Çetin Akdeniz

Kürtlerin de, bütün öteki uluslar gibi kendi ulusal kaderlerini belirleme, yani siyasal devletlerini kurma hakkının tartışılmaz meşruluğunu savunan çok sayıda makale Teori ve Eylem, Özgürlük Dünyası ve özel olarak bu soruna verilen önem dolayısıyla yayımlanmış “Demokratik Barışçı Çözüm ve Kürt Sorunu[1] başlıklı kitapta bulunabilir. Bunu bilerek sorunun Marx ve Engels tarafından temelleri atılmış, Lenin ve Stalin tarafından etraflıca ortaya konmuş bu temel ve ilkesel yönü üzerinde burada yeniden ayrıntılı şekilde durmayacağız.

Şurası çok açıktır ki, onlar, ezilen uluslar sorununu işçi sınıfı ve emekçilerin Ortaçağcıl gericiliğe ve burjuvaziye karşı (örneğin İngiliz kapitalizmi ve Rus Çarlığı’yla Prusya gericiliği) mücadelesinin geliştirilmesi sorunuyla bağlı olarak değerlendirdiler. Politik pratik tutumlarını belirleyen buydu. Bu tutum ve politika, İrlanda sorununun İngiltere, Polonya milliyetçileriyle Çeklerin taleplerinin Rus Çarlığı ve Prusya gericiliğiyle mücadele açısından durduğu yer üzerinden belirlenmiş; hangi durumda emekçi hareketinin geliştirilmesine yararlı olacağı gözetilerek, geliştirilmiştir. Lenin’in deyişiyle Marksistler, ulusal hareketlerin tarihsel haklılığını kesin biçimde kabul etmişler, ulusların tam hak eşitliğini savunmaya ilkesel önemde değer vermişler, ancak ulusal hareketlerde “ilerici olan ne varsa onu desteklemek” dışında, burjuva milliyetçiliğinin özel çıkar politikalarına karşı da uyanıklığı elden bırakmamışlardır.

Lenin bu tutumun, proleter bilincin “burjuva ideolojisi tarafından karartılmış” olmaması için gerekliliği ve önemine işaret eder.[2] Bu tutum, çünkü, proletaryanın emperyalizme ve sermayenin egemenliğine karşı mücadelesinin çıkarınadır. Bütün uluslardan işçilerin en tam dayanışması ve en sıkı birliği ancak böyle sağlanabilir. Bunun için, hangi ulustan olursa olsun, burjuvazinin ayrımcı, milliyetçi politikalarına karşı mücadele şarttır.

Bu ilkesel tutumdan hareketle söylenecek olursa, Marksist-Leninistler en tutarlı demokratizmi savunmayı; ulusal baskının her türüne karşı kararlıca mücadele etmeyi, herhangi dil ve ulusa ayrıcalık tanınmasını reddederek ulusal tam hak eşitliğini savunmayı “mutlak” bir görev bilirler. Ancak, –ezilen ulusunki dahil– herhangi ulusun burjuva milliyetçiliğini güçlendirme tutumundan kaçınır; işçi sınıfına burjuva milliyetçiliğinin bulaştırılmasına ve bilincinin karartılmasına karşı ideolojik mücadeleden geri durmazlar.

***

Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu döneminden başlayarak “kendilerini yönetme” talebiyle çeşitli ayaklanmalara başvurmuş, 1840’lı yıllardan itibaren Cizre-Botan bölgesi başta olmak üzere yerel “bey” ve “mir“ler yönetiminde “yerel yönetimler oluşturma” girişimlerinde bulunmuş, kimi Kürt feodal yöneticilerin kendi adlarına para basma, sancak asma gibi eylemleri ortaya çıkmıştı. Osmanlı, Kürt yöneticilerin, merkezi imparatorluk yönetimine asker ve vergi sağlama karşılığı ‘yerel hakimiyetleri‘ni tanıyarak, durumu idare etmiş; kendi usulünce “çözmüş“tü! Buna rağmen daha ileri hak talebinde bulunmaları söz konusu olduğunda da, “kıyamdan geçirme” ve sürgün politikalarından geri durmamıştı.

