Kadir Yalçın

11 Kasım, emperyalist bir paylaşım savaşı olan I. Büyük Savaş’ın sonunu ilan eden ateşkes anlaşmasının 100. yılı. Onlarca ulustan milyonlarca işçi ve emekçinin canına mal olarak dünyayı kana boğan bu savaşı başlatanlarla onlara katılan yenilerinin emperyalist şefleri Paris’te toplanarak sözde barışa olan düşkünlüklerini kanıtlamaya çalıştılar.

Mağlup ve galipleriyle savaşın tarafları sanki savaşı kendileri çıkarmamış gibiydiler. Sanki görünüşte barışçıl biçimlerle ticari, mali ve iktisadi olarak ele geçirmek üzere rakip emperyalist devletlerle yarışmamış ve sanki yağmacı rekabetleri sonunda birbirlerine silah çekmeye sürüklenmemiş gibi savaşa son vermelerini kutladılar.

PAYLAŞIM GÜÇLER ORANINDA GERÇEKLEŞİR

Son vereceklerse neden savaşmış, neden silah ve bombaların tetiklerine sarılmışlardır?

Yanıt açık ve nettir: Dünyanın,büyük güçler arasındaki eski paylaşımı geçersizleşmiştir. Eski paylaşım eski güç dengesine göre gerçekleşmiştir; ama emperyalist kapitalist dünyada karşılaştırmalı güçler hiçbir zaman eskisi gibi kalmayıp durmadan değiştiği için belirli bir süre içinde oluşan yeni güç dengesi paylaşımın yenilenmesini kaçınılmaz kılmıştır. Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarıyla birlikte I. Büyük Savaş’ın asıl mağlubu olan Almanya, başlıca rakipleri durumundaki İngiltere ve Fransa’yla karşılaştırıldığında çok hızlı gelişmiştir; ama sömürgeler, eskiden onları ele geçirmiş rakiplerinin elindedir. Tekelleriyle Alman İmparatorluğu yayılma alanları ya da başka bir deyişle yeni pazarlar ve hammadde kaynakları talep etmiş; rakipleri ele geçirmiş oldukları dünyanın bir bölümünü değişen güçler ilişkisine uygun olarak vermeyi kabul etmeyince, savaş zorunlu hale gelmiştir. Çünkü sorunu “kuvvetler arasındaki ilişki değişikliğe uğradıktan sonra, kapitalist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?[1] diye ortaya koyan Lenin’in söylediği gibi, emperyalist kapitalist güçler arasındaki sorunları çözecek olan güçtür. Dünya güçler oranında bölüşülür; güçler ve dolayısıyla koşullar farklılaşarak barışçıl yöntemlerle bölüşümün bu farklılaşmayı karşılar kılınması olanaksızlaşıp yeni bir paylaşım zorunlu hale geldiğinde güce dayalı çözümden başka bir çözüm bulunamaz.

Kapitalizm eşitsiz gelişir. İşletmeler, üretim dalları ve sektörler, şirketler/tekeller, bölgeler ve ülkelerin eşitsiz gelişmesi kapitalizmin bir yasasıdır.

Lenin, “Emperyalizm…”de elektrik sanayiinde dünyanın tekeller arasındaki paylaşımını örnek verir.

1907’de, Amerikan ve Alman tröstleri arasında dünyanın paylaşılması amacıyla, bir anlaşma yapılmış oluyordu. Aralarındaki rekabet son buldu. General ElectricCompany (GEC), Birleşik Devletler ve Kanada’yı alıyor; AEG’nin payına ise, Almanya, Avusturya, Rusya, Hollanda,Danimarka, İsviçre, Türkiye, Balkan ülkeleri düşüyordu. Yeni sanayi dallarına ve henüz kesinlikle paylaşılmış olmayan ‘yeni’ ülkelere sızan ‘bağlı şirketler’in faaliyet düzeni, özel ve elbette ki gizli birtakım anlaşmalarla saptandı. (…) Ne var ki, dünyanın, iki güçlü tröst arasında bu şekilde paylaşılması, gelişmenin eşitsizliği, savaşlar, iflaslar gibi nedenlerle güçler arasındaki denge bozulduğu takdirde yeni bir paylaşılmaya gidilmeyecek anlamını taşımamaktadır.[2]

Anlaşmalar yoluyla benzer paylaşımların günümüzde de yapılageldiği bir sır değil. Bu paylaşımların, tek ölçüt olarak, tekeller ve emperyalist devletlerin güçlerine göre gerçekleşmiş olduğu da sır değil. Ve yine sır olmayan bir diğer olgu, eski paylaşımların, paylaşımcı rakiplerin güçlerindeki değişmeye bağlı olarak geçersizleşerek, yeni paylaşımları zorunlu kıldığıdır.

Bir yandan bilinmeyen pazarlar için yapılan anarşik ve kâr için üretim oluşu bir yandan da maddi-teknik temeli, örgütlenişi ve üretici güçlerin gelişme düzeyinin farklılıklar göstermesi nedeniyle, kapitalizm, işletmeler, sektörler, bölgeler ve ülkelerde değişik ritimlerle gelişir ve Lenin’in söylediği gibi, “mali-sermaye ve tröstler, dünya ekonomisinin farklı unsurlarınıngelişmesinin ritimleri arasındaki farklılıklarıazaltmaz, çoğaltır.[3]

  1. Yüzyılın başında demiryolları ve demiryolları (kuşkusuz mali sermaye) mülkiyetiyle kömür ve demir sanayilerinin gelişme ritimleri arasındaki farktan hareketle Lenin, yine aynı sonucavarır; tekeller ve kapitalist ülkeler arasındaki orantısızlık ve çelişkilerin güçten, adını koymak gerekirse, savaştan başka bir çözümü yoktur.

…mevcut demiryollarının yaklaşık olarak %80’ibeş büyük devletin ellerinde toplanmış bulunuyor. Ama, budemiryollarının mülkiyetinin yoğunlaşması, yani malisermayemülkiyetindeki yoğunlaşma çok daha büyüktür.Çünkü, örneğin, İngiliz ve Fransız milyonerleri, Amerikan,Rus ve başka ülkelerin demiryolu tahvil ve hisse senetlerinibüyük ölçüde ellerinde tutmaktadırlar.

İngiltere, sömürgeleri sayesinde, demiryolu şebekesini100.000 km, yani Almanya’da olanın dört katı kadar artırmışbulunuyor. Yalnız, herkesçe bilindiği gibi, bu dönemde, Almanya’da üretici güçlerin, özellikle kömür ve demir sanayisiningelişme hızı, Fransa ve Rusya şöyle dursun, İngiltere’dekiylebile kıyaslanmayacak kadar hızlı olmuştur. 1892’de Almanya’da 4,9 milyon ton, İngiltere’de 6,8 milyon tonpik demir üretilmişti. Ama daha 1912’de, bu rakamların, Almanya’da 17,6 milyon ton, İngiltere’de 9 milyon ton olduğunugörüyoruz. Bu da Almanya’nın İngiltere karşısında neezici bir üstünlük kurduğunu belirtiyor! Sorun şudur: biryandan, üretici güçlerin gelişmesi ile sermaye birikimi arasında; öte yandan, mali-sermaye için sömürgelerin ve ‘nüfuzbölgelerinin’ paylaşılmasında mevcut oransızlıkların ortadan kaldırılması konusunda, kapitalizmin bulunduğu yerde,savaştan başka bir araç var mıdır?[4]

Tabii ki, yoktur!

TEKEL VE ÇÜRÜME EĞİLİMİ, ASALAKLIK

Öte yandan tekeller ve emperyalizm, bilinir, çürüme eğilimidir, emperyalizm can çekişen kapitalizmdir. Ancak bu, tekelci döneminde kapitalizmin gelişmediği anlamına gelmez. “…çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesinde kendini özellikle göstermektedir.” (140)

Günümüzde gelişme eşitsizliğinin kendisini özellikle gösterdiği “çürüme” halinde bir ülke var mıdır?

