Yusuf Akdağ
Türkiye, devlet olarak kuruluşunun üzerinden yüzyıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, burjuva demokratik hak ve kuralların geçerlilik kazanamadığı ülkeler kategorisinde olmaya devam ediyor. Halk yığınlarının askeri darbelerle, faşist ara rejimlerle, antidemokratik baskı yoğunluklu yönetim biçimleriyle zapturapt altına alınmasıyla karakterize olan bu uzun süreç boyunca, birbirleriyle de iktidar dalaşına giren tüm burjuva ve militarist klikler, “millet iradesini temsil“ ve “Türk demokrasisini savunma ve geliştirme“ iddiasını sürdürdüler. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde bu iddialar yinelendi. Ancak, iktidar gücünün seçim sonuçları karşısında izlediği politika ve YSK’ya aldırılan İstanbul seçimlerini yenileme kararı, “demokratik seçimler“ üzerine burjuva propagandanın ikiyüzlülüğünün ve “tek adam yönetimi“nde inşasına girişilen rejimin faşizme yol almasının yeni bir göstergesi oldu. Saray iktidarı, işçi sınıfına, kent ve kır emekçilerine, kadınlara, gençlik kesimlerine ve Kürtlere yönelik politikalarına duyulan tepki birikiminin muhalif kesimlerin adaylarına oy desteği olarak şekillenmesini “düşmanca“ bir gelişmenin göstergesi saydı ve seçmen iradesini aleni şekilde çiğneyerek tanımadı.[1]
2019 Mart sonu yerel seçimleri, burjuva partilerinin toplumsal sınıf ve kesimlerle, devlet iktidarı ve kurumlarıyla ve birbirleriyle ilişkilerinin seyri yönünden bazı verileri daha açık hale getirdi.[2] Bu verileri ve bağlı olarak ortaya çıkan sonuçları, a-) iktidar partisi başta olmak üzere sermaye partilerinin halk yığınlarıyla ve toplumun diğer kesimleriyle kurduğu bağların karakteristik özellikleri, ve b-) bu ilişkilerin toplumsal yaşam ve gelişme düzeyi açısından gördüğü işlev esas olmak üzere başlıca iki açıdan irdelemek, yalnızca önümüzdeki dönemin kuvvetle muhtemel gelişmelerine işaret etmek açısından değil, gelişmelerin toplum bünyesinde yarattığı “yarılma”nın sınıf karakteri ve boyutlarının anlaşılır olması açısından da önem taşımaktadır.
Siyasal baskı ve yasak çemberine alınmış olmalarına rağmen, “seçmen iradesi“ne işaret eden oyların çoğrafi-demografik dağılımı, ekonomik sosyal ve kültürel boyutlu toplumsal değişim hakkında olduğu gibi, bu değişimin açığa çıkardığı ve kentlerle bölgeler bakımından belirli farklılıklar gösteren politik yönelişler açısından da bazı sonuçlara işaret etmektedir. Erdoğan-Bahçeli cephesi ülke nüfusunun yüzde 36’sını oluşturan (İstanbul 16 milyon; Ankara 5,5; İzmir 4.3, Antalya 2.4, Adana 2.2 milyon) ve Gayrısafi Milli Hasıla’nın(GSYH) yüzde ellisinden fazlasını üreten (İstanbul % 31.2, Ankara % 9, İzmir % yüzde 6.1, Antalya %3, Adana %2) 5 büyük kentte kaybetti.
Kapitalist gelişme bakımından en ileri durumda olan bu kentlerle çevreleri, kent emekçilerinin yığılma bölgeleri arasında önemli yer tutmalarının, işçi yoğun merkezleri oluşturmalarının yanı sıra, okullaşmanın sayısal ve oransal büyüklük olarak en fazla görüldüğü ve özellikle de üniversite gençliğinin toplandığı kent ve bölgelerin başında yer alıyorlar.[3] Bu durum ve başlıca bu unsurlar, ekonomik-sosyal ve kültürel hayattaki yerleriyle de bağlı olarak bu kentlerde ortaya çıkan sonuçların ülke düzeyinde etkiye sahip olmasına yol açmaktadır. “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır” diyen, ya da tersinden ifadeyle “İstanbul’u kaybedersek Türkiye’yi kaybederiz” uyarısında bulunan Erdoğan, olumsuz bir sonucun ülke düzeyindeki etkisinin farkındaydı. AKP-MHP ittifakı, sadece İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı değil, aralarında Ankara, İzmir, Adana, Mersin ve Antalya gibi, ülkenin iktisadi-sosyal bakımdan en gelişmiş kentlerinin çoğunda seçim yenilgisi aldı. Buna karşın “taşra” olarak da adlandırılan bölgelerde-örnek olsun “İç Anadolu”da ve Karadeniz bölgesinde, ortalamanın üzerinde oy desteği gördü. Ülke düzeyinde uygulanan “milliyetçi muhafazakâr” ve “İslamist” politikalar daha az gelişmiş kentlerde ve bağlı beldelerde daha fazla destek görürken, sınıf çelişkilerinin daha örtüsüz yaşandığı gelişmiş kentlerde daha az destek görüyordu. Bu durum AKP-MHP cephesinin başlıca sanayi bölgelerinde, kültürel bakımdan daha gelişkin kentlerde destek yitimine uğradığı halde, “taşra”da; kırsal alanlarda neden daha fazla destek gördüğü sorusunu gündeme getirdi.
Bu makalede, 31 Mart seçimlerinin sonuçlarını belirleyen, yansımaları bu sonuçlarda açığa vurulan etkenleri; toplumsal gelişme düzeyine de işaret ederek kentleşme ile seçim sonuçları arasındaki ilişkiyi irdelemeye çalışacağız. Bunun için öncelikli hareket noktamız, toplumsal değişim ve gelişmenin sosyopolitik karakteri, boyutları ve niteliğini de işaret etmek üzere kır-kent farkı ve kırlardan kentlere nüfus akışının yol açtığı demografik, sosyolojik, kültürel ve politik değişim olacaktır.
A-) SINIF ÇELİŞKİLERİNİN YOĞUNLAŞMA MERKEZİ OLARAK KENT; TOPLUMSAL GELİŞME VE SOSYO POLİTİK
Toplumsal gelişme düzeyine işaret eden olgulardan biri olarak kentleşme[4], sosyo ekonomik ve sosyopsikolojik etkileriyle tekil bireyleri toplumsal birey olma yönünde biçimlendirici işlev görür ve sınıf çelişkileri ve çatışmalarının daha ileri düzeyde ortaya çıkmasına ve yaşanmasına yol açar. Daha ileri toplumsal ilişkiler “bütünü“, bu ilişkiler içinde yer alan bireylerin düşünüş, davranış ve seçişlerinin, toprağa bağlı, kırsal-dar ilişkiler tarafından sınırlanmış, geçmişten devralınan geleneksel tutucu anlayışların etkisine daha fazla açık olan kesimlere kıyasla daha sınıfsal ya da sınıfçı olmasını olanaklı kılar. Eski köylü -“yeni kentli” kitleler, çok yönlü ve çok boyutlu yeni sorunlarla yüzyüze gelerek bu sorunlarla boğuşurken, bir yandan kent yaşamına “adapte olma”ya zorunlu kılınır, diğer yandan sömürülenlerle sömürenler arasında sürüp gitmekte olan mücadeleye kendi çıkarları doğrultusunda katılmaları ölçüsünde, hakim sınıf ve temsilcilerinin etki alanından çıkar ve kendileri gibi olanlarla birleşmeye yönelirler. Gerek burjuva devriminin gerek proleter hareketin ve proletarya devrimleri ve ayaklanmalarının gelişme seyri, Lyon, Manchester, Paris, Milano, Floransa, Bologna, Petersburg, Moskova, Selanik, İstanbul vb. gibi kent merkezlerinin, modern sınıf mücadelesinin, dolayısıyla da ilerici demokratik düşüncelerin karşılık bulmasının maddi koşullarına öteki yaşam alanlarına göre daha fazla sahip olduğunu göstermektedir. Kapitalist eşitsiz gelişmenin ülkeler ve bölgelerarası farklılıklara yol açarak gerçekleşmesi bir yana bırakıldığında, ekonomik sosyal yaşamın daha ileri düzeyine işaret eden kentleşmeyle birlikte, sınıf çelişkileri daha belirgin biçimler alır ve daha geniş alanlara yayılır. İstanbul, Gebze, Kocaeli, Bursa, İzmir hattında kurulu sanayi “havzası”nda çalışan emekçilerin geçmişten devraldıkları geleneksel dini- kültürel önyargı ve anlayışların hala devam etmekte olan güçlü etkisine karşın, çalışma ve yaşam koşularını iyileştirme güdüleriyle hakları için mücadele yolunu tutmaları bir veridir. AKP‘nin, büyük kentlerde oy kaybına rağmen, İç Anadolu ve Karadeniz bölgesinin çok sayıdaki kentinde yüzde 50’ler ve üstü oranda destek görmeye devam etmesi de, -ilişkinin mutlaklaştırılmaması koşuluyla- bu yöndeki verilerden biri olarak alınabilir.
