Yusuf Akdağ
Emperyalizm çağının ilk büyük savaşının (1. Emperyalist Paylaşım Savaşı ya da Birinci Dünya Savaşı) sona ermesinin ve bu savaşın bitiminde düzenlenen “Paris Barış Konferansı”nın 100. yılına (11 Kasım 2018) denk getirilerek Paris’te düzenlenen “Paris Barış Forumu”, emperyalist güçlerle işbirlikçilerini temsil eden politikacıların “barış” üzerine ikiyüzlü açıklamalarına sahne oldu. Fransız emperyalizmi adına EmmanuelMacron’un çağrısıyla Paris’te bir araya gelen emperyalist kapitalist devletlerin günümüzdeki yöneticileri, “dünyaya barış mesajları vermek” iddiasıyla kürsülerde boy gösterdiler. “Barış” kavramı gerici savaşların kapitalist-emperyalist kaynağını örtmek üzere bir kez daha istismar edildi. Çok geçmedi, aynı gün ve takip eden günlerde emperyalist şeflerin pars ve sırtlan dişleri göründü: “Barış” tan söz edilen kürsülerden ve çeşitli başkentlerden savaşçıl meydan okumalar birbirini izledi. İlkinde 20, ikincisinde 52 milyon kişinin öldüğü iki büyük dünya savaşının yıkıcı “deneyimi” ve kitlesel imha gücü yüksek atom bombalarıyla tecrübe edilmiş nükleer silahların daha da geliştirilmiş olduğu günümüzde, başlıcaları ABD, Rusya, Çin, Fransa, İsrail, Hindistan, Pakistan’da konuşlu olanların yanı sıra ABD’nin Türkiye’deki atom bombaları yığınağı, insan ve canlı yaşamı açısından telafisi mümkün olmayan sonuçlara neden olacak devasa tehdit oluşturmasına rağmen savaş gücünün artırılması hedefli yeni ordular ihtiyaç olarak gösterildi.
Bu forumu “dünyada yaşanan krizlere karşı“, ve “barış adına somut adımlar atmak ve projeler üretmek” üzere düzenlediklerini söyleyen ‘ev sahibi’ Macron’a göre Avrupa Birliği, “ABD’ye ihtiyaç duymadan kendisini Rusya’ya karşı koruması için acil olarak Avrupa Ordusunu kurmalı”ydı. Açıklama, Rusya’nın “tehdit” gücü ve düşman olarak görüldüğünün en üst düzeyden itirafıydı. Macron Rusya’nın yanına Çin ve “hatta ABD”yi de ekledi. Açıklamalar twitter üzerinden devam etti ve karşı taarruzdan Trump, Macron’un açıklamasını “çok aşağılayıcı” olarak gördüğünü söyleyerek “belki Avrupa önce ABD’nin çok büyük bir şekilde destek verdiği NATO’ya olan borcunu ödemelidir” diye yanıtladı. Sonraki açıklamalarında da Trump, “Emmanuel Macron ABD, Çin ve Rusya karşısında Avrupa’yı korumak için kendi ordusunu kurmayı öneriyor. Öte yandan Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında Almanya vardı. Bunun Fransa için sonucu ne oldu? Onlar ABD meseleye müdahale etmeden önce Paris’te Almanca öğrenmeye başlamıştı” şeklindeki açıklamasıyla Fransa’yı aşağılamaktan geri durmadı. Fransa ile yaptıkları şarap ticaretine de değinen Trump, ABD üretimi şarapların vergiler sebebi ile Fransa pazarına girmekte zorlandığını; Fransız şaraplarının ise çok rahat bir şekilde ABD’ye girdiğini belirterek “bu dengesiz vergilendirmenin yakın zamanda değişeceğini” söyledi. Fransa’daki işsizlik sorununa da “el atan” Trump, “Macron’un farklı konulara odaklanarak dikkatleri dağıtmaya çalıştığını” söyleyerek onu Fransız “iç politikası” üzerinden de vurmaya çalıştı.
Bu aşağılayıcı salvolardan sonra Alman Savunma Bakanı Ursulavon den Leyen, Macron’un çağrısına katıldığını belirterek “Avrupa Ordusu”nun ihtiyaç olduğunu açıkladı. Hollanda hükümeti adına yapılan açıklamada ise, Avrupalılar’ın “ABD olmaksızın kendilerini savunma gücünde olmadıkları” ileri sürüldü.
Birbiri ardına yapılan bu açıklamalarla, özellikle de Trump yönetiminin tehdit içerikli aşağılamalarıyla “Paris Barış Platformu” barışın değil, militarizmi güçlendirme çağrılarının çıkarıldığı ve savaşlara hazırlık sinyallerinin verildiği bir platform oldu. “Avrupa Ordusu”nun Rusya, Çin ve “hatta ABD”ye karşı işlevli olacağının Fransa yönetimi tarafından açıklanmış olması, emperyalistler arası ilişkilerde “barışçıl aralar”a rağmen silahların gücünün devre dışı kalmadığının itirafıydı.
“PARİS BARIŞ KONFERANSI”NIN YÜZ YIL ÖNCE ÇÖZDÜĞÜ!
Birinci Büyük Emperyalist Savaş sonrasında, savaşın galiplerince düzenlenen “Paris Barış Konferansı“, yenilen devletlerin parçalanması ve haraca bağlanması platformundan ibareti. 32 devletin katıldığı “Paris Barış Konferansı“nda başlıca sorun, Avrupa haritasının kazanan güçlerin (Itilaf Devletleri) çıkarları yönünde yeniden düzenlenmesiydi. Fransa ve İngiltere, Avrupa’yı kendilerinin çıkarları yönünde yeniden şekillendirmeye çalışılırlarken yenik Almanya’nın geleceğini bir kez daha kendilerine engel oluşturmayacak tarzda belirlemek istiyorlardı. Kendi himayesinde parçalanmış bir Almanya politikası izleyen İngiltere ve Fransa, ve savaşa sonradan dahil olan ABD bu konferansta alınan kararlarda asıl söz sahibiydiler. ABD Başkanı Woodrow Wilson, Amerikan emperyalizminin etkin olacağı “Milletler Cemiyeti“nin kurulmasını istiyordu.
Konferans, “İtilaf Devletleri“nin yenik “İttifak Devletleri“ni ağır yaptırımlara mahkum ettikleri anlaşmaların imzalanması ve ABD Başkanı W. Wilson’un istemi doğrultusunda “Milletler Cemiyeti“nin kurulmasıyla (20 Ocak 1920) sona erdi. Birinci Dünya Savası’nın kazananları olarak İngiltere ve Fransa Avrupa, Afrika ve Ortadoğu`da büyük avantajlar sağladılar. Savaşta taraf değiştirmekle dikkat çeken İtalya, buna rağmen Akdeniz bölgesinde etkisini artırma olanağı buldu. Çarlıkla savaşında kazanan taraf olan Japonya ise sonraki süreçte Uzakdoğu Asya’nın büyük gücü haline geldi.
“Barış Konfesansı” bir bölüşüm konferansıydı. Ancak ne barışı garanti edebilirdi ne de yeni paylaşım savaşlarının engeli olabilirdi. Emperyalist kapitalizm koşullarında yeni savaşlar kaçınılmazdı. Gelişmeler bunu gösterdi.
