Cevriye Aydın

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ TARTIŞMALARI YENİ DEĞİL

İstanbul Sözleşmesi, AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş’un 2 Temmuz 2020 tarihinde yaptığı “talihsiz” açıklamadan beri belki de son yıllarda üzerine en çok söz söylenen konu oldu.[1] Kurtulmuş’un “Nasıl usulünü yerine getirerek imzalanmışsa, usulünü yerine getirerek sözleşmeden çıkılır” sözleri yaklaşık bir yıl önce 1 Haziran 2019 tarihinde Erdoğan’ın, “İstanbul Sözleşmesi nas değildir” dediği rivayet edilerek yapılan açıklamalarla konu bir hayli zaman gündemde kalmıştı.

Kurtulmuş’un açıklamasının ardından örgütlü bir İstanbul Sözleşmesi karşıtı kampanya ile toplumun çeşitli kesimleri İstanbul Sözleşme’sine karşı çıkıyor algısı yaratılmaya çalışıldı.

Abdurrahman Dilipak’tan, MÜSİAD Kurucu Başkanı’na[2] Anadolu Platformu’ndan, AKP Kadın Kolları Başkanı’na parti ve STK temsilcileri, yandaş medyanın bütün yazar ve TV yorumcularına kadar iktidar cephesinden herkese bu kampanyada bir rol düştü.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’ın yönetiminde bulunduğu KADEM, sözleşmeden yana görünen bir görüş açıkladı. Abdurrahman Dilipak’ın AKP’li olup sözleşmeye destek veren kadınları “fahişe” ilan etmesi üzerine AKP Kadın Kolları Başkanı Lütfiye Selva Çam, hem Abdurrahman Dilipak’ı hem de İstanbul Sözleşmesini şiddetle eleştirerek “İstanbul Sözleşmesi bizim için nas değildir” dedi.

İstanbul Sözleşmesi ile ilgili son tartışmalara Türkiye Düşünce Platformu “İstanbul Sözleşmesi’ne Yönelik Hukuki ve Psikososyal Değerlendirme Raporu” adlı raporuyla bugüne kadar üretilen argümanları derleyen fikri bir temel oluşturarak dahil oldu.[3]

Hayrettin Karaman, Abdurrrahman Dilipak ve Emine Şenlikoğlu’nun yönetim kurulu üyeleri arasında bulunduğu, üyelerinin adlarına bakıldığında AKP eliyle kurulduğu açık olan platform, adeta sipariş üzerine hazırlandığı izlenimi veren raporunu 16 Temmuz 2020’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve kamuoyuna sundu.

Raporda özetle şu görüşler yer aldı:

İstanbul Sözleşmesi, ailede ve toplumda yıkımlar oluşturuyor, Batılı değerler temel alınıyor, toplumsal dinamikler göz ardı ediliyor, sözleşmede yer alan Toplumsal Cinsiyet Eşitliği politikaları toplumsal zararlara yol açıyor, ulusal ve kültürel değerlerimize yabancı değerler dayatılarak aile kurumu yıkılıyor; arabuluculuğun yasaklanması ve şikayetten vazgeçme halinde bile şiddet faili hakkında resen soruşturma ve kovuşturma sürdürülerek büyükler vs. aracılığı ile aile içinde sarılabilecek yaralar, aile içi çatışmaya dönüştürülüyor; ailevi ve kültürel değerlerimize müdahale ediliyor. LGBTİ+’ler meşrulaştırılıyor, sapkınların hak mücadelesine zemin hazırlanıyor. Kadın daha maskülen, erkek daha feminen şablonlara kaydırılarak toplum cinsiyetsizleştiriliyor. Töre, namus, din, mezhep, gelenek, görenek gibi sebeplerle gerçekleşen kadına yönelik şiddetin yasaklanması ile birlikte daha önce kendi aramızda çözdüğümüz sorunlar soruşturma ve kovuşturma sebebi sayılarak milli ve kültürel kodlarımızla oynanıyor. Bu nedenle birçok ülke tarafından yürürlükten kaldırıldı, 11 ülke çekince koydu.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE 78. MADDE

AKP yetkilileri ve diğer sözleşme karşıtları tarafından sözleşmeden imza çekileceğinden tutalım, feshedileceğine, sözleşmenin iptal edileceğine dair ortalıkta pek çok tevatür dolaştırıldı. Oysa sözleşme metnini okuyan herkesin bileceği gibi, AKP Sözleşmeyi imzaladığı esnada veya onay, kabul veya katılım belgesini teslim ederken, Avrupa Konseyi Genel Sekreterine bildirimde bulunarak; (AKP’nin sözleşmede karşı çıktığı konuların dışında kalan) bazı tali veya teknik konularla sınırlı olarak sözleşme hükümlerini uygulamama hakkını veya yalnızca spesifik durumlarda veya koşullarda uygulama hakkını saklı tuttuğunu beyan edebilirdi.

2011’deki imza aşamasında, 2012 yılındaki onay sırasında veya daha sonraki kabul ve katılım belgesini sunarken hükümet, sözleşmenin çekince koymaya elverdiği tali veya teknik konularla sınırlı bu maddeler hakkında çekincelerini bildirebilecek iken, bütün bu aşamalarda herhangi bir çekince bildirmedi.