Kentlerin oluşumu ve kentlileşme, olağan durumda, toplumların ekonomik, sosyal, kültürel yaşamlarında ilerletici işlev görür. Kentler, ekonominin ve ticaretin merkezinde yer alır ya da bu merkezleri oluştururlar. İstanbul, Kocaeli, İzmir, Bursa, Ankara, Antalya, Mersin gibi kentlerin “çekim merkezi“ olmasında, sunduğu iş olanaklarıyla birlikte yüksek okul ve üniversitelerin en çok bulundukları yerler olmaları da rol oynamış; bu da kent yaşamıyla bağlı sosyal-kültürel değişimin daha fazla insanı etki altına almasını sağlamıştır. Ancak, başka kapitalist ülkelere kıyasla hızlı göç sirkülasyonu ve “kentleşme”nin yaşandığı bir ülke olan Türkiye’de yaşanan kentleşme çok boyutlu sorun ve açmazlarla birlikte gerçekleşmiştir. Üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun hale gelen ve kent yaşamının daha ileri olanaklarından yararlanma güdüsüyle kentlere yönelen emekçiler kentlerde çok boyutlu sosyal, ekonomik ve sosyopsikolojik sorunlarla başbaşa kalmışlar; altyapı ve konut yetersizliği, işsizlik, ulaşım sorunları başta olmak üzere yeni türden sosyal-ekonomik sorunlarla yüzyüze gelmişler, kültürel kozmopolitizm ve sosyopsikolojik çeşitli diğer etkenlere bağlı olarak birbirleriyle ve kent yaşamıyla ilişkilerinde açmaza düşmüşlerdir.[5] Bu olgu, son on yıllarda milyonlara ulaşan “Kürt göçü”-buna şimdi Suriye ağırlıklı Arap nüfus da eklenmiştir-açısından daha da çarpıcıdır. Bölgede kırsal yaşam tahrip olmuş, bölgenin nispeten gelişmiş kentlerine ve Batı’daki büyük kentlere göç eden, ve toplamda yüzbinleri bulan insan kitlesi, bu yeni yaşam alanlarında sosyal, ekonomik ve sosyopisikolojik çok yönlü ve boyutlu sorunlar yumağıyla yüzyüze gelmiş; plansız ve sağlıksız yapılaşma, gecekondulaşma, yaşam alanlarının tahribi ve kirliliği, su, enerji, kanalizasyon, atık toplama gibi belediye hizmetlerinin yetersizliğiyle birlikte eğitim, sağlık, kültürel hizmetler gibi merkezi iktidar politikalarıyla bağlı sorunlar nedeniyle oldukça ağır koşullarda yaşamaya mahkum bırakılmışlardır.
Ancak kentleşmenin ve ekonomik gelişmenin yüksek bir düzeyinin, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi yararlarına politik-ideolojik yönelişlerini hemen ve doğrudan sağlaması beklenemez. Gelişmelerin ileri bir düzeyinde daha açık hale gelen karşıtlıklar, emekçileri sermaye ve partilerine karşı güvensizliğe ve uzaklaşmaya yöneltirken, egemen ideolojik kuşatma onları sisteme ve partilerine bağlı olmaya zorlar. Burjuva devlet iktidarı ve tekelci kesimi başta olmak üzere kapitalistlerin dini ve milliyetçi ideoloji aracıyla oluşturdukları ve toplumsal düzeyde işlev gören ideolojik-politik etki, işçileri ve kent yoksullarını sömüren ve yağmacı sınıf ve kesimlere “yakınlaştırır”, ya da yedeklenmelerini olanaklı kılarken, metal grevi sırasında açıklıkla görüldüğü üzere, ücret, sosyal haklar, çalışma ve yaşam koşulları gibi ekonomik sosyal sorunlar, onlara karşı mücadeleye yöneltir. 24 Haziran 2018 Genel ve 31 Mart 2019 yerel seçimleri, birbirleriyle bağlı bu iki yön açısından da bazı unsurlara işaret etmektedir. Bunlardan ilki, gerici ve faşist siyasal akım ve partiler, bu sosyal tabanı, on yıllar boyunca, geleneksel önyargılarla, şoven milliyetçi ve dini ideolojik etkiyle yönlendirme politikası izleyip sınıfsal çelişki ve çatışmaların üzerini örten kara propagandayla sermaye yararına “konsolide” etmeyi sürdürdükleri, “muhafazakâr milliyetçi taban” üzerindeki etkilerinin hala ciddi boyutlarda olmaya devam ettiğidir. İkincisi ise, bu etkiye rağmen, söz konusu sosyal tabanın toplumsal değişim etkenlerinden “azade” olmadığıdır.
B-) TOPLUMSAL DEĞİŞİM VE BİREYLERİN SİYASAL TERCİHLERİNE ETKİSİ
Türkiye, kapitalist gelişme sürecine geç girmiş bir ülke olmasına rağmen, belirli dönemlerde daha hızlı olmak üzere kır ilişkilerinin çözülmesi ve kente nüfus akışı, doğurduğu sosyo ekonomik ve sosyo kültürel yeni ve ek sorunlarla birlikte kentleşmenin önemli bir dinamiğini oluşturdu. Kuruluş sonrası dönemde, özellikle de 1930’lu yıllarda devlet destekli ekonomik gelişmeden (devlet kapitalizmi uygulaması) güç alarak artan sermaye birikimi ve genişleyen iç pazarı dayanak edinen sermaye grupları, süreç içinde gereksinim duydukları ucuz işgücünü, asıl olarak kırdan kente nüfus hareketleri sonucu ortaya çıkan bu işsiz emekçiler kitlesinden sağladılar. Burjuva üst tabaka, emperyalist ülkelerle mali, ticari ilişkileri, “Osmanlı’dan arta kalmış” biçimleriyle devralmasının yanısıra, kurulan yeni devletin sağladığı desteklerden de yararlanarak ucuz işgücü sömürüsüyle palazlandı. 1950’lerde hız kazanan kentleşme, 1965 sonrası dönemde yıllık bazda yüzde 3.6 ile yüzde 7.2 arasında değişen; ileri kapitalist ülkelerle kıyaslandığında oldukça yüksek bir orana ulaştı. 1980’lerde ise, uluslararası gelişmelere bağlı olarak neoliberal ekonomipolitikaların yanısıra, siyasal baskı ve zor nedeniyle kentlere yönelik göç arttı.[6]
Tarımsal arazilerin, nüfusun artmasına bağlı bölünmesi ve asgari gereksinimlerin karşılanmasına yetmeyecek duruma gelmesi (bireysel üreticinin üretim araçlarından yoksun duruma düşmesi), tarımsal üretimde “aile ekonomisi” yerine pazar ekonomisine geçiş, tarımda makineleşmenin işgücü fazlasına yol açması; küçük ve orta boy işletmelerin iflasına neden olan bağımlı ekonomi politika, verimsizleşme ve kişi başına gelir düşüklüğü, eğitim sorunları; “teröre karşı mücadele” adına köylerin boşalmasına yol açan siyasal baskı ve zor vb. gibi etkenler kırdan kente göçün artmasında rol oynadı. Makine kullanımının yaygınlaşması ve büyük toprak sahiplerinin pazara yönelik üretim için ücretli emek gücü kullanımına giderek daha fazla başvurmaları, kapitalist gelişmenin kırda daha ileri boyutlar kazanmasını sağlarken, ulaşım ve iletişim araçlarında kaydedilen gelişme, kentlere yönelik nüfus hareketlerini kolaylaştırdı.[7]
Devlet iktidarının demografik sosyal politikaları göçün bir diğer etkeni olmuştur. Kuruluş yılları ve hemen sonrasında baş vurulan “mübadele” ve “nüfus mühendisliği” politikaları bu yöndeki ilk adımlardı. Sonraki süreçte, özellikle de 1980’li-‚90‘lı yıllarda Kürtlere yönelik baskı ve zor politikası, yüzbinlerce kişinin(bu rakam süreç içinde milyonlara ulaşmıştır)[8] bölgenin Diyarbakır, Antep gibi nispeten gelişmiş kent merkezlerine ya da İzmir, Mersin, Adana, İstanbul, Bursa gibi ülkenin Batı bölgelerindeki kentlere göç etmesine yol açtı.
Kapitalist gelişme düzeyine bağlı olarak farklılık gösteren toplumsal ilişkiler bireylerin ve toplumsal grupların düşünce ve davranışlarının şekillenmesi ve değişiminin etkenidirler. Değişim kırsal alanlarda nispeten daha geri bir düzeyde ve daha yavaş gerçekleşmektedir. Dini önyargılara dayalı anlayışlar bu alanlarda daha fazla etkiye sahiptir. Bireylerin düşünce ve davranışları geçmişten gelen önyargılarla ve belirli kalıplaşmış inanış biçimleriyle daha katı şekilde çevrelenmiştir. Muhafazakâr tutucu anlayışların etki gücü daha fazladır. “Türk milliyetçisi İslamist” anlayış ve propaganda bu sosyo kültürel ortam ve dayanaklardan güç alarak taşrada daha fazla etkin olmakta ve seçimlerde oy desteğine dönüşebilmektedir.
