Fulya Alikoç
Faşizmin klasik örneğinin yaşandığı İtalya ve doruk noktasına çıktığı Almanya, başta sanayi kapitalizminin gelişim düzeyi olmak üzere birçok bakımdan tarihsel farklılıklara sahiptir. Ancak her iki ülkede faşizmin inşasını mümkün kılan ön koşullar önemli benzerlikler de barındırır. Kuşkusuz bunların başında faşizm arifesinde kitlesel grevlerle devrimci bir kalkışmanın sinyalini veren işçi sınıfının sosyal demokratların ihanetiyle bastırılması ve komünistlerin bunu engelleyecek güçte olmaması gelir. İtalya’da fasci, Almanya’da Nazi çeteleri işçi önderlerini ve komünistleri katledip emekçi kitleler ve özellikle küçük burjuvazi üzerinde ideolojik hakimiyet kurarak tekelci burjuvazinin siyasi iktidarını garantiye alacaklarını ispat etmişlerdir. Bu hakimiyetin kurulduğu varsayılan kesimlerden biri de kadınlardır.
Bariz kadın düşmanı bir ideolojinin kadınlar arasında karşılık buluyor olması merak konusu olagelmiştir. Bu merak, çoğu zaman artık popüler bir mit halini alan Hitler ve Mussolini “karizma”sıyla giderilmeye çalışılmıştır. Oysa faşizmin bu iki önderi bile, söylemlerinin aksine, kadınları bu denli histerik ve edilgen varlıklar olarak değerlendirmemiştir. Dahası “kadınlar” cinsiyet temelinde inşa edilmek istenildiği gibi homojen bir mevcudiyet de oluşturmaz. Bu bağlamda iki ülkede ideolojik hakimiyetin tesis edilmesi, “ulusta uzlaşmış sınıfsız toplum” vaat eden faşist propagandanın aksine, birleşik bir anti-faşist kadın hareketini engellemek üzere kadınlar arası sınıf karşıtlıklarından faydalanarak mümkün olmuştur. Bu gerek faşizmin inşasında gerek iktidar yıllarında kadınlar arasında yaşanan sınıfsal karşılaşmalarda açıkça görülür. Burjuva kadınlar faşist kampa hızla geçiş yaparken orta sınıf kadınlar komünizmle mesafesini açmış ve nihayetinde büyük oranda faşizmin hegemonik alanına giriş yapmıştır. Proleter kadınlar ise komünizme saldırıyla önce fiziksel, sonra da ideolojik olarak silahsızlandırılmış, bir kısmı paralize edilirken bir kısmı da faşizm saflarında mobilize olmuştur. Bu yazıda faşizmin inşası ve iktidarında kadınların mensubu olduğu sınıflar bağlamında yaşadıkları değişimler ve farklı sınıflardan kadınların karşılaşmaları ele alınacaktır.
Ancak öncesinde proleter kadınlar cephesinden bir parantez açılmalıdır. Zira işçi kadınların faşizm deneyimi aynı zamanda faşist politika ve sendikalarla terörize edilmiş bir proleterleşme deneyimidir. Bu sürecin maddi koşullarını hazırlayan en önemli unsurlardan biriyse ABD’de başlayan ve giderek Avrupa’ya yayılan kapitalist rasyonalizasyondur.
ABD’DEN AVRUPA’YA KAPİTALİST RASYONALİZASYON
20. yüzyılın başlarında İngiltere ile rekabet halindeki Amerikan sermayesi daha fazla kâr elde etmek için emek üretkenliğini artırmaya odaklanmıştı. ABD başkanı Roosevelt’in işaret ettiği “verimsizlik” sorununa, makine mühendisi Frederick Winslow Taylor, daha sonraları Taylorizm olarak anılacak sistemli bir “bilimsel yönetim” geliştirerek yanıt vermiştir. Ona göre işveren ve işçi arasında uzlaşmaz bir karşıtlık olduğu fikri, işçinin yavaş çalışmasına sebep oluyor, mevcut iş organizasyonu ve yönetim anlayışı da buna çanak tutuyordu. Bu sorun teknik olarak üretim için zorunlu olmayan hareketlerin ortadan kaldırılarak üretkenliğin artırılmasıyla çözülebilirdi. Bunun için en hızlı hareket bulunana kadar işçinin hareketi defalarca test edilmeli, geleneksel olarak “göz kararı” belirlenen iş, parçalara bölünerek en hızlı harekete göre standartlaştırılmalıydı.[1] Sorunun beşeri çözümü ise işçinin işi seçerek kendini eğittiği işe giriş ve emek süreçlerinin terk edilerek, yönetimin “bilimsel” olarak seçtiği ve daha sonrasında işçiyi standartlaştırılmış işe göre eğittiği bir sürecin oluşturulmasıydı.[2] Taylor, “zeki bir gorilin eğitilerek herhangi bir adamdan daha verimli bir pik demiri tutucusuna dönüşebileceği” inancına sahipti.[3] Sadece, bu “eğitimli goriller”in maksimum üretkenliğin işveren ve işçinin ortak çıkarına hizmet ettiğine ikna edilmeleri gerekiyordu. Sınıf uzlaşısı üzerine kurulu Taylorizm, işçilerin teşvik ödemeleriyle motive olacağını ve fabrikada artan disiplinle gönüllü bir işbirliğine girişeceğini varsayıyordu.