EMPERYALİZM VE “BARIŞ” SORUNU
Kapitalizm bir yandan üretimin toplumsallaşmasının ileri bir düzeyine doğru gelişmesine yol açarken diğer yandan üretim araçlarının, üretimin ve sermayenin giderek nüfusun çok küçük bir kesiminin elinde toplanmasına doğru bu ‘gidişat’ daha fazla kâr için tekelci rekabetin keskinleşmesine; “kapitalist üretimin bütününde zaten var olan” anarşinin daha da artmasına neden olur. Gelişme sürecinde iç ve dış pazar(lar)ıbirbirine bağlayan kapitalizm, coğrafi keşiflerle açılan süreçte dünya pazarını yaratıp geliştirdi. Sermaye ihracıyla birlikte tekellerin faaliyet alanlarının genişlemesi, sermaye ve üretimin uluslararası boyutlarında görülen devasa büyüme ile birlikte büyük tekel gruplarının dünyanın en uzak bölgelerindeki “yabancı toprakları” yatırım, üretim ve “nüfuz alanı” haline getirmeleri mümkün oldu. Mali sermayenin (sanayi sermayesiyle birleşmiş banka sermayesi; “sanayinin ve bankaların kaynaşması ya da iç içe geçmesi”) egemenliği ve holding sistemiyle kurulan ağ aracıyla büyüklerin ekonomi üzerindeki kontrolü ve toplam toplumsal artı-değerin ‘aslan payı’nı‘cebe atmaları’ olanaklı hale geldi. Mali sermayenin gücü devasa büyüklüklere ulaşırken el atmadığı toprak parçası kalmadı. İletişim araçlarındaki gelişme, milyarlarca doların anında oradan oraya akışını olanaklı kılarken işlemlerin kazandığı hız, birleşme ve yutmayı kolaylaştırdı. Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle birlikte ortaya çıkan tekelleşme sadece ülke kaynakları üzerinde ve pazarında değil ülke dışına yönelik olarak da egemen olma kavgasını şiddetlendirdi.
Birinci Dünya Savaşı, “iki büyük devlet grubunun emperyalist politikalarının devamı” olarak ortaya çıktı ve “emperyalist dönem ilişkilerinin bütünü tarafından” yaratılıp körüklendi. Tek tek ülkelerin ekonomisinin dünya kapitalist ekonomi zincirinin birer halkasına dönüştüğü 19. yüzyıl sonuyla 20. yüzyıl başlarında dünyanın mali sermaye grupları ve emperyalist burjuvazi tarafından paylaşılmadık bölgesi kalmamıştı. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi devasa boyutlara ulaşırken tekeller pazarları ele geçirme, hammadde kaynaklarını denetleme ve büyük nüfuslu ancak yoksul ve geri ülkelerin ucuz işgücünden yararlanma hedefiyle birbirleriyle kıyasıya rekabete girdiler. 1870’li yıllardan başlayarak günümüzde daha da yıkıcı hale gelmiş sonuçlarıyla yaşanan bu gelişme, aşırı üretimin yol açtığı uluslararası büyük ekonomik bunalımların, bölgesel ya da dünya ölçekli savaşların patlak vermesine yol açtı. Etkileri onlarca hatta yüzlerce yıl süren yıkıcı sonuçlara yol açmasına rağmen, savaşlar kapitalizmin ürünü ve yol arkadaşı olmaya devam ediyor. Emperyalistlerle işbirlikçilerinin canice politikaları savaş koşularına sürükleyici özelliktedir ve eğer halklar tarafından reddedilerek püskürtülemezse, tekelci rekabet ve yoğunlaşmanın götüreceği yer yeni büyük savaşlar olacaktır. Kapitalizmin en yüksek aşaması olarak emperyalizm dünyanın pazarlar, toprak ve hammadde kaynakları bakımından paylaşılması ve yeniden paylaşılması için emperyalist güçler arası savaşların kaçınılmaz olduğu bir sistemdir. Sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi ve tekellerce kapitalizmin daha da eşitsiz ve sıçramalı kılınan gelişmesi, kaynaklar, pazar ve etki alanları üzerine kıyasıya rekabeti keskinleştirip şiddetlendirir, güç dengelerini değiştirerek kaynaklarla pazarların yeniden paylaşılmasını ve bunun çözümü olarak yeni savaşları davet eder.
Emperyalist kapitalizm koşullarında barış anlaşmaları savaşa hazırlık dönemlerinden ibarettir. İlk dünya savaşının yol açtığı yıkıma rağmen ikincisinin patlak vermesiyle bu bir kez daha görüldü. 1929 Büyük Ekonomik Bunalımı’nın büyük rol oynadığı bir süreçte, dünya daha da yıkıcı ve büyük bir savaşa sahne oldu. 1933’te Almanya’da iktidarı ele geçiren Hitler ve Nazi Partisi, tekelci sermayenin en saldırgan temsilcisi olarak dünyanın yeniden paylaşımı için savaşın fitilini tutuşturdu. Birinci büyük savaşın yenik ülkesi Almanya ‘vesayetten kurtularak’ yeni bir kapitalist imparatorluk kurmaya soyunmuştu. Emperyalistler arası paylaşım kavgasının ürünü olarbu savaş, Nazilerin sosyalist S.B’ni işgale girişmeleriyle birlikte sosyalist anayurdu savunma içerikli olarak faşizme karşı savaşa dönüştü. Nazi kıtalarının çizmeleriyle ezilme tehdidi altındaki “demokratik burjuva ülkeleri” olarak Fransız ve İngiliz emperyalistlerinin, ardından da ABD’nin –Alman İtalyan ve Japon emperyalist cephesine karşı– S.B. ile ittifaka zorunlu kalmalarıyla savaşın “kaderi” değişti. Sovyet halklarıyla antifaşist Avrupa halklarının büyük fedakarlığıyla faşist barbarlık yenilgiye uğratıldı. Ne var ki etki alanları emperyalist politikası doğrultusunda İngiliz ve Amerikan emperyalistleri, Stalin’in “Birleşik Demokratik Almanya” önerisini şiddetle reddederek ve hatta Sovyetlere karşı savaşı sürdürecekleri tehditleri de savurarak Almanya’nın bölünmesini sağladılar. ABD böylece Batı Almanya ve Japonya üzerinde söz sahibi olma olanağı kazandı. Ancak kapitalist yasa işlevli olmayı sürdürdü ve Almanya giderek bir kez daha başlıca büyük emperyalist güçler arasındaki yerini aldı.
Gelişmeler bununla sınırlı kalmadı. Eskinin “köylü ülkeleri”nin (Çin, Hindistan, İran, Türkiye, Meksika, Brezilya vb.) kapitalist gelişme yolunda kaydettikleri ilerleme bir yandan meta ve sermaye ihraç alanlarının genişlemesine yol açarken diğer yandan bu alanlara yönelik hakimiyet kavgasını daha da şiddetlendirip rekabeti kızıştırdı. 20. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak hızla kapitalist gelişme yolunda ilerleyen Çin’in de büyük emperyalist güçler arasına girmesiyle birlikte çelişki ve rekabet daha da sertleşti. 100 yıl önce paylaşımın konusu olan Çin bugün dünyanın en güçlü ikinci ekonomisi ve askeri tehdit sıralamasında önde gelen devletlerinden biri durumuna geldi. 100 yıl önce, iki emperyalist grubun dünyayı paylaşma kavgalarının taraflarından biri olan Çarlık İmparatorluğu’na son verilerek Ekim Devrimi’yle işçi sınıfı ve ezilenlerin iktidarının kurulduğu ve sosyalizmin inşa edildiği dünyanın beşte biri büyüklüğündeki ülke(ler)deyse kapitalizm yeniden hakim hale geldi. Sosyalizm tasfiye edildi ve “birlik” ulusal burjuva kapitalist devletler şeklinde parçalandı. Rusya Federasyonu olarak şekillenen Rusya,günümüzde pazarlar üzerine ABD’ye ve diğer çeşitli emperyalist devletlere ‘kafa tutacak’ nükleer bir güç olarak yeniden sahnede.