Ve bu durumun hukuki sonucu olarak, İstanbul Sözleşmesi’nin bütün hükümleri, Anayasa’nın 11. Maddesi uyarınca,“…yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri…” halen bağlamaya devam ediyor.

AKP yetkilileri; İstanbul Sözleşmesi’ne muhalefet sebebi oluşturduğunu ifade ettikleri konulara ilişkin sözleşme maddelerinden hiçbirine bu sözleşmenin 78. Maddesi gereğince çekince konulamadığı ve Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası da açılamadığı halde bile bile konuyu köpürtüp tartıştırmayı sürdürdüler.

AKP’NİN OLAĞAN SİYASET TARZI

Türkiye Cumhuriyeti’nin İstanbul Sözleşmesi karşısındaki hukuki pozisyonunu -tek bir seçenek (fesih bildirimi) dışında- değiştiremeyeceği gayet açık iken AKP iktidarının itirazlar, sert açıklamalar, kampanyalar yaparak gerçeğe aykırı bilgiler üzerinden kamuoyu oluşturmayı sürdürmesi, kendi görüşlerine bilinçli bir destek kamuoyu örgütleme çabası olarak dikkat çekti. Eğer ülke içinde yaygın bir destek oluşturabilmiş olsa idi, AKP iktidarı, (bu tip algı oluşturma kampanyalarıyla sıkça yaptığı gibi) bu kez de uluslararası alanda yükümlülüğü ve bağlayıcılığı olan bir sözleşmenin varlık nedenini oluşturan en temel hükümlerini -uluslararası alanda tartışmaya açarak- sorgulatarak ardından belki sözleşmeyi fesih kampanyasına dönüştürecekti. Neden olmasındı?

Murat edilenin aksine Sözleşmeden çekilmeye yönelik tepkiler yoğunlaştı. Muhalefetin ne söylediğine pek aldırmaz görünse de AKP iktidarı, kendi cephesinden gelen itiraz veya hoşnutsuzluklara rağmen hedefe tereddütsüz yürüyemedi. Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’ın yöneticisi olduğu KADEM’den, eksi AKP kadın milletvekillerine ve gazeteci ve kamuoyunun tanıdığı AKP destekçisi kimi isimlere kadar ‘içeriden’ pek çok odak bu kampanyaya destek vermediklerini ya da itirazlarını bildirdiler. İstanbul Sözleşmesi tartışması, yanında ve karşısında saf tutanlara bakıldığında belki de AKP’nin (FETÖ ayrışmasından sonra) bütünsel bir yapı olmadığını açıkça ortaya koyan önemli bir ayraç oldu.

AKP için uluslararası hukuk bakımından mümkün olan “tek seçenek” sözleşmenin 80. Maddesi, taraflardan herhangi birinin, “… Avrupa Konseyi Genel Sekreterine yapacağı bir bildirimle, herhangi bir zaman bu Sözleşmeyi feshedebileceği”ni öngörüyor. AKP hükümeti, -çokça yaptığı gibi- kimsenin görüşünü dikkate almadan bir bildirim ileterek sözleşmeyi istediği zaman feshedebilirdi; halen, her an da edebilir.

Fesih” yolunu kullanmadığına göre AKP İstanbul Sözleşmesi’nden bu kadar kolay kurtulmayı da istemiyor, diye düşünülebilir. Bu kadar kolay bir yol varken sözleşmeden hemen kurtulma yolunu seçmemesi, meşruiyet sınırları içinde kalma ve halkın önemli bir kesiminin rızasını temin etme kaygısı ve ihtiyacının AKP iktidarını bundan alıkoyduğunu gösteriyor. Değinildiği üzere, öncelikle kendi kamuoyu içinden gelen itirazlar, meşruiyet ve rıza koşulunun gerçekleşmediğini gösterdi. Meşruiyet sınırları içinde kalma ve halkın önemli bir kesiminin rızasını temin etme kaygısı ve ihtiyacı, hemen “fesih” yolunu kullanmaktan alıkoyuyor.

Sözleşmenin reddine dair bir toplumsal destek zemini örgütlemeye çalışırken, yandaş sektörler diyebileceğimiz propaganda misyonerleri ile AKP temsilcileri, uluslararası hukuk ve sözleşmeler hukuku hakkında teknik bilgilerden yoksun, gerçek durumu gizleyen son derece sübjektif ve acemice değerlendirmeler yaparken esas olarak, “Ümmet-i Müslüman”ın batı husumetine, “milli yerli” hassasiyetine ve kendilerince övülen ve sevilen “cehalet”ine güvenerek hareket ettiler.

Her ne kadar olabildiğince usturuplu ifadelerle olsa da bu klasik ‘şartlanmış’ beklenti, AKP yönetimini bu kez yanılttı. Bu tartışmalar sürerken, Sözleşmenin uygulanmamış olmasının sonucu sayılabilecek bir kadın cinayeti daha öncekilere eklendi. Türkiye Düşünce Platformu’nun raporunu kamuoyuna sunduğu gün, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi öğrencisi Pınar Gültekin’in üç gündür kayıp olduğu açıklandı. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması talebini vurgulayan ve sözleşmeden imzanın çekilmesine karşı olan tepkiler arttı. Ardından Pınar Gültekin’in eski sevgilisi tarafından vahşice öldürüldüğü ortaya çıktı.

