Aydın Çubukçu

CHP,1950 yılından bu yana, koalisyon hükümetleri içinde yer aldığı birkaç dönem hariç, hep “Ana Muhalefet Partisi” olarak kalmıştır. Parlamentoda bazı dönemler birinci parti olmasına karşın, tek başına iktidar olamamış, bu yüzden “müzmin muhalefet partisi” unvanıylasiyasi literatüre geçmiştir. Alışılagelmiş kullanılışıyla muhalefet kelimesionun sayesinde çarpılmış ve yalnızcaiktidarda olmayan anlamına bürünmüştür. Söz konusu CHP olunca da, iktidara gelmeyi bekleyen, ama hep bekleyen parti akla gelmektedir.

Diğer yandan, devrimcilerin dilinde siyasal muhalefet, mevcut kurum ve ilişkileri değiştirmek üzere geliştirilen eylemler ve düşünceler bütünü anlamına gelir. Örneğin, “halk muhalefeti” denildiğinde, halkın egemen sınıflar tarafından sömürülmesine ve baskı altında tutulmasına yol açan tüm ilişkilere, düşüncelere ve kurumlara karşı, irili ufaklı her türlü eylemi, düşünceyi, hatta duyguyu ve örgütlenmeyi kastederiz. Kuşkusuz sömürü ve baskının pek çok çeşidi, biçimi ve bunları uygulamaya elverişli yasal ya da yasa dışı yolu vardır. Güçlü bir siyasal parti, örneğin CHP gibi milyonları seferber etme imkânına sahip köklü bir kuruluş, “ana muhalefet partisi” adını hak etmek için, öncelikle sömürü ve baskı ilişkilerine ve kurumlarına karşı bir muhalefet olabilmelidir. Oysa CHP, yalnızca –hangisi olursa olsun, DP, AP, ANAP, AKP– “iktidardaki siyasi partiye karşı muhalefet” etmekle yetinmiş, bunu da yalnızca görünürdeki uygulamalara karşı yapmıştır. Örneğin, Saray bir görüntüdür, son zamanlarda çokça konuşulan lüks uçak bir görüntüdür, 3.Havaalanı, köprüler, vb. israf harcamaları birer görüntüdür. CHP’nin AKP’ye “muhalefeti”, bu yüzden bir gölge boksundan daha fazla bir şey değildir. Bunun nedenlerine aşağıda değineceğiz.

BİR CHP’LİNİN SİYASAL PROFİLİ

CHP, herkesin üzerinde birleştiği bir saptamayı tekrarlayacak olursak, zaman içinde değişikliklere uğrasa da, 1908 Devrimi’ni ifade eden düşünce ve hedeflerin mirasçısı olarak tanımlanmaktadır. Bu, bir bakıma İttihat ve Terakki Fırkası’nın, yani Türkiye tarihindeki ilk Batıcı, reformist ve Abdülhamit yönetimine karşı devrim yapmış bir partinin kendisine yakıştırdığı özelliklerdir. Bu partinin, Enver Paşa önderliğindeki yönetici kliğiyle ciddi biçimde çatışmalarına rağmen esas olarak düşünce ve hedeflerini paylaşan önemli kadroları, Milli Kurtuluş Savaşı’nın da önder kadroları olmuşlardır. Bu mirasın esas unsurları, milliyetçilik, Batıcılık, devletçilik, kısmen ve bozulmuş bir biçimde laiklik, CHP’nin de değişmez özellikleri olarak ilan edilmiştir. CHP’nin altı ilkesi, aynı zamanda sembolü olan altı ok ile ifade edilir. Bunlar, devrimcilik, laiklik, devletçilik, milliyetçilik, halkçılık ve cumhuriyetçiliktir. Cumhuriyetçilik ve kısmen laiklik hariç, diğerleri, 1908 Devrimi’ni yapan fırkanın da temel ideolojik unsurlarıdır. Altı ilke, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkeleri olarak kabul edilmiş ve özellikle 1930’lu yıllardan sonra, “resmi ideoloji” bunlar ekseninde şekillendirilmiştir. Birçok araştırmacı da, Atatürkçülük denilince anlaşılması gerekenin bu ilkelerle özetlenen bir dünya görüşü olduğunda hemfikirdir.

Bu yazının amacı, bu ilkeleri ya da Atatürkçülüğü eleştirmek, incelemek değildir. Bu herkesçe bilinen özet bilgiyi, bir CHP’linin günümüzdeki eğilimlerini değerlendirmede esas alacağımız için verdik.