İki büyük emperyalist savaş büyük yıkıma ve ağır sonuçlara yol açtı. Ancak, burjuva emperyalist çıkarlarla bağlı çatışmaların yol açtığı bölgesel savaşlarla emperyalist devletlerin ilhakçı saldırıları ikinci büyük savaş sonrasında da devam etti. 1950-51 Kore Savaşı, Vietnam’ın işgali ve 1964-74 Vietnam Savaşı, 1962 Çin-Hindistan ve 1964 ve 1971 Hindistan-Pakistan Savaşı; 1982 Arjantin-İngiltere Falkland Adaları Savaşı, 1967 ve 1973 Arap-İsrail Savaşı, emperyalist askeri müdahaleyle birlikte Yugoslavya’nın parçalanması ve Sırp-Hırvat, Sırp-Boşnak Savaşı, Irak-İran Savaşı ve daha eklenebilecek savaşlar, kapitalist emperyalizmin savaş kaynağı olduğunu onlarca örneğiyle gösterdi. Afganistan, Libya, Suriye ve Yemen’de devam eden savaşlarda yüzbinlerce insan öldü ya da sakat kaldı. Siyonist işgalci Filistin topraklarını işgale ve halkını bombalamaya devam ediyor. Türk, Arap ve Fars ezen uluslarının burjuvazisi, Kürtlerin ulusal hak eşitliği talebini reddetme politikasını sürdürüyor. Latin halkları ABD’nin büyük baskısı ve tehdidi altındalar. Venezuela’da darbe düzenleme çağrısı açıkça ve burjuvazinin bir gevezelikten öte anlam biçmediği “uluslararası hukuk” çiğnenerek yapıldı.
Kaynaklar, pazar ve etki alanları kavgası devam ediyor ve “barış” üzerine burjuva söylemine rağmen kapitalist emperyalizmin karakteristik özellikleriyle bağlı gelişmeler, dünyayı yeni savaşlara doğru sürüklüyor.
KESKİNLEŞEN ÇELİŞKİLER VE ARTAN SAVAŞ TEHDİDİ
BM Genel Sekreteri AntonioGueterres, “Paris Barış Forumu”nun açılışında yaptığı konuşmada dünyanın bugünkü durumunun Birinci Dünya Savaşı öncesi durumla benzeştiğini ileri sürerken, artan gerginlik ve çatışmaları, savaş durumunu, on milyonlarca insanın topraklarını ve ülkelerini terke zorunlu bırakan saldırı ve savaşları ve “iklim sorunu”nu işaret ederek dünyanın “kaotik bir durumda” olduğunu söyledi. Rusya Devlet başkanı Viladimir Putin de, ABD’nin stratejik füze anlaşmasından çekilmesini eleştirirken, dünyanın hiç de iyi bir durumda olmadığını belirtti. Burjuva emperyalist alandan yapılmış bu iki açıklama, dünyanın içinde bulunduğu durumu, sınırlı bir alandan ve güçler çatışmasıyla da bağlı olarak yaklaşık tarif ediyor. Kuşkusuz yüzyıl sonrasında birçok bakımdan farklılıklar gösteren dünya gerçekliği, koşullar ve etkenler bakımından çok çeşitli başka olgulara işaret ediyor. Buna rağmen yeni çatışma ve savaşlara sürükleyen gelişmeler yönünden bir benzeşmeden yine de söz edilebilir. Ancak günümüzde durum daha da karmaşıktır. Birkaç büyük emperyalist devlet ve uluslararası alanda mali, sınai güce sahip devasa büyüklükteki tekelin dünya pazarları üzerindeki denetimi artmış; bağımlı ülkelerin kaynaklarının yağmalanması için kredi sistemi, borçlandırma, doğrudan yatırım, satın alma, hisse senetleri ve devlet tahvilleri alımıyla şirketleri ele geçirme vb. gibi işlemlerin hacmi daha da büyümüştür. Bağımlı ülkelerin banka ve sınai işletmelerinin “ortaklık”-hisse payı ya da doğrudan satın alınmalarıyla mali ekonomik bağımlılık güç kazanmış, bağımlı ülkeler halklarının sırtına yıkılmak üzere birikmiş borçlar trilyonlara ulaşmıştır. Gelişmeler, “ulusal mali sermayeler arasındaki savaşımın yerine dünyanın uluslararası düzeyde birleşmiş mali sermayeyle ortaklaşa sömürüleceği” bir yeni aşamanın değil, emperyalistler ve mali gruplar arasında “sürekli barış” yalanını da deşifre edecek şekilde giderek şiddetlenen bir çekişme ve çatışmaya evrilen ilişkileri işaret etmektedir. “Çünkü, kapitalist düzen içinde, nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin paylaşılması konusunda, paylaşmaya katılanların gücünden, bunların genel ekonomik; mali, askeri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez.”
“Küreselleşme” ve neoliberalizm ile yaldızlanarak yıkılamazlığı ve sonrasının olanaksızlığı ilan edilen kapitalist sistem, büyük güçlerinin ekonomik mali girişimleri ve askeri eylemleriyle yeni ve daha büyük bir yıkıma doğru sürüklenmektedir. Birbiri ardına düzenlenen “zirve”lerde açığa vurulan stratejik ve taktik politikalar tehdidin öngörülemez uzaklıkta olmadığını gösteriyor. ABD’nin Çin’i “en yakın ve büyük tehdit” ilan etmesi, AB’nin büyük güçleri başta olmak üzere NATO ülkelerini daha fazla askeri harcamaya zorlaması, Rusya sınırlarına Polonya ve Ukrayna başta olmak üzere Doğu Avrupa ve Karadeniz ülkeleri üzerinden füze rampaları yerleştirmesi, İsrail’i nükleer silahlarla donatması gibi başkaca birçok gelişme, paylaşım kavgalarının giderek sertleşmekte olduğuna işaret ediyor. Militarizm, faşist ve yayılmacı siyasal hedeflere odaklanmış şekilde artarak güç kazanmaktadır.
“Barış dönemleri” ve “barışçıl ittifaklar” kuşku yok ki mümkündür. Ancak bu durum, emperyalist devletler ve mali gruplar arası çatışma ve savaşların doğmasını engellemez. Birinci büyük savaş öncesi ve sırasında ya da ikincisinde yan yana ittifak içinde olan güçler başka zaman ve koşullarda karşı karşıya geldiler. Ya da rakip cephelerde yer alan Alman ve Fransız emperyalistlerinin durumunda olduğu üzere yan yana ve “ortak ordu oluşturma” politikası söz konusu olabilmektedir.