İktidar cephesinden karşı çıkılan İstanbul Sözleşmesi’nin aralarında aile bağı bulunmasa (ve aynı cinsiyetten olsa) bile eski sevgili, partner, eski eş gibi failler tarafından şiddet gören mağdurların korunmasına ilişkin hükmünün uygulanmasının gerektiği bir zamanda uygulanmadığı için ve iktidarın bu yöndeki yükümlülüklerini yerine getirmediği için, yazık ki vahşi bir biçimde yeni bir kadın cinayetinin gerçekleştirilmesi, İstanbul Sözleşmesinden kurtulmak isteyen iktidara karşı tepkileri ve sözleşmenin uygulanması yönündeki talepleri iyice gündemin merkezine yerleştirdi.

İstanbul Sözleşmesi; şiddete uğrayıp da ona ihtiyaç duyan kadınlar, kadın örgütleri, akademik çevreler ve bilinçli politik kadın kesimleri dışında pek fazla bilinmeyen bir sözleşme iken, tepkilerin ve tartışmaların yaygınlığı, AKP tarafından niyet edilenin aksine sözleşmenin bilinmesini, şiddete karşı koruyucu bir içeriğe sahip olduğunun daha geniş kesimlerce anlaşılmasını ve sahip çıkılmasının gerekliliği bilgisini yaygınlaştıran bir işlev gördü.

Hatırlanırsa, 2020 Mart ayı itibariyle AKP iktidarı süresince öldürülen kadın sayısı 15 bin 557’ye ulaşmıştı.[4] Kadınların gündeminden hiç düşmeyen şiddet konusu, uzun zamandır daima İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmadığı eleştirileri eşliğinde gündeme taşındı.

AKP MYK toplantısının yapılacağı ilan edilen 5 Ağustos 2020 tarihinde Türkiye’nin büyük kentleri başta olmak üzere pek çok yerinde yaygın protesto eylemleri gerçekleştirildi. 5 Ağustos’ta İzmir’deki eylemde ve bir hafta sonra Ankara’daki eylemde polis, İstanbul Sözleşmesinin yürürlükte kalması ve bütün hükümleriyle uygulanmasının ne kadar gerekli olduğunu kanıtlar bir biçimde, kadınları saçlarından sürükleyerek, zorla yere yatırıp ters kelepçe takarak gözaltına aldı. Sonraki günlerde İstanbul’da polisin sokakta “maskesi burnunu kapatmadığı” gerekçesiyle bir kadını zorbalıkla gözaltına almak istemesi, sözleşme aleyhine iktidar argümanlarını iyice zayıflatan gelişmelerden biri oldu.

Sürecin başında sessiz kalan pek çok STK temsilcisinin, suskun ünlünün İstanbul Sözleşmesini savunan açıklamalar yapması, dünyaca ünlü oyuncu ve müzisyenlerin dahi Türkiye’deki kadınların taleplerini destekleyen sosyal medya açıklamaları yapması, AKP’yi umduğunun tam tersi bir pozisyona düşürdü. İstanbul Sözleşmesi hakkında AKP MYK iki hafta üst üste vereceği kararı erteledikten sonra 19 Ağustos 2020’de ve MYK, İstanbul sözleşmesinin kendilerince önem arz eden 4 ve 6. maddelerinin yeniden yazılması ve Avrupa Konseyi’ne bildirimde bulunulması, bundan sonuç alınamazsa, yeni bir sözleşme hazırlayarak yine Avrupa Konseyi ülkelerinin imzasına açılmak üzere Konsey’e sunulması kararı alarak, şimdilik konuyu böylece ertelemiş oldu. Anlaşılan odur ki, sözleşmenin (4 ve 6.) maddelerinin değiştirilmesi mevcut usul ve teamülde rastlanan bir durum olmadığına göre, AKP, “yerli ve milli” hassasiyetlere, gelenek, görenek ve aile yapımıza uygun İstanbul Sözleşmesinin yerine alternatif bir uluslararası sözleşme hazırlayarak “kendi usullerine göre” o sözleşmeyi yürürlüğe koyacak.

Böylece AKP başlattığı İstanbul Sözleşmesi karşıtı kampanya ile, sözleşme hakkında bilgisi olanların sayısını yükseltmiş, bütün propaganda olanaklarını kullanmasına karşın halkın da sadece yüzde 25’ini ikna etmiş olduğunu ‘idrak etmiş’ oldu.

Basına yansıdığı kadarıyla, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilip çekilmeme konusunda AKP’nin yaptırdığı anket sonuçlarına göre halkın yüzde 65’i sözleşmeden çekilmeyelim, yüzde 25’i çekilelim diye görüş bildirirken yüzde 10’unun sözleşme hakkında bir bilgisinin olmadığı ortaya çıktı.