Kendi otomotiv fabrikasında sömürdüğü sınıfı iyi tanıyan Amerikalı sanayi kapitalisti Henry Ford ise daha gerçekçiydi. Tam bir Amerikan pragmatisti olarak Taylorizmin teknik önerilerini seri üretim için oluşturulan bir montaj hattıyla hayata geçirdi. Buna göre üretim el emeğinden ve insan becerisinden bağımsızlaşmalı, tamamen otomasyona geçerek serileşmeli ve işle birlikte ürün de standartlaştırılmalıydı. Böylece maliyeti düşürülen ürünün fiyatı, işçi ücretlerinin görece yükseltilmesiyle işçinin onu satın alabileceği bir düzeyde optimize edilmeliydi. Seri üretim, seri tüketimle tamamlanmalıydı.
Bir bütün olarak kapitalist rasyonalizasyon olarak adlandırılan bu süreç, işyerlerinde her bir parça iş için talimatların basılarak işçilere öğretilmesi, üretim mühendislerinin makine ya da bant başındaki işçinin başında kronometre ile zaman tutarak performans ölçütünü belirlemesi, ücretlerin bu performans ölçütüne göre tayin edilmesi ve performansı artıran işçilere bonus verilmesi şeklinde örgütlendi. Ne var ki, işçi denilen özne ne Taylor’un tasavvurundaki “eğitimli goriller”dendi ne de Ford’un umut ettiği gibi sadece ücretle teşvik edilip ikna edilecek kadar ekonomik bir varlığa indirgenebilirdi. Bu gerçeği en iyi 1848 devrimlerini ve Paris Komünü’nü (1871) deneyimlemiş, Amerika’ya göre daha olgun ve örgütlü bir işçi hareketiyle karşı karşıya olan Avrupa kapitalizmi biliyordu. Bu nedenle Avrupa’daki rasyonalizasyon daha çok “insan faktörü” odaklı bir süreç olarak gerçekleşti.[4] Bu dönemde gelişen endüstriyel sosyoloji işçileri fabrikaların üretkenlik hedeflerine tabi kılmanın yol ve yöntemlerine odaklanırken endüstriyel psikoloji de işçiyi daha hızlı ve sistematik çalışmaya sevk edecek motivasyonun psikolojik dayanaklarını bulmaya yöneldi. Kapitalistlerin çözümü ise çok daha hızlı sonuç alıcıydı: sendika ve yönetimin uyumlulaştırılmasıyla işçiyi takımın bir parçası haline getirmek.
Gerçekten de kapitalist rasyonalizasyon teşvikleri sosyal demokratlar (sosyalistler) ile komünistlerin etkin olduğu sendikalarda (ve hatta bazı ülkelerin komünist partilerinde) kafa karışıklığı yaratmıştır. Buna karşılık, 1920’li yıllar boyunca “kapitalist rasyonalizasyon” sorununu gündeminden düşürmeyen Komünist Enternasyonal, onu sevinçle karşılayan sosyal demokrasinin tersine, “sözde kapitalist rasyonalizasyonun bir sonucu olarak işçi sınıfının pozisyonunun kötüleşmesine karşı mücadele”yi komünistlerin asli bir görevi olarak tanımlamıştır.[5] Ancak ilk etapta sendikalar içerisinde komünistlerle işbirliğinden uzaklaşan, giderek işçi kitleleriyle komünistler arasına duvar ören ve onların sendikalardan tasfiyesiyle zirveye ulaşan sosyal demokrat reformizm, sözde “ekonomik demokrasi” ve “endüstriyel barış” savunuculuğu yaparak işveren örgütleriyle işbirliğini savunmuş ve kapitalist rasyonalizasyonu koşulsuz desteklemiştir.[6]
Faşizmin öngününde İtalya ve Almanya’da kapitalist rasyonalizasyon özünde aynı mantığa dayansa da kapitalist sanayileşme düzeylerine bağlı olarak farklılaşan bir seyir izlemiştir. Almanya’ya göre daha az gelişkin bir sanayileşme yaşayan İtalya’da sözde “bilimsel yönetim” taktikleri 1920’li yıllarda daha çok işletme düzeyinde kalmış, 1926’da ENIOS[7] kurulana kadar faşist hükümet doğrudan müdahale etmemiş, sendikaları kapatıp komünistlere saldırarak, daha çok sanayi kapitalistlerinin rasyonalizasyonu uygulayabileceği ortamı oluşturmuştur. Kadınların proleterleşme süreci de bu çerçevede gerçekleşmiştir.