Osmanlı’nın çöküş yıllarında, özellikle de Jön Türkler’in ve İttihat-Terakki’nin Avrupa’daki burjuva demokratik hareketlerden esinlenmiş “özgürlük” vaatleriyle öne çıktıkları dönemde, Kürt aydınlarının bir bölümü bu akım ve hareket içinde yer almış; sağlanacak “hürriyet koşulları“ndan Kürtler’in de yararlanabilecekleri beklentisiyle hareket etmişlerdi. İttihat Terakki iktidarının ençarpıcı uygulaması, Ermenilerin kitlesel olarak katledilmeleri oldu. İttihat Terakki, Türk milliyetçi politikalarıyla Kürtlere karşı da hak tanımaz çizgide ilerledi. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında M. Kemal’in açıklamalarında ve dış ülkelerle diplomatik ilişkilerde kurulacak devletin Türklerin ve Kürtlerin haklarını teminat altına alacak bir özellikte olacağı vaat edilmesine ve 1921 Anayasası’na bu doğrultuda bazı ifadeler girmesine rağmen, aynı yıllarda başlayarak, Kürtlerin bir ulus olarak eşit haklara sahip olamayacağını temel alan Türk milliyetçisi şoven politika tesis edilip süreç içinde tümüyle inkara varan bir çizgide ilerlendi. Buna karşı ortaya çıkan Kürtlerin ayaklanmaları ise, “yabancı kışkırtmaların ürünü” olarak karalanmanın yanı sıra silah gücüyle ve binlerce, Dersim-38’de olduğu üzere on binlerce Kürt ve Zaza’nın katliyle, bir o kadarının da aile bile oluşturmayacak şekilde Türkiye’nin Batı bölgeleri kent ve köylerine bireyler halinde serpiştirilmesiyle bastırıldılar. Aradaki “susturulmuşluk yılları“nda, Kürt aydınları, susmamayı ve kendi dil ve kültürlerinin yasaklanmış olmasına karşı çıkış üzerinden hak talebinde bulunmayı sürdürdüler. Buna karşı devlet politikası, her seferinde topluca gözaltı, tutuklama ve sürgün oldu.

1960’lı yıllar bir yandan işçi-emekçi hareketinde daha ileri örgütlenme ve eylem biçimlerinin ortaya çıktığı, diğer yandan Kürt aydınlarının dile getirdikleri Kürtler üzerindeki baskı ve yasaklara karşı hak savunusuyla ilgili düşüncelerin yaygınlaşmaya başladığı yıllar oldu. DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) ve çeşitli diğer örgütlenmelerin ilk adımları bu yıllarda atıldı. 60’lı ve 70’li yıllar, bu hareketlenmenin giderek kitlesel boyutlara vardığı yıllardı. KDP, “Özgürlük Yolu” (Burkay’ın başında olduğu hareket), Rızgari, Kawa ve PKK gibi “parti” ve örgütler bu dönemde ortaya çıktılar. Bazıları 12 Eylül 1980 faşist cuntasının terörünün yarattığı “kabus” koşullarında dağılıp giderken, PKK başta olmak üzere, diğer bazılarıysa günümüzde de faaliyetlerini sürdürüyorlar.

Bu özet şunun için gerekliydi: Kürt ulusal hak mücadelesinde 1960’lı-70’li yıllarda ortaya çıkan örgütlerin, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) dışındaki hemen hemen tümü, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in ulusal sorun üzerine görüşlerinden etkilenen ve kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan örgüt ya da partilerdi. PKK süreç içinde bunların en etkilisi olmakla kalmadı, Kürt ulusal mücadelesinin kitleselleşmesinde hem rol oynayan hem de bu mücadeleyle birlikte kitleselleşen bir hareket olarak öne çıktı.

Kürtlerin Türk ve diğer uluslarla eşit ulusal hak talebiyle girdikleri mücadelenin kitlesel boyutlara ulaşmasının bir diğer sonucu, Kürt burjuva kesimlerinden harekete katılımların artması oldu. Türk burjuva devletinin Osmanlı’dan miras işbirlikçiliği örgütleme politikasıyla bağlı olarak işbirlikçi aşiret ve toprak ağalarıyla kurduğu istikrarsız birlik bir yana bırakılırsa, mücadelenin gelişim sürecinde görülen düşüş ve yükselişlerle bağlı olarak, Kürt burjuva kesimlerinin hareket içinde yer alıp etkin güç konumuna gelme girişimleri, önceki on yıllarla kıyaslandığında bir hayli güç kazandı. Bu durum, kapitalizmin Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgedeki gelişimiyle de uygunluk gösteriyordu. Kapitalist gelişme kır ilişkilerini çözüp kentlere nüfus akışını hızlandırdıkça, sermaye ilişkilerinin alanı genişliyor, burjuva kesimlerin ulusal hareketin asıl mücadele gücünü oluşturan kent ve kır yoksullarıyla ilişkileri artıyor, ulusal hareketin boyutlarıyla da bağlı olmak üzere, politikalar oluşturma bir ihtiyaç olarak önlerine çıkıyordu. Kürt burjuva, burjuva-feodal kesimlerin harekete karşı, hareket içinde ve devletle ilişkiler bağlamında geliştirdiği politika ve aldığı tutum, sınıf çıkarlarıyla da bağlı istikrarsızlıkla maluldü. Ancak bu özelliği, hareket üzerindeki etkisini artırmasını engellemedi.