Emperyalist büyük devletler ve bağımlı ülkelerin işbirlikçi yönetimleri, “ulusal güvenlik ve ulusal çıkarlar” propagandasıyla savaş bütçelerini artırdılar. Kullanılmaları durumunda dünyanın canlı türleri için asırlar boyu yaşama olanaklarından yoksun kalmasına ve yapısının da büyük oranda değişmesine yol açacak büyüklükteki devasa nükleer kimyasal ve diğer silah yığınağı, burjuva emperyalist güçlerin dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına karşı da en büyük tehdidi oluşturuyor. Kapitalist ve emperyalist devletlerin şefleri, kapitalist parti fraksiyonları ve artı-değer sömürüsünden pay alan asalak burjuva propagandistleri o meşhur ve iğrenç burjuva ikiyüzlülüğüyle bu durumu ülke güvenliği ve ulusal çıkarların “savunulması”yla gerekçelendirmektedirler. Amerikan, Fransız, İngiliz, Rus ve Çin emperyalistleriyle İsrail, Suudi Arabistan, Türkiye gibi ülkelerdeki işbirlikçileri başta olmak üzere emperyalist ve yayılmacı güçler, dünyayı yeni bir büyük savaşa doğru sürükleyen politikalar izlemektedirler.
ABD, Rusya ile imzalamış olduğu “orta ve uzun menzilli füzelerin kullanılmasını yasaklayan anlaşma”dan çekileceğini ilan etti. ABD, Almanya, Polonya, Romanya, Bulgaristan, Türkiye, Irak ve Suriye’de askeri üslere ve füze rampalarına sahip. Akdeniz’de savaş gemileri dolaştırıyor. ABD’nin Çin’i, “en yakın ve en büyük düşman” ilan eden açıklamasının yanında Rus yöneticileri, ABD’nin “savaş hazırladığını” belirterek kendilerinin de “koruma amaçlı olarak savaşa hazırlandıklarını” açıkladılar. Rusya, Çin ve ABD savaş filoları okyanuslarda güç gösterisini sürdürüyor. Ordusunun geri teknolojiye sahip olduğunu ileri süren Alman emperyalistleri daha modern araçların üretimi için harekete geçtiler. ABD, Rusya, Çin, Fransa, İsrail, Almanya, İngiltere, Japonya, Suudi Arabistan, Türkiye gibi ülkeler başta olmak üzere emperyalist ve kapitalist devletler savaş bütçelerinde artışa gittiler. Toplumların yaşamı askerileştirilmiştir. Modern ileri teknoloji bütün öteki alanlardan önce savaş sanayi alanında kullanılmakta ve yüz milyarlarca dolarlık kaynaklar silahlanmaya ayrılmaktadır. Bunun için ayrılan toplam kaynak 2017 yılı itibarıyla 2 trilyon dolar civarına yükselmiştir. Amerikan emperyalizminin silahlanmaya ve savaş araçlarına ayırdığı bütçe payı 2017 yılı itibarıyla 700 milyar dolar civarındadır. Ve ABD sadece kendisi silahlanmıyor, işbirlikçilerini de muazzam büyüklükte yeni ve modern silahlar için kaynak ayırmaya mecbur ediyor. Bölgesinde Ortaçağcıl monarşist iktidarların(krallık, sultanlık, emirlik yönetimlerinin) ayakta kalmasında rol oynayan, İsrail yönetimiyle işbirliği içinde bölgedeki en önemli istikrarsızlık ve çatışma güçlerinden biri olan ve Yemen’de olduğu üzere yayılmacı istila savaşları yürüten Suudi Arabistan ile 2018 yılı ortalarında 110 milyar dolarlık silah anlaşması imzaladı. Trump yönetiminin desteklediği Suudi gericiliği Yemen’i bombalamayı sürdürüyor. BM temsilcileri, bu ülkede 18 milyon kişinin açlıktan ölmek üzere olduğunu açıkladılar. ABD Türkiye ve Irak Merkezi yönetiminin yanı sıra Kürtleri de bağımlılık ilişkileri içinde kendi emperyalist çıkarları yönünde kullanma politikası izliyor. Türkiye gericiliği, büyük güçlerin bölgede yürüttükleri hegemonya kavgasının ‘yarıkları’ndan sızarak, alan fethi politikası izliyor. Suriye toprağı Afrin ve Cerablus’ta Türk askeri yönetimi kuruldu.
“Koruma duvarları” yeniden yükseltildi. Almanya ve Çin’in de karşı ataklarla yanıt verdiği vergi artışıyla “serbest ve barışçıl ticaret” palavrasının geçersizliği ilan edildi. ABD’nin ilan ettiği “korumacı önlemler”in Çin, Almanya, Rusya, İran gibi ülkelerin ihracatına darbe vurma sınırlarına genişletilmesi, tekeller çağında ticaretin “barışçıl bir faaliyet”ten ibaret olmadığı ya da olmayabileceğinin aktüel göstergesidir. Mali sermaye ve tekeller çağında asıl olan, giderek daha fazla önem kazananenerji başta olmak üzere hammadde kaynakları ve ulaşım yollarıyla sermaye yatım alanları ve pazarların denetimidir ve en güçlü emperyalist devletler kaynaklarla üretim alanları ve pazarlar için dalaşmanın başını çekerler. Şimdi bu kapsamda başta enerji olmak üzere kaynaklar, nakil yolları, üretim alanlarıyla pazar ya da “ticaret savaşları” da daha sertleşmiştir.
Emperyalist büyük güçler arası çelişkinin sertleşmesiyle birlikte kaynaklarla birlikte klasik kapitalist ülkelerin “iç pazarları” dahil dünya pazarındaki mali, ekonomik ve ticari rekabet daha da kızıştı. Ekonomik yaptırımlara savaş bütçeleri ve yeni silahlar, yeni ordular üzerine restleşmeler eklendi. Dünyanın her tarafını “ulusal çıkar alanı” ilan eden emperyalist büyük devletler Avrupa’dan Latin Amerika’ya; Asya’dan Afrika’ya her alanda birbirleriyle karşı karşıya geldikleri girişimlerini artırdılar. Ortadoğu ve Afrika enerji kaynakları, değerli maden ve metal rezervleri ve orta-güney Asya’ya geçiş yolları emperyalist hegemonya kavgasının başlıca alanlarının başında yer alıyor. Afrika kıtası zengin hammadde ve ucuz işgücü “deposu” olmasıyla emperyalist güçlerin ve uluslararası tekellerin “iştahı”nı kabartan bir alandır. ABD ve Fransa Ortadoğu ve Afrika’da en büyük askeri varlık gösteren güçlerdir. Rusya’nın Ortadoğu’da ve Çin’in Afrika’daki girişimleri giderek yoğunluk kazanıyor. ABD sahipolduğu büyük ekonomik güç ve devasa askeri kuvvetiyle dünya politikasında, pazar ve etki alanları üzerine emperyalistler arası rekabet ve kavgada etkili ilk güçtür. Ortadoğu ve Afrika’daki etkisi askeri varlığınınyanında bu iki bölgenin ülkelerini dolaylı (IMF vb. gibi hala etkin hakim gücünü ABD’nin oluşturduğu emperyalist kurumlar dolayımıyla) ve dolaysız ABD’ye bağımlı kılan mali ilişkilerin gücüne bağlıdır.