Ancak bu katı ve değişmez bir durum değildir: Eski kapalı ve tecrit edilmiş durum ortadan kalkmıştır. Ulaşım ve iletişim araçlarındaki gelişme, kent-kır ilişkilerinin kapitalist gelişme ile birlikte ve ülke pazarının oluşması sonucu daha “girift hale gelmesi”, kırın da uyanmasına yol açmaktadır. Kır ilişkilerinin çözülmesi ve kırsal nüfusun süreç içinde giderek artan şekilde kapitalist toplumsal ilişkiler içine çekilmesi, toplumun daha geriden gelen ve deyiş yerinde ise “uykudaki” kesimlerini de maddi nesnel olguların sert gerçeklikleriyle karşılaştırmakta ve olup gitmekte olanları sorgulamaya yöneltmektedir. Kır emekçileri ve kırdaki üreticiler, son on yıllarda, ekonomik sosyal çeşitli sorunlarla daha fazla yüz yüze geldiler.
Türkiye, önceki on yıllarda tarımsal ürün üretiminde “kendine yeter” düzeyde bir ülke konumunda iken, buğday, pirinç, patates, soğan dahil çok sayıdaki tahıl ve gıda ürünlerini, canlı hayvan ve et ürünlerini ithal eder duruma getirildi. Tarımsal ilaç, gübre, tohum gibi “girdi madde” ithalatındaki artışların da etkisiyle fiyatlar yükselirken, teknolojik gelişmelere rağmen, giderek artan üretim maliyetleri nedeniyle üretim sürdürülemez duruma geldi ve iflasa sürüklenen üreticilerin sayısı yıldan yıla arttı.[9]
Dar ve kapalı üretim alanlarındaki nüfusun büyük kesimlerinin daha gelişmiş sosyal ve ekonomik ilişkilerin yaşandığı alanlara doğru sürüklenmesine yol açan ekonomik zorunluluklar (toprağın yetmemesi, işsizlik ve yoksulluk, siyasal erkin karar ve dayatmaları vb. gibi), büyük kentlere yönelen ve bu kentlerin kenar bölgelerinde bir araya gelen yoksul kitlelerini oluşturan emekçileri yeni sorunlarla yüz yüze getirmenin yanı sıra, kentin sosyo iktisadi ve sosyo kültürel “yapısı” ve ilişkilerinden etkilenmesine de neden olmaktadır. Maden, metal, inşaat ve tekstil işkollarında çalışan işçilerin büyük çoğunluğu kırsal nüfusun kentlere ‘akın etmiş kesimleri’nden oluşmuştur. Milliyetçi muhafazakar ideolojik politik etki altında olan ve burjuvazinin çıkarlarını koruma aygıtı olan devleti, öğretilmiş olana uygun düşecek biçimde “baba devlet” olarak algılayan bu büyük çoğunluk, altyapı hizmetleri, konut sorunu, yaşam alanlarının tahribi, ücret, işsizlik, çalışma koşulları, yoksulluk, hayat pahalılığı gibi doğrudan doğruya kendi yaşamlarıyla ilgili sorunlar dolayısıyla sermaye partileri ve hükümetleriyle, devlet güçleri ve kurumlarıyla karşı karşıya geldikçe, gerçeklere uyanmakta ve egemen sınıfın politik temsilcileri ve kurumsal güçleriyle aralarına sınır koymaya yönelmektedir. AKP-MHP cephesinin “millet iradesi”, “ülke ve millet çıkarı”, “beka sorunu”, dış düşman ve “terör” propagandasıyla ardısıra sürüklemeye çalıştığı işçi ve emekçilerin önemli kent merkezlerinde, gerici ve faşizan güçlerin prangalarından kurtulma eğilimine girmeleri, ve bu eğilimin son iki seçim sonuçlarına yansıması, sınıf mücadelesinde yeni bir evreye yol alındığının göstergelerinden biridir.
Erdoğan iktidarının dini istismarda bütün öncellerini yaya bırakması, dinin toplumsal etkisini güçlendirmeyi politika edinmesi, binlerce imam hatip okulu açması ve bu okullarda dini eğitimden geçirilen öğrenci sayısını milyonu aşkın düzeye çıkarması, gösterişli cami inşasına yenilerini eklemesi, ona, “taşra”da daha belirgin olmak üzere yedeklenmiş bir sosyal taban ve oy desteği olarak dönmesine rağmen, “anti kapitalist müslümanlar”ın ortaya çıkmasına, “Deist” gençlik çevrelerinin çoğalması ve kalabalıklaşmasına engel olamadığı gibi, “Cübbeli Ahmet”, “Adnan Hoca” türü din bezirgânlarının ‘mantar gibi’ çoğalarak dinin bir sömürü ve egemenlik aracı olarak kullanıldığına dair yargının güç kazanmasını ve muhafazakâr milliyetçi ve şoven gerici partilerin din bezirgânı politikalarına güvensizliğin artmasını da engelleyememiştir.
Bu gelişmelerin halk kitleleri içinde, özellikle de kent yaşamının sorgulatıcı koşullarında tepki birikimine yol açması ve yeni arayış eğilimlerine güç vermesi kaçınılmazdır. Seçim sonuçları bu yöndeki gelişme eğilimini gösterir veriler sunmuştur. Çözümsüzlükler ve ağırlaşan sorunlar sorgulama ve aşmaya yöneliş eğilimlerine güç vermektedir.
C-) AKP’Nİ ÜRETEN SÜREÇ; YÜKSELİŞ VE DÜŞÜŞ
AKP ve Erdoğan yönetiminin yükselişi ve şimdi görünür hale gelen güç kaybı, 12 Eylül yılları ve sonrası dönem Türkiyesi’nin burjuva politik cephesinde yaşanan bazı gelişmelerden soyutlanarak irdelenemez. “Yenilikçi hareket” etiketiyle ortaya çıkış sürecinin özellikleri, büyük sermaye ve emperyalistlerle ilişkileri ve halk kitlelerine yönelik söylemi, iktidara yükselişinin kodlarını içinde taşır. Bu da onun içinden çıktığı bu sürecin ve dayanaklarının göz önünde tutulmasını gerektirir.
AKP, 12 Eylül generalleri eliyle, uluslararası alanda uygulamaya konan neoliberal saldırganlıkla uyumlu şekilde Türkiye’de işçi ve emekçi hareketinin geriye atıldığı bir dönemin üzerinden ve 2001 krizinin burjuva parti fraksiyonlarını darmadağın ettiği ortamın ürünü olarak, bu ağır koşulların arayışa yönelttiği halk yığınlarının taleplerine “yanıt oluşturma” iddiasıyla burjuva politik arenada boy gösterdi. Yöneticileri, parti kuruluşu döneminde ve hükümet olmadan önceki Amerikan gezilerinde ABD’nin o dönemdeki yönetiminden icazet aldılar. Erdoğan’a “Yahudi lobisi” tarafından “yüksek cesaret madalyası”(bu daha sonra ilişkilerin gerginleşmesi üzerine geri alınmıştır) dahi verildi. Burjuva tarihinin önemli özelliklerinden biri de yönetici bir azınlığın kendini “millet iradesi”yle özdeş konumda görüp göstererek devlet aygıtı aracıyla yukarıdan dayatmalarla toplumsal yaşam ve “gidişat”a yön vermesidir. Türk devletinin kuruluş süreci, İkinci Dünya Savaşı dönemi, “çok partili parlamenter sisteme geçiş”, Menderes-Bayar iktidarı, 1960-70 ve 80 askeri darbeleri, ve bu sonuncusundan devamla Özal, Çiller ve Erdoğan yönetimleri ya doğrudan militarizme başvurularak ya da militarist güçler kullanılarak topluma “değişim”in dayatıldığı; ve hemen tüm süreç boyunca kitlelerin “asker millet” söylemiyle ve “şehit” kültüyle dini ve milliyetçi ideolojinin etkisinde tutulmaya çalışıldığı onyıllar oldu.
12 Eylül askeri yönetiminin başlıca hedefi işçi sınıfı ve emekçilerin yükseliş içindeki haraketini püskürtüp geriye atarak neoliberal ekonomi politikalara uygulama olanağını sonuna dek sunmak, Türkiye pazarının uluslararası sermayenin çıkarlarıyla uyumlu kullanışı için koşulları oluşturmak ve bunun için “komünist tehdide karşı olma” söylemiyle sermaye yararına toplumsal seferberlik hali yaratmaktı. 24 Ocak 1980 kararları ve sonraki dönemde sürdürülen ekonomik sosyal politikalar, emekçiler aleyhine ağır ve yıkıcı sonuçlara yol açtı. 12 Eylül askeri darbesi, oluşturduğu idari biçim ve toplum yaşamına etkileriyle sonraki “sivil yönetimler”in politikalarının çerçevesini de çizmiş oldu. Askeri vesayet karşıtlığı propagandasıyla militarist vahşetin yol açtığı tepkiyi siyasal desteğe dönüştürmeye çalışan burjuva parti ve hükümetleri, generallerin temellerini attıkları yönetim anlayışı ve hukukunu devralıp halk kitlelerini sindirmenin aracı olarak kullanmaya devam ettiler. Dinin toplumsal yaşamdaki etkisini artırma politikasının bu dönemde devlet finansmanıyla ön plana çıkarılarak “komünizme karşı mücadele” tarikatları ve derneklerine alan açılması, İslamist Türkçü ve faşizan parti ve oluşumların güç toplamasına geniş olanaklar sağladı. “Vesayet”ten en çok sözedip karşı olduğunu ileri süren Erdoğan ve AKP’si, darbenin “düzlediği ortam”da yeşeren bir “damar”dan boy verip “gürbüzleşti.”[10]
1980 sonrası ve 90’lı yılların ilk yarısında, cunta yönetiminin ve onun açtığı yolda ve hazırladığı zemin üzerinde, uluslararası sermayenin çıkarlarına uygun politikaları pratiğe geçiren Özal yönetimine duyulan tepki, yine aynı kulvarda yer alan ve fakat kitlelerin sosyal-ekonomik ve kültürel taleplerine seslenerek güç toplamaya çalışan Refah Partisi tarafından “soğurulma”ya çalışıldı.
