim ve İktidar, çev. E. Bulut, Kalkedon Yayınları, İstanbul, sf. 57-70.
[10] Hegemonya, egemen sınıfın savunduğu değerlerini, normlarını ve inançlarını genel olarak kabul görmüş gerçekler olarak sunma sürecini ifade eder. Kapitalist eğitim sistemi, söz konusu değer, inanç ve normları öğrencilere aktararak toplumsal düzeni tamamen kendi denetimi altında sürdürmeye çalışır.
[11] Freire’ye (1995) göre eğitim ve bilinçlenme birbirine sıkı sıkıya bağlı iki temel kavramdır. Bu kavramlar, eğitimin sadece basit bir bilgi aktarımı süreci değil, aynı zamanda bireylerin ekonomik, toplumsal ve politik gerçekliklerini eleştirel bir şekilde anlamaları ve bu gerçeklikleri dönüştürmeleri sürecini ifade etmektedir.
[12] Eğitim Sen (2024) Eğitim Müfredatı Değişiklikleri Değerlendirme Raporu, Ankara, sf. 16.
[13] Eğitim Sen (2017) Eğitim Müfredatı Değişiklikleri ve Taslak Öğretim Programları Raporu, Ankara.
[14] Arapça kökenli bir kelime olan tekâmül, ‘olgunlaşma’, ‘gelişme’ veya ‘evrim’ anlamında kullanılmaktadır. Tekâmül, bir şeyin zaman içinde gelişip daha ileri bir düzeye ulaşması, olgunlaşması ya da mükemmelleşmesi sürecini ifade eder. Kavram hem bireysel anlamda bir insanın manevi veya entelektüel gelişimini hem de genel anlamda bir topluluğun, toplumun veya bir olgunun evrimsel gelişimini tanımlamak için kullanılmaktadır.
[15]Akıllı tasarım, evrenin ve yaşamın karmaşıklığının doğal süreçler yerine bilinçli bir tasarımcının müdahalesiyle açıklandığını savunan bir düşünce sistemidir. Bu görüş, evrim teorisine alternatif olarak sunulmuştur. Akıllı tasarım savunucuları, evrendeki karmaşık biyolojik yapılar ve sistemlerin, doğal ayıklanma gibi evrimsel süreçlerle açıklanamayacak kadar karmaşık olduğunu ve bu nedenle bir ‘tasarımcı’ tarafından yaratıldığını iddia ederler.
[16] Eğitim Sen (2024) “Müfredat Değişiklikleri ile Bilime ve Bilimsel Gerçeklere Savaş Açılmaktadır!”, https://egitimsen.org.tr/mufredat-degisiklikleri-ile-bilime-ve-bilimsel-gerceklere-savas-acilmaktadir/
[17] Eğitim Sen, age, sf. 36.
[18] Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, sf. 59.