FAŞİST İTALYA’NIN MAKİNELEŞEN PROLETER KADINLARI
Birinci Emperyalist Savaş öncesi İtalya’da kadın nüfusunun büyük bir kısmı kırsal bölgelerde tarım işgücü içerisinde yer alıyor, kentlerde ise tekstil fabrikalarında çalışıyordu. İtalya’nın savaşa girdiği 1915 ila 1918 yılları arasında hızlı sanayileşmeyle birlikte tarım çözülmeye başlamış, kırdan kente kitlesel göçlerin azımsanmayacak bir bölümünü de proleterleşen kadınlar oluşturmuştu. Öyle ki 1917’de mühimmat sanayiinde iş gücünün yüzde 70’i kadındı; eğitimli orta tabakalardan kadınlar ise savaş bakanlıklarının memureleri olarak istihdama katıldılar.[8] Ancak, kağıt üzerinde savaşın galipleri arasında yer alan İtalya, gerçekte ağır bir ekonomik çöküntü yaşıyor; burjuvazinin bir bölümü ile büyük toprak sahipleri ülkeyi savaşa sürükleyen sanayiyi suçluyor, sanayi kapitalistleri ise ağır kayıpların faturasını işçilere kesmeye çalışıyordu. İtalyan işçi sınıfı bu duruma kitlesel grevlerle karşılık vermiş ve onun bir parçası olan proleter kadınlar için 1919-1920 yılları grev yılları olmuştur.[9] Ne var ki, Sosyalist Parti’ye ve sendikalara egemen olan sınıf uzlaşmacı reformizmin zayıflattığı bu devrimci kalkışma iki yıl içerisinde kan ve şiddetle bastırılmış ve faşizmin ilerlediği yoldaki taşlar büyük oranda temizlenmiştir.
1922’de faşizmin iktidara gelişi, tıkanıklık yaşayan sanayi tekellerine nefes aldırmıştır. Her şeyden önce işçi sendikalarının tasfiye edilip faşist sendikaların örgütlenmesi örgütlü bir işçi direnişi olmaksızın kapitalist rasyonalizasyonun hayata geçirilmesini sağlamıştır. Birinci Emperyalist Savaş’tan yüksek kâr eden otomotiv tekeli FIAT ve faşizm sayesinde tekelleşen Magnetti Marelli işçi sömürüsünün bu yeni formunun İtalya’daki öncülüğünü üstlenmiştir.[10] ABD’deki Ford fabrikalarına mühendislerini göndererek teknik ilerlemeyi yerinde tespit ettiren bu iki sanayi tekeli, elle opere edilen makineleri otomatik makinelerle ikame etmiş, üretimi montaj hattına bağlayan konveyör kayışlarıyla da fabrika içerisindeki işçi hareketliliğini minimuma indirerek üretime katkısı olmayan her saniyeyi ortadan kaldırmıştır. Fransız kökenli ABD’li milyoner, faşistlerin sadık dostu Charles Bedaux’nun çalışma ve yorgunluk arasındaki ilişkinin ölçümüne dayanan sistemi de FIAT’ın sahibi Giovanni Agnelli öncülüğünde kurulan İtalyan Bedaux Derneği ile ülkeye giriş yapmıştır. Verili iş için gereken dinlenme süresinin tam ölçümü için yapılan çalışmalar sonucu mola süreleri yeniden düzenlenmiştir.
Faşist sanayi kapitalizmini temsil eden bu iki tekel, işyerinde Taylorizm ve Fordizmin organizasyonunda kadın emeğini kullanma biçimleri bakımından da incelemeye değer bir model oluşturmaktadırlar. Emeği beceriden bağımsızlaştırma, diğer bir deyişle, işçiyi becerisizleştirme/vasıfsızlaştırma süreci kadınların işçileştirilme süreciyle paralel ilerletilmiştir. Burada başta Ford olmak üzere General Electric, Western Electric gibi ABD tekelleri örnek alınarak kurulan “mesleki eğitim” okulları ataerkil bir temelde örgütlenmesi bakımından önemli bir rol oynamıştır. Örneğin, Marelli’nin 1925’te kurduğu çıraklık okullarında (Scuola Vedette) işçi-öğrenci konumundaki erkek çocuklarına makine kullanımı, bakım ve onarımı, takım liderliği ve ustabaşılık eğitimleri verilirken kız çocukları da daha vasıfsız sayılan bobin sarma gibi işlerin yanı sıra ev ekonomisi alanında eğitilmişlerdir. FIAT ve Marelli’de kurulan bu okullarda genel bir bilim ve teknoloji eğitiminden bilinçli olarak kaçınılmış, sadece belli bir metanın belirli bir üretim sürecinin bilgisi verilerek kız ve erkek çocuklarının üretimi, dolayısıyla toplumu sorgulamasının bilinçli olarak önüne geçilmek hedeflenmiştir. Nitekim faşizmin iktidarını pekiştirdiği ve savaş hazırlığını yoğunlaştırdığı 1930’lu yıllarda “manevi eğitim” adı altında vatan sevgisi, disiplin ve fabrika hiyerarşisinden oluşan bir müfredat oluşturulmuş, oğlanlara asker yürüyüşü ve nişan alma eğitimleri verilmeye başlanmıştır. Kızlar içinse iş eğitimi kaldırılmış, ev ekonomisi eğitimleri politik propaganda eşliğinde yeniden düzenlenmiş, böylece geleceğin kadın işçilerinin vasıfsızlaştırılması garanti altına alınmaya çalışılmıştır.[11]