RP, çöküş ve çözümsüzlüğe “son verme” iddiasındaydı ve çözümün “İslam’a dönüşte olduğunu” söylüyordu. Türkiye, İslami yönetimle (devlet bu yönde reorganize edilecekti) bölgesinde ve dünyada belirleyici rol oynayacaktı; “kurtuluş İslam’da”ydı! RP yöneticileri “sosyal adalet” vaat ediyor, “dürüst yönetim”den söz ediyor; şifahen söylenecek olursa hukuk sisteminin ve anayasanın “baştan sona demokratik değerlere göre yenileneceğini”; darbe rejiminin bütün yasalarının “gözden geçirilerek değiştirileceğini”, işkencenin önleneceği ve “yargı güvencesi sağlanacağı”nı, “olağanüstü hal mevzuatının düzeltileceğini” ve sendikal hakların Uluslararası Çalışma Örgütü(İLO) “standartlarına uygun hale getirileceğini” söylüyorlardı.[11] Yoksullara, ezilmişlere, işçi ve emekçilere seslenen ve “adil bir düzen” vadeden Erbakan yönetimindeki “siyasal islamcı parti”, “sosyal demokrat” mahreçli CHP’ye oy veren kesimlerin bir bölümü dahil neoliberal saldırılara tepki gösteren emekçilerin bir bölümünün desteğini almayı başardı. Sosyal iktisadi saldırıların yoğunluğu karşısında yükseliş eğilimi gösteren emekçi kitle hareketinin önüne yeni barikatların kurulduğu bu dönemde, birbiri ardı sıra kurulan sağ koalisyon hükümetlerinin yarattığı ortamı kullanarak “topraktan biter gibi” çoğalan tarikatlar, Ankara sokaklarında gövde gösterisi yapacak denli serbest faaliyet olanağı buldular.[12]
RP’nin Mart 1994 seçimlerinde gördüğü destek, kriz koşullarında üzerlerindeki yük daha da artmış olan halk kitlelerinin, çözüm arayışıyla bağlı olarak yaşanan gelişmelerin sonuçlarından biri oldu. RP 1995 seçimlerinde Meclise birinci parti olarak girdi ve 1996’da, Çiller’in başbakan olduğu koalisyon hükümetine girdi. Bu gelişmelerin, daha önce siyasal İslam’ı “sol”a karşı ve işçi sınıfı ve emekçi hareketinin önünü kesmek amacıyla kullanmak üzere güçlendiren asker-sivil üst bürokraside yarattığı endişenin (şeriatçı kalkışma korkusu) yol açtığı bölünme, bu kez “şeriatçı-laikçi” şeklinde belirginleşti. Erbakan’ın tarikat liderlerini başbakanlıkta toplayıp iftar yemekleri vermesi ve Ankara-Sincan’da düzenlenen türden şeriatçı gösteriler, generallerin başında bulunduğu kesimin muhtırasıyla karşılandı. 28 Şubat 1997’de “MGK bildirisi”yle Refah-Yol Hükümeti’ne son verildi.
Ne var ki ordu üst yönetiminin 1995-97 döneminde, “cumhuriyet ilkelerinin tehdit altına girdiği”ni ileri sürerek “büyüyen şeriatçı tehdite karşı tedbir” adına giriştiği bu müdahale, toplumsal yaşamın hemen tüm alanlarında görünürlük kazanmış veya etkin hale getirilmiş dini kurumlaşma ve ideolojik baskıyı püskürtmek bir yana; neredeyse her mahallede ve sokak aralarında faaliyet gösteren tarikatlar desteğindeki siyasal islamcı parti ve örgütlere “mağduriyet” söylemiyle güç toplama olanağı sağladı. “İslami yükselişi önleme” iddiasıyla girişilen karşı hamlelerin sonucu yine din istismarcısı politik parti ve tarikat örgütlenmelerine yaradı. 12 Eylül cuntasının dinin toplum yaşamına etkisini artırıcı politikalarından sonra, bu kez “karşı politika” şeklinde belirmiş olmasına rağmen, 28 Şubat 1997 askeri muhtırası, sonraki süreçte iktidara gelen Erdoğan ve partisinin dini ideolojinin etkisindeki geniş toplumsal kesimleri yedeklemesinde, önemli bir gerekçe olarak hizmet etti. Yol açtığı “mağduriyet” söylemi ve “dini özgürlük” istemiyle din istismarcısı siyasal islamcı partilerin işine yaradı.
AKP yönetimi, uluslararası ve “yerli” sermaye saldırılarının halk kitlelerinde yarattığı umut kırıklığı ve öfkeyi “gündemleştirici” söyleme başvurarak kitleleri yedeklemeye yöneldi. “Askeri vesayete son verecek”, “sorumlulardan hesap soracak”; “demokrasiyi ileri kriterleriyle gerçekleştirecek”ti(!)
Bu yönlü vaatler, işbaşına gelen ya da gelmek isteyen burjuva partileri açısından “olağan işler”dendi! 2001 krizi Erdoğan ve partisine bu olanağı sağladı. Güç ve iktidar “milliyetçi muhafazakâr İslamcılar”a geçti. “Muhafazakâr demokrat” bir parti olduğunu ileri sürerek 2001’de burjuva siyaset sahnesine çıkan ve 2002’de hükümeti kuran AKP, “geleneksel olandan kopuş” görünümü altında ve ABD’nin “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi” olarak adlandırdığı, ancak sürdürmede büyük engellerle karşılaştığı stratejik planlarının taşeronu ve “ılımlı İslam”ın temsilcisi olarak boy gösterdi. Erdoğan yönetimi bu söylemin ve bu doğrultuda attığı bazı adımların halk kitleleri arasında yarattığı ilgi ve beklentilerden yararlanarak başından beri antidemokratik siyasal karakterde inşa edilmiş bulunan ve işçilerle kent kır emekçilerine karşı sermayenin şiddet aracı işleviyle yüklü devlet aygıtına dayanarak neoliberal ekonomipolitikaları uygulamaya girişti. Erdoğan-AKP hükümetlerinin uyguladıkları ekonomipolitika, ekonomik bağımlılığı daha da pekiştirip güçlendirdi. Özelleştirmelere hız verilerek devlet işletmeleri uluslararası ve işbirlikçi “yerli” tekellere peşkeş çekildi. Yoksulluk ve işsizlik arttı; sosyal haklar budandı, büyük kentlerin kenar semtlerine yığılan kalabalıklar konut, eğitim, sağlık başta olmak üzere sosyal ekonomik sorunlarla boğuşurken, oluşan ortamdan ve yandaşları silahlandırma politikalarından güç alan mafya çeteleri güç kazandı. Kadına yönelik cinayetler, çocuk tacizciliği, hırsızlık ve fuhuş yaygın hale geldi ve intiharlar arttı.[13] Burjuva laisizmi “lanetli” ilan edilerek dinin toplum yaşamını belirleyici konumda yeniden örgütlenmesinin önündeki tüm engeller kaldırılarak “seküler hayat tarzı” suç hanesine yazıldı. Dini tarikatlar çoğalarak yayıldı; “cennet terliği”, “yanmayan kefen” ticareti yapan din bezirgânları popüler “din hocası” kimliğiyle itibar gördü. Burjuva laisizmine karşı politikalar “devletin en üst organları” desteğinde müfredat programlarına girerken, üniversiteler müftülerin vaaz alanlarına eklendi, okullar ve kamu işyerleri mescitlerle “donatıldı” ve ders kitapları bilim düşmanı hurafelerle dolduruldu.
AKP, daha Özal döneminden başlayarak ekonomik-politik alanda giderek etkili olmaya başlayan ve dini argümanları istismarla palazlanan sermaye kesimlerinden güç aldı. (Bunlar “İslami sermaye” ve “Anadolu burjuvazisi” olarak adlandırılmaktaydılar.) Erdoğan iktidarı için dayanak oluşturan bu sermaye kesimi içinden bazıları, iktidarın sağladığı devlet desteğiyle daha fazla büyüyerek TÜSİAD’ın “klasik aile şirketleri”yle boy ölçüşür duruma geldiler ve hatta onları da geride bırakan cirolara ulaştılar.