Gündemde olağandışı bir şekilde uzun süre yer tutması ve bu denli geniş kesimlerce tartışılması bile sözleşmenin feshi ihtimalinin toplumun her kesimini yakından ilgilendirdiğini ve bir alarm durumu algısı yarattığını gösteriyor. Sadece bu da değil, kadın-erkek eşitliği konusunun esas olarak ideolojik bakımdan ve pek tabii politik yönleriyle üzerinde en çok fırtına kopan konulardan biri olması da yaygın tartışılmasındaki önemli etkenlerden biri…

Hal böyle olunca, İstanbul Sözleşmesi ile ilgili AKP’nin kamuoyu oluşturma ve “halk feshini istiyor” diyerek sorumluluğu üzerinden atma niyeti, şimdilik AKP açısından olgunlaşmamış bir “eksik teşebbüs” olarak kaldı.

AKP DÜN İMZALADIĞI SÖZLEŞMEDEN BUGÜN NEDEN RAHATSIZ?

AKP Hükümetinin 2011’de çekincesiz ilk imza atan ve 2012’de onaylayan ülke olduğu İstanbul Sözleşmesi (Kadına Yönelik Şiddetin ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi) Avrupa Birliğine üye ülkeler arasında imzaya ve onaya açılmış ve 2014 yılında yürürlüğe girmişti. 46 üye arasında sözleşmeyi onaylayan ülke sayısı 34 olarak biliniyor.

Türkiye’nin 1985 yılından bu yana taraf olduğu “BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW), İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesinden önce kadınlara yönelik ayrımcılığı yasaklayan en kapsamlı sözleşme idi. CEDAW ile İstanbul Sözleşmesi arasındaki en önemli farklardan biri İstanbul Sözleşmesi’nin, kadın erkek eşitsizliğinin ekonomik sosyal kökenlerine vurgu yaparak, şiddetin kaynağı olarak gösterdiği bu ekonomik-sosyal eşitsizliğin giderilmesi yönünde taraf ülkelere yükümlülük getirmesi idi.

Şiddetin kaynağının açıkça kadınlar ve erkekler arasındaki ekonomik-sosyal eşitsizlik olarak belirlenmesi insan hakları alanında yeni bir olgu değilse de bir uluslararası sözleşme metninde yer alışı ilk kez yer oluyor.

Ülkelerin somut ortak gerçekliklerine dayanan saptamaları ve taraf ülkelere yüklediği somut ve radikal yükümlülükler İstanbul Sözleşmesini ayrı ve özel bir konuma yerleştiriyor

Çoğunlukla sonuçlara/ihlallere odaklanan insan hakları sözleşmelerinin aksine, ihlalin kaynağına odaklanmakla yetinmeyip, bu kaynağın uzun vadede ortadan kaldırılması perspektifini bir hedef olarak belirlemesi; bu hedef de dahil olmak üzere şiddetin önlenmesi konusunda taraf ülkelere ve hatta taraf ülkelerin sivil toplum örgütlerine somut görev ve yükümlülükler belirleyen ilk sözleşme olması insan hakları alanında hala önemli bir adım olarak duruyor. Bu yönü, İstanbul Sözleşmesini bugüne kadar imzalanan insan hakları sözleşmelerinden ayırıyor ve ülkelerin somut ortak gerçekliklerine dayanan saptamaları ve taraf ülkelere yüklediği somut ve radikal yükümlülükler ile onu ayrı ve özel bir konuma yerleştiriyor. “Toplumsal cinsiyet eşitliği”nin sağlanması yönündeki bu ekonomik-sosyal nedenlere dayanan gerçekçi yaklaşımı ve sistem içinde gerçekleşme olanağı olan önlemlerin azamisini içeriyor olması, sözleşmenin kadınlar tarafından bunca sahiplenilmesinin de nedenini oluşturuyor.

Eşitlik konusundan sonra şiddetin kaynağının açıkça kadınlar ve erkekler arasındaki ekonomik-sosyal eşitsizlik olarak belirlenmesi de yine AKP iktidarı için ideolojik bir sorun.

AKP’nin dayandığı dini referanslar kadına yönelik cinsiyete dayalı şiddete Kur’an’ın kimi bölümlerinde açıkça, kimi bölümlerinde örtük olarak onay veriyor. AKP’nin temel aldığı dini referanslara aykırı olan sözleşmedeki bu kabul, üstüne üstlük külfetler de getiriyor. Hem politik hem ekonomik ve sosyal külfetler…

Yine evlilik bağı dışındaki eski-yeni birliktelikler ile aynı cinsiyetten (LGBTİ+) bireyler arasındaki şiddetin önlenmesine imkan veren hükümler de yine AKP’nin referans ve kabulleriyle uyuşmuyor.

Sözleşmenin bu nitelikleri AKP hükümetinin sözleşmeden vazgeçmeye yeltenmesinin de temel nedenleri arasında yer alıyor.

AKP’nin İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekmek istemesinin tek nedeninin sözleşmenin, diğer insan hakları sözleşmelerine nazaran daha ileri ve şiddeti caydırıcı hükümler içermesi, hükümetleri zorlayıcı yükümlülüklere yer vermesi olduğunu söyleyemeyiz. Elbette bu AKP’nin vazgeçme girişimindeki çok önemli bir neden. Fakat tek neden değil. “AKP, gelecek tasarımında İstanbul Sözleşmesi’ne neden yer vermek istemiyor” diye sorduğumuzda İstanbul Sözleşmesi’ni yürürlükten kaldırma isteğinin AKP’nin önümüzdeki süreç için nasıl bir yol haritası çizdiğini sözleşme ile birlikte anlamaya çalışmamızı gerektiriyor.