Bu durumun uluslararası ve bölgesel etkenleri de vardı. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve sosyalizmden artakalan ne varsa tümünün burjuvazi tarafından tasfiye edilmesi ve işçi hareketinin sadece ülkede değil uluslararası alanda da geriye düşmesi, yalnızca devrimci işçi partileri ve örgütlerini, ilerici demokrat örgütleri değil ezilen ulus hareketlerini de yeni koşullarla; daha ciddi sorunlar ve çoklu güçlü düşmanlarla karşı karşıya getirmişti. Böylesi koşullarda, bölge düzeyinde etkili bir ulusal hareketin yükselişi önemli bir direnç örneğiydi. Ancak bu mücadele, yeni koşullarda, önceki dönemlerde gerekli olanı da aşacak tutarlı bir demokratizm ve anti-emperyalizm olmaksızın burjuva gericiliğinin barikatlarını aşamazdı. Ama önündeki sorunlarla engellerin arttığı da bir gerçekti. Bu durum ve yeni koşullar, burjuva milliyetçi “damar“ın hareket üzerindeki etkisinin artmasını sağladı.

Marksizm-Leninizme ve sosyalizme karşı açık mücadele, bu yeni durumda giderek güç kazandı. Öncesinde zaten tutarsız ve hazmedilememiş bir “benimseme” sınırlarında kalmış Marksist devrimci teori, açıktan reddedildi. İşçi sınıfı ve kent ve kır emekçilerinin bağımsız devrimci örgütlenmesine karşı çıkılarak, Kürt işçilerinin bu yöndeki girişimlerinin “ulusal hareketi bölücü bir ihanet olacağı” ilan edildi. PKK yöneticileri, devlete karşı mücadele yerine “kendi işletmelerini kurmaları“nı önererek, işçileri, kapitalist pazar ilişkileri içinde rekabete katılmaya ve sermaye edinmeye çağırdılar.

Kürt burjuvazisinin hareketteki etkisinin artışıyla bağlı değişimin bariz örneklerinden biri de, burjuva devlet iktidarına karşı tutuma ilişkin açıklamalarda görüldü. Kendisine karşı mücadele edilen devletle “bir sorunun olmadığı“; devletin de, halkın da “kendi işine bakması gerektiği” ve “bakacağı” teyit edildi; “çözüm politikası” olarak, “Büyük Türk-Kürt Konfederasyonu“nun kurulmasıyla bölgede etkin olmanın yolunun açılacağı, en ileri düzeyden, Newroz meydanlarında milyonlara açıklandı.

Bu politika, kapitalist gelişmenin Kürt toplumu bünyesinde yol açtığı sınıf bölünmesi karşısında alınan tutumu da ifade ediyordu. Irak Kürdistanı’nda Barzani yönetiminde Kürt yoksullarının yaşadığı sorunlar nedenli olarak giriştikleri eylemler ve gösterdikleri tepkiler bilinerek, Türkiye Kürt hareketinin asıl kitle dayanağını oluşturan yoksul köylülük ve kent emekçilerinin kendi bağımsız sınıf çıkarları yönünde mücadeleye atılması, ulusal hareketi güçten düşürücü görülerek buna karşı barikat örülmekteydi. Diyarbakır, Van, Adıyaman gibi bazı bölgelerde ortaya çıkan işçi direnişlerine de, genç Kürt işçilerinin sınıf politikası eğilimlerine de tepkiyle yaklaşıldı.