Erdoğan ve AKP yönetimi için sermayenin bu kesiminin desteği-karşılığı emekçilerin sömürüsünden fazlasıyla ödenerek- önemli bir olanaktı. Ancak parti olarak AKP’nin, ve genel olarak ifade edilirse Erdoğan iktidarının “yığın desteği”ne sahip olması ne sadece sermayeye sağladığı olanaklar ve ondan aldığı destek, ne de şoven milliyetçi ve din istismarcısı politik ideolojik etkiyle sağlanabilir ve sürdürülebilirdi. MÜSİAD olarak adlandırılan sermaye örgütünde biraraya gelen kapitalist şirketlere kaynak aktarımıyla onların palazlanması karşılığı, bu şirketlerin olanaklarından yararlanan Erdoğan ve AKP yönetimi, şoven milliyetçi ve din istismarcısı sağ politikanın etkisi altındaki seçmen kitlesi başta olmak üzere alt sınıflardan belirli kesimlere iş ve “aş” olanakları sağlayarak bu desteği daha da güçlü ve geniş hale getirme politikası izledi. Büyük çoğunluğu AKP’nin elinde olan belediyeler ve diğer kurumlar bunun için kullanıldı. Parti yandaşları ve akrabalarının, işsizliğin ve yoksulluğun büyük oranlarda olduğu ülkede, küçük olanakları dahi büyük “nimet” sayarak daha fazla bağlanmaları hem ekonomik-sosyal kısmi olanaklarla hem de ideolojik etkiyle güçlendirilmeye çalışıldı. Bu kurum ve işletmelerde çalışanlara görünürde “sendikal örgütlenme özgürlüğü” tanınarak(bu alanlarda çalışanlar başta olmak üzere, emekçilerin, hükümetle uzlaşı içindeki sendika konfederasyonlarına üye olmaları baskıyla sağlandı) üye sayısı artırılan HAK-İŞ ve Memur Sen gibi konfederasyon ve sendikalar aracıyla üye kitlenin yedekte tutulmasına çalışıldı. Belediyeler(başta Konya, Ankara ve İstanbul olmak üzere) olanakları dahil olmak üzere merkezi kaynaklardan aktarılarak küçük ve alt orta burjuva kesimlere yardım edildi. Belediyeler ve kurumlar, çalışmayan ama maaş alan binlerce- on binlerce “personel”le dolduruldu. Parti “ulufesi” olarak ve “sosyal yardım” görünümü altında milyonlarca aileye aylık altıyüz lira civarında yardım yapıldı. Çocukları okuyan annelere okul malzemeleri parası denerek cuzi bir miktarda da olsa para verildi. Bir dönemler kömür, çay, şeker torbaları dağıtıldı, vb. Bunlara, “ya inşaat” müteahhitliğinin Erdoğan iktidarının etiketine dönüşmesi eklenmelidir. Park yeri, banka otomatiği, bisiklet yolları, otoban, tünel, metro yapımına hız verildi ve milyonlar harcanarak reklamı süreklileştirildi. TOKİ inşaatçılığıyla her yerin “onarılıyor, yeniden yapılıyor, modernleşiyor” görünümü yaratıldı. Bütün bunlar, “yiyorlar, ama iş yapıyorlar” anlayışıyla da olsa, kitlesel desteğin etkenleri arasında yer aldı.
Erdoğan, MHP’nin desteğini alarak yargı, yasama ve yürütmeyi kendi tekeline alacak idari ve kurumsal değişiklikleri birbiri ardına gerçekleştirdi. Burjuva parlamenter sistem “rafa kaldırıldı”; bütün devlet kurumlarının tek adam yönetimine verilmesi, yasal güvenceye alındı. Yandaşlarınca “Tanrının bütün vasıflarıyla donatılmış” gösterilerek ululaştırılan Erdoğan, “Anıtkabir”i yukarıdan görecek şekilde devasa bir Saray yaptırarak şoven milliyetçi mirasın bayraklarıyla donattı; Taksim’i düzledi, Atatürk Kültür Merkezi’ni yıktı, Çamlıca’ya “ikiyüzyılın öcü” adına devasa bir cami dikti, “devlet kurucu parti” olma iddiasıyla teselli bulan CHP, “milli güvenlik sorunu haline gelmek”le suçlanarak yöneticileri, “yerli ve milli olmayıp yabancı lobilerin ajanları oldukları” propagandasıyla kontra-mayfa tetikçilerinin saldırı hedefine kondular, vb, vs.
Erdoğan, uluslararası ve bölgesel gelişmelerin yanı sıra ülkedeki güç ilişkilerinin elverişli durumundan da yararlanarak ordunun yönetimini kendi komutasına aldı. AKP-MHP yönetiminin “FETÖ’cüleri tasfiye” harekâtı, bu yönetime muhalif olan ya da olma potansiyeli taşıyan ‘asker-sivil bürokrasi’nin tasfiye edilerek devlet aygıtının bir dönemler F. Gülen tarafından “Türk İslamı” olarak tarif edilen “islami milliyetçi” anlayışa uygun düşecek şekilde yeniden “yapılandırılması”na genişledi. Toplamında yüz binlerce insanı etkileyen bu tasfiye harekâtı, işsizliğe ve yoksulluğa sürüklenenlere yenilerinin katılmasına neden oldu. İşsizlik ve yoksulluk artarken, militarizm güçlendirildi. Suriye’ye karşı açılan savaşa taraf olunarak milyarlarca dolar kaynak militarizme ve savaşa aktarıldı. Ekonominin krize girmesiyle birlikte, yığınlara yönelik saldırılar daha da yoğunlaştırıldı. Kürt kentlerine yönelik ve “bölücü teröre son verme” gerekçeli askeri harekâtlarla yerle bir edilen yerleşim alanlarındaki Kürt yoksulları zoraki göçe tabi tutulurlarken, siyasal-askeri baskının yoğunlaştırılmasına karşı gösterilen tepkiler ve çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi talebiyle gerçekleştirilen eylemler, ya da bu doğrultudaki istemler “devleti ve hükümeti yıkmaya matuf terör eylemleri” bahsine alınarak Olağanüstü Hal desteğinde ezilmeye çalışıldı. Onbinlerce insan ihanetle suçlanıp emre amade yargı kurumlarının önüne atıldı.
D-) SONUÇLARIN İŞARET ETTİĞİ
9 ay gibi kısa bir arayla yapılan iki seçim bütün bu kaotik sürecin içinde ve devamında gerçekleştirildi. 7 Haziran 2015’te aldığı yenilgi üzerine yeni bir saldırı dalgası geliştiren Erdoğan-AKP iktidarı 1 Kasım-2015’te yenilediği seçimlerde -arasında beş buçuk ay gibi kısa bir süre vardır- oylarını yüzde 41.6’dan yüzde 49.8’e çıkardı. Bu kısa sürede IŞİD’in Suruç ve Ankara’da giriştiği katliamlar başta olmak üzere bombalı saldırılarla estirilen terör ortamı, zamanın başbakanı tarafından “bombalar patladıkça oylarımız artıyor“ denerek ‚‘akla ziyan‘ bir yoruma tabi tutulmuş, Kürt kentlerine yönelik imha harekâtına girişilmiş; binlerce kişi gözaltına alınarak zindanlara doldurulmuş; “Bize oy vermezseniz ‘beyaz Toroslar’ yeniden sokaklara iner” açıklamalarıyla tehditler savrularak oy desteği artırılmaya yönelinmiştir.
24 Haziran 2018 secimleri 2015 Kasım seçimleri
Parti oy miktarı % m.vekili önceki oy yüzde m.v. değişim
AKP 21.335.581 %42,56 295 23.681.926 %49,50 317 %-6,94
CHP 11.348.878 %22,64 146 12.111.812 %25,32 134 %-2,68
HDP 5.865.977 %11,70 67 5.148.085 %10,76 59 %+0,94
MHP 5.564.514 %11,10 49 5.694.136 %11,90 40 %-0,80
İYİ Parti 4.990.710 %9,96 43 0 %0 –
SP 673.731 %1,34 – 325.978 %0,68 %-0,66
(Kaynak: https:tr.wikipedia.org/wiki/2018_Türkiye_genel_secimleri)
AKP, 24 Haziran 2018 seçimlerinde, Adıyaman’da %55.1; Afyonkarahisar’da %55.3; Aksaray’da %56,15; Ankara’da %51,07; Bayburt’ta %57.45; Bingöl’de %55, 4; Çankırı’da %59,2; Düzce’de %56.06; Elazığ’da %54,5; Erzurum’da %54.8; Gümüşhane’de %56.8; Maraş’ta %58; Konya’da %59; Kütahya’da %54, 8; Rize’de %64,85; Sakarya’da %58,18; Sinop’ta %55,2; Trabzon’da %55.9; Urfa’da %52,6 oranında oy almıştı. Türkiye ortalamasının %42,56 olduğu bu seçimlerin sonuçlarıyla kıyaslandığında, 31 Mart 2019 seçimlerinde %44,3 olarak yanıltıcı “bir artış” görünümü ortaya çıkmaktadır. 31 Mart Türkiye geneli belediye seçim sonuçlarına göre, AK Parti %44,33; CHP %30,12; İyi Parti %7,45; MHP %7,31; HDP %4,24 (CHP adaylarına oy verilen iller dışındaki oran) oranında destek görmüşlerdir. Ancak bu sadece görünümdedir. Nedeni, MHP ile yapılan ittifak halinde seçime girilmiş olmasıdır. 2019 Mart seçimlerinin HDP dışındaki partiler açısından oya göre tasnifi, ittifaklar nedeniyle oldukça zordur. AKP’nin %44.3’lük oyunun içinde MHP desteğinden gelen oyun miktarıyla CHP’nin %30,12 oranındaki oylarının içindeki İyi Parti, HDP ve diğer destekleyenlerin oy miktarı belirsizdir. D. Bahçeli, AKP’nin oyu‘nu %35 olarak açıkladı. Bir dönemlerin “özgül ağırlıklı” AKP kurucu ve yöneticisi B. Arınç da AKP’nin oylarının düştüğünü söyledi. Bu durumda, ve ittifaklar göz önünde tutularak, AKP’nin oylarında, bir önceki seçime göre en az %3 oranında düşüş olduğu söylenebilir. AKP’nin oyu örneğin ittifaka rağmen Ankara’da (%47,1), İstanbul’da (%48,5), Adana’da (%42,8)e gerilemiştir.