Rasyonalizasyonla birlikte standartlaştırılmış parçalara bölünen iş organizasyonu; erkekleri ağır makinelerin başına koyarken, “vasıfsız emek” olarak kodlanan konveyör kayışları, bobinleme, makaslama gibi bölümler köyden sanayi merkezlerine göç eden, çoğunluğu ancak ilkokul eğitimi almış, örgütlenme deneyiminden yoksun kadın işçilerle doldurulmuştur. Burada faşist sendikaların sömürüyü garantileyici rolü kadar faşist ideolojide kadın imgesi de işlevsel bir rol oynamıştır. Kadınların zarif parmakları, dayanıklı ve sabırlı, monoton ve mükerrer işlere yatkın “doğa”sına dönük propaganda onların söz konusu işlerde çalıştırılmasının zeminini hazırlamıştır. Marelli fabrikasında çalışan bir işçinin anlatımı semboliktir: “Makaslamanın tamamı kadındı. Oldukça tehlikeli bir iş. Savaştan sonra kadınların makaslama makinelerinde çalışmamasına karar verdiler. Bil bakalım ne oldu! Çıktılar… Üretimde bir kadının işini yapabilmesi için üç erkeğe ihtiyaç var. Kadınlar gerçekten işin nasıl senkronize edileceğini biliyor! Erkekler makaslama makinelerinde kadınların yerine geçtiğinde daha çok iş kazası yaşandı, üretim yarıya düştü… Bu işte kadınlar yorulmuyor. Kadın mükemmel bir makine. Her anlamıyla… Keşke birileri kadınlar kadar iyi bir makine icat edebilse … Onlar için tekrar eden iş sıkıcı değil, erkeklerden farklı bir kumaştan yapılmışlar.”[12]
Bu tanıklık aynı zamanda kadınların “vasıfsız emek” olduğu kabulünün gerçeği yansıtmadığını, bu aşağılamanın bir bütün olarak “becerisizleştirilmiş” işçi sınıfı imgesi yaratmanın ve böylece ücretleri baskılamanın bir aracı olarak kullanıldığını gözler önüne sermektedir. Söz konusu fabrikada makaslama makinesinde çalışan bir kadın işçinin aldığı ortalama ücretin, hiçbir vasıf gerektirmeyen tuvalet temizlikçisi bir erkek işçinin ücretinin 3’te 1’i oluşu bunun sarih bir örneğidir. Bu aynı zamanda, geçmiş toplumların mirası olan ataerkinin, genel olarak kapitalist yeniden üretimin, özel olarak kapitalist emek sürecinin nasıl bir unsuru haline getirildiğinin ve faşizmin bu tarihsel gerçeği olağanlaştırmada oynadığı olağanüstü rolün bir dışavurumudur.
DONNA ITALIANA’DAN DONNA FASCISTA’YA
Şüphesiz ki İtalyan faşizmi olağanlaştırmada kendinden önceki burjuva yönetimlerinin kadın imgelerinden beslenmiş, onları kendi iktidarını pekiştirmenin unsurları haline getirmiştir. Birinci Emperyalist Savaş öncesinde, burjuva propagandada kamusal hayatta var olmayan, sadece ev içindeki anne-eş rolleri üzerinden tanımlanan bir makbul kadın ya da İtalyan-Amerikan tarihçi Belzer’in deyimiyle, donna brava (iyi kadın) imgesi egemendir.[13] 1915-1918 yıllarındaki savaş hükümetiyse kadınlardan aile içindeki annelik rollerinden feragat ederek tüm maddi ve manevi emeklerini ulusun bekası için seferber etmesi çağrısında bulunmuştur. Kadınlığın hızla ulusal(cı)laştırılması, zaten birbirine yakın olmayan kır-kent proleteri kadınlar ile burjuva kadınlar arasındaki mesafeyi kamusal alanda daha görünür kılmış, belki de İtalyan kadınları ilk kez sınıfsal farklılıkların aslında sınıfsal karşıtlıklar olduğunun bilincine varmaya başlamıştır. Zira proleter kadınlar, fabrikalarda iş durdurma/yavaşlatma, grevler ve demiryollarını sabotaj eylemleriyle savaşa karşılık verirken, burjuva ve orta tabakalardan kadınlar Kızıl Haç’ta gönüllü emek sunarak, cephedeki askerlere sembolik motivasyon mektupları yazarak ulusun anneleri olmayı kabul etmiş ve savaş hükümetinin donna italiana (İtalyan kadını) imgesine dahil olmuştur.[14]
Bu esastan karşıtlıklara rağmen, savaş yılları tüm İtalyan kadınlarının eve geri dönmemek üzere kamusal hayata aktif katılımıyla karakterizedir. Öyle ki 1919 yılında çıkarılan Sacchi Kanunuyla kamu istihdamında cinsiyet eşitliğini yasal bir çerçeveye kavuşturmak zorunlu hale gelmiştir. Ancak bu biçimsel eşitlik tavizi, kadınların eşitliği yönünde çıkan her yasada olduğu gibi, istisnalarıyla birlikte verilmiştir. Denizcilik, yargı, yüksek bürokrasi, ordu ve diplomasi eşitlikten muaf tutulmuştur. Liselerde İtalyan ve Latin Edebiyatı, felsefe ve politik ekonomi öğretmenliği “kadınlara uygun olmayan meslekler” kategorisine sokulmuştur. Kadınların oy hakkı 1919 yılında parlamentonun alt kamarasından geçmiş olmasına rağmen senato engeline takılmıştır. Yine de savaş sonrası İtalya’da liberal hak ve özgürlüklerinin farkında olan, aile içi geleneksel rolleri reddedip kendi geleceğini belirlemede söz hakkı iddia eden, modern bir orta sınıf “yeni kadın”dan (donna nuova) söz etmek kısmi de olsa mümkündür.[15] Bu yıllarda faşizmin ilk programında (Haziran 1919) kadınların eşit oy ve mesleklere giriş hakkını tanınması cezbedici bir rol oynamıştır.