Yukarıda ifade ettiğimiz AKP’nin İstanbul Sözleşmesi’nde tespit ettiği ideolojik ‘sorunlar’ politik ve pratik olarak hem AKP’nin sahiplendiği uzak ve yakın geçmişe ait tarihsel ve ideolojik beslenme kaynaklarıyla örtüşmeyen noktalar… Hem de bu başlıkları sorun etmeden kabul ettiği takdirde ortaya çıkan ve çıkacak olan uygulama sorunlarını aşma kapasitesinin (ideolojik, kültürel, ekonomik ve sosyal olarak) bulunmayışı, her geçen gün esasen bin yılların biriktirdiği tarihsel mirasın bugünkü biçimlerini, AKP’nin ilerleyişi önüne dağ gibi bir barikat olarak yığıyor.

Çünkü mesele, sadece bir kağıt üzerinde eşitlik meselesi olarak kalmıyor. Hatta dönemsel toplumsal değişim ve dönüşümün en son aşaması olarak kağıt üstüne geçiyor… Ama bir kere kağıt üstünde, yani yasal düzlemde bu olgu kabul edildiğinde, gereklerinin yerine getirilip getirilmediğine dair işleyiş ülkenin kamu yönetimi gündeminin bir başlığı olmak zorunda kalıyor. Şimdiye kadar yapıldığı gibi iç kamuoyu bir şekilde oyalanıp, tepkiler şu veya bu şekilde bastırılsa bile, toplumsal gerçeklikler sürgit bastırarak yönetmeye izin vermediği için biriken hoşnutsuzluk hiç umulmadık bir şekilde patlayabiliyor.

AKP de sözleşmenin kısmi işleyişine bile izin vermeksizin salt “kabul” ile vaziyeti idare etmeye çalıştı. Hatta bu son hamlesi ile “vaziyeti idare etmek”ten bile kaçınmak istediğini gösterdi. Ancak, yıllardan beri olduğu gibi, her gün bir kadın cinayeti, taciz, cinsel istismar ve diğer şiddet türlerinin bilançosunun ağırlaştığı ülkemizde bu durum, iktidarı sürdürmenin önünde ayak bağı haline geldi. Toplumsal çürümenin somut ve gerçek anlamda cisimleştiği bir gösterge olarak kadına (ve çocuğa) yönelik her türlü şiddet, cinsel saldırı ve istismarın adeta her gün bir kıyamet görüntüsü içinde seyretmesi, iktidarın tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıp duruyor.

Burada bir çözümün kendini dayatması, esas olarak sadece bu ülke içi durumla ilgili değil. Uluslararası sorunlar da AKP’yi ancak içerde demokrasi düşmanı, dışarıda savaşçı adımlar atarak ilerleyebileceği bir yola zorluyor. Böylece iktidarını güçlendirme ihtiyacı muhalefeti susturmasını ve ezmesini gerektiriyor. Bu bağlamda en güncel kronik sorunlardan biri olan şiddet konusu ve onunla birlikte anılan İstanbul Sözleşmesi, bu amacın gerçekleşmesinin önemli aşamalarından birini oluşturuyor. Çünkü sözleşme, kadın kitlelerine çok katmanlı sorunlarının kaynakları ve önlemler hakkındaki hükümleriyle güçlü bir silah sunuyor. Eğer sözleşme uygulanmadığı 6 yılın ardından ortadan kaldırılabilirse, işçi emekçi kadınların dizginsiz sömürüsünü gerçekleştirmek için çıplak zorbalık dahil olmak üzere her türlü hukuk dışı baskı yolunu daha yaygın olarak uygulayabilecek ve “aile yapımız, gelenek, görenek, dini akidelerimiz” gibi klişe gerekçelerle yoluna engelsiz devam edebilecektir.

Ayrıca, iktidar her dönemeçte kadın-erkek eşitliği konusunu gündem yapıyor ve kadınların haklarına yönelik bir saldırıyı hayata geçirmeye çalışıyor. Çünkü, uzun süredir icraatlarının önemli bir damarını oluşturan “komşu ülke, ortak deniz, Osmanlı toprağı” hamasetiyle geliştirilen etraftaki iç savaşlara müdahil olma girişimlerine karşı içerde işsizlik, açlık ve ekonomik krizlere karşı koyacak gücün en önünde kadınların bulunacağını tahmin etmek de zor değil, bugüne kadar olduğu gibi.

Bu nedenle AKP, iktidarını güçlendirme ihtiyacı duyduğu her dönemeçte kadın-erkek eşitliği konusunda mevcut haklara saldırarak, saldırıyı İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası bağlayıcılığı olan bir belgeye kadar geliştirdi, ilerletti.