HDP, büyük kentlerde “Millet İttifakı” adaylarını destekledi, oy oranının düşük görünmesinin nedenlerinden biri budur. Ancak bölgedeki oy desteğinde de belirli bir miktar düşme vardır.) HDP 24 Haziran seçimlerinde, Şırnak’ta 164.181 (%70,24); Hakkari’de 98.062 (%70,17); Diyarbakır’da 558.119 (%65,54); Ağrı’da 143.882 (%62,23); Batman’da 181.765 (%62,07) oranında destek görmüştü. 31 Mart 2019 seçimlerinde ise, politik askeri baskı ve kuşatma bu oy desteğinde belirli bir düşmenin etkeni olmakla birlikte, daha önceki dönemde belediye yönetimlerinde “gösterdiği performans düşüklüğü” ve yönetim tarzı anlayışıyla Kürt emekçi kitlelerinin bir bölümünün tepkilerine yol açması sonucu, oylarında düşme olmuştur.
Sosyal iktisadi ve kültürel gelişme düzeyi ile de bağlı olmak üzere ekonomik-sosyal yaşam koşulları, sınıfsal konum, ulusal ve cinsel “kimlik”, yaş grubu ve eğitim düzeyi vb. gibi durum ve farklılıklar seçmen kitlesinin siyasal tutum ve tercihlerinin başlıca etkenleri olarak işlev gördüler. Bu etkenler, büyük kentlerde yaşayanlarla kırsal ve nispeten geri gelişmişlik düzeyindeki kentlerde yaşayan seçmenlerin sermaye partileri ve devlet iktidarınca sürdürülen politikalara yaklaşımları üzerinde, değişen düzeyde belirleyici oldular. Artan işsizlik ve yoksullukla birlikte bu siyasal baskı yoğunluğu ve bütün yönetim yetkilerini ele almış siyasal-askeri gücün yasa tanımaz politikaları, Erdoğan iktidarına karşı tepkileri daha da artırdı. 31 Mart 2019 yerel seçim sonuçları, bütün bu gelişmelerle bağlı olarak ortaya çıktı.
Grevleri yasaklanan, sendika seçme iradeleri çiğnenen, özelleştirmeler aracıyla toplu olarak işsizliğe itilen, öğretmenlik hakları ellerinden alınan, emekliliği hak ettikleri halde hakları tanınmayan, süreklileşen hayat pahalılığı nedeniyle temel gereksinmelerini karşılayamayan, siyasal baskıya hedef olan, söz, basın-yayın hakları ayaklar altına alınan, muhalif görüşlere sahip olmaları nedeniyle fişlenen, dini ve milliyetçi ideolojik dayatmalarla baskı altına alınarak aşağılanıp horlanan on milyonlarca insan, buna karşı bir çıkış bulma ve bu iktidardan kurtulma duygusuyla oy kullandı. Belediyeleri rant vurgunu için kullanan, kentlerin gelirlerini yandaş vakıf ve derneklere aktaran, ihale ve arazi yağmalarıyla yandaşları zenginleştiren şoven milliyetçi ve faşizan anlayışı, toplumsal uyanışın maddi koşullarının daha olgun ve sosyal dayanaklarının daha gelişkin olduğu büyük kentlerde, önemli darbeler yedi.
Erdoğan ve AKP yöneticilerinin yanlarına MHP’ni de alarak sürdürdükleri ayrımcı, düşmanlaştırıcı politika; hakları için mücadeleye yönelen emekçileri ve diğer toplumsal kesimlerden eleştirel tutum alanları yabancı güçlerin piyonu olarak suçlayıp saldırı hedefine koymaları, Kürtlere yönelik baskı ve hak tanımama politikasında ısrar etmeleri ve daha da eklenebilecek çok sayıdaki etken kitle desteğinin azalması ya da düşmesinde rol oynadı. Ancak asıl büyük darbeyi vuran ve daha da vuracak olan ekonomik kriz oldu. Kriz kenti de kırı da; kent emekçilerini de, kır yoksullarını da; kentin küçük orta boy işletme sahipleri ve esnafınının yanısıra kırın küçük-orta boy üreticilerini de eski konumlarından yoksun duruma düşürdü. Uluslararası ve tekelci büyük sermayenin baskısı, üretim olanaklarının daralması ve iflasa sürüklenmeler, girdi madde pahalılığı, vergi yükü, kent ve kırın yoksullarının; giderek sayısı artan işsiz yığınların, yoksulluğa itilen ve en zorunlu gereksinimlerini karyşılayamaz duruma düşen geniş halk kitlelerini, iktidarın politikalarını sorgulamaya yöneltti. Güvensizlik giderek arttı. Erdoğan yönetimi, kriz nedeniyle “avanta dağıtımı örgütü”nü çalıştıramaz duruma düştü.
Bu durum, ülke düzeyinde bir olgu olmakla birlikte, kentin ve kırın toplumsal yaşamdaki yeri ve toplumsal ilişkiler alanındaki konumu, bu güvensizlik ve giderek uzaklaşmanın kent ve kırda değişen düzeylerde ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Modern sınıf ilişkilerinin daha gelişkin olduğu, toplumsal yaşamın daha ileri düzeyi ile bağlı olarak çalışma ve yaşam koşullarının ihtiyaç haline getirerek karşılanmasını “zaruri” kıldığı; ancak krizin de etkisiyle işçi ve emekçilerin bu ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma düştükleri kent yaşamında, tepkilerin daha üst düzeyde ya da daha bilinçli olarak ortaya çıkması, amiyane deyişle “eşyanın tabiatı”yla da aykırılık göstermez. Ekonomik krizin kentteki etkisi, bu yönüyle, işçi ve emekçilerin yanısıra küçük ve orta kesimleri de, iktidarın ideolojik-politik savaş argümanlarıyla takviye ederek sürdürdüğü kutuplaştırmanın bile engelleyemediği yeni arayış ve “buluşma”lara yönelmeye “itmiş”tir! Kriz ve ağır yükleriyle emekçilerdeki yansıması, mevcut iktidardan hoşnutsuzluk duymaya/uzaklaşmaya başlayanları çoğaltarak ona, kriz öncesinde de karşı olanlarla birlikte tutum almaya yöneltmiştir.
Erdoğan iktidarının “bakiye”si azalmış, avanta kaynakları daralmıştır. Toplumun farklı sınıflardan hayli geniş kesimleri açısından, belirli bir azınlığın despotik-“ceberrut” hakimiyet sopası olarak algılanmaya başlanmıştır. İşçi ve emekçilere karşı sermayenin çıkarlarının aleti olarak o, içinde bulunulan durumda, ne emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarıyla ilişkin “en sıradan istekleri”ni karşılanabilmekte; ne de büyük sermaye başta olmak üzere burjuvazinin.Bu durum, toplumsal bakımdan modern ilişkilerin daha gelişkin olduğu; azmaz ve çelişkilerin daha belirgin ve dolaysızca yaşandığı kentlerde, tepki birikiminin daha fazla; uzaklaşma eğiliminin daha görünür olmasını sağlamıştır.
30 milyonu kadın, 29 milyonu erkek olmak üzere toplam 59.3 milyon seçmenden 54 milyonunun son yerel seçimlerde oy kullandığı açıklandı. Seçmen kitlesinin %32 gibi büyükçe bir bölümünün yoğunlaştığı üç en büyük kentin (İstanbul %18.6; Ankara %7, İzmir % 5.9) yanı sıra, sosyo ekonomik çelişkilerin daha belirgin biçimde yaşandığı; eğitim ve kültür düzeyinin daha yüksek olduğu bu kentlerde AKP-MHP cephesinin oyu düştü. Kürt seçmenlerin bölgede % 60 civarındaki kesimi AKP-MHP’ne karşı açık tutum almış; büyük kent merkezlerinde de yaklaşık aynı oranda CHP’nin adaylarını desteklemiştir.
Seçmenlerin %24.8’i (13 milyon 970 bin 568) 18-29 yaş gurubunda; %22’si (12 milyon 400 bin) 30-39; %19.2’si (10 milyon 789 bin) 40-49 yaş grubunda, %15.4’ü (8 milyon 663 bin) 50-59, ve %10’5’i (5 milyon 938 bin) 60-69 yaş grubunda bulunmaktadır.
Hangi yaş grubundaki seçmenlerin hangi türden talepler doğrultusunda ya da hangi kaygıları öne çıkararak tercihte bulunduklarını gösteren güvenilir veri olmamakla birlikte, seçim sonuçları genç seçmen grubu başta olmak üzere ikinci ve üçüncü yaş gruplarındaki seçmenlerin önemlice bir kesiminin siyasal iktidarın politikalarını sorgulamaya, önceki dönemlerde olduğundan daha fazla yöneldikleri yönünde yorumlanabilir.