Ne var ki bu görece liberal atmosfer faşizmin iktidara gelişiyle birlikte birkaç yıl içerisinde dağılmış ve anti-faşist bir kadın mücadelesi örgütlemenin olanakları da neredeyse imkânsızlaşmıştır. Burada 3 temel belirleyenden söz edilebilir. Kuşkusuz en önemlisi, Sosyalist Parti’deki reformist sağ kanat karşısında sol kanadı temsil eden komünistlerin hem parti içinde hem de sınıf içindeki zayıflığının bir sonucu olarak anti-faşist cephenin yeterince güçlü örgütlenememesidir.[16] Bu dağınıklık karşısında proleter kadınlar orta sınıf kadınları da içine alacak bir örgütlülük yaratamamıştır. İkincisi, aydın orta sınıf kadınların da dahil olduğu önemli bir kadın nüfusunun savaş sonrası yıllarda sığınmacı olarak yurt dışına gitmesi, ülkede kalanların baskın kesiminin muhafazakar ideolojiye yakın oluşudur. 1920’nin ilk 9 ayında Kuzey Amerika’ya göç edenlerin yüzde 60’ının kadın olması çarpıcı bir veridir. “Nasyonalizm ve komünist enternasyonalizm arasında” kalan entelektüel kadınlar faşizme karşı entelektüel bir direnç gösterememiştir.[17] Üçüncü belirleyen ise burjuva kadınların Mussolini faşizmiyle giriştiği “ataerkil pazarlık”la karakterizedir. Burjuva kadınlar, sözde muhafazakar-liberal bir tarafsızlık iddiasıyla henüz tarafını belirlememiş orta tabakalardan kadınları anti-komünist ve grev kırıcı bir hatta çekmeyi başarmışlardır. İtalyan Ulusal Kadınlar Konseyi başkanı Kontes Gabriella Spaletti’nin ülkenin zayıf bir parlamentarizmden muzdarip olduğunu tespit edip kadınların “partizanlıktan uzak dumasını” salık vermesi tipik bir örnektir.[18] Örneğin, daha sonra sadık bir faşist olacak olan Ester Lombardo, daha 1919’daki bir yazısında komünistlerin kadınlara oy hakkından yararlanarak meclisteki mevcudiyetini güçlendirmesini engellemek için sağ siyasetin kadınları örgütlemesi gerektiğini savunmuştur.[19] Bu dönemde İtalyan Nasyonalist Birliği ve Liberal Parti kadın seksiyonları kurulmuştur.
İtalyan emek tarihçisi Simonetta Ortagi bu durumu şöyle özetlemektedir: “İtalyan kadınlarının Büyük Savaş deneyimine dair hafızamız birçok bakımdan faşizmin tesiri altında kalmıştır. Her şeyden önce faşizm, hem kırda hem kentte savaşa karşı çıkan en enerjik, en militan İtalyan kadınlarını yok ederek tasfiye etmiştir. İkincisi, faşizm, kadınları Kızıl Haç gibi hareketlere içkin özgürleşme itkisini mas ederek altını oymuştur. Ek olarak, faşizm, kadınlar ve savaş yılları boyunca oluşan bilinç için sadece bir gerileme anlamına gelmiyordu; aynı zamanda, daha genel anlamda, sosyalizme dair büyük gelişmelerin ve Rus Devrimi’nin baskın olduğu politik ve ideolojik tartışma ortamını da sildi süpürdü.”[20]
Bu atmosferde Faşist Parti’nin daha önce savunduğu kadın haklarını 1921 programında aile şirketlerine dahil olan kadınlarla sınırlaması, burjuva kadın hakları savunucularının sürekli geri çekilmesiyle ilerleyen bir faşizmle “müzakere” süreci başlatmıştır. Elbette burada “müzakere”den kasıt, eşitler arası ya da eşit olmasalar bile az çok güç dengelerine dayalı bir pazarlık süreci değildir. Daha ziyade inşa aşamasında olan faşist rejim karşısında burjuva kadınların çeşitli imtiyazlar edinmek beklentisiyle tüm kadınları içerecek eşit haklardan vazgeçme tutumunu/davranışını ifade etmektedir. Burjuva kadınlar faşizme verdikleri her tavizin karşısında daha iyi bir statü elde edecekleri yanılgısıyla hareket etmişlerdir. Çeşitli burjuva kadın yayınlarına ve söylemlerine yansıyan bu beklentinin daha en başından yenik düşmeye mahkum olduğu faşizmin iktidar yıllarında görülecektir.1922’de iktidara gelen faşist hükümet, ertesi yıl kadınlara yerel seçimlerde oy hakkı tanımış ancak 1925’te yerel seçimlerin kaldırılıp belediye başkanlarının merkezi atanması bu hakkı anlamsız kılmıştır. Yani burjuva kadınlar faşist iktidarla yürütebileceklerini umdukları bu müzakerede ilk tavizi politik katılımdan çekilmeyi kabullenerek vermişlerdir.