Ortalama bir CHP’li, günümüzün sorunları karşısında da, partisinden bu ilkelerigözeten bir muhalefetten fazlasını beklemez. Kimi partililer ya da parti yanlıları bu ilkeleri genişleterek yorumlayarak ve günümüze uygun hale getirerek, daha ileri taleplerin çıkış noktası yapabilmektedir. Örneğin cumhuriyetçilikle, aslında ilkeler arasında olmayan demokrasi kavramını birleştirebilmekte, milliyetçiliği antiemperyalizm olarak yorumlayabilmekte, halkçılık ve devletçilik kavramlarını birleştirerek sosyal-devlet kavramına ulaşabilmektedir. Özellikle Bülent Ecevit zamanında genişletilen halkçılık kavramı, işçi ve emekçi sorunlarına karşı daha “duyarlı”gözüken bir reformist anlayışın doğmasına yol açmıştır. Taraftar, Ecevit’in baskılar karşısında geri çektiği “toprak işleyenin, su kullananın” sloganının akıbetinin takipçisi olmamıştır. Ortalama CHP’li, 27 Mayıs 1960 darbesinden başlayarak, 12 Eylül 1980 Kenan Evren darbesi dâhil, bütün askeri hareketleri desteklemiş, ordunun “gericiliğe karşı” bir kale olduğundan kuşku duymamıştır(kuşkusuz darbeler karşısında tavizsiz tavır almış Ecevit’i ve küçümsenmeyecek bir taraftar kitlesini bunun dışında tutmak gerekir). Çünkü ordu, modernleşmenin öncüsü ve koruyucusu olarak kabul edilmiş, Atatürkçülüğüneiman edilmiştir. Tarihsel olarak yaşananlardan öğrenmek yerine, bu dogmaya sıkı sıkıya bağlı kalınmış, onun sayesinde “gericiliğin” asla Türkiye’ye egemen olamayacağına inanılmıştır. Bunda kuşkusuz, devletçi ve milliyetçi önyargılar kadar, halk kitlelerini, zorla eğitilecek karanlık ve tehlikeli bir cahiller sürüsü olarak görmenin de etkisi olmuştur. Bu görüşe göre, CHP’yi ömür boyu muhalefete mahkûm eden de seçmenin cahilliğinden başka bir şey değildir. Bu yüzden “her şeyin başı eğitim” en sevdikleri slogandır.

DİN, DEVLET, VATAN

CHP’nin “devletin kurucu partisi” olarak övünmesi, buna bağlı olarak pek çok politik tutumda “önce devletin çıkarları” diyerek karar alması da,ideolojik dayanakları yüzünden, taraftarırahatsız etmez. Bu yüzden Cumhuriyet tarihi boyunca CHP’nin imzasını taşıyan baskı ve zulüm politikaları, örneğin İstiklal Mahkemeleri, Varlık Vergisi döneminde azınlık Hıristiyan ve Musevilerin mallarına el konulması, Aşkale’ye sürülmesi, Kürt katliamları, her türden muhalefet üzerinde ağır yasaklamalar ve faili meçhul cinayetler vb. söz konusu olduğunda, bunların “Cumhuriyet’in kendisini korumak için başvurduğu zorunlu ve bundan dolayı da meşru” önlemler olduğu savunulur. İnanç ve vicdan özgürlüğünün lafı bile edilmez. Geçmişte yaşanmış uygulanmış bu politikalar, cumhuriyet ve demokrasi kelimelerinin asla yan yana gelmesine gerek olmayan “özel durumlar” olarak kabul edilir.

Duyarlı olunan kavramlar, zaten altı ok üzerinde yazılanlardır. Bunların tümü, kendisine özgü tanımlara sıkıştırılmıştır. Milliyetçilik, “Atatürk Milliyetçiliği” olmuştur. Devrimcilik, “Atatürk devrimlerini korumak” biçiminde anlaşılır ve örneğin Deniz Gezmiş bile bu çerçevede sahiplenilir. Devletçilik, “karma ekonomi” haline getirilmiş ve “özel sektör” dokunulmaz kılınmıştır.

Bütün bunlardan ötürü, CHP’nin muhalefet eksenleri de bu ideolojik çerçeve içindedir. Seçmen kitlesinin esas beklentileri bunlar çerçevesinde tutum almakla ilgilidir. Bir ideoloji partisi olma özelliği ağır basan partinin, son yirmi yılda öne çıkan “sağcı seçmenden oy kazanmak” amacıyla giriştiği manevralar, seçmelerini ve taraftarlarını şaşırtan sonuçlar doğurmuştur. MHP ya da İslamcı geçmişleri herkesçe bilinen adaylarla girdiği seçimlerden oy kaybederek çıkmasına karşın, bu “taktik” bir kenara bırakılmış değildir. Ancak sağa yönelim, görülmekte, bizzat yönetici ya da aday durumunda olanlar, “din, vatan, devlet” konularında iktidarla yarışmayı marifet sanmaktadır. Savaş çığırtkanlığı, şehit cenazelerinde gösteri, Cuma namazlarına gitmek, ayetli nutuklar çekmek, yama gibi dursa da, kimseyi samimiyetine inandırmasa da ve elbette bu kavramlara itibar edenlerin oylarını çekmese de başvurulan araçlar haline getirilmiştir.