Dolayısıyla ülke dışındaki sorunların ve planların sıkıştırması kendi meşrebince çözümleri gündeme getirdiğinde kaçınılmaz tercih İstanbul Sözleşmesi ve onun öngördüğü yükümlülüklerin yerine getirilmesi değil, sözleşmeden kurtulmak, kız çocuklarının evlendirilmesi önündeki hukuki engellerin en büyüğü olan sözleşmenin bağlayıcılığının kaldırılması, buna göre iç hukukta reorganizasyon ile tecavüzcülerin bu şekilde ellerinin serbestleştirilmesi, kadınların hukuki durumunu böylece iyice zayıflattıktan sonra, gelsin zorbalıkların en âlâsı ile içeride ve dışarıda savaş halinin gerektirdiği olağanüstü yönetim yollarını meşrulaştırmak… AKP’nin yakın dönem politik gündem olarak gönlünden geçen bu idi.

Öte yandan, AKP iktidarının 18 yıllık macerasının sonunda geldiği ekonomik tükenmişlik durumunu her an gözler önünde tutan göstergelerden iş ve ekmek, her gün yeniden kazanılamadığı takdirde nasıl kapitalist toplumsal yaşamın sürdürülmesi bakımından hem işçinin ailesiyle birlikte varlığını hem sermayenin güvenlik içinde sömürüsünü tehdit eden bir unsur haline geliyor. İş ve ekmeğin yeniden kazanılamadığı sürece büründüğü “biçim” olan şiddet, bütün değişik tür ve görünümleriyle (özel olarak üzerinde yoğunlaştığı) -toplumun zayıfları olan- kadın ve çocuk hayatını tehdit eden ve sık sık yok eden bir unsur olarak çoğaldı.

Temelindeki nedenler çözümlenmedikçe, kadına ve çocuğa yönelik şiddet biçimleri ve sonuçları, iktidarın sürdürülebilirliği önünde diğer unsurlarla birlikte git gide büyüyen bir sorun haline geldi. Kadınların elindeki İstanbul Sözleşmesi gibi, zamanın en ileri uluslararası hukuki dayanağı iktidara karşı eşitlik ve özgürlük mücadelesinde kadınların elinde güçlü bir silah mevcut iken, kapitalist sistemin, ihtiyaç duyduğu kuralsız sömürü çarkını sorunsuz bir biçimde işleterek kendisini yeniden üretmesi mümkün olmuyor. Günümüzde kapitalizmin kendini yeniden üretme koşullarından biri olan kadının boyun eğmesi üzerine kurulu bir düzen oluşturma ihtiyacı, iktidarın uzun zamandır üzerinde ‘eylemli olarak’ çalıştığı bir konu. AKP iktidarı ailenin devlete olan yükünden, kadın kazanımlarının maliyetinden kurtulmak istiyor. Ayrıca kadınların toplumsal ilişkiler içindeki yerinin, yaşam alışkanlıklarının da ideolojik ve politik maliyet haline geldiği bu koşulları değiştirmek istiyor. Kadınların sadece dini nasihatlerden oluşan bir “paket” maliyetiyle uyuşmasını, sessiz kalmasını istiyor. Bu nedenle kadınlara yönelik şiddetin sadece kadınlar üzerindeki tahakkümü artırmak üzere teşvik edildiğini söylemek eksik olur. Kadına şiddete tolerans gösteren bir hukuk sistemi, güvenlik sistemi, kurumsal ilişkiler ve siyasi yapılar şiddet vakalarında üretilen kodları toplumsal hayata genelleştiriyor. Kadına yönelik şiddetten çıkan sonuçlar; tepkiler, tartışmalar, emsallik ilişkisi, kanıksama biçimlerinin toplamından biriktirilen iktidar tecrübesi bu genelleştirmenin malzemelerinden ‘sistem’ kurucu olarak yararlanıyor. Kadın toplumsal ve iktisadi hayat içindeki stratejik konumu nedeniyle böyle hedefte ve hedef tahtası olmaya devam edecek.

İşte AKP iktidarı, bu nedenlerle kadınlara yönelik saldırı hamlesinin boyutlarını yükselttiğini görüyoruz. İktidarını tahkim etmek ihtiyacı duyduğu bu dönemde yine İstanbul Sözleşmesiyle bir güç ve nabız yoklaması yaptı. AKP için bu yöntemin bir yönetme taktiği olduğu bilinen bir durum. Tartıştırarak, kararların bir müzakere içinde bir demokratik görüş bildiriminden çıkan sonuçlara göre alındığı izlenimi yaratmaya çalışıyor.

Çünkü 2015 Haziran Seçimleri’nden bu yana AKP meşruiyetini hukuk zemininde sürdürebilme olanaklarını tüketmiş olarak ülke yönetiyor.

Yaklaşık olarak o zamandan beri, hukuk ve teamül içinde gerçekleştiremediği planlarını, ‘hukuku’ kendi planlarına uydurarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Zaman zaman bu eylem ve onun ‘hukuku’ arasındaki eş zamanlılık kaybolsa da istim arkadan gelse de AKP iktidarı, kamusal faaliyetin neredeyse çoğunu kendi varoluşunu sürdürmeye yönelik ‘çabalar’ haline getirdi. Sürekli bir reorganizasyon, sürekli yasaları kararnamelerle duruma uydurma faaliyeti ve sürekli halkı kendi yandaşları ve karşıtları olarak düşmanlaştırma söyleminin pratik yansıması olarak ‘iç düşmanlar’ın tasfiyesiyle ilgili operasyon ve yargı çarkının çalıştırılması zorunluluğunu rutin hale getirmiş durumda.