Çürüme eğiliminin genel olduğu kuşkusuzdur. Çin gibi en hızlı gelişen kapitalist ülkelerin bile kofluk ve çürümeyle malûl oldukları; çürümenin, en başta tekelden ve asalaklığından kaynaklandığı, bu ülke de içinde olmak üzere, tüm emperyalist ülkelerin giderek daha çok sermaye ihracına yöneldiği ve başka ülkelerin yağmalanmasından gelen kazançlarınınarttığı, üretimden kopma ve kupon-kesiciliğin, finansal dalaverelerindüzeyinin her yerde yükseldiği, “ulusal” gelirler içinde dış borç faizlerinin durmadan büyüdüğü ve emperyalist devletlerin “rantiye-devlet” niteliğinin her geçen gün belirginleştiği tartışma götürmezdurumda.

Bu, sanayi üretiminin büyümesinde de görülüyor. Japonya örneği, on yılları bulan durgunluğun kanıtını sunuyor ve örneğin ekonominin bir önceki çeyreğe göre bu yılın üçüncü çeyreğindeki büyümesi negatif: %-0.3. Brezilya hızlı bir sınai büyümenin ardından şimdi dünyanın önde gelen “kırılgan” ekonomileri arasında yer alıyor. AB Komisyonu, İtalyan Hükümeti’nin 2019 Bütçesi için tahmini olarak saptadığı %1.5’luk büyüme hızını aşırı “iyimser” bularak uyarıda bulunurken, İspanya’da sanayi üretimi Eylül’de %0.1 küçüldü. İngiltere’de imalat sanayi bu yıl 2. ve 3. çeyrekte negatif büyüme gösterir ve sadece Ağustos’ta %0.5büyürken, Eylül’de toplam sanayi üretimindeki büyüme hem aylık hem yıllık olarak sıfır düzeyinde gerçekleşerek yerinde saydı. Fransa’da Eylül’de %1.8 düşen sanayi üretimi, birinci ve ikinci çeyrekteki negatif büyümenin ardından üçüncü çeyrekte %0.7’lik bir büyüme gerçekleştirebildi.

İyi durumda görünen ülkelerde de bir yavaşlama kendisini hissettiriyor vebüyüme hızındaki düşüş eğilimi örneğin Çin açısından da geçerli. Bu yılın ikinci çeyreğinde %6.7 büyüyen Çin ekonomisi üçüncü çeyrekte %6.5 büyürken sanayi üretiminin büyüme hızında da yavaşlama görüldü ve Eylül’de sanayi üretimi yıllık %5.8 büyüyebildi. 4.7’lik büyüme tahmini revize edilerek, Hindistan’da sanayi üretimi Eylül’de 4.3 büyürken, imalat sanayiin büyüme hızı Ağustos rakamı olan 5.1’den Eylül’de 4.6’ya geriledi. ABD bu yılın ikinci çeyreğinde 4.1’lik bir büyüme gösterdi, üçüncü çeyrekte bu büyüme bir miktar gerileyerek 3.5’e düştü. İmalat sanayi üretimi ise aylık olarakancak %.0.2 büyüyebildi. Almanya sanayi üretimi, bu yıl Mayıs’taki aylık %2.4’lük büyümenin ardından Haziran’da 0.7, Temmuz’daysa 1.3 küçüldükten sonra, Ağustos’ta 0.1, Eylül’deyse 0.2 büyümeyi başarabildi.

Özellikle büyük ekonomilerde görülen sanayi üretimi büyüme oran ve hızlarında yavaşlama ve düşüş eğiliminin,rakipleri tarafından yanıtlanarak yayılan ABD’nin başlattığı ticaret savaşlarıyla bir ilgisi elbette öngörülebilir. Ancak ticaret savaşlarının kendisinin de büyümedeki gerilemeler kadar “pasta”nın görece küçülmesinin yanında paylaşılmasının zorlaşmasının bir belirtisi ve ürünü olduğu söylenmelidir.

Ne sürükleyici ekonomiler ne de bütün olarak kapitalist dünya ekonomisi bir kriz içinde. Hatta tersine, dünya ticareti bu yıl %2’lik bir büyüme gösteriyor. Yine de verilen rakamlar konjonktürel durumu yansıtıyor ve kapitalizmin devresel gelişme eğrileriyle doğrudan ilişkili. Ancak sanayi üretimi ve gelişmesindeki iç açıcı olmayan durumubelirttikleri de herhalde ortada. Finans “sektörü” hemen her ülkede aşırı şişmiş durumda. Aynı şişkinlik hizmetlerde de görülüyor. Ve tümünün asıl olarak sınai üretimde yaratılan artı-değerden beslendikleriyse biliniyor. Türkiye’den örnek verilecek olursa, bankaların 2018’in ilk 7 ayında toplam 183.5 milyar TL’yi aşan faiz gelirleri, hele kriz koşullarında kâr oranlarıyla toplam kârları iyice düşen, hatta zarar etme eğilimi gösteren çeşitli sanayi şirketleriyle karşılaştırılmayacak kadar yüksek.

Öte yandan büyük kapitalist emperyalist ülke ve tekellerinin sermaye ihracına bağlı olarak sahip oldukları yurtdışındaki varlıkları çok ciddi meblağlar oluşturuyor.

ABD net yabancı varlıkları bakımından negatif pozisyonda. Karşılıksız dolar basarak finanse edip başka ülkelerin sırtına yıktığı dış borçları çok yüksek. Örneğin 2018 Eylül’ünde ithalatı 266.5 milyar dolarla rekor düzeyde gerçekleşiyor. Aynı ay ABD’ye yabancı sermaye girişi 60 milyar dolar. ABD’nin sadece endüstriyel mal satışı 47, toplam ihracatıysa 212 milyar dolar. ABD’nin toplam 54 milyarlık dış ticaret açığının 37.5 milyarı sadece Çin’le olan ticaretinden geliyor. 2018 Ocak-Eylül dış ticaret açığı ise 445 milyar dolar ve bunun 300 milyar dolardan fazlası Çin’le ticaretinden kaynaklanıyor. Ancak önemli olan şu ki, yabancı sermaye ithalatı daha yüksek olsa bile, ABD’nin ihraç ettiği sermaye miktarı 2017 itibariyle toplam 5,644 trilyon dolar tutarındaydı. ABD’nin cari açığının yüksek oluşu, onun yurt dışında yoğun bir varlığa sahip olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Üstelik ABD’nin net yabancı varlıklar bakımından negatifte olması bütün büyük emperyalist ülkelerin aynı kaderi paylaştığı anlamına gelmiyor. Yurt dışında 1.634 trilyon dolarlık yatırıma sahip İngiltere, cari açık verir ve ABD’ye benzerpozisyonda. Ancak 8 trilyon Euro civarındaki dış varlıklarıyla Almanya ve Hollanda, 1 ve 6 trilyon doların üzerindeki yurt dışı varlıklarıyla Rusya, Çin’in yanında Japonya da yüksek net dış varlıklarıyla dikkati çekiyorlar. Net dış yatırımlar bakımından, 2016 itibariyle, Almanya 1.616, Hollanda 447, Rusya 314, Japonya 2.812, Çin 1.600 trilyon dolar fazla veriyorlar.

Kendi ülkelerinde yatırılı yabancı sermayelerle yabancı ülkelere sermaye olarak ihraç ettikleri dış varlıklarının çok daha yüksek oluşu birlikte dikkate alındığında, emperyalist kapitalist ülkeler bakımından, kendi toprakları kadar üretimden de kopmuş ve mülkiyet ilişkisi kupon-kesiciliğe indirgenmiş sermaye büyüklükleri hakkında bir tahminde bulunulabilir. Bunun bir çürüme etkeni olduğu kanıt gerektirmez.