ABD’nin “CampDavid“deki “el sıkışma” gösterisiyle ilan ettiği “İsrail-Filistin anlaşması”nın, İsrail’in Filistin Arap halkının yaşam alanlarını işgal ederek ve binlerce Filistinliyi katlederek sürdürdüğü yayılmacı politika sonucu akamete uğramasının üzerinden uzun zaman geçti. İsrail işgali sürdürüyor ve İsrail’in Filistin’e yönelik saldırganlığı, kesintili şekilde de olsa devam ediyor. ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistler, İsrail korsanlığını koruma altına alarak onu Filistin halkına karşı saldırılarında cesaretlendirirken, Siyonist devletinin politikalarına karşı tutumlarıyla dikkat çeken Irak, Libya, Suriye ve Yemen’i fiili askeri saldırılarla etkisizleştirerek ekonomilerini, altyapı tesislerini, enerji sistemlerini, kültürel birikimlerini darmadağın ettiler. “Arap Davası”nın “büyük gücü” Mısır, işbirlikçi diktatörler aracıyla İsrail’in ‘yedeğine çekildi’. Libya ve Irak petrollerinin paylaşılması bu ülkelere dış askeri saldırıların öncelikli konusu oldu. ABD, İsrail’in Filistin topraklarını işgali genişletme politikasını destekledi. Trump yönetimi İsrail’le birlikte BM’deki Golan’ın işgalini kınama oylamasında hayır oyu kullandı.
Tekelci gericiliğin “ulusal çıkar” politikası halkların zor yoluyla soyulması ve bağımlılık altına alınması politikasıdır. ABD, 40 yıla yakındır İran’a diz çöktürme politikası izliyor. Fiili saldırı tehditleriyle, ambargolarla, içeride kitle ayaklanmalarını örgütleme girişimleri ve sabotajlarla çökertmeye çalıştığı İran ise, bölge ve dünya konjonktüründen; emperyalistler arası çıkar çelişkilerinden yararlanarak bölgedeki etkisini daha da artırmış durumda. ABD ve İsrail, Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen’de artan İran nüfuzunu kırmak için sürdürdükleri kuşatmayı Sunni Arap Birliği’yle takviye ederek, İran’ı yalnızlaştırma ve boyun eğmeye zorlama politikasında sonuç almaya çalışıyor.
ABD ve İsrail’in “İran tehdidini bertaraf etmek” üzere oluşturmaya soyundukları Sünni Arap ittifakının yeni formülü, Suudilerin öncü ve etkin gücünü oluşturacakları “Arap NATO’su” oldu. Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt, Bahreyn ve Ürdün’ün katılımıyla 3 Kasım2018’de Mısır’da gerçekleştirilen “ortak askeri tatbikat” bu yöndeki gelişmeyi işaret eden ilk girişimdi.
Amerika Birleşik Devletleri 4 Kasım 2018’de kapsamını genişleterek ilan ettiği ekonomik yaptırımlarla İran ekonomisini “çökertme“yi, İran halk kitlelerini ağır yaşam koşullarından hareketle ayaklandırarak Tahran yönetimini yıkmayı ve yerine işbirlikçi bir yönetim kurmayı hedefliyor. Trump, İran’a karşı ilan ettiği uluslararası ambargoya katılmamaları durumunda yaptırımların Almanya ve Fransa başta olmak üzere AB ülkeleriyle bu ülkeler menşeli tekel gruplarını da kapsayacağını ilan etti. Merkel ve Macron ise, ABD’nin tehditlerle karışık çağrılarına rağmen İran ile ilişkilerde ülkelerinin ihtiyaçlarına öncelik vereceklerini açıkladılar. Buna rağmen Alman ve Fransız enerji ve otomotiv tekellerinin en irileri İran’daki faaliyetlerini durdurdular.
Amerikan ve Batılı emperyalist devletlerin yöneticilerinin “Arap dünyasındaki demokratik hareketlerin desteklenmesi” yalanıyla örtmeye giriştikleri ve fakat Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika’da işbirlikçi gerici “rejim”ler oluşturmanın aracı olarak kullanmak üzere finanse ederek koordinasyonunda rol oynadıkları El Kaide’den IŞİD’e İslami şiddet hareketleri ortaçağcıl gerici ideolojik argümanlarla dini ve mezhebi savaşların gücü oldular. Bu örgütler bölgede ve ABD ile Avrupa’nın emperyalist başkentleri başta olmak üzere birçok yerde, çeşitli katliamlara imza attılar. ABD’nin, İngiliz gizli servisinin ve İsrail’in dahil olduğu saray entrikalarıyla düzenlenen darbelerin sayısı arttı. Suudi Arabistan’da saray darbesiyle veliaht prens olan Muhammed bin Selman yönetiminde rakiplerin susturulması ve öldürülmesi aleni hale geldi.
Bölgede etki alanına sahip olma politikası izleyen ve ilişkilerini geliştirmeye yönelen Fransa açısından da bölge stratejik bir öneme sahiptir. Bölge ülkeleriyle ekonomik, askeri ve diplomatik ilişiklerini geliştirerek enerji ve diğer hammadde kaynaklarını kullanma olanağını elinde tutma ve bölgede güç olma politikası izleyen Fransız emperyalizmi, Birinci Dünya Savaşı’nın kazananlarındandı. Osmanlı topraklarının paylaşılmasını içeren ‘Sykes-Picot Antlaşması’yla birlikte Ortadoğu’da, özellikle de Lübnan ve Suriye’de sağladığı 20 yılı aşkın egemenliğinin bu ülkelerin bağımsız devlet konumunu elde etmeleriyle (Lübnan-1943, ve Suriye-1946) sarsılmasına ve fiili olarak sona ermesine rağmen, bu bölge ve ülkelerdeki etkisi devam edegeldi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın kazananları tarafında olan Fransa, Avrupa ve dünya politikasının önemli güçlerinden biri olarak “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi”nin “5 daimi üyesi”nden biri konumuyla Avrupa dışı alanlarda, özellikle de eski sömürge alanları olan Kuzey Afrika ve Ortadoğu politikalarında söz sahibi oldu.Uluslararası güçkonumunu enerji ve otomotiv tekelleri, silah sanayi ve askeri gücü aracıyla sürdüren devletler arasındadır. Suriye ve Libya’ya askeri müdahalelerde dolaysız rol oynadı, İngiltere ile birlikte Libya’nın bombalanmasına girişti. Lübnan politikasında etkili güç olma hedefli girişimlerini sürdürüyor. Nükleer güç sahibi ülkelerden biri olması ve silah ve savaş sanayisiyle “AB Ordusu’nun kurulması” politikasında başı çekiyor. Arap ve “Magrip” ülkeleri halklarının işbirlikçi diktatörlüklere karşı ayaklanmalarını istismar etmeye çalışarak bu ülkelerdeki gelişmeleri çıkarları yönünde kullanma politikası izledi ve bölgede etkili olmak için girişimlerini sürdürüyor. Libya’ya askeri müdahalenin öncü kuvveti rolüne soyunmakla kalmadı, Kaddafi’nin barbarca katledilmesi sonrasında ortaya çıkan ve devam etmekte olan kargaşadan yararlanarak kaliteli oluşuyla ünlü, emperyalist çakalların iştahını kabartan Libya petrolünün yüzde 35’ni ele geçirdi.
2003-2012 döneminde Fransız silah sanayisi, ihracatının yüzde 48’ini Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yaptığı satışlarla gerçekleştirdi. Bölge ülkeleriyle 60 milyar Euro düzeyinde bir ticaret hacmi olan Fransa, petrol ithalatının yüzde 18,1’ni Suudi Arabistan’dan, yüzde 8,5’unu Libya’dan, 6.1’ni Cezayir’den ve yüzde 2,2’sini Irak’tan temin etmektedir. Fransa’nın Suudi Arabistan, Fas, Katar, Cezayir ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde Total, GDF Suez ve Accor gibi Fransız şirketleri aracılığıyla ciddi yatırımları bulunuyor. Fransa, ABD ile birlikte Suudi gericiliğini silah teknolojisiyle takviye eden ve 2000’li yıllarda MENA (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) ülkelerine en fazla silah satan ülkelerden biridir. Suudi Arabistan, Fas, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Cezayir gibi ülkeler, en önemli silah ihracat pazarları arasında yer alıyor.