Oysa işçi ve emekçilerin sermaye karşıtı hareketinin gelişmesi ulusal hareketi güçten düşürmeyecek, aksine daha etkili bir mevziden sürdürülmesine, devrimci sınıf tutarlılığıyla daha demokratik bir güç katacaktır. Politik-ideolojik tutumlar bir yana, kapitalizmin gelişmesiyle bağlı olarak toplumsal sınıf ayrışmasının daha fazla belirginlik kazanmaya yol aldığı günümüz koşullarında sınıfsal ya da sınıfçı tutumların alınması kaçınılmazdır. Bu yönlü gelişmenin bir özelliği de, ulusal hak eşitliği için mücadelenin tutarlı demokratik bir hat üzerinden emperyalist ve işbirlikçi gericiliğe karşı mücadele olarak sürdürülmesini, sömürülen ve ezilen sınıfların sorumluluğu haline getirmesidir. Ulusal direniş mücadelesinin çeşitli safhalarında yaşanan belirli somut olaylarca da kanıtlandığı üzere, toplumsal değişim ve gelişme bu yöndedir ve buna uygun olarak farklılaşan sınıf tutumlarını gündeme getirmektedir.[3]

Kürt ulusal hak mücadelesi ve Kürt direniş hareketi bütün bunlardan sonra, bugün, mücadelenin izleyeceği hat yönünden büyük önem taşıyan bir durumla karşı karşıyadır. Bu yeni durum, sadece Kürt mücadelesi yönünden değil, ama bütün ulus ve ulusal topluluklardan Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri başta olmak üzere, bölge halklarının geleceği yönünden de ciddi hassasiyetler içermektedir.

Olgusal ve politik-askeri koşullarla bağlı olarak şunlar dikkat çekicidir: Dünya ölçeğinde en güçlü ve büyük emperyalist güçlerin bölgeye müdahaleleri, “uzaktan” olma sınırlarını geçerek sahadaki varlıklarıyla birlikte daha doğrudan bir biçim almıştır. Emperyalist güçler şu ya da bu halkı “mezalim“den kurtarmak, haklarını savunup garanti etmek için değil; pazar ve etki alanları için birbirleriyle rekabetleri üzerinden ve birbirlerinin etki alanlarını sınırlayarak bölge halklarını bağımlılık ilişkileri içinde tutmak; bu ülkelerin yönetimleriyle işbirliği ilişkilerini güçlendirmek, hammadde kaynaklarının ve dünya pazarlarına iletim yollarının denetimini ellerine almak ve ellerinde tutmak için bölgeye üşüşmüş bulunuyorlar. Emperyalizm ve emperyalist güçler siyasal demokrasinin ve onun önemli bir unsuru olan ulusal kaderini tayin hakkının düşmanıdırlar. Kapitalizmin, gelişmesinin en üst aşamasına; emperyalizm (tekelci kapitalizm) aşamasına varmasıyla birlikte emperyalizme karşı mücadele sorununa bağlanan sömürgelerin ve ezilen bağımlı ulusların kurtuluş mücadelesi, günümüz koşullarında bu en büyük düşman ve en güçlü tehditle çok daha bariz biçimde karşı karşıyadır. Tarihte, emperyalistlerin özgürlüğe kavuşturarak haklarına sahip olmasını sağladığı hiçbir halk yoktur. Ama sömürge ve ezilen ulus bağımlılığı ilişkileri içine alarak soyduğu ve kaynaklarını yağmalayıp ekonomik-sosyal yoksunlukların girdabına sürüklediği çok sayıda örnek gösterilebilir.

Kürt ulusal sorunu üzerinden örneklenirse, Irak Kürdistanı’nda yaşananlar yeterince öğreticidir. ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etmesiyle oluşan koşullardan yararlanan Barzani-Talabani yönetimindeki Irak Kürtleri, IKBY’yi (Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi) –bu “Federe Kürt Yönetimi” olarak da adlandırılır– kurdular. Barzani-Talabani yönetimi, Kürtlerin bu statülerini Irak merkezi yönetimi başta olmak üzere Kürt sorunuyla dolaysızca yüz yüze olan devletlerin saldırılarına karşı korumaya almak için, Amerikan emperyalizminin belirlediği sınırları aşmamak koşuluyla ve onun “garantörlüğü altında” olmayı kabullendi. Mesut Barzani Federe Yönetim başkanı, Talabani ise Irak Cumhurbaşkanı oldu (buna, yapıldı da denebilir). Bölge, “inşa ve uygarlaştırma” adına Türk sermayesinin yanı sıra uluslararası şirketlerin talanına açıldı. Ancak Irak Kürt yönetimi, “kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde sonraki yıllarda (2018) bağımsız devlet kurma istemini kendi halkının oyuna sunmak isteyince, Amerikan “vetosu” gündeme geldi ve Irak merkezi yönetiminin askeri kuvvete baş vurarak, Kerkük başta olmak üzere geniş bir alanı Kürt bölgesel yönetiminin elinden almasına onay verildi. ABD’nin bu politikası, emperyalist büyük güçlere güven duyan çevreler dışındaki ilerici-devrimci ve sosyalist kesimler açısından şaşırtıcı değildi.