Ne var ki, bütün bunlar yalnızca oy kaygısıyla değil, özellikle savaş politikalarını destekleyen bir yol izlenmesi gerektiğine inandıkları için de yapılmaktadır. Özellikle son kriz sürecinde, halkın esas sorunlarından uzak bir milliyetçilik yarışına girmiş olmalarının başka bir açıklaması yoktur.

BÜTÜN BUNLARIN YANI SIRA…

CHP’ye oy veren önemli bir kitle, özellikle kadınlar ve gençler, laisizm, sosyal devlet, demokrasi gibi konularda parti yönetiminden tamamen farklı, ileri bir tutumu benimsemektedir. “Reformcu” Ecevit döneminin politikalarını özlemekte, muhalefetin bu içerikte ve etkin bir kitlesel güçle yürütülmesi gerektiğine inanmaktadır. Ana eğilimleri bakımından devrimci, sosyalist fikirlere yabancı olmayan, kültürlü ve işçi emekçi haklarından yana bir karakter taşımaktadırlar. Parti yönetiminin aciz, günü kurtarmaya çalışan, özellikle Tayyip Erdoğan’la laf yarışına girerek ondan daha milliyetçi, daha dindar, daha saldırgan olmaya çabalayan bir üslupla kitlelerin karşısına çıkmasından rahatsızdırlar. Kılıçdaroğlu’nun en “sert” eleştirisinin “adam gibi ol” kalıbıyla başlayıp bitmesi alay konusu edilebilmektedir. CHP’nin içinden bazıları, “son zamanlardaki en büyük başarımız, Ali Koç’un Fenerbahçe’ye başkan seçilmesi ve Cumhuriyet gazetesinde yönetim değişmesidir” diyerek işi şakaya vursa da, gerçek durum bundan ibarettir. CHP, partinin karakterini, reformcu-demokratik taleplerin belirlemesini isteyen genç, kadın ve aydın kitlesinin seslerine kulaklarını tıkamıştır. Her yolu deneyerek, muhalif seslerin yönetim kademelerinden ve hatta mümkünse partiden uzak tutmaya yönelik çabalarının gizlenir yanı kalmamıştır.

Gerçekte, tekelci burjuva çıkarlarını savunan politikaları şu andaki iktidardan daha iyi yürütebileceği iddiasından daha fazla hiçbir vaadi olmayan bu partinin, eğitim ve sağlık başta olmak üzere işçi ve emekçi halkın çıkarlarına uygun bir politika izleyeceğini, özellikle “terörle mücadele” konusunda kendisini açığa vuran “demokrasi” anlayışıyla, iktidar partisinden daha farklı, demokratik, barışçı bir çözüm getireceğini gösteren hiçbir belirti yoktur. Tayyip Erdoğan’ın, FETÖ ve PKK ile mücadele konularını öne çıkararak etrafında ördüğü “milli cephe”nin utangaç bir mensubu olmanın ötesinde bir varlığı olmadığını söylemek haksızlık olmayacaktır. “Dış güçlerin saldırısına karşı vatan savunması” propagandası karşısında da kendisine özgü bir politika ürkemeyişinin nedeni, yazının başında da açıklamaya çalıştığımız gibi, tümüyle genlerinde bulunan devletçi ve milliyetçi özelliklerdir. Oysa tam da bu iki özellik,-onun egemen sınıfların temsilcisi olma karakteriyle birlikte- bir zamanlar CHP’nin savunur göründüğü “demokratik, özgürlükçü ve halktan yana” reformist politikalar bile üretebilmesinin önündeki en ciddi engellerdir. Günümüz tekelci burjuvazisinin siyasi çehresinin vazgeçilmez renkleridir bunlar.CHP, şu anda kendisini mahkum hissettiği bu egemen politik ortam içindeki konumu yüzünden, sendikalardan, işçi eylemlerinden, demokratik kitle hareketlerinden, her ilerici hamleden uzak durmakta, adeta AKP iktidarının “doğal yollardan” son bulmasından öte bir beklentisi olduğuna dair bir işaret vermemektedir. Özellikle, Deniz Gezmiş’i her 6 Mayıs’ta heyecanla ve sevgiyle anan gençlerin, laisizm işçi-emekçi ve kadın hakları başta olmak üzere bütün demokratik taleplere sahip çıkan parti tabanının herkes için haykırdıkları “Uyanın!”çağrısına kulak vereceklerini ummak beyhudedir.