2015 JCPOA anlaşmasıyla birlikte Fransa-İran ticari ilişkileri hızla arttı. Avrupalı uçak imalatçısı Airbus İran ile 20,8 milyar dolar değerinde uçak satış anlaşması imzaladı ve Fransız enerji şirketi Total İran’ın Güney Pars enerji havzasında yatırımlara başladı. Fransız otomotiv şirketi PSA Peugeot Citroen’in İran otomobil piyasasındaki payı yüzde 30 civarındadır. İran’a yönelik ABD yaptırımları Fransız şirketlerini ve Fransa ekonomisini olumsuz yönde etkilemektedir. Fransa Ekonomi Bakanı Bruno Le Maire de, France Culture radyosunda yaptığı bir açıklamada, Fransa’nın 2015’ten sonra İran ile ticaret hacmini üçe katladığını belirterek, “ABD’nin kendini gezegenin ekonomi jandarması olarak görmesinin kabul edilemez” olduğunu söyledi. Fransa’nın ABD ile ilişkilerinin seyri, diğer belli başlı emperyalist batılı ülkelerin her birinin kendi çıkarlarını öncelik alan politikalarıyla benzerlik göstermekle birlikte Avrupa’da ve Afrika’da etkili güçlerden biri olmasının yanı sıra nükleer güç sahibi ve BMGK’nin 5 daimi üyesinden biri olmasıyla da bağlıdır. Tek kutupluluk döneminin sona erdiğini açıkça ilan ederek ‘kafa tutan’lar, sadece Rusya ve Çin gibi Asyalı rakipler değil, daha geride durmakla birlikte Almanya ve Fransa gibi Avrupalı emperyalistlerdir de.
Ancak ABD’nin kapitalist dünya sisteminde sahip olduğu büyük ekonomik ve askeri güç, Fransa ve Fransız şirketlerinin İran’a yönelik yaptırımlara direnme sınırlarını da belirleyici olmaktadır. Fransız Total şirketinin İran’dan çıkma kararı bu sınırı işaret eden gelişmelerden biriydi. Macron’un, ABD’nin İsrail Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması ve Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak lanse etmesine karşı çıkması ve Filistin sorununun “iki devletli çözümü” yönündeki açıklamaları, Trump’ın öfkesinin nedenleri arasındadır.
Afrika, zengin kaynaklarıyla Çin’in de ilgi alanıdır. Dünyanın ikinci en büyük ekonomisine sahip ve Almanya’nın yanı sıra dış ticaret fazlası veren ülkesi olan Çin, 2017 verileriyle 120 milyar dolar değerinde metal ithalatı yapıyor ve dünyada üretilen toplam çinkonun yüzde 30’unu, kurşunun yüzde 25’ini, bakırın yüzde 22’sini ithal ediyor. Toplam üretilen demir ve çeliğin üçte birine yakınını ve alüminyumun dörtte birini Çinli firmalar kullanıyor. Afrika; Çin mali sermayesi ve emperyalist Çin devleti için bütün bunların temini açısından büyük önem taşıyor. Dünya toplam enerji rezervlerinin yüzde 30’nu barındıran, kobalt, altın ve çeşitli metal ve mineral yeraltı zenginliklerine sahip kıtanın Çin için önemi, enerji kaynaklarına ve çeşitli değerli maden yataklarına sahip olmasıdır. Çin, bu bölgeye enerji anlaşmaları (yatırım ve satın alma), silah satışı ve askeri üs kurma yoluyla hızlı giriş yaptı. Mao’nun başında bulunduğu Çin yönetiminin 1960’lı ve sonraki yıllarda sömürgeciliğe karşı mücadele içindeki kıta ülkeleriyle kurduğu ilişkileri de kapitalist çıkarları için istismar eden Çin emperyalizmi, günümüzde 10 binin üzerindeki ticari firmasıyla kıtada en fazla sermaye hareketine imza atan güç durumundadır.
Çin yayılmacılığı, hızlı kapitalistleşme, büyük ve ucuz emek gücü potansiyelinden güç alıyor. Son on yıllarda dünyanın en yüksek ekonomik büyüme oranlarına sahip ülkesi olarak dış ticarette, dış yatırımlarda, borçlandırmalarda önemli ataklar yapan Çin sermayesinin Asya ve Afrika pazarına akışı hız kazandı. Çin’in Afrika ülkeleri ile ticareti 2003-2014 yılları arasında 200 milyar dolara, 2017’de 230 milyar dolara yükseldi. Son 15 yılık süreçte Afrika’nın çeşitli devlet yönetimlerine verdiği borç 90 milyar doları buluyor. 3-4 Eylül 2018’de Pekin’de düzenlenen Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nda, Afrika ülkelerine 60 milyar dolarlık yardım kararı alındı. Kıta, altın, uranyum, kobalt, platin, bakır, manganez kaynakları açısından oldukça zengin. Altının yüzde 50’si, uranyumun yüzde 35’i, kobalt ve platinin yüzde 90’ı bu topraklarda “saklı”! Çin, ihtiyaç duyduğu petrol ithalatının yaklaşık yüzde 25’ini Sudan, Angola, Cezayir, Gabon ve Çad gibi Afrika ülkelerinden temin ediyor. Emekgücünün aşırı sömürüsüyle ucuza ürettiği malları ise Afrika pazarında geniş alıcı kitlesi buluyor. Aralarında Mısır, Nijer, Tanzanya, Etiyopya, Fas, Cezayir, Zambiya, Angola, Mozambik ve Güney Afrika’nın da bulunduğu Afrika ülkelerindeki yatırımlarının üçte biri madencilik, üçte birine yakını inşaat, yüzde 14’ü imalat sektöründe olmak üzere, Çin’in2015’ten sonra kıtadaki doğrudan yatırımları 66.4 milyar dolara yükselmiş durumda.
Çin’in Sudan’da üç küçük çaplı silah üretim tesisi, Mali ve Zimbabwe’de cephane ve silah üretim tesisleri, Cibuti’de “İpek Yolu’nu ve ticari gemileri korsanlara karşı güvence altına almak” adına kurduğu askeri üssü bulunuyor.