20. yüzyıl boyunca ve 21. yüzyılın ilk çeyreğinde uluslararası alanda yaşanan bütün gelişmeler, belli başlı tüm emperyalist güçlerin “herkes ve her bir ülke” ile ilişkilerini kendi çıkarları üzerinden belirleyip geliştirdiğini göstermektedir. Donald Trump’un özellikle diplomasi “deneyimli politikacılar” tarafından alaya alınan açıklamaları, bu tutumun yakın dönemdeki en açık ilanı olmuştur. Amerikan emperyalistleriyle NATO üyesi Avrupalı emperyalistler, ne Afgan halkının ne Iraklıların ne de Libya’nın çeşitli kabileleriyle Suriyeli Kürtlerin refahı, mutluluğu ve özgürce yaşamaları için bu ülkelere saldırıya girişip milyarlarca dolar harcamayı, ve hatta askeri kayıplar vermeyi göze aldılar. Pazar ve etki alanları üzerine emperyalist rekabetle bağlı olarak, petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarını denetime almak, önce yıkıma girişip sonra “inşa” adına tekelci sermayeye savaş ganimeti sağlamak, savaş sanayi için yeni sipariş olanakları yaratarak devasa kârlar edinmek, bu saldırı, işgal ve müdahalelerin başlıca nedenidir.

Peki, bu böyledir diye, yaşadıkları ülkelerin gerici iktidarlarınca ulusal haklarından yoksun tutulmak istenen Kürtler, emperyalistler arası rekabetten; bundan da güç alan burjuva iktidarları arasındaki çelişkilerden ve emperyalistlerle işbirlikçileri arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanarak mevzi edinmeye çalışmayacaklar mıdır?

Çelişkilerden yararlanmak”; bu, herhangi hak mücadelesi söz konusu olduğunda, genel olarak reddedilemeyecek bir tutumun ifadesidir. Her siyasal –ve askeri– güç, içinde bulunduğu koşullarda, çeşitli diğer güçlerin ilişkilerinden ya da onların çelişkilerinden yararlanmak ister. Ancak bu, her zaman, bu diğer çeşitli güçler arasındaki ilişki ve çelişkilerin gelişim seyriyle bağlı koşullanmışlıklar gösterir. Kimin kimden yararlanacağını; kimin kimi “kullanacağı”nı belirleyen ise, güç ilişkileridir.

Somuta indirgenirse, Kürt hareketinin emperyalistlerin kendi aralarındaki ve emperyalistlerle bölge gericilikleri arasındaki çelişkilerden yararlanma olasılığıyla kıyaslandığında, büyük güçlerin mevcut durumdan yararlanarak hedeflerini gerçekleştirmesi ve Kürt sorununu bu doğrultuda istismar ederek kullanması, aksi iddia edilemeyecek denli daha kolay ve olanaklıdır. IŞİD’e karşı “mücadele birliği”, sahada kaçınılmazlıklar kapsamında görülse bile, askeri güçleri, üsleri, diplomatları, ajanları ve sermaye gücüyle ABD, Suriye Kürtleriyle ilişkilerde, asıl yararlanan taraftır.