Zira AKP, iktidarı asla terk etmek istememekte, bu nedenle ülkedeki her türlü -yasama, yürütme-yargı- kurumsal işleyişi, bu ‘kutsal’ amacı gerçekleştirme ihtiyacına göre sürekli ve dinamik bir şekilde yeniden şekillendirmekte, neredeyse her gün kamusal faaliyetin önemli bir bölümünü bu ihtiyacın gerekleri oluşturmaktadır.

İstanbul Sözleşmesi’nden cayma ya da feshetme amacının sebebi, AKP hükümetinin 18 yıllık iktidar süreci boyunca ülkenin temel sorunlarını çözme konusunda sürekli değişen taktik politikalarının bugün geldiği noktada önünde engel oluşturan hukuk zemini ve bunun uluslararası dayanağı ortadan kaldırarak, kendi yolunu temizleme ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz.

AKP’nin İstanbul Sözleşmesini -hem de çekincesiz bir şekilde- imzaladığı 2011 yılından, onayladığı 2012 yılından ve yürürlüğe girdiği 2014 yılından bugüne, ülkede köprülerin altından çok sular aktı.

Bir rejim değişikliği oldu. Kuvvetler ayrılığı ilkesi bu rejim değişikliği ile kendiliğinden ilga oldu. Yasama, parmak sayısı çoğunluğuna dayalı bir onaylama mercii oldu; yürütmeyi denetim yetkisi budanmış, işlevsiz bir TBMM kaldı. Yargı Anayasa’da yargının ‘bağımsız’ olduğunun yazılı kalmasından başka bütün yönleriyle yürütmenin açıkça yönlendirmesiyle işleyen bir bürokratik aygıt haline geldi.

Bütün bu sorunlardan en çok etkilen kesimlerin kadınlar, çocuklar ve yaşlılar olduğu/olacağı muhakkak. İşsizlik ve açlığın isyan ettireceği ilk kesimin mutfak, çocuk ve yaşlılardan sorumlu olan, aynı zamanda bir bölümü ek olarak fabrikada, hizmet sektöründe çalışarak aynı sorunların ağırlığını taşıyan kadınların elindeki yasal enstrümanları ortadan kaldırmanın, AKP için ne kadar elzem olduğu anlaşılabilir.

AKP’nin beslendiği ve aynı zamanda kendince ideal noktasına vardırmak istediği, özlediği ideolojik ve politik toplumsal iklim ile İstanbul Sözleşmesi’nin amaçladığı kadın-erkek eşitliği yolunda şiddet ile mücadele ve şiddetin ortadan kaldırılması amacının ne kadar doku uyuşmazlığı içinde olduğu açıkça görülmektedir.

Bunun yanı sıra, şiddetin en örgütlü ve yüksek biçimi olan savaş ve çatışma bile İstanbul Sözleşmesinin yürürlüğünü durdurmazken, adeta savaşmak için cephe ve bahane arayan aksiyonlar içinde olan hükümetin İstanbul Sözleşmesinden kurtulmak istemesinin bu yönden de kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu düşünmek hiç abartı olmayacaktır.

Dolayısıyla, kâh geri adım atmış gibi görünsün kâh ekonomik ve politik başka saldırı yöntemlerini öne çıkarsın, AKP hükümetinin ve onun temsil ettiği burjuva ideolojik ve politik saldırı cephesinin, kadınların kazanımlarına en kısa zamanda yeniden daha sert yöntemlerle saldıracağından emin olabiliriz.

Önümüzdeki süreçte AKP’nin kadın düşmanı, hak ve özgürlük düşmanı yüzünü daha pervasızca göstereceği bir saldırıya karşı İstanbul Sözleşmesi hedef ve amaçlarıyla kadınların kalkanı olmak durumundadır. İstanbul Sözleşmesinden vazgeçmek, saldırılara, resmi ve öteki şiddet biçimlerine daha açık ve savunmasız hale gelmek demektir.

Hem gerçekten hem çağrıştırdığı bütün mecazi anlamlarıyla yaşayabilmek, haklarımızı ve hayatlarımızı savunabilmek için İstanbul Sözleşmesi yürürlükte kalmalı, tüm hükümleriyle uygulanmalı, mali, kurumsal ve eğitsel yükümlülükler derhal yerine getirilmelidir.

Mücadelenin eşitlik ve özgürlüğe ulaşabilmesinin bugünkü aşaması, İstanbul Sözleşmesi’ne ve diğer haklarımıza yönelecek yeni bir saldırıya karşı bilgi ile birlik ve dayanışma ile örgütlü bir şekilde mücadele etmek, çoğalmayı başarabilmektir.

İstanbul Sözleşmesi nedir, hangi temel hükümleri içeriyor?