E-) SONA DOĞRU MU?
Kuşkusuz, sosyo iktisadi değişim ile politik ideolojik yöneliş ve tercihler arasında birebir denklik ya da paralellik kurulamaz. Sosyal kültürel “gelenekler”den güç alan, dini ideolojiden ve milliyetçi şoven anlayışlardan beslenen görüşlerin değişimi, ilkiyle kıyasla daha uzun zamana yayılarak gerçekleşir. Bu durum toplumdan topluma değişkenlik göstermekle birlikte, Türkiye gibi, milliyetçi ve dini ön kabullerin kitleler üzerindeki etkisinin güçlü olduğu ülke ve toplumlarda daha belirgin özellikler gösterir. Sadece şu ya da bu sistem partisi değil, devlet kurumları ve sistemin tüm temel kurumları, halk kitlelerini Türk milliyetçi ve Sunni İslam tandanslı argümanların etkisi altında tutmak için sosyal, politik ve kültürel-eğitsel faaliyet yürütürler.
Buna rağmen, sosyo ekonomik sorunların, işçi ve emekçi yığınları kendi talepleri yönünde mücadeleye sürükleme kaçınılmazlığıyla bağlı olarak bu gerici kuşatma yarılabilmekte; işçi ve emekçiler, en ileri kesimleri bata olmak üzere kapitalist sömürü düzenini savunan parti ve kurumlara duydukları güvensizlik sonucu uzaklaşmaya yöneltmektedirler. Büyük işçi merkezlerindeki yoksul emekçi kesimlerinin AKP-MHP’den uzaklaşmaya başlamalarında başlıca etken, ekonomik krizle birlikte yaşam ve çalışma koşullarının giderek artan şekilde ağırlaşmasıdır. Eğilim belirleme anketleri, emekçilerin önemli bir bölümünün iktidarın ekonomi politikalarına tepki duyarak yeni arayışlara yönelmekte olduklarını gösteriyor.
Seçim sonuçları, rakamların sınırına hapsedilemeyecek sosyo politik ve sosyopsikolojik göstergeleri işaret etmektedir. Sorgulama ve yeni bir çıkış için arayış eğilimi güç kazanıyor. Dini ve milliyetçi söylemin bunaltıcı yoğunluğu altında “kaderlerine rıza gösterme”ye çağrılanlar, çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaştığını; yoksulluk ve işsizlikle terbiye edilmeye çalışıldıklarını, “can ve mal güvenliğinin tehlikeye düştüğü”nü gördükçe, endişelenmeye ve bu politikalardan uzak durma ihtiyacı duymaya başladılar. Ülkenin ve bölgenin silah seslerine daha fazla boğulmasına yol açan fetihçi-savaşçı söylemin yoğunlaşması, “şehit ve gaziler”in çoğalması, “düşünen varlık olarak insan”ın sorgulamaya yönelmesini; bağnazlık ne denli güçlü barikat oluşturursa oluştursun-kaçınamayacağı bir gereklilik haline getiriyor. Şoven milliyetçi ve din istismarcısı iktidar, izlediği politika sonucu olarak kendi sınırını, “millet”in yarısından da az bir kesimin “konsolide edilmesi”ne dek daraltmıştır. Bahçeli ve Erdoğan’ın, YSK’nın iptal kararını eleştiren Kılıçdaroğlu’nun “dokunulmazlığının kaldırılması”nı gündeme getirmeleri, CHP adayına desteklerini açıklayan aydın ve sanatçıların hedefe konması, TÜSİAD yöneticilerinin “Haddinizi bilin size bakışımız değişir” tehditiyle püskürtülmeye çalışılmaları, tersinden etkiye sahip gelişme göstergeleridir. Aydın ve sanatçılar geri adım atmamakta, Kılıçdaroğlu “hizaya gelme”yi reddetmekte, TÜSİAD’çı büyük burjuvalar “ayar verme” tutumlarını sürdürmektedirler.[14] “Eski dava arkadaşları”nın bir bölümü tarafından sürdürülen “iç muhalefet” giderek aleni hale gelmekte; “muhafazakâr milliyetçi”ler arası çatlak derinleşmekte ve genişlemektedir.[15]
Ve asıl büyük karşıt, içten içe kaynamakta; iş, ekmek ve özgürlük şiarınca kapsanan talepler için mücadeleyi büyütmeye yöneliş ışığı yakmaktadır.
Bu, kuşkusuz henüz “bir son” değildir! Ancak, mücadele halindeki güçler arası ilişkiler değişmektedir. İşçi sınıfı ve diğer emekçiler bu yeni koşullarda, sermayenin farklı güçlerine yedeklenmeksizin kendi talepleri için mücadeleyi yükseltmek; bunun için politik örgütünü ve sendikal örgütlenmelerini daha güçlü hale getirmekle karşı karşıyadırlar. Yeni yanılgılara kapılmamaları, “yeni” etiketli burjuva seçeneklere yönelmemeleri, aksine kendi sınıf örgütlerinde daha ileri düzeyde birleşerek mücadeleyi yükseltmeleri gereksinimi artmıştır. Sadece nesnel koşullar değil, öznel etkenler de bunu mümkün kılıyor.
[1]Mali sermayenin egemenliği koşullarında ve tekelci burjuvazinin belirleyici konumda bulunduğu “burjuva demokratik devlet“ yönetimlerinde (bu tür devletler de kuşkusuz sermayenin antidemokratik diktatörlüğüdürler) belirli aralıklarla yapılan seçimlerde “oy aracıyla ortaya konan seçmen iradesi“, tekelci gericiliğin sahte ve yanıltıcı demokrasisinin göstergesi olarak alınır ve “riayet edilmesi“, sistemin „bekası“ için gerekli görülür. Ancak Türkiye’de olduğu üzere, işbirlikçi gericiliğin antidemokratik, despotik ve faşizan karakterdeki devlet iktidar(lar)ında bu türden bir “burjuva hasasiyet“in ihlaline Evren’in Anayasa; Erdoğan’ın “başkanlık” referandumu, 7 Haziran seçimleri ve son yerel seçimlerde ortaya koyduğu politik tutumda görüldügü üzere sıkça baş vurulmasından kaçınılmaz.
[2]Erdoğan-Bahçeli cephesinde yer alan politikacılarla sosyolog ve iktisatçılar, diyanet işleri yöneticileriyle bilim karşıtı üniversite hocaları ve gazete yazarları, televizyon programcılarıyla haber müdürleri ve spikerleri, yirmi yıla yakın süredir, İslami Türkçü bir “tek millet“ tarifi üzerinden kendi çıkarları ve hedefleriyle “millet iradesi“; “milletin ve ülkenin çıkarları“ arasında dolaysızca bağ kurarak devlet kurumlarının ele geçirilmesiyle halk yığınları, özellikle de işçi sınıfı, gençlik, kadınlar ve Kürt kitleleri üzerinde kurdukları despotizmin güçlendirilmesinde katettikleri yolu, “milletin başarısı“ olarak göstermeye çalışıyor; merkezi ve yerel seçimlerin sonuçlarını da buna bağlı olarak değerlendiriyorlar. Cumhurbaşkanlığı, devlet üst bürokrasisi ve AKP yöneticileri, 31 Mart 2019 yerel seçimlerini bu anlayış doğrultusunda değerlendirdiler. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini kaybetmeyi, iktidarlarının güç kaybı göstergesi olarak alan ve bunun kendilerini destekleyen kitlelerde yol açtığı ya da açacağı moral bozukluğunun kaybetme hissini güçlendireceğini gören mali, askeri ve politik kast, YSK aracıyla milyonlarca insanın iradesini gasp kararını “seçim sonuçlarının milli iradeyi doğru biçimde yansıtmasına yönelik bir çaba”yla bağlı, kararı da, “demokrasinin zaferi” olarak gösterdiler. (Ömer Çelik’in YSK’nın iptal kararı üzerine açıklaması(06.05.2019 CNN Türk).
[3]İstanbul’da 58, Ankara’da 21, İzmir’de 9 üniversite bulunuyor. (https://www.blogarti.com/turkiyenin-universiteleri-ve-universite-sayisi.html)
[4]“Kentli olma“ bir tür “sosyal ekonomik statü değişimi“ özelliği de gösterir. Bu özelliğiyle kent, ilk bakışta, ve karşılaşılacak sorunlar görülüp bilinmeksizin “daha iyi yaşam“ yönünde sosyo-psikolojik algıları kamçılayıcı etkide bulunur. İstanbul, Kocaeli, İzmir, Bursa, Adana, Mersin, Antalya ve Ankara gibi büyük kentlerin ticari, sınayi, sosyal, kültürel ve politik gelişmişlik düzeyleri, iş bulma ve daha iyi yaşam umuduyla diğerlerine kıyasla daha fazla “çekim merkezleri“ haline gelmelerinde rol oynadı.
[5]Kırdan kentlere taşınan kalabalıklar arasında geri önyargı, düşünüş ve inanış biçimlerinin birden bire etkisiz hale gelmeyeceği kendiliğinden anlaşılır. Türkiye’nin işçi yoğun merkezlerinde küçümsenemeyecek nicelik oluşturan işçi ve emekçi kesimlerinin, birbirleriyle nüanslarla ayrılan sermaye partilerine; onların, dini gericiliğin toplumsal etkisini güçlendirici işlev gören politikalarına ve şoven milliyetçi düşüncelere aldanarak sınıf çıkarlarına aykırı politikaları destekler durumda bulunmaları, yaygın ve çarpıcı bir örnektir.