Son yıllarda daha belirgin biçimleriyle görüldüğü üzere, uluslararası alanda ve bölgedeki gelişmeler, özel olarak Kürt ulusal direniş hareketini, genelde ise bölgenin tüm ezilen ve sömürülen halklarını şu başlıca tehlikeyle daha net şekilde karşı karşıya getirmiştir: ABD, Rusya ve Fransa başta olmak üzere emperyalist büyük güçler, Ortadoğu’da kendi çıkarları doğrultusunda sonuçlar yaratmak üzere bölge devletlerinin birbirleriyle çelişkilerinden ve Kürt sorununun çözümsüzlüğünde ısrar eden Türkiye gericiliğinin politikalarından yararlanmaya çalışmakta; Türk sermaye devletinin Kürtlere yönelik saldırgan ve retçi politikasını, Kürtleri “yanına alma” yönünde değerlendirmektedirler. Trump yönetimi, bir yandan PKK yöneticilerinin “başına ödül koymak”ta, diğer yandan Erdoğan iktidarının itirazlarına rağmen Suriye Kürtlerini silahlandırmakta, “savaş müttefiki” olarak ilan etmektedir. Bölgenin etkin güçlerinden bir diğeri olan Rusya’nın izlediği askeri politik taktikler de benzer niteliktedir. Fransız emperyalistleri ise, “boşluk bulmak” ve sızmak için her daim hazırdır! Bu hileli çıkar politikasının Kürt kitleleri içinde, anti-emperyalist duyarlılığı zayıflatıcı bir rol oynadığı, bölgenin diğer halkları yönünden ise Kürtlere karşı önyargı ve güvensizliği besleyici işlev gördüğü açıktır.

Ancak böyle olmasının sorumluluğunu sadece Kürt hareketinin “evrimi”nde aramak ve “bulmak” haksızlık olacaktır. Bölge ülkeleri işçileri ve emekçilerinin kendi burjuva iktidarlarının anti demokratik gerici ve şoven politikalarına karşı mücadelesinin geri düzeyi ya da hatta önemlice bir kesiminin bu şoven politikaları ya dolaysızca desteklemesi ya da karşısında hayırhah bir tutum içinde olması, Kürt kitlelerini burjuva ve emperyalist istismar politikalarından umar içinde olmaya itmektedir. Oysa biliyoruz ki, Amerikan emperyalizminin Irak’ı işgal harekâtını başlatmak üzere İskenderun’dan çıkarma yapmaya hazırlanması ve bunun lojistik destek üssü olarak Urfa bölgesinde bir yöreyi seçmesi, yörenin Kürt köylüleri tarafından protesto edilmiş ve Amerikan güçleri püskürtülerek yüz geri edilmişti. Ve yine biliyoruz ki, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin ülkenin şurasında burasında –örnek olsun TEKEL direnişinde– birlikte gerçekleştirdikleri eylemler, sınıf ve emekçi kardeşliğinin pekişmesine ve Kürtlerin ulusal hak eşitliği talebinin daha kolay anlaşılır ve desteklenir olmasına olanak sağlamıştı. Reddedilemez bir diğer gerçek, Türkiye Kürt hareketinin en etkili politik gücünün Amerikan emperyalizminin istismar politikalarına uzun süre dirençle karşı çıktığı, hareketin saflarında işbirlikçilikten yarar umanlarla mücadele ettiği; hareketin emekçi damarının bu doğrultudaki tutumun sürdürülmesinde ısrara devam ettiği; ancak burjuva politik etkinin güç kazanmasıyla birlikte hareketin daha büyük zorluklarla yüz yüze geldiğidir.

Bütün bunlar, bölge ülkeleri işçi ve emekçilerinin her bir ülkede burjuva iktidarlarına karşı mücadeleyi geliştirmeleri durumunda Kürt hareketinin işçi-emekçi damarının güçleneceğini ve anti-emperyalist direniş hattında devrimci demokratik hak eşitliği mücadelesinin güç kazanacağını gösterir. Kürt sorunu, bölge gericiliklerinin uydu patronluğuna soyunan Erdoğan iktidarı sözcülerince iddia edildiğinin aksine, Türkiye’de ve bölgede toplumsal yaşamın başlıca sorunlarından biri olmaya devam ediyor. Bu da ezen ulusların işçi sınıfı ve kent-kır emekçileri başta olmak üzere, sömürülen ve ezilenlerin önüne, sorunun halklar yararına çözümü için mücadeleyi kesin bir gereklilik olarak çıkarıyor. Şovenizm ve milliyetçiliğin her türünün işçi ve emekçileri zehirlemeye devam etmesinin önü ancak böyle kesilebilir. Kürt hareketinin ve Kürt halk kitlelerinin saflarında burjuva ve emperyalist politikaların etkili olmasına barikat örmenin en etkili yoludur bu.