*İstanbul Sözleşmesi, biyolojik, hukuki veya ailevi bağı olup olmadığına bakılmaksızın ev içi şiddetin (eski veya mevcut eşler, eski veya mevcut sevgili, sözlü, nişanlı, aynı evde oturan aile fertleri, akrabalar veya başkaları tarafından yöneltilen şiddetin) ve kadınlara yönelik her türlü şiddetin önlenmesi için mücadele yöntemlerinde standartlar öngören ve Avrupa ülkelerini hukuki olarak bağlayan ilk belgedir.

*Kadınlar ve erkekler arasında tarihi çok eskilere giden ekonomik sosyal eşitsizliğin varlığını kabul ile cinsiyetler arasında hukuki ve fiili eşitliğin gerçekleştirilmesi perspektifini benimsemekte, kadınlara yönelik ayrımcılığı yasaklamaktadır.

*İstanbul Sözleşmesi, daha önce kabul edilmiş kadınlara yönelik ayrımcılık ve şiddetle ilgili uluslararası standartları, AİHM ve BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi’nin içtihatlarını ve öğretideki görüşleri içeriğinde barındırmaktadır.

*Sözleşme, hem özel alandaki hem kamusal alandaki şiddeti yasaklamakta; toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemlerini, ister kamusal (işyerleri, okullar, karakollar, hapishaneler vb. kurumlarda) ister özel yaşamda meydana gelsin, kadına yönelik şiddet kapsamında tanımlamaktadır.

*Taraf devletlere, tüm bireylerin özellikle de kadınların şiddete maruz kalmaksızın yaşama hakkını sağlamak ve korumak için gerekli hukuki ve diğer tüm önlemleri alma yükümlülüğü getirmiştir. (mali, kurumsal, eğitsel vb.)

*Şiddetle ilgili kurumlar ile kamu kurumlarının ilgili bölüm ve görevlerinde çalışanların , STK’ların toplumsal cinsiyet eşitliği ve şiddete karşı mücadele konusunda eğitilmesi hususunda devlete ve STK’lara yükümlülük getirmektedir.

*Sözleşme, yalnızca barış dönemlerindeki değil, silahlı çatışma dönemlerindeki ve silahlı çatışma sonrasında devam eden şiddeti de yasaklamaktadır.

*Sözleşme,”toplumsal cinsiyete dayalı” ayrımcılık ve şiddeti temel almıştır ve toplumsal cinsiyeti tanımlayan ilk uluslararası belgedir.

*Ekonomik zarar veya ekonomik ızdırap da kadına yönelik şiddet biçimlerinden biri (ekonomik şiddet) olarak tanımlanmıştır.

*Taraf devletlerin, belli koşullar nedeniyle şiddete açık hale gelmiş olan güç durumdaki kadınların özel ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmasını öngörmektedir.

*Yalnızca taraf devletlerin vatandaşı olan kadınlar için değil, sığınmacı ve hukuki durumu ne olursa olsun göçmen kadınlar için de koruma sağlamaktadır.

*Sözleşme, şiddet mağdurlarına eşit koruma sağlanmasını öngörmekte ve mağdurlar arasında her türlü ayrımcılığı yasaklamaktadır.

*Erkeklere ve çocuklara yönelik ev içi şiddet dahil, şiddet mağduru kız ve oğlan çocuklara ilişkin özel düzenlemelere yer vermektedir.

*Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddetle mücadelede uluslararası işbirliğini öngörmektedir.

*Taraf devletlerin Sözleşme’nin hükümlerini etkili bir biçimde uygulamalarını sağlamak amacıyla Sözleşme’de özel bir izleme mekanizması oluşturulmuştur.

*Sözleşmede bireysel şikayet veya başvuru hakkı yoktur.

*Ancak, mağdurların başvurulabilir bölgesel ve uluslararası bireysel/toplu şikayet mekanizmalarına ilişkin bilgiye ve bu mekanizmalara erişim imkanına sahip olmalarını sağlama ve şikayette bulunan mağdurlara duyarlı ve bilgiye dayalı desteğin sağlanması yükümlülüğünü getirmektedir.

*İstanbul Sözleşmesi ile kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, İstanbul Sözleşmesi hükümleri esas alınır.


[1] Ağustos başı itibarıyla google’da “İstanbul Sözleşmesi” 118 milyon kez yer almış.

[2] https://www.internethaber.com/erol-yarardan-istanbul-sozlesmesini-savunan-is-dunyasina-yonelik-aciklama-2116885h.htm

[3] Türkiye düşünce Platformu “İstanbul Sözleşmesi’ne Yönelik Hukuki ve Psikososyal Değerlendirme Raporu” tam metni için bakınız https://ilkha.com/6284-sayili-kanun-ve-genc-evlilik-magdurlari/cumhurbaskani-na-sunulan-istanbul-sozlesmesi-degerlendirme-raporundan-onemli-detaylar-131767 (tam metin haberin sonunda)

[4] (TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanvekili ve CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu 8 Mart Dünya Kadınlar Günü öncesinde, 2002-2020 tarihleri arasında Türkiye’de kadın hak ihlalleri konusundaki verileri açıkladı. https://www.a3haber.com/2020/03/07/turkiyede-kadin-olmak-akp-iktidarinda-15-bin-500den-fazla-kadin-cinayeti-islendi/