Kapitalist ülkelere gerek giren gerekse çıkış yapan sermaye akışını dolayımlayan finansal ilişki ve araçlar; bankalar, sigorta vb. şirketleri ve yatırım fonlarıyla çekilip çevrilen bu büyüklüklerin ulaştığı devasa boyutlar, şüphesiz en başta üretken sermaye olmak üzere, sermaye birikiminin temel döngüsünü ve bütün kapitalist ilişkilerin temelinde artı-değer sömürüsünün bulunuşunu geçersizleştirmemekte, ancak açık ki, spekülasyon ve zehirli fonlarıyla vb. finansal süreçlerin önemi küçümsenmeyecek ölçüde artmaktadır. Bu, adı üzerinde rantiye ya da asalaklık sürecidir ve çürütücü olduğu tartışmasızdır. Daha tekeller yeni ortaya çıkmaktayken, 1876 sonbaharında yazmaya başladığı Anti-Dühring’te Engels tarafından gözlenip tanımlanmıştır.

Eğer; bunalımlar, burjuvazinin modern üretici güçleriyönetmekteki yeteneksizliğini ortaya çıkarmış bulunuyorsa,büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin hisse senetlişirketler ve devlet mülkleri durumuna dönüşümü de,bu erek için burjuvaziden ne kadar kolay vazgeçilebileceğinigösterir. Kapitalistin tüm toplumsal görevleri şimdiücretli görevliler tarafından sağlanır. Artık kapitalistin, gelirleri cebe indirme, kuponları kesme ve çeşitli kapitalistlerin karşılıklı olarak birbirlerinin sermayelerinikaptığı borsada oynama etkinliği dışında, hiçbir toplumsal etkinliği yoktur. İşe, işçilerin ayağını kaydırmakla başlamışbulunan kapitalist üretim biçimi, şimdi kapitalistlerinayağını kaydırır, ve tıpkı işçiler gibi, onları da, dahaşimdiden yedek sanayi ordusu içine değilse bile, gereksiznüfus içine atar.[5]

KAPİTALİZMİN İKİ EĞİLİMİ: ULUSALLIK VE ULUSLARARASILAŞMA

Karşılıklı sermaye ihracı ve ihraç olunan sermaye büyüklüklerinin işaret ettiği uluslararasılaşma eğiliminin, tekelci aşamasında kapitalizmin başat eğilimi haline geldiğinden kuşku duyulamaz. Dünyanın çoktan tek bir kapitalist pazar haline gelmesinin ötesinde, üretim, artık bütünüyle ama özellikle sermaye-yoğun mallarda dünya ölçeğinde gerçekleşiyor. Telefon ya da bilgisayarın bir parçası şu, diğeri bu ülkede üretilirken, yazılımı şuradan sağlanıp montajı burada gerçekleşiyor. Tekellerin bilançolarının nasıl tutulacağı, hangi ürünün hangi ülkede üretilmiş sayılıp nasıl vergilendirileceği problemi kolaylıkla çözülemiyor. Bu eğilimin ilerleyişi, en bilinen örneği AB olmak üzere bir dizi uluslararası kurumun ortaya çıkışına götürmüştü ve hala götürüyor. İngiltere AB’den ayrılma sürecinde, ama Brexit AB’nin sonu olmadığı gibi, birlik eğilimi, Almanya ve Fransa odağında bir Avrupa Ordusu’nun kuruluşuna gelip dayandı.

Brexit, kapitalizmin özellikle ilk gelişme dönemlerinin başat eğilimi olan ulusal eğiliminin bir yansıması olarak gündeme geldi ve tekelci aşamasında da kapitalizmin hala bu iki eğilimin birliği olarak var olduğunun bir kanıtı durumunda. Uluslararasılaşma ve ulusallık, kapitalizmin iki ayrılmaz yönü olarak ona niteliğini veriyor. Kapitalizm geliştikçe uluslararasılaşmanın ilerlediği inkar edilemez bir gerçek. Sadece AB değil, Trump’la birlikte bazıları problem alanları haline gelse bile, NAFTA, ASEAN, OECD, NATO, IMF, DTÖ, DB… türü uluslararası örgüt bolluğu günümüz kapitalizminin bir özelliği durumunda. Ancak hiçbiri sorunsuz değil. Ve bu eğilimin yeni ürünleri olarak oluşma aşamasındaki Trans-Atlantik Ticaret Anlaşması (TTIP), “America First” sloganıylabaşkan olan Trumptarafından rafa kaldırılarak, emperyalizmle birlikte ulusallıkla bir ilgisi kalmamış tekellerin “ulusal” ya da korumacı eğilimi tarafından bertaraf edildi.

Korumacılık ya da kapitalizmin ulusal eğilimi yalnızca ABD ile AB arasında yeni uluslararası ilişkiler ve birlik yöneliminin geliştirilmesinin rafa kaldırılmasına götürmekle kalmadı. Gümrükler sıfırlanıp kaldırılarak Amerika ve Avrupa pazarlarının birbirleri karşısında serbestleşmesi tartışmasına bir nokta konarak, tersi istikamete dönüldü. Trump çelik ve alüminyum ithalatında AB, Rusya ve Çin’e yönelik olarak gümrük vergilerini yükseltirken, muhatapları karşı önlemler aldılar. Sorun bitmedi, Trump da durmadı. Otomotiv sektörü bir diğer ilgi alanıydı. Bir yandan ABD’de üretim yapan Japon, Çin ve Alman otomotiv tekelleri ve üretimlerinin önünü kesmeyi bir yandan da ithal otomobilleri vergiye bağlamayı önüne koydu. Ancak Ford nasıl Türkiye’de üretim yapıyorsa, örneğin General Motorsda ABD’de sattığından fazla otomobili Çin’de üretip Çin’de satıyor; yani sadece pazar değil çoktan üretim açısındanda uluslararası bir niteliğe ulaşmış durumda. Anlamı şu ki; ÇinTrump’ıntasarladığı önlemleri aynı şekilde yanıtladığında en çok zarar göreceklerden biri bir Amerikan şirketi olacak!

Sorun böyle eğile büküle emperyalistlerin gündeminde ve kapitalizmin iki çelişmeli eğilimi bir arada, dünyayı kendi pazarlarından başlayarak paylaşma kavgasındaki belli başlı büyük devletlerin aralarındaki rekabet ve çatışmaya dayalı ilişkiyi belirliyor.

KAPİTALİZM, REKABET VE PAZAR KAVGASIDIR

Geçim araçlarının yanı sıra başka türlü harekete geçip etken hale gelemeyen üretimaraçlarının sermaye haline, emek-gücünün sömürü aracı haline dönüşmesini zorunlu kılan kapitalist üretim biçimi, zaten toplumsal üretimin birikim/sömürüye dayalı olarak gerçekleşmesi ve tamamen toplumsal nitelikte olmasına karşın ürünlerin birbirleriyle rekabet halindeki kapitalistlerce mülk edinilmesi demektir. Kapitalizmin birbirleriyle rekabet eden kapitalistlerin mülkiyetindeki tek tek fabrikalarda örgütlü oluşuyla bilinmeyen bir pazar için anarşik üretim oluşu arasındaki çelişki, üretim ve emeğin toplumsal niteliğiyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki kapitalizmin temel uzlaşmaz karşıtlığının bir görünümüdür. Bu, kapitalizm kapitalizm olarak kaldıkça çözülüp uzlaştırılarak giderilmesi olanaksız olan emek-sermaye çelişkisinin yanı sıra kapitalizmin bir diğer çözümsüz çelişkisini verir: kapitalistler arasındaki çelişki. Kapitalizmde kapitalistler ve kapitalizmin son aşamasında mali sermaye ve tekellerin birbirleriyle rekabeti ve pazar kavgası bitimsizdir.