Küçük burjuva feminizminin politik katılımdan geri çekilmesi ve faşizmle uzlaşının ya da zora dayalı teslimiyetin tesisi 1920’li yıllar boyunca sürmüştür. Liberal bir çizgide demokrasiyi savunan Kadınlar Derneği[21] kapatılmış; La donna (Kadın) dergisi moda dergisine dönüşmüştür. La chiosa (Parıltı) dergisi ise İtalyan kadının hiçbir zaman siyasete ilgi duymadığını, sadece ekonomik ve mesleki haklar talep ettiği retoriğini kullanarak bir süre “ataerkil müzakere”ye devam etmiştir. Derginin 17 Şubat 1927 tarihli bir yazısı bu anlamda ilgi çekicidir: “iyi kalpli Faşist yoldaşlarımıza sormak istiyoruz, son zamanlarda kadınlar için, onları eğitip yükseltmek için ne yaptınız? Görünen o ki faşizmde anlaşılması zor ama acımasız bir anti-feminizm var.” Yazar ayrımcı birçok pratiği sıraladıktan sonra, bir işçinin karısı fabrikada iş bulabiliyorken bir burjuvanın karısının neden hiçbir yerde çalışamadığının hesabını sormuştur.[22] Bu yazıdan birkaç ay sonra dergi moda dergisine dönüşmüştür. Benzer bir feveran kadın istihdamına ve üreme haklarına karşı birçok yasanın[23] geçtiği birkaç yılın ardından faşist bir kadın yazar tarafından 1934’te Donna Italiana dergisinde tekrar edecektir: “Bütün mesele ofisteki, beyaz yaka pozisyonlarda, bağımsız mesleklerde, yani tam olarak burjuva emek alanındaki kadınlarla alakalıdır. Bu alanda burjuva erkekler, rekabet korkusuyla bazen katı ve mantıksız davranıyorlar.”[24]
1930’lar Birinci Emperyalist Savaş öncesi donna brava’nın geleneksel anne-eş olarak görevleri, savaş dönemi donna italiana’nın ulusun bekası için fedakarlık misyonu, savaş sonrası donna nuova’nın modern yaşam tarzı ve fiziksel olarak sağlıklı vücudunun bir karışımı olarak donna fascista (faşist kadın) imgesinin artık vücut bulduğu yıllardır. Faşist Parti’nin kadın örgütü Fasci Femminili (FF) kurulduğu 1919 yılından bu yana hiçbir özerkliğe sahip değilken, savaş hazırlığının hızlandırıldığı 1930’ların başında “halka doğru” kampanyalarının bir parçası haline getirilmiştir. FF’ler ilk bağımsız propaganda özgürlüğünü 1935’te Mussolini’nin Etiyopya’yı işgali ve sonrasında Milletler Birliği’nin ambargolarına karşı otarşik siyasete geçişte elde etmiştir. Faşist Parti’nin Birinci Emperyalist Savaş’ta müttefik Fransa ve İngiltere’nin ihanetine karşı İtalya’nın imparatorluk hakkına dayanan genel propagandası, La donna fascista (Faşist Kadın)gazetesinde İtalyan kadının sivil cephede fedakarlık görevleriyle yankı bulmuştur: “Ne üzücü, anavatan oğullar talep ederken çorak kalmak ne kadar üzücüdür! Ve ülkesine bir değil, iki değil, hatta üç oğul sunabilen çok çocuklu bir anne ne denli gururludur. Cesur yürekli gençlerin ardında boşluk bıraktığı evlere zaferin gülümsemesi girer… Bugün bir anne gazete sayfalarını açıp zaferin ilerleyişini okuyor ve ruhunda asker oğlunun yolundan gidiyor. O anne ki, sanki yapacağı hiçbir şey yokmuş gibi seyreden çocuksuz bir kadından daha mutludur…”[25]
Savaşın gerekçesini geri kalmış topraklara medeniyet, yol, okul götürmek ve hijyen ve günümüz gelişmişliğini taşımak olarak açıklayan Mussolini’nin emperyal çıkarları kadınlara dönük faşist yayınlarda İtalyan askerlerinden koruma talep eden Etiyopyalı yoksul ve cahil kadın ve çocuk fotoğraflarıyla betimlenmiş, faşist kadından emperyal anne öznesi türetilmeye çalışılmıştır. FF’ler ekonomik kuşatma altındaki anavatanın korunması için üretimin artırılıp tüketimin azaltılması seferberliğinin sahadaki aktörleri haline gelmiş, 2 Aralık 1935’te savaş dulları ve şehit annelerinden oluşan Ekonomik Kuşatmaya Karşı Kadın Komiteleri kurulmuş ve her kesimden kadının yapması gereken fedakârlıklar tanımlanmıştır. Köylü kadınlardan kümesçilik üretimini artırmaları, ilaç yapımı için daha fazla şifalı bitki toplamaları, ithal tekstil ürünlerine karşı süpürge çalısı üretmeleri istenmiştir. Kent yoksulu kadınların kapıları çalınarak etsiz “otarşik yemek tarifleri”, patates kabuklarının ve eski gazetelerin geri dönüşümü hakkında eğitimler verilmiştir. Zengin kadınların ise haftada bir gün “vejetaryen” beslenerek, Fransız modası özel tasarım kürk ve mücevherlerinden vazgeçerek, İngiliz çayı içmeyi bırakarak emperyal çıkarlara hizmet edebileceği ileri sürülmüştür.