Emperyalist rekabet ve dalaşmanın önemli alanlarından bir diğeri, Asya Pasifik bölgesidir. Çıkar karşıtlıkları askeri ve ticari atakları aracıyla öne çıkan ve bölge üzerinde nüfuz ve etki alanı kavgası yürüten Çin ve ABD’nin, bölge devletlerinin yönetimleriyle işbirliği içinde, birbirlerinin etki alanını sınırlama politikası, açık meydan okumalarla giderek sertleşiyor. Trump yönetiminin “Trans Pasifik Ortaklığı Anlaşması”ndan çekilmesi, ABD’nin Asya Pasifik bölgesine yönelik emellerinden vazgeçtiğini göstermez. ABD bölgede, Çin’in büyük gücüne karşı Japonya, Vietnam ve Filipinler gibi ülkelerin “hamisi” rolüne soyunurken; Çin, Rusya ve Hindistan gibi iki gücün yanı sıra irili ufaklı diğer bölge devletleriyle ilişkilerini ilerleterek karşı ataklarda bulunuyor. Japonya, Filipinler ve Güney Kore başta olmak üzere Çin’in nüfuzuna karşı güçler Amerikan emperyalizmiyle işbirliğini ilerletmeye yöneldiler. “Güney Asya Halkları Birliği”nin((ASEAN’ın) 33. zirvesi, 11-15 Kasım’da bu bölge ülkelerinden biri olan Singapur’da düzenlendi. Bir diğer zirve ise, “Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği” (APEC) Zirvesi adıyla Papua Yeni Gine’de 12-18 Kasım’da gerçekleştirildi. Asya Pasifik bölgesinin sorunlarının tartışılması adına düzenlenen bu “zirveler”, Çin, Japonya, ABD, Rusya, Hindistan ve Kanada’nın başlıca etkili güç oldukları bölgede, hangi güç ya güçlerin çıkarlarının ne ölçüde öncelik kazanacağı üzerine pazarlıklara sahne oldu.
SAVAŞ TEHDİDİ VE SAVAŞ KARŞITI MÜCADELE
Ünlü savaş analisti ve stratejisti Prusyalı Carl vonClausewitz, savaşı politikanın başka araçlarla (şiddet araçları) sürdürülmesi olarak tanımlamıştı. Bir savaşın karakteri hangi politikalara bağlı olarak ortaya çıktığı, hangi sınıf ve güçlerin çıkarlarının ifadesi olan politikaların ürünü olduğuyla ilişkilidir. Sınıflı toplum gerçekliğini ve sınıf mücadelesini görmezden gelen ya da yok sayan “toplumsal barış” lafazanlığı biryana bırakılırsa, savaş ve barış sorunu emperyalist kapitalizm koşullarında izlenen politikaların şiddete dayanan ya da barışçıl biçimlerle sürdürülmesi kapsamında anlam bulur. Emperyalistler arası ve emperyalist güçlerden biri ya da birkaçının giriştiği ilhak savaşları, halkların bağımlılık ilişikleriyle boyunduruk altına alınması ve soyulması hedefiyle bağlı savaşlar gerici ve karşı çıkılması gereken savaş niteliği gösterirken, halkların emperyalizme karşı bağımsızlık savaşlarıyla proletaryanın burjuva gericiliğine karşı savaşı ilerici devrimci ve desteklenmesi gereken savaşları oluştururlar. Barış ise, karşıt güçler arası “anlaşma”ların içeriği ve sınırlarıyla bağlı olarak geçicilik gösteren bir tür “savaşa hazırlık evresi”ni ifade eder. Bir savaş sonunda yenen ve yenilenlerin ya da “yenişemeyenler”in arasında belirli koşullara bağlı olarak gerçekleşebileceği gibi, emperyalist güçlerin halkları ekonomik mali anlaşmalarla kölece bağımlılık koşullarında tutmalarının “barışçıl” biçimi olarak da şekillenebilir. Karşıtların birbirleriyle ilişkileri yönünden mücadele ve savaş durumu çelişkiye bağlı asıl gerçekliği, barış ise bir tür izafi ve geçici durumu ifade eder.
Savaş ve barış durumunu belirleyici olan şu ya da bu yöneticinin; örnek olsun Trump ya da Macron’un, Erdoğan veya Netanyahu’nun iradesi olmamakla birlikte, devlet yöneticilerinin izledikleri politika savaş ya da barış koşulları açısından belirli bir etken olma işlevi görür. Saldırgan ve yayılmacı politikalar, mali sermaye ve tekellerin etki alanları, kaynaklar ve pazarlar üzerine kavgalarıyla bağlı olarak şekillenirken, bu doğrultudaki politikalarda ısrar eden burjuva ve tekelci yönetimler savaşa sürükleyici rol oynarlar.
Emperyalist güçler ve mali gruplar arası rekabet daha da sertleşti. Her yerde burjuva gericilik, şoven milliyetçilik ve yabancı karşıtlığı tehdit edici boyutlarda güç kazandı. Faşizm aktüel tehditlerden biridir ve kaynağında tekelci kapitalizm durmaktadır. Demokratik burjuva yönetim biçimlerini “ulusal çıkarlar”la bağdaşmaz gören politik gruplarla sağ siyasal partilerin işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde sağladıkları ideolojik etki, hareketi zaafa uğratmakta ve kapitalist saldırılara daha fazla açık hale getirmektedir. Burjuva demokrasisi giderek belirgin biçimde “yeni bir kriz”le yüz yüzedir ve birçok ülkede “can çekişiyor”. “Demokratik kurum ve kurallar”ın bağlayıcılığı üzerine ikiyüzlü burjuva söylemi inandırıcılığını önemli oranda yitirmiştir. Tekellerin çıkarları yönünde “merkez sağ partiler”le birlikte hareket eden “sosyal demokrat partiler” daha fazla güç kaybına uğradılar. Burjuva yönetimler adına konuşanlar artık haklardan değil “ulusal çıkarlar”dan daha fazla söz ediyorlar. Sermaye iktidarının sözcüleri demokratik özgürlükler için mücadele edenleri “vatan hainliği” gibi suçlamalarla etkisizleştirip susturmayı, yönetme politikalarında daha fazla öne çıkardılar. ABD ve Avrupalı emperyalistler için “insan hakları ve demokrasi sorunu” değil mali, ekonomik ve askeri çıkarları öncelik gösterir. Birbirleriyle ve bağımlı ülkelerin işbirlikçi yönetimleriyle ilişkilerinde belirleyici olan çıkarlardır. “Barış” ve “demokrasi” sorunu onlar için sermaye çıkarlarınca sınırları belirlenmiş, rakipler ve uşaklarla ilişkilerde istismar edilebilecek bir sorundur. Tekelci burjuva politikacıları “ulusal çıkarlar” söylemini kitleleri yedekleme ve sürükleme silahı olarak kullanıyor ve bu silahın namlusu halkadönüktür. Burjuvazi, işçi ve emekçileri sosyal iktisadi ve politik saldırılarla yıldırmaya çalışmasının yanı sıra ideolojik etkiyle yedekleme faaliyetinde de küçümsenemez başarılar sağladı. Son on yılların politik toplumsal olgularından biri de kitlelerin taleplerinin istismarıyla güç toplayan ve “sağ popülist” olarak adlandırılan şoven milliyetçi, yabancı düşmanı ve faşist hareketlerle parti ve örgütlerin çok sayıdaki ülkede ön sıralarda görünür olmalarıdır. Burjuva liberalizmi ve “liberal demokrasi”nin inandırıcılığını yitirmesini işaret eden bu gelişme, bu türden partilerin Avrupa’nın Fransa, Almanya, Danimarka, İtalya, Avusturya, Macaristan ve Polonya gibi ülkelerinde ve Brezilya’nın “son örnek” olduğu Latin Amerika’da gösterdikleri ‘seçim başarıları’yla birlikte faşist yükselişin somut ve aktüel bir tehdit oluşturduğunu gösteriyor. Bu gerici yükseliş başlıca olarak halk kitlelerinin artan şekilde işsizlik, yoksulluk, açlık, barınma gibi en önemli yaşam gereksinmeleriyle ilişkin sorunlarındaki çözümsüzlükten güç alıyor. ABD, Fransa, İtalya, Danimarka, İspanya, Avusturya, Macaristan, Polonya, Türkiye, Almanya, Brezilya, Filipinler ve daha birçok ülkede demokrasi karşıtı, yabancı düşmanı, şoven milliyetçi ve faşist partiler güç kazandı. Nazi politikalarından esinli ve göçmen karşıtı “Almanya için Alternatif”(AfD) adlı parti federal parlamentoda 94 milletvekilliği kazandı ve eyaletlerde yapılan son seçimlere göre ikinci parti konumuna yükselmeye yol alıyor. Brezilya’da seçim öncesinde kazanması durumunda muhaliflerini ve solcuları ortadan kaldıracağını ilan etmekten kaçınmadığı halde, Amerikan uşağı faşist aday başkanlığı ele geçirdi. Filipinler’de Duterte, Macaristan’da Orban yabancı düşmanı politikalar izliyorlar.