Engels, Anti-Dühring’de, kapitalizmin gelişmesi içinde üretimdeki anarşiyle birlikte kapitalistler arasındaki bu rekabet ve çatışmayı anlatır:

Eski çerçeveler gevşedi, eski kapalılık engelleri parçalandı, üreticiler gitgide bağımsız ve tek başına çalışan meta üreticileri haline dönüştüler. Toplumsal üretimde anarşi doğdu, ve gitgidedoruğuna götürüldü. Ama kapitalist üretim biçiminin toplumsal üretimde bu anarşiyi kendisi aracıyla artırdığı başlıca alet, gene de anarşinin tam karşıtı idi: üretimin, tek başına alınmış her üretim kurumundaki toplumsal üretim olarak, artan örgütlenmesi. Kapitalist üretim biçimi, bir zamanların o dingin kararlılığına işte bu aletle son verdi. Bir sanayi koluna girdiği her yerde, kendi yanında daha eski hiçbir işletme yöntemini yaşatmadı. Zanaatçılığı egemenliğine aldığı her yerde, eski zanaatçılar sınıfını yıktı. Çalışma alanı bir savaş alanı durumuna geldi. Büyük coğrafi bulgular ve onları izleyen kolonizasyon girişimleri, mahreçleri çoğalttı, ve zanaatçılığın manüfaktürler durumuna dönüşümünü hızlandırdı. Savaşım, sadece yerel bireysel üreticiler arasında patlamadı; yerel savaşımlar, ulusal savaşımlar: 17. ve 18. yüzyılların tecimsel savaşları durumuna gelecek derecede büyüdüler. Sonunda, büyük sanayi ve dünya pazarının kuruluşu, savaşımı evrenselleştirdi ve aynı zamanda ona görülmemiş bir zorluluk verdi. Tek tek kapitalistler arasında olduğu gibi, sanayiler ve ülkeler arasında da, az ya da çok elverişli olduklarına göre, var ya da yok olmayı kararlaştıran şey, doğal ya da yapay üretim koşullarıdır. Yenik, gözünün yaşına bakılmadan elenir.[6]

Trump’ın yeniden gündeme getirdiği türden ticaret savaşları, özetle, yeni değildir. Kapitalizmin doğuşuyla birlikte başlamışlar ve sadece tek tek üreticiler arasında görülmekle kalmayıp yerel ve ulusal çapta ticaret savaşlarına ve kapitalist dünya pazarının oluşmasıyla dünya ölçeğinde savaşlara dönüşmüşlerdir. Farklı ulusların kapitalistlerinin silahla birbirlerinin boğazına sarılmalarının, aslında ulusal sloganlarla yedekleyerek ellerine silah verip farklı uluslardan işçi ve emekçileri karşı karşıya gelen ordular halinde örgütlenmiş taburlar ve tümenlerle birbirlerini kırmaya yönelttikleri savaşların kaynağında, bu ticaret –ve genelleştirilirsepaylaşım– savaşlarından başkası yoktur. Barışçıl yöntemlerle yürüyebildiği kadar yürüyen ticari/pazar kapışmaları, belirli bir aşamadan sonra silahlı zora başvurmaya götürmüş ve silahlar çekilmiştir. Kapitalizmin gelişmesinin önüne dikilen feodalizm karşıtı niteliklerinin yanında başta Napolyon savaşları olmak üzere, 19. yüzyılın ulusal savaşları böyledir ve bu yüzyıla damgalarını vurmuşlardır.

Kapitalizmin son aşaması olarak tekeller ve emperyalizm, farklı ulusların kapitalistleri arasındaki savaşların hem niteliğini değiştirmiş hem de dünya ölçeğinde yayılmalarına ve şiddetlenmelerine yol açmıştır. Tekeller ve emperyalizmle girdiği gericileşme sürecini tamamlayan kapitalizm ve kapitalist tekeller artık dünyayı paylaşma kavgası içindedirler. Paylaşımın konusu pazarlar ve hammadde kaynaklarıyla düpedüz ülkelerdir.

Rekabetten doğan tekeller rekabete son vermişlerdir. Ancak son verdikleri sadece serbest rekabettir; bu kez rekabet, tekeller ve emperyalist devletler arasında daha üst düzeyde gerçekleşmektedir.

Serbest rekabete son veren tekeller üretim alanları ve işkollarıyla pazarlar üzerine anlaşmalar yapmaya girişmişlerdir. Ancak örneğin belirli işkollarında anlaşmaya dayalı olarak tam bir tekel durumu yaratma istisnai olarak mümkün olabildiği gibi, tam ya da kısmi kartel anlaşmalarıyla üretim ve pazarın tekel altına alınabildiği durumlarda da, fazla uzun sürmeden değişen güç dengeleri eski anlaşmaları geçersizleştirip yeni anlaşmaları ihtiyaç haline getirmiştir. Durmaksızın anlaşmaların yenilenme ihtiyacının her zaman ve her durumda karşılanması olasılığı, tahmin edilebileceği gibi oldukça düşüktür; ancak yeni anlaşmaların sağlanabildiği durumlarda da, bu, güce göre gerçekleşmekte ve rekabete son verme yerine rekabet koşullarının yenilenmesine ve çatışmanın devamına götürmektedir. Sonuç, olabildiği durumlarda da anlaşmaların koşullu ve geçici/süreli, rekabetinse sürekli ve belirleyici olmasıdır. Özetle, üretim anarşisine son verilerek, üretimin bilinen bir pazar için ve plana bağlanarak yapılmasının kapitalist üretim biçiminin genel niteliği halini alması ya da bir diğer deyişle “ultra-emperyalizm”e ulaşılamamıştır ve bu olanaksızdır.

EMPERYALİZMDE PAYLAŞIM SAVAŞLARI OLAĞAN OLANDIR

Tekeller arasında sürekli olarak gerçekleşemeyen, rekabetten arındırılmış, anlaşmaya dayalı barışçıl ilişkilerin mali sermaye ve tekellerin egemenliğinin aletinden başka şey olmayan tekelci kapitalizmi örgütlenmesinin zeminiedinmiş emperyalist devletler arasında gerçekleşebilmesinin ise hiçbir dayanağı yoktur. Ya da bu tür barışçıl ilişkiler ancak görece kısa süreli olarak ve özel koşullarda olanaklıdır. Üstelik böyle ilişkiler, kısa süreli ateşkesler olarak gerçekleşebildikleri koşullarda da, yine, ancak ve yalnızca güce dayalı olarak oluşabilir.

Dünyanın siyasal tarihi bunun kanıtıdır. Belirli güç ilişkilerinin ürünü olarak ancak belirli bir döneme özgü olabilen barışçıl koşullar, değişen güç ilişkilerince giderek geçersizleştirilirler ve görünüşteki anlaşma halinin yerini çatışma hali alır. Çatışmanın giderek sertleşip silahlı savaşa/savaşlara götürmesi gelişmenin tamamen normal seyridir.

Değişen güç ilişkileri, eskilerine ek olarak yeni anlaşmazlıklar biriktirir, bu birikim çatışmaları koşullandırır. Çatışma önce barışçıl araçlarla sürer, sonra giderek silahlar ortaya çıkar, irili ufaklı silahlı çatışma ve savaşlar gündeme gelir. Bu savaşlar, genel kural olarak yerel kalmayıp sınırları aşarak uluslararasılaşır, bölgesel ve daha büyük savaşlara dönüşürler. İki Büyük Dünya Savaşı böyle çıkmıştır.

Birincisi, Lenin’in dediği gibi son derece hızlı gelişip rakiplerini geçen ama hemen hiç yayılma alanı ve sömürgeye sahip olmayan Almanya’nın, yanına paylaşıma konu olan, gerileme, hatta “çöküş” durumundaki Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarını alarak, paylaşımın yenilenmesini talep etmesi, ama yüz geri edilmesiyle patlak vermiştir.