[26] Tüm bu seferberlik halinin pratik verimliliği ise oldukça şaibelidir. Zira zaten et tüketemeyen kır ve kent yoksulları çoktandır patates kabuklarıyla beslenmektedir. Ayrıca FF’lerin ithal ürünler satan dükkanları basmak zorunda hissetmesi burjuva kadınların Fransız modasından ve İngiliz çayından vazgeçemediklerinin bir göstergesidir. Yine de bu kampanyanın yurt cephesinde moral üstünlüğü sağlamaya yönelik sembolik bir önemi olduğu yadsınamaz. 18 Aralık 1935’te düzenlenen İnanç ve Evlilik Yüzüğü Günü bu sembolizmin doruk noktasıdır. Meydanlarda toplanan İtalyan kadınları sembolik olarak ulusla evlenmiş ve alyanslarını eritilip mühimmat üretilmesi için ulusa teslim etmişlerdir.
1936’da ambargonun kaldırılmasının ardından misyonunu tamamlayan Kadın Komiteleri dağıtılmış, 6 Mayıs’ta Roma’daki Venedik Meydanı’nda 100 bin kadının katıldığı Faşist Kadınlar Mitingi’nde Mussolini kadınlara teşekkür etmiştir. FF’lerin yeni misyonu ise İtalyan kolonilerindeki askerler için eş yetiştirmektir. Genç kadınlara Afrika’nın ilkel koşullarında su sterilize etme, fırında ekmek pişirme, asker karısı olmanın erdemleri gibi eğitimlerin verildiği bu kursların amacı savaş sırasında birçok Afrikalı çocuğun gayrimeşru babası haline gelen İtalyan askerlerinin ırksal saflığını korumaktır. Bu öjenik hamle fiilen başarısız bir denemedir. 1938-9 yıllarında bu kurslara kaydolan 30 bin 400 genç kadından yalnızca 16 bin 300’ü diploma alabilmiş, ne kadarının kolonilere gittiği ise belirsizdir. 1940’ta Eritre’de 59 bin İtalyan erkeğine karşılık 16 bin İtalyan kadının oluşu bu başarısızlığı destekleyen bir başka veridir.[27] Şüphesiz ki, kolonyal cephenin ihtiyaçlarına karşı kadınlar arasında giderek artan bu kayıtsızlığın arka planında İkinci Dünya Savaşı’na doğru ülke içerisinde giderek güçlenen anti-faşist mücadele bulunmaktadır. Ne var ki, reformizmin sağladığı zeminde işçi sınıfının devrimci kalkışmasının şiddetle bastırılması, faşizmin sağladığı zeminde hayata geçirilen kapitalist rasyonalizasyonla kadınların üretim bandında insanlık dışı koşullarda proleterleştirilmesi, burjuva kadınların yürütmeye çalıştığı “ataerkil müzakere”nin büyük katkısıyla orta sınıf kadınlar üzerinde kurulan ideolojik hakimiyet İtalyan faşizminin tekelci kapitalizme sunduğu büyük bir hizmet olarak tarihe geçmiştir.
‘ALMAN RASYONALİZASYONU’ VE KONVEYÖR KAYIŞLARINDA PROLETERLEŞEN KADINLAR
İtalyan faşizminin bu işlevselliği Alman Nazizmi tarafından deyim yerindeyse mükemmelleştirilmiştir. Şüphesiz ki bu mükemmelliğe giden yol, Birinci Emperyalist Savaş ve sonrasındaki kapitalist rasyonalizasyondan geçmektedir. Savaş öncesi kadın emeğinin genel karakteristiği kırdaki yarı-feodal tarım üretimiydi. Kentlerdeki fabrikalara giden erkekler, küçük tarım arazilerinin idaresini eşlerine bırakmışlardı. Ancak savaş anaforu kırdaki kadınları kitlesel olarak kentlerdeki sanayi merkezlerine çekti. Öyle ki 1913 yılında hiç kadın çalıştırmayan çelik ve mühimmat tekeli Krupp, sadece 5 yıl sonra 28 bin 302 kadın işçisi olduğunu bildirmiştir. Aynı dönemde Rhineland Westphalia bölgesindeki metal sanayinde iş gücünün 5’te 3’ü kadınlardan oluşmaktadır.[28] Savaş sonrası monarşinin çöküşünü ifade eden 1918 Kasım Devrimi ve Weimar kentinde imzalanan anayasayla kurulan Weimar Cumhuriyeti döneminde (1918-1933) ulusal ölçekte kurumsallaştırılan kapitalist rasyonalizasyon büyük bir işçi direnişi ile karşılaşmış, bu direnişin boyutları, 1929 krizi ve emperyalist amaçlarla birlikte faşizmin tekelci sermaye açısından bir ihtiyaç haline gelmesinde rol oynamıştır.