[6]Türkiye İstatistik Kurumu verileri, 2008 yılı itibarıyla kent nüfusunun toplam nüfus içindeki oranının (% 75), 1927’de kır nüfusunun toplam nüfus içindeki oranına (% 75) ulaştığını göstermektedir. 1927’de yapılan nüfus sayımı sonuçlarına göre toplam nüfus 13.648.270, kır nüfusu 10.342.391 (%75.78) kent nüfusu 3.305.879 (%24.22) iken, 2009 yılında toplam nüfus 72.561.312; kır nüfusu 17.754.093 (%24.5) ve kent nüfusu 54.807.219 (% 75.5) olmuştur. TUİK 2017 verilerine göre, 1980 yılında 19.645.007 (%43,91) olan kent nüfusu, 2016 yılında 73.671.748 (%92,3 ) gibi yüksek bir düzeye ulaşmış; Belde ve köylerde ikamet edenlerin oranı ise %7,7’e gerilemiştir. 2018’de 82 milyon 3 bin 882 kişiye yükselen ülke nüfusunun, % 92,3’ü il ve ilçelerde; % 7,7’si ise belde ve köylerde yaşamaktadır. Nüfusun 16 milyona yakını İstanbul’da yaşamakta ve bunu, 5.5 milyon ile Ankara, 4 milyon 320 bin ile İzmir, 2 milyon 994 bin ile Bursa, 2 milyon 426 bin ile Antalya izlemektedir. Nüfusun % 50,2’si (41 milyon 139 bin 980) erkek; % 49,8’si (40 milyon 863 bin 902) kadındır. Yıllık nüfus artış hızı, 2018 itibarıyla binde 14,7’ye çıkmıştır.
[7]Kara, deniz ve hava ulaşımındaki ve iletişim tekniklerindeki gelişmeler kentleşmede ilerletici işlev gördükleri gibi kent-kır ilişkilerinin kolaylaşması ve sıklaşması sonucu, kırın sosyal iktisadi ve kültürel yaşama katılışı önündeki engellerin eski katı biçimleriyle devam etmesini zorlaştırıcı etkide de bulunurlar. Bu yöndeki gelişme diğer yandan sosyal kültürel etki ve bilgi birikiminin dolaşımını kolaylaştırır.
[8]“Olağanüstü Hal Bölge Valiliği”nin Kasım 1997 verilerine göre, 1990-97 arası dönemde 905 köy ve 2523 mezradan 450.000 civarındaki kişi göç etmek zorunda bırakılmıştır. İHD, İHV gibi insan hakları kuruluşları ise, bu rakamın 2 ila 4,5 milyon civarında olduğunu ileri sürmüşler; uluslararası bazı kuruluşlar, zorla yerlerinden göç ettirilenlerin 1 milyon; nüfus göçü üzerine araştırma yapan M. Murat Yüceşahin ile E. Murat Özgür (AÜ, DTC Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Coğrafi Bilimler Dergisi, 2006, 4(2)-15-35) 670 bin ile 1 milyon arasında olduğunu ileri sürmüşlerdir.
[9]Tarım sektöründe mekanizasyona bağlı olarak işgücü talebinin azalması, sanayi ve hizmetler sektöründe istihdamın artması ve kırdan kente göç gibi nedenlerden dolayı yıllar itibarıyla tarımsal istihdamın toplam istihdam içerisindeki payı düşmektedir. Tarımın GSYH içindeki payı 2015 yılında yüzde 8,5; 2016’da yüzde 8’e gerilemiştir. Sektördeki istihdamın toplam istihdam içindeki payı 2014 yılında yüzde 21,1 iken, 2015’te yüzde 20,6’ya, 2016’da yüzde 19,3’e gerilemiştir. 2015 yılı itibarıyle tarımda istihdam edilenler sayısal olarak 5,4 milyon civarındadır. (http://tarim.kalkinma.gov.tr/tarim/)
[10]“Askeri vesayete son verme” iddiasıyla iktidar mevzilerini eme geçiren Erdoğan, Mayıs 2019’da “Milli Savunma Üniversitesi” öğrencilerine yaptığı konuşmada, bu söylemi bir kez daha yineledi. Şöyle diyordu Erdoğan: “Türk milleti tarih boyunca tüm bu vasıflara en üst düzeyde sahip olduğu için hep bölgesinin ve dünyanın en iyi askeri gücü olarak varlığını sürdürmüştür. Mesele bizim ecdadımız, bizim askerimiz olduğunda sayısal çoğunluk, hatta teknolojik donanım asla tek başına belirleyici olamaz. Çünkü bizim milletimizde öyle bir yürek, öyle bir taktik zeka vardır ki askeri mücadeleyi kazanacak bir yolu daima bulur. Bu özelliğimizi eğitim ve donanımla teçhiz ettiğimizde Allah’ın izniyle önümüzde kimse duramaz… Asker millet olarak ifade edilen bir ecdadın torunları olarak zaferlerimizle tarihe yön verdik. Öyle ki ‘bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz, gelmişiz dünyaya, millet, milliyet nedir öğretmişiz’ biz böyle bir milletiz, sıradan değil.” (Milliyet.com.tr /08.05.2019)
[11]1990’lı yıllar, işçi ve emekçilere yönelik saldırıların yoğunlaştığı, Kürt kentlerinde girişilenleri başta olmak üzere siyasal cinayetlerin, kontrgerilla yönetiminde korucu ve özel silahlı birliklerin giriştikleri katliamların, “ülkücü” çetelerin taşeron olarak kullanıldığı suikastların üst üste yığıldığı, “bölücü terörist” olarak işaret edilen PKK eylemcilerinin ve onları destekledikleri ileri sürülen köylülerin öldürülerek cesetlerinin asit kuyularında çürümeye terk edildiği yıllardı.
[12]Sivas katliamı, bu yöndeki değişim ve gelişmenin göstergelerinden biri olarak, bu ortamdan güç alan ve devlet güçleri ve kurumlarının ‘gözü önünde’, kontrgerilla teşkilatının kolları ve gövdesiyle içinde yer aldığı bir “kıyam eylemi” olarak gerçekleştirildi. 2 Temmuz 1993 günü 4. Pir Sultan Abdal Etkinlikleri için Sivas’ta bulunan ilerici aydın ve sanatçılarla gençlik ve kadın kitlelerine yönelik saldırıların bir parçası olarak Madımak Oteli, şoven milliyetçi ve İslamcı gruplar tarafından ateşe verildi ve 35 kişi diri diri yakıldı.
[13]Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileri intiharlarda artış eğilimine işaret ediyor. İntiharların en çok yoğunlaştığı nüfus bölümünün 15-34 yaş grubunda olması, erkek intiharlarında işsizliğin, kadın intiharlarında psikolojik sorunların ağırlıkta oluşu, sosyal ekonomik sorunların kaynak olarak işaret ediyor. Verilerin işaret ettiği bir diğer gelişme boşanma olaylarındaki artıştır. (?)
[14]TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısında konuşan YİK Başkanı Tuncay Özilhan, “İyi işleyen bir demokrasinin en temel özelliklerinden birisi iktidarın seçimle el değiştirebilmesidir. Toplumsal değişimin yakıcı olduğu, mevcut iktidarların ve liderlerin çetrefilli sorunlarla baş etmekte zorlandığı zamanlarda, toplumun önünü açan çözümleri ancak demokrasiler üretir” diyerek “rotadan şaşmamak” için, “ekonomide liberal piyasa düzeni, kural temelli uluslararası sistemle olan ittifak, ülke içinde de demokrasi ve hukukun üstünlüğü”nün gözetilmesinden söz etmiş; Başkan Simone Kaslowski ise, iktidarın ekonomik politikalarına atıfta bulunarak “Serbest piyasa ekonomisinden vazgeçildiği veya yeni bir model arayışı içinde olunduğu yönünde izlenimlere izin vermemeliyiz.” demiştir. (16 Mayıs-2019 Haber bültenleri)
[15]Erdoğan, partili miletvekillerine verdiği iftarda yaptığı konuşmada karşı karşıya oldukları sorunların ciddiyetini şu sözleriyle açığa vurmuştur: “AK Parti bir kadro partisi olarak kurulmuş, bugüne kadar kazandığı başarılara da hep istişareyle, ekip çalışmasıyla, dayanışmayla ulaşmıştır. Bundan sonraki başarılarımızın yolu da işte bu birliğimizi, beraberliğimizi, kardeşliğimizi güçlendirmekten geçiyor. 24 Haziran Genel Seçimleri’nde elde ettiğimiz neticelerin enine boyuna sorgulamasını yapma imkanı bulamadan mahalli seçimlere girmek zorunda kaldık. Milletvekilliği seçiminde yeterli başarıyı elde edemediğimiz yerlerin çoğunda belediye başkanlığı seçiminde de sıkıntılar yaşadık. Demek ki ortada üzerinde hassasiyetle durmamız gereken sorunlar var. Bunların hiçbirini de gözden kaçırıyor değiliz.”(13.05.2019)