İkincisi, daha Versay’da birincisinin sonunu kayıt altına alan barış antlaşması imzalanırken mayalanmaya başlamış, benimsenemeyecek, son derece ağır ve aşağılayıcı koşullar dayatılan Almanya, yok sayılıp “adam yerine konmamasını” daha başından kabul etmemiş; zafer sarhoşluğuyla hazımsızlık bir arada yeni bir savaşı koşullamıştır. 15 yıl içinde, sömürgesizlik bir yana anavatanında baskılanan Almanya’da en çok Versay aşağılamasına tepkiyi kullanarak Hitler “tereyağı yerine top” politikasına geçmiş, Birinci Büyük Savaş’ın bu mağlup emperyalist ülkesi dünyayı hızla yeni bir savaşa sürüklemiştir. Çünkü Versay’la çizilen sınırlar gücü tükenip ezilen Almanya’nın hiç hesaba katılmadığı eski güçler ilişkisinin ürünüydü ve değişen güç dengesince çoktan geçersizleştirilmişti. Uluslararası burjuvazi, sosyalizmden duyduğu korkuyla, önünü alabilecekken Hitler’in önünü kesmek yerine onu sosyalist SSCB’nin üstüne yöneltmek için tavizler yolunu seçmiş ve Almanya kolaylıkla yeni bir savaşın ateşini yakma fırsatını bulmuştu.

Birincisinden çıkarılan dersle, II. Büyük Paylaşım Savaşı’nda belinin kırılmasıyla yetinilmeyen Almanya parçalandı. Ancak bu kez doğusunda kurulan demokratik cumhuriyet sosyalist kampın bir üyesiydi. Kısa bir süre, başını SSCB’nin çektiği sosyalizmle başını ABD’nin çektiği kapitalizm karşı karşıya kaldı. Ama bir yandan dışarıdan ABD patronajında birleşen kapitalizmin tek merkezden yönetilen saldırıları, bir yandan da içeriden Kruşçev’le modern revizyonizmin yıkıcı yozlaştırıcılığı sosyalizmin yenilgisini getirdi. Ve Kruşçev’in ardından Brejnev’le modern revizyonizmin egemenliğinde kapitalizmin restorasyonu yolunda ilerleyerek ikinci “süper devlet” olarak, Amerikan emperyalizmiyle hegemonya ve dünyanın paylaşılması yarışına giren Rus sosyal emperyalizminin karşı karşıya geldikleri “iki kutuplu dünya”ya varıldı. Bu -kökleri geçmişte olan, ama iki süper devlet arasındaki mücadeleye bağlanarak nitelik olarak farklılaşan içeriğiyle hemen tümü ulusal dayanaklara sahip bölgesel çatışma ve savaşların sürdüğü- sert hegemonya çatışması döneminde, neredeyse II. Büyük Savaş’ın mağlupları kadar güçten düşerek, hiç değilse bir süreliğine baş çekici iddialarını erteleyen ve çıkarlarıyla iddialarını ABD ile birlikte gerçekleştirme yolunu tutan galipler de, yeni kurduğu NATO’nun üyeleri olarak ABD emperyalizminin “şemsiyesi” altında toplandılar.Uzunca bir süre böyle sürdü. Ta ki modern revizyonizmin egemenliği SSCB’yi yıkılışa götürünceye kadar.

Tek süper güç olarak kalan Amerikan emperyalizminin patronajı bir süre daha devam etti. Ancak devamlı böyle gitmedi. “Tarihin cilvesi”, ABD’nin Marshall yardımlarıyla bellerini doğrultma sürecine giren Almanya’yla Japonya da içinde olmak üzere, emperyalistler giderek kendilerini toparlamakla kalmayıp giderek yüksek perdeden çıkan sesleriyle eski paylaşımdan hoşnutsuzluklarını ortaya koymaya başladılar. Gün geçtikçe talepleri artar oldu. II. Savaş’ın galiplerinden olan Fransa, hatta henüz SSCB çökmeden, talepleri karşılanmadığı için NATO’dan ayrıldı. Fazla hoşnut olmasalar bile, ABD patronajında onunla ittifaklarını sürdürerekçıkarlarını elde etmeye çalışmak,İngiltere ile Japonya’nınsa işine geldi. Her birinin nedenleri vardı. İngiltere, Almanya ile Fransa’nın odağında yer aldıkları Avrupa’nın birlik oluşturmasının mağduru durumundaydı. Japonya ise, tarihsel olarak sorunlar yaşadığı eskianti emperyalizm ve demokrasi mücahidi Çin’in kapitalizm yolunda hızla ilerleyerek sahip olduğu devasa ekonomisiyle büyük ve iddialı bir emperyalist ülkeye dönüşmüş olması karşısında ABD ile ittifakı tercih etmekteydi.

Şimdi, bir yanda sosyal emperyalizmin kalıntıları üzerinde küllerinden yeniden doğan emperyalist Rusya, bir yanda bu büyük ülke karşısında yanı başında Fransa ile birlikte ABD’den farklı bir yaklaşım tutturan AB’nin kontrolünü elinde bulunduran ve son yıllara kadar savaş harcamalarından kaçınarak hızlı bir iktisadi büyüme gerçekleştiren Almanya, öte yanda birkaç yıl içinde ABD’den büyük bir ekonomik güce ulaşacağı tartışmasız kabul edilen Çin ve yine büyük bir ekonomik güç oluşturan Hindistan, ABD’nin patronajı kadar kontrolü de dışındaki emperyalist güçler durumundalar. Dünyanın paylaşımına ilişkin kendi “ulusal” taleplerine sahipler. Bugün için talepleri en başta ekonomik, mali ve ticari nitelikli. Ancak bunların giderek siyasal ve hatta askeri nitelikler kazanmaları işten bile değil. Nitekim Çin’le Rusya, bölgelerindeki birkaç ülkenin katılımıyla Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kurdular ve kimse, yeni katılımlarla genişlerken, şimdilik ekonomik yönü ağırlıklı olan ama siyasal bir niteliğe de sahip bu örgütün daha sıkı ve ileri bir birliğe dönüşme potansiyelinden kuşku duymuyor.

Ve biliniyor ki, eski paylaşım bugünkü koşullarla güncel güç ilişki ve dengeleri çerçevesinde değil, ama bugünkünden fazlasıyla değişik olan II. Büyük Savaş ertesi koşullarda gerçekleşip, onun devamı olarak, iki süper gücün hegemonya mücadelesi koşullarında yenilenmiştir. Uzunca bir süredir yenilenmekte olan güç ilişkileri ve dengesinin ise günümüzde artık yeni bir paylaşımı zorladığıysa ortada. Üstelik bu zorunluluğun, lafın ötesine geçerek,tekeller ve büyük emperyalist devletler arasında, giderek sertleşme ve “vesayet savaşları”ndan dolaysız çatışmalara dönüşerek dünyanın pek çok bölgesinde sürdüğü de yine biliniyor.

GÜNCEL ÇATIŞMA BÖLGELERİ

Şimdilik ekonomik ve ticari savaş ağırlıklı olan paylaşım kavgası, başlıca rakip emperyalist güçlerin gelişme ve yayılmalarıyla birbirlerinin gelişme ve yayılmalarının önünü kesme içeriğiyle sürüyor. ABD’nin açtığı ticaret savaşlarının mantığı budur: Kendi pazarlarını koruma ve rakiplerinin gelişmesiyle kendi iç pazarında yayılmasının önünü kesme. Çeliğe ve alüminyuma koyduğu ek vergilerdenbaşlayarak korumacılığa yönelen ABD, açık ki, rakiplerinin -sadece bu iki sanayi dalında değil amaburadan başlayıp yayılarak bütün iktisadi-gelişmesini zora sokma ve kendi tekellerini güçlendirme peşinde.[7] Bu kapsamda İran’a yönelik ambargonun da sadece İran’ı hedeflemekle kalmadığı, ama büyük enerji kaynaklarına ve pazara sahip bu ülkeyle başta enerji olmak üzere rakiplerinin ticaretiyle yatırımlarını da hedef aldığı ortada ki, Çin, Rusya, Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri özel yöntemler geliştirerek Amerikan dayatma ve engellemelerini aşma çabasındalar.