Bölgede ve her bir ülkesinde yaşananlar, bütün ulusal etnik kökenlerden işçi ve emekçilerin sermaye egemenliğine, emperyalist saldırganlık ve tahakküme, işgal ve askeri fetih harekâtlarına karşı mücadele birliğini günümüzün önemli bir sorunu ve görevi olarak öne çıkarmıştır. Sermaye diktatörlükleriyle emperyalistlerin hakim olduğu koşullarda ulusal özgürlüğün sözde kalacağını bilerek, Kürtlerin ulusal eşitlik taleplerinin karşılanması için ezen ulus işçi ve emekçilerinin mücadelesinin önemi büyümüş; Kürt işçi ve emekçilerinin bu mücadeleyle birliğe ve birleşik mücadeleye ihtiyaçları sadece artmamış, bu mücadelenin zorunluluğu da daha netleşerek açıklık kazanmıştır. Bizim ülkemizde, işbirlikçi diktatörlük güçleri, Kürt ve Türk kökenlileri başta olmak üzere farklı ulusal-etnik kökenden emekçilerin sermaye ve devletine karşı daha güçlü ve birleşik mücadelesini, başka etkenlerin yanı sıra bu sorunu çözümsüz bırakarak önlemeyi, stratejik denebilecek bir politika olarak benimsemişlerdir. Kürt kökenli işçi ve emekçinin ulusal ayrımcı, baskıcı ve retçi devlet politikasına tepkiyle, Türk kökenli olanların ise “bölücülük” propagandasının etkisi altında “ülkeyi bölünmekten kurtarma” güdüsüyle birbirlerine güvensizlik içinde davrandığı ve davranacağı her durum ve “an”dan emperyalizm uşağı işbirlikçi sermaye güçleri yararlanmaktadırlar.

Buna karşı yapılması gereken, her bir ülkede ve giderek bölge düzeyinde bütün uluslardan ve ulusal topluluklardan işçi sınıfı ve kent-kır emekçileri başta olmak üzere, sömürülen ve ezilenlerin burjuva iktidarlarına karşı birleşik mücadelesini daha ileri düzeyde örgütlemektir. Kürt sorununun sadece Kürt işçi ve emekçilerinin yararına çözümü için değil, bütün işçi ve emekçilerin yararına çözümü için bu birlik ve mücadele zorunludur. Sorunun kuşkusuz kapitalist emperyalizm koşullarında da belirli bir çözüm olanağı büsbütün tükenmiş değildir. Bu olasılık, tekelci ve emperyalist gericiliğin demokrasi düşmanı sınıf niteliği ve tutumu nedeniyle giderek “sıfıra yaklaşık” hale gelmiş olsa dahi, “sıfıra yaklaşık”lık ile “sıfırlanmış olmak” farklılık gösterir. Bundandır ki, Marksist-Leninistler sorunun gerçekten çözümü için emperyalist gericiliğe ve işbirlikçi burjuva sınıf egemenliğine son verilmesi zorunluluğunu bilerek ve hiçbir zaman unutmaksızın, kapitalizm koşullarında çözüm ne derece mümkün ise, onu da ezilen ulusun hakları ve taleplerini esas alarak savunmuşlardır. Sorunun mümkün en demokratik biçimde ve hak eşitliği temelinde çözümü için mücadele, bugün de temeldir. Başarı ise, ancak “ulusal çıkar ve kaygı çatışması” tarafından bölünmemiş proleter ve emekçi kitlelerinin birleşik mücadelesiyle mümkündür.S


[1] Karataş, Y. Yılmaz (2011) Demokratik Barışçı Çözüm ve Kürt Sorunu, Evrensel Basım Yayın, İstanbul.

[2] Lenin, V. İ. (1998) Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev.: Muzaffer Erdost, Dokuzuncu Baskı, Sol Yayınları, İstanbul, sf. 32.

[3] Yanlışlığı-doğruluğu bir yana, adına “Hendek Savaşları” denen “kent savaşları” sırasında yıkımdan geçirilen Sur gibi bölgelerde yoksul emekçi kesimlerin genç kuşağı kırım pahasına direnirken, daha merkezi ve zengin nüfusun yaşadığı bölgelerde “vur patlasın-çal oynasın” eğlencenin devamı, Kürt sınıf bölünmesinin bir diğer örneğini en hazin biçimiyle ortaya koymuş; yoksul kesimler tarafından Kürt burjuva gençlerinin tutumu eleştiri konusu yapılmıştır.