Emperyalist saldırganlığa ve gerici savaşlara karşı mücadelenin yükseltilmesi gereksinimi artmıştır. Emperyalizm, dünya halklarının az sayıdaki büyük emperyalist güç tarafından soyulması ve ezilmesi demektir. Emperyalist saldırganlık, müdahale ve askeri eylemler, militarizmin güçlendirilmesi işçi ve emekçilerin haklarının daha fazla budanması, üzerlerindeki baskının artmasına yol açar. Silahlanmaya ve savaş araçlarına trilyonlar ayrılırken yük emekçilere aktarılır ve halklar yoksullaşırlar.Buna karşı, ezilen uluslarla halkların hakları için mücadele şarttır. Burjuvazinin barış üzerine hayasızca yalanlar eşliğinde sürdürdüğü silahlanma ve savaş hazırlıklarına karşı halkların saflarında uç veren huzursuzlukların, ilhakçı gerici ve emperyalist savaş karşıtı devrimci direnişler yönünde geliştirilmesi, işçi ve emekçilerin çıkarınadır. Her bir ülkedeki işçi ve emekçilerin kendi ülkelerinin hükümet ve devletlerinin yayılmacı ve saldırgan politikalarına karşı mücadelesinin uluslararası boyutlara genişlemesi, emperyalistlerin dünyayı savaşa sürüklemelerine karşı güçlü bir barikat örecektir. Ezilen ve sömürülen halk kitlelerinin yararına olan, Trump, Macron, Erdoğan, Netanyahu ya da Suudi kral ve prensinin savaşçı politikalarına karşı bu tutumun çok daha ileriden ve uluslararası düzeyde geliştirilmesidir. Bu mümkündür. Birinci ve ikincisiyle dünya savaşları emperyalistler arası paylaşım kavgalarının ürünü olarak patlak verdiler. Bu yağma savaşlarından birincisinin yol açtığı büyük altüst oluşların da etkisiyle yıkılan imparatorluklardan birinde (Çarlık) gerçekleştirilen Ekim Devrimi ve SSCB’nin kuruluşuyla emperyalist zincir en zayıf halkası ya da halkalarından birinde koparıldı. Devrim emperyalizme ve kapitalist sömürü düzenine karşı zaferin mümkün olduğunu gösterdi. İkinci Büyük Savaş, faşist barbarlığa ve “demokratik” etiketli emperyalist ikiyüzlülüğe karşın kazanılabileceğini bir kez daha kanıtladı. Dünya, Winston S. Churchill gibi en azgın komünizm düşmanlarının itiraf etmekten kaçınamadığı şekilde sosyalizmin savunulması ve dünyanın ezilen ve bağımlı halklarının emperyalizmden kurtuluşu için büyük fedakarlıklar gösterildiğine tanık oldu. Sosyalizmin ve “Sovyetler Birliği”nin yıkılması, emperyalist boyunduruktan kurtulan Çin’in kapitalizmi tasfiye yönünde değil de kapitalist yolda ilerleyerek günümüzün en büyük emperyalist güçlerinden biri haline gelmesi ve Doğu Avrupa halk demokrasilerinin emperyalist-kapitalist burjuvazi tarafından yıkılarak Macaristan, Çekya ve Polonya gibi bazılarında faşist ve gerici partiler yönetiminin oluşturulması bu tarihsel gerçeği değiştirmez. Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesine karşı milyonlarca insan Batılı emperyalist ülkelerin çok sayıdaki kentinde protestolar düzenleyebildi. Kısa bir süre önce yüzbinlerce insan (250 bin) yabancı düşmanı ve şoven politikaları protesto etti. Yunanistan’da faşist Albaylar Cuntasının işbaşına gelişi, yıldönümü nedeniyle protesto edildi. Benzer örneklerin artacağı bir sürece girilmiştir. Giderek ağırlaşan koşullar işçi hareketiyle burjuva politikası arasındaki çelişkiyi daha çarpıcı şekilde açığa çıkaracaktır. Bu durum, kapitalist gericiliğin sendika bürokrasisi ve işçi aristokrasisi aracıyla hareket üzerinde sağladığı manipülatif etkiyi zayıflatıcı ve mücadeleyi engelleyici barikatı parçalayıcı bir tutumu; sendikal ve politik işçi örgütleriyle emekçilerin farklı türden örgütlenmelerini güçlendirme çabasını zorunlu kılıyor. Bu ise, işçi sınıfının devrimci partilerine, emekçi hareketinin örgütlerine, ileri işçi ve emekçilerle proleter sınıftan yana ve sınıfın çıkarlarına bağlanmış ilerici-devrimci aydınlara karşı karşıya oldukları sorumluluk bilinciyle çalışmalarını yoğunlaştırma; örgütsel ve ideolojik sağlamlıkta ısrarla emekçi kitleler içinde, onların taleplerinin savunulması üzerinden mücadelenin gelişmesine yardım etme gibi bir görev yüklüyor. Emperyalistlerden “demokrasi” beklentisi bütün biçimleriyle oportünizmi işaret eder ve emperyalizmin tekelci sömürgeci karakterini, ilhakçılığını, özgürlük ve eşitlik karşıtlığını göz ardı ederek halkları onun baskı ve tahakkümüne açık hale getirir. Bir emperyalist gücün ötekine “tercih edilmesi” onun himayeci “kanatları altına sığınmak”, halkını ve ülkesini emperyalizme teslim etmektir.
Savaş tehdidinin ortadan kalkması için kapitalizmin bütün dünyada ortadan kalkması; ya da hiç değilse kapitalist ülkelerin çoğunda ortadan kalkarken geride kalanların direnmeye güç yetiremeyip teslim olacağı koşulların oluşması gerekir. Üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetine son vererek kapitalist üretim ilişkilerini tasfiyeye girişecek olan proletaryanın bir ya da birkaç ülkede iktidarını kurarak sosyalizmin bütün dünyada zafer kazanması için mücadeleyi sürdürmesi bu yolu açacaktır. İşçi sınıfı,barış için mücadele etmek ve başta kendi burjuvazisi olmak üzere uluslararası burjuvazinin dişinden tırnağına kadar silahlanmasına karşı talepler ileri sürmek durumundadır.Nükleer silahlar derhal imha edilmeli, atom silahlarının kullanılması ve geliştirilmesi bütün dünyada yasaklanmalıdır. Ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi ve özgürlüğü, başka ülkelerin içişlerine karışmama politikası bütün kapitalist devlet ve hükümet yöneticilerinin uymakla zorunlu tutulacakları uluslararası bir yaptırım haline gelmelidir.