Öte yandan, başta eski Fransız sömürgelerini dayanak yaparak Almanya’yla birlikte Fransa ve özellikle Çin’in Afrika’ya yönelik ekonomik yayılmada oldukça ileri mesafeler aldıkları, ABD’nin ise önlerini kesme uğraşında olduğu görülüyor. Aynı şey, Latin Amerika açısından da geçerli. Özellikle Çin, bu iki kıtada “emperyalizm karşıtı” propaganda yapıp düşük faizli krediler açarak ilerlemeye çalışıyor. Çin’in Asya’daki ekonomik ilerleyişi ve yayılmasının ise önü alınacak gibi görünmüyor. Çin, Amerika’yı eski egemenlik alanlarından teker teker sürüp çıkarmaya girişmiş durumda ve ABD, bu kıtada belki sadece büyük bir askeri güce sahip olduğu Japonya ve G. Kore’yle özel ilişkileri ve Tayvan’a dayanarak ayakta kalma çabasında.

Yeni ve hızla gelişen büyük güçlerin üzerine gelmekte olduklarını gören Amerikan emperyalizmi, yükselişteki rakiplerini, silahlanmaya yönelterek ekonomik gelişmelerinin hız kaybetmesine ve zamansız çatışmalara zorluyor görünüyor. Ancak silahlanmanın bu ülkelerin gücünü büyümeye götürmesi ihtimali küçük değil ve diğer yandan aptal olmayan rakipler şimdiye kadar zamansız çatışmalardan kaçınmayı başardılar.

Ancak bir yandan Almanya’yla Fransa merkezli olarak 23 Avrupa ülkesi PESCO adıyla bir Avrupa Ordusu kurmaya adım atarken, NATO-PESKO tartışmalarına I. Büyük Savaş anısına Paris’te bir araya gelen emperyalist liderlerden Macron’laTrump’ın görüşmelerinde tanık olundu. Trump Avrupalıların NATO’nun finansmanına katılmaları gerektiğini ve ABD’nin tek taraflı koruma harcamalarını artık üstlenmeyeceğini söylerken,Macron aynı zamanda kendi ordularını kuracaklarını belirtmekten kaçınmadı. Çin’in de hızla silahlanmakta olduğunu söylemeyeyse gerek yok.

Bunca savaş lafı edilirken hiç silah kullanılmasa olmazdı. Anton Çehov’un ünlü sözüdür, “Duvarda asılı silah oyunun sonunda mutlaka patlar”, duvarda boşuna görünmemiştir! Günümüz dünyasının duvarlarıysa baştan aşağı silah dolu. Tek başına ABD’nin yıllık silah harcaması 700 milyar dolar civarında ve şimdilik bu, dünyanın belli başlı büyük emperyalist ülkelerinin toplam silahlanma harcamasını aşıyor. (ABD, çıkabilecek yeni bir savaştaki muhtemel rakiplerini, rakiplerinin hızlı yükselişinin yakın bir zamanda bugünkü üstün askeri gücünün temel dayanağı olan kendi ekonomik gücünü geride bırakacağını görmesinin yanında en başta bu nedenle bir erken çatışmaya zorlamaktadır.)

Üstelik silahlar şimdiden dünyanın birden fazla bölgesinde kullanılmaktadır. Enerji geçiş yolları üzerinde “hakim tepe” durumundaki Afganistan bunlardan birisidir. Türkiye’nin de asker bulundurduğu, BM destekli Amerikan işgali sürmektedir ve savaş bir ucundan Pakistan’a da yayılmıştır. Ancak bölgede güç dengeleri değişirken, savaş hiç de ABD tarafından öngörüldüğü gibi gelişmemiş, örneğin Taliban’ın yenilgisine ulaşılamadığı gibi, Amerikan Genelkurmayı böyle bir sonuç alınamayacağını kabullenmiş görünmektedir. Daha geçen yıl BM Genel Sekreteri’nin de katılımıyla düzenlenen Kazakistan’ın başkentindeki toplantıda birbirleriyle araları açık olan Pakistan’la Hindistan’ın birlikte Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyeliklerinin onaylandığı ve son olarak bu ay içinde ABD’nin Pakistan’a yardımlarını kesme kararı aldığı ise biliniyor.

Henüz bir çatışma çıkmaktan uzak olunsa bile, Japonya ile Çin Pasifik’teki yapay adalar için teyakkuzdalar. Ve Çin askeri amaçlarla denizden gelebilecek saldırılara karşı bu adaları tahkim etme uğraşında.

EMPERYALİST VE ULUSAL DEMOKRATİK SAVAŞLARIN ZAMANDAŞLIĞI

Şimdilik ateşkes uygulanıyor olsa bile, Avrupa’da Ukrayna bir silahlı çatışma bölgesi durumunda.Başta Almanya olmak üzere yayılmacı Avrupalıların el attıkları, Rusya’ya karşı Amerikan emperyalizmi tarafından kışkırtılan “Meydan” faşistleri bir darbeyle ve kan dökerek Ukrayna’da iktidarı ele geçirdiklerinde, ülkenin doğusundaki maden bölgesinden güç alan iktidardaki Rus yandaşı V. Yanukoviç direnemeyip kaçtı.Madencileri başta olmak üzere nüfusun önemli bir kısmı Rus olan doğu Ukrayna halkı Donbass bölgesinde Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri’ni kurdu. Rusya ise, tarihsel ilişkilerini ileri sürerek Ukrayna’nın elinde kalmış olan donanmasının geleneksel üssü Kırım’ıişgal etti. Donbass’a da dolaylı ve doğrudan yardım ediyor.

Şimdi bölgede iki savaşın ateşkesi yaşanıyor, ancak tek bir savaşla yüz yüze olunmadığı ortada. Ukrayna’yı ele geçiren faşist iktidarla Donbass arasında ve Rusya ile ABD ve Avrupalı emperyalistlere vekillik eden Ukrayna arasında.Donbass’ın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın hem faşist zorbalık karşısında demokratik hem de Ukrayna’nın emperyalist destekleri dikkate alındığında ulusal bir savaş olduğu tartışma götürmez. Ancak kim bölgedeki asıl savaşın bu olduğunu iddia edebilir?

Kuşkusuz demokratik ve ulusal savaşlar emperyalizm koşullarında mümkün olmakla kalmaz; sosyalist nitelikli ayaklanma ve savaşların yanı sıra ve genellikle onunla birleşme eğilimi göstererek,emperyalizm ve proleter devrimler çağının bir diğer devrimci bileşenini oluşturur. Marksistler başından beri ulusların emperyalizmden kurtuluş savaşlarını desteklemiş ve daha da ötesinde bu savaşlara önderlik etmeye çalışmışlardır. Lenin I. Büyük Savaş koşullarında emperyalist ilhaka karşı ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunup ayaklanma ve kurtuluş savaşlarını destekleyerek, bunun yadsınabilecek türden bir şey olmadığını belirtmiştir.

Herhalde ilhaka uğramış olan Belçika’nın,Sırbistan’ın, Galiçya’nın, Ermenistan’ın, kendilerini ilhak etmişolan ülkelere karşı ‘ayaklanmalarını’, ‘yurt savunması’olarak nitelendireceklerini, ve bunda haklı olacaklarını yadsımayakalkışacak kimselerin ortaya çıkması pek olası değildir.[8]

Ancak aynı Lenin “ezilen ulusların özgürlüğü ve ayrılması uğruna mücadele”nin hak olarak tanınması ve desteklenmesi genel doğrusundan, örneğin I. Büyük Savaş’ta Almanya tarafından işgal edilmiş olan “Hollanda’nın bağımsızlığının birinci dereceden önemli bir sorun olduğu sonucu çıkarılama”yacağını[9] söylediğinde ya da teorik yaklaşımlarını hatalı bulmasına karşın bütün-parça ilişkisi nedeniyle ve “şu anda bir emperyalist krallığın uşağı durumuna düşmeden bu konuda bir şey yapama”yacakları için pratikte önerilerini doğru bularak, “Polonya sosyal demokratları, şimdilik, Polonya’nın bağımsızlığı sloganını ileri sürmeden, hem küçük hem büyük ülkelerde proleter savaşın birliği için savaşım verirler[10]dediğinde şüphesiz bir yanlışa düşmüş olmamaktadır.

Bir adım daha atıldığında, Ukrayna’daki duruma daha yakından benzeyen tarihsel bir örnek olarak, I. Büyük Savaş koşulları ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan ayrılıp bağımsız bir devlet kurma mücadelesi veren Sırpların ulusal mücadelesine ilişkin Lenin’in söyledikleri öğreticidir. Lenin “emperyalizm çağında ulusal savaş ve devrimlerin olanaksızlığı” tezini savunan Juniusbroşürünü yayınlayan sol-kanat sosyal-demokratları (komünistleri) Marksizmi karikatürleştirdiklerini söyleyerek eleştirir ve ulusal savaşların tamamen olanaklı olduğunu açıklar. Ancak genel yaklaşımlarını eleştiren Lenin, broşürü yayınlayanların haklı oldukları yerleri de belirtir. Bu kez Hollanda’nın yanı sıra Sırbistan’ın da sözünü eder:

Junius, bugünkü savaşın ‘emperyalist havası’nın ağır bastığına dikkati çekmekte, Sırbistan’ın arkasında Rusya’nın, ‘Sırp milliyetçiliğinin ardında Rus emperyalizmi’nin olduğunu, ve bu savaşa meselaHollanda’nın katılmasının yine emperyalist birhareket olacağını, çünkü Hollanda’nın önce kendisömürgelerini savunacağını, ikincisi emperyalist koalisyonlardan biriyle ittifaka gireceğini belirtmekteçok haklıdır. Bugünkü savaş için tartışma götürmez bu. Bundan başka Junius kendince en önemli sorunun ‘şu anda Sosyal-Demokrat siyasetine hakimolan’‘milli savaş hortlağı’ ile mücadele etmekolduğunu belirtiyor (s. 81), ki bu bakımdan da görüşlerininhem doğru, hem de yerinde olduğunu kabuletmemiz gerekir.

Yanlış olan, sadece, bu gerçeği abartmak,Marksizmin şart koştuğu somutluk ilkesinden ayrılmak,bu savaş hakkındaki değerlendirmemizi emperyalizm çağında mümkün olabilecek bütün savaşlara uygulamak, emperyalizme karşı milli hareketlerigörmezlikten gelmektir. ‘Milli savaşlar artık mümkün değildir’ tezinin tek dayanağı, dünyanın biravuç ‘büyük’ emperyalist devlet arasında pay edilmişolduğu, bu nedenle bir milli savaş olarak başlasabile her savaşın emperyalist devletler yada koalisyonlardanbirinin çıkarlarına bağlı bir emperyalistsavaşa dönüştüğü iddiasıdır (Junius, s. 81 ).[11]

Lenin’e göre, emperyalist savaşlar hem iç savaşlara hem de ulusal savaşlara dönüşebilirler ve hiçbir şeyin abartılarak mutlaklaştırılmaması gerekir.

İngiltere ve Fransa yedi yıl savaşında sömürgeler için döğüştüler. Yani emperyalist bir savaşta döğüştüler. Fransa yenildi ve bazı sömürgelerini elden çıkardı.(…) sonra Kuzey Amerika Devletleri’nin yalnız İngiltere’ye karşı milli kurtuluş savaşı başladı. O zaman Fransa ve İspanya İngiltere’ye baş kaldıran Devletlerle bir dostluk antlaşması imzaladılar. İngiltere’ye karşı besledikleri düşmanlıktan ötürü, yani kendi emperyalist çıkarlarını gözettikleri için yaptılar bunu. Fransız askerleri Amerikan birlikleriyle aynı safta İngilizlere karşı savaştı.

Burada gördüğümüz bir milli kurtuluş savaşıdır; emperyalist rekabetin bu savaştaki yeri yedektedir vepek önemli değildir. 1914-16 savaşında gördüğümüz ise bunun tam karşıtıdır, (belirleyici hakim unsur olan emperyalist rekabet yanında AvusturyaSırp Savaşının milli yanı pek de önemli değildir).Onun için, emperyalizm kavramını rastgele uygulamakve bundan milli savaşların ‘imkansız’ olduğusonucunu çıkarmak saçmalıktır.[12]

SURİYE’DE İÇ İÇE GEÇEN EMPERYALİST VE ULUSAL SAVAŞ

Donbass’ta Ukrayna’ya karşı yürütülen yalnızca Ukrayna’ya karşı bir savaştan ibaret olsa, orada aynı zamanda ABD ve Avrupalıların Rusya’ya karşı henüz vekaletle ve örtülü yürüttüğü bir başka savaş sürmüyor olsa ve olan biten sadece Donbass’a özgü olmakla kalsa, üzerinde bunca durmaya gerek olmayabilirdi. Ancak son derece benzer bir savaş, bizi çok yakından ilgilendirerek, Suriye’de sürmektedir. Sadece tarafları değişiktir.

Ortadoğu’da süren kapsamlı savaş ve savaş hazırlığını, İran’ın ABD tarafından hedefe konmasını, Körfez ülkelerinin yanı sıra Mısır ve Ürdün’ün katılımıyla bir Arap NATO’su oluşturma ve bu ülkelerle İsrail’i yan yana getirme çabalarını, Irak’taki normalleşmeyen koşullarla Yemen Savaşı’nı şimdilik ayırarak, Suriye üzerinde durulursa…

Donbass’taRusya sınırlarında süren savaşa, Ukrayna’da iktidarı ele geçiren faşistler tarafından Amerika ve Avrupalılar davet edilmiş ya da kendilerini davet ettirmişlerdir. Ukrayna AB’ye katılmak üzere müracaat etmiştir. Suriye’deyse Esad iktidarınca davet edilen Amerika ve Avrupalılar değil, ama tersidir; burada davetli olan Rusya’dır. Ukrayna’da ulusal ve demokratik bir savaş vermekte olanDonbass üzerinden bu ülkede tutunmaya çalışan ve Kırım’ı ilhak eden Rusya’yken, Suriye’de durum yine tersidir. Esad rejiminin destekçisi Rusya ev sahibi pozisyondadır, ülkede tutunmaya çalışanlarsa ABD’yle“IŞİD KarşıtıKoalisyon”un ortakları olan Avrupalılar, Batılılardır ve İsrail’dir. ABD, ulusal demokratik bir savaş yürütmekte olan PYD ve YPG ile SDG üzerinden Suriye’de tutunma uğraşındadır.

Bu ülkede de iki savaş bir arada sürmektedir. Vekiller giderek ikinci plana düşerken, asıl savaşın Suriye ve bölgeyi paylaşma kavgası içindeki ABD ile Rusya arasında olduğu tartışmasızdır. Taraflar hala açıktan birbirlerine silah çekmemişlerdir, ancak arada “yanlışlıkla” birinin ya da diğerinin mevzileriyle silahlı birliklerinin bombalandığı ve uçaklarının düşürüldüğü olmaktadır. ABD’nin kendisiyle birlikte davranmakta olan ortakları olduğu kadar, Rusya’nın da birlikte davranmakta olduğu ortakları vardır ki, başlarında İran vardır. Uzaktan destekçi Çin’dir. Yalpalamalı ortak Türkiye, Kürt sorunu eksenindeki kendi çıkarları peşinde bir o tarafa bir bu tarafa salınmaktadır. Astana Süreci’nde Rusya ve İran’la ortaktır, ama bu ikisinin arkasında durdukları Esad’a karşı tutumda onlardan ayrılmakta ve bugünkü tutumları Esad’ı devirmekten uzaklaşmış olsa bile, geleceği onunla planlamayan ABD ve Batılılara yaklaşmaktadır.

İkinci savaş, genel kapsamıylaKürtlerin ulusal kurtuluş savaşı olan savaştır. Farklı bir önderlik altında Irak’ta yürüyen bu kapsamdaki savaş, Kürtlerin yerleşik oldukları bölge devletlerine (Türkiye, İran, Irak, Suriye) yayılmış olarak sürmektedir. Kürtler, bu ülkelerden kiminde üs bölgelerine sahiptir, bölge devletlerinin birbirleriyle ve kendileriyle ilişkileriyle tutumlarını değerlendirerek kimini savaş alanı haline getirmiş, kiminde az-çok barışçıl mücadeleyi öne çıkarmış, Suriye Rojava’da ise devletleşme yönünde adımlar atmışlardır. Yürüttükleri, kesinlikle küçümsenir bir savaş değildir. Ancak giderek ve her geçen gün daha çok bölgedeki ikinci savaşın, emperyalist paylaşım savaşının ağırlığı altında kalma eğiliminde olduğu da ortadadır. Emperyalizmi değil, ama bölge devletlerini hedef almış olan Kürt ulusal savaşı, hedefine koymadığı emperyalistler arasında süren savaştan, emperyalistlerin çıkar, yönelim ve dayatmalarından giderek daha fazla etkilenmekte, emperyalistler ve aralarındaki savaşın baskısı altında yolunu bulmaya çalışmaktadır. Bunun kolay ve hatta başarılabilir olmadığı, hatta güç ilişkileri nedeniyle, emperyalistler ve aralarındaki rekabetin ağırlığı altında, sürmekte olan hegemonya çekişmesine kurban gitme olasılığının hayli yüksek olduğu anlaşılır bir şeydir.

Kürt ulusal hareketinin de bir güce ve daha da önemlisi -siyasal ve askeri gelişmelerden etkilenip azalıp çoğalsa da- kitlesel dayanaklara sahip olduğu ve bu nedenle emperyalistler tarafından dikkate alındığı söylenmelidir. Hesaba katılmayıp ihmal edilecek türden görece küçük bir güçten söz edilmiyor. Hatta başta Türkiye ve ABD, bölgedeki varlıklarını Kürtler üzerinden gerekçelendirip açıklıyorlar. Görece büyük ve önemli müttefiki Türkiye’yi, hem de Rusya’ya doğru iterek, gözden çıkarmasa bile ikincilleştirmeyi göze alarak Kürtleri silahlandıran ABD açısından bu gerekçelendirmenin daha büyük bir öneme sahip olduğu açıkça görülüyor. Diğer bölge devletleri ve rakipleriyle ilişkilerine göre bazen Suriye’de “federasyon”dan söz eden bazen de Türkiye’yi “Fırat’ın doğusuna” yönelten Rusya’nın Kürtler ve Kürt hareketini yok saymayıp hesaba kattığıysa biliniyor. Ancak yine de emperyalistlerin gücüyle karşılaştırıldığında bu güç oldukça küçüktür ve emperyalist çıkarlar gerekli kıldığında kısmen ya da tamamen gözden çıkarılabileceği tarihsel örneklerle kanıtlıdır.

Barzani Irak’ta kaç kez kaderiyle baş başa bırakılmıştır. Bir önceki kaderine terkediliş, I. Körfez Savaşı’nın hemen ertesinde Irak’ın Kuveyt’ten geri çekilişi dönemidir ki, Halepçe Katliamı’yla belleklere kazınmıştır. Son terkediliş, IKBY’nin düzenlediği Bağımsızlık Referandumu dönemidir. Dört devlette örgütlü ve faal durumdaki Kürt ulusal hareketi bakımındansa bir köklü darbe Öcalan’ın Amerikalılar tarafından ele geçirilerek Türkiye’ye teslim edilmesiyse, bir diğeri ittifaka rağmen “Fırat’ın batısı bizi ilgilendirmez” denilerek Afrin’in kaderine terkedilmesidir. En son, yalnızca “kaderine terk edilme” ile açıklanamayacak kendini dayatma ve “dizayn etme” tutumu, üç PKK yöneticisinin başına konan milyon dolarlık ödüllerde yansımıştır.

Her şeye rağmen, Suriye odaklı olarak “dar” Ortadoğu’da halen iki savaş sürmektedir: Birincisi, ABD ve Rusya’nın karşı karşıya geldikleri emperyalist karakterli savaştır; ikincisiyle Kürt ulusal savaşıdır. Dolayısıyla bölgenin tek başına ele alınacak Kürt Savaşı ile anlaşılıp çözümlenemeyeceği, bölgedeki kapışmanın ve savaşan güçlerin mevzilenmesinin bu savaş ekseninde açıklanamayacağı bilinmelidir.

Emperyalizm ve yeni bir emperyalist paylaşım savaşına doğru gelişmekte olan emperyalistlerin aralarındaki paylaşım kavgasının karşısına, tıpkı Lenin’in günlerinde olduğu gibi, asıl olarak dünya ölçeğinde proletarya devrimleriyle çıkılmasından başka çare ve yol yoktur: Savaşı önlemek için mücadele ve patlak verdiğinde savaşın iç savaşa dönüştürülmesi. Emperyalizme karşı dünya proletaryası ve ezilen halkların birleşik mücadelesinin yükseltilmesi, dünya proletarya devrimi sürecinin bu iki bileşeninin emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı mücadelenin dayanağı kılınması -yürünecek yol burasıdır.

[1]Lenin, Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları.pdf, sf. 107-108

[2]Age, sf. 79

[3] Age, sf. 107

[4]Age, sf. 110-111

[5] Engels, Anti Dühring, Sol Yayınları.pdf, sf. 440-441

[6] Engels, Anti Duhring, Sol Yayınları.pdf, sf. 433

[7] ABD, çelik ve alüminyumun yüksek vergilendirilmesinin ardından önce Temmuz başında Çin’den ithal ettiği toplam 34 milyar dolarlık 800’den fazla ürüne %25 ek gümrük vergisi koydu. 16 milyarlık 300 ürünlük ikinci bir vergilendirme listesininse Temmuz sonunda açıklanacağı duyuruldu. Misilleme gecikmedi ve Çin 34 milyar dolarlık ABD ürününe koyduğu gümrük vergisini yükselterek yanıt verdi ve 16 milyarlık ürün için aynı yükseltmeyi yapacağı uyarısında bulundu. Bu kez Amerikan yanıtı el yükseltmek oldu: ABD, toplam 200 milyar dolarlık 5000’den fazla Çin ürününe %10’luk ek vergi koymuş, Çin’in yeni bir misillemesi durumunda ek vergi koyduğu Çin ürünleri toplamını 550 milyara kadar yükselteceğini açıklamıştı.

[8]Lenin, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları 8. Baskı.pdf, sf. 149-150

[9]Lenin, Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Ant Yayınları.pdf, sf. 166

[10]Age, sf. 169

[11] Age, sf. 226-227

[12]Age, sf. 229-230