Weimar Cumhuriyeti döneminde, 1924’te Ekonomi Bakanlığı ile Teknik ve Bilimsel Dernekler Federasyonu ortak girişimiyle kurulan Alman Emek Araştırmaları (REFA) ile 1925’te kömür ve çelik sanayicileri tarafından kurulan Alman Teknik Eğitim Enstitüsü (DINTA), bilimsel yönetimin ulusal temsilcileri olmuşlardır. [29] Endüstriyel psikolojiden faydalanarak işletmelerde yapılan psikolojik testlerle strese dayanıklılığın ölçülmesi ve özel yeteneklerin keşfedilmesi amaçlanmıştır. Geleneksel kalıp yargılar, modern bir tipoloji bilimine dönüştürülmeye çalışılmıştır. Örneğin; içe dönük kişiliklerin tekdüze ve rutin işlere yatkın olduğu, dışa dönük kişiliklerin ise bu tür işleri tolere etmediği gibi safsatalar bilimsel norm halini almıştır. Ancak bu ölçümlerin çalışmanın yarattığı yıpranmayı da ölçüyor oluşu sosyal güvenlik açısından maliyet gerekçesi oluşturmuştur. Bu nedenle işyeri dışı motivasyonlara yönelinmiş; yalnızca güçlü milli, siyasi, ailevi ve dini bağları olan işçinin rasyonalleşmenin getirdiği yeni tür işe dayanıklı olduğu sonucuna varılmıştır. Böylece bir yandan yönetime yakından bağlı nitelikli (erkek) işçi elitinin olduğu, diğer yanda niteliksiz ve serbest yüzücü (kadın ve erkek) bir işçi kütlesinin olduğu bir model geliştirmiştir.
1920’li yıllarda reformist sosyal demokratların etkin olduğu birçok sendika, bu dönüşümün işçilere daha yüksek bir hayat standardı sağlayacağını düşünerek montaj hattı üretimini sevinçle karşılamış ve Komünist Enternasyonal’in öngörülerinin tam karşısında durmuşlardır. Ancak 1930’larda yıpratıcı sonuçları deneylendiğinde işçilerin direnciyle tehlikeye giren kapitalist rasyonalizasyon sürecini devam ettirmek 1933’te faşist partinin iktidara gelmesiyle mümkün olmuştur. İşçiler, aynı yıl kurulan Alman Emek Cephesi’ne ücretlerinden otomatik olarak aidat kesilerek üye olmaya zorlanmışlardır. Sınıflı toplumun aşıldığı Nazi propagandasıyla eşgüdümlü olarak işverenler, yöneticiler ve işçiler arasında zorunlu bir uzlaşı kurulmaya çalışılmıştır.
Ancak işçiler arasında hala yaygın olan komünist fikirler rasyonalizasyona teslimiyetin önüne geçmektedir. Bant hattında kendilerine zaman tutulmasını reddeden proleterleri ikna etme görevi, Emek Cephesi’ne bağlı olarak 1935’te kurulan Alman Emek Araştırmaları Enstitüsü’ne (AWI) verilmiştir.[30] Sermaye için araştırma geliştirme vizyonuyla hareket eden AWI, popülist, ataerkil, ırkçı, faşist ve sosyalist kavramları (Nasyonel Sosyalizm, Alman Rasyonalizasyonu vb) iç içe kullanarak işçi sınıfı üzerinde ideolojik hakimiyetin tesis edilmesi için çalışmıştır.
REFA ve DINTA’nın olumlu ve olumsuz deneyim birikimine sahip AWI, Weimar döneminin yerli ve milli değerleri yüksek, makbul işçi tipolojisinin işlevsel olmadığı bilgisiyle hareket etmiş, bunun yerine emek sürecinin aşamalarını ve buna bağlı ücretleri ırklara göre tanımlamıştır. En tepeye saf Aryan (ve erkek) işçi eliti yerleştirilirken, yabancı işçiler için en tepesinde Fransızların olduğu batılı ırklardan en aşağısında Polonyalıların olduğu doğulu ırklara doğru bir piramit oluşturulmuştur. AWI, cinsiyet meselesinde ise daha pragmatist davranmıştır; erkek işçinin emek sürecinin tamamına hakim olduğunda daha motive çalıştığı, kadının aile içindeki eş ve annelik rolünü rasyonelleştirilmiş üretimin gereklerine bağlamanın daha kârlı olduğu sonucuna varmıştır. Propagandif bir mit olan “Kilise, Mutfak, Çocuk” formülünün aksine, konveyör kayışlarındaki yıpratıcı işler için maliyetsiz ve gözden çıkarılabilir bir işgücü gerekiyordu. Bu başat işgücünün iki ana kaynağı bulunuyordu: (i) ırkçı segregasyonla[31] çalışmaktan öldüğünde bir sosyal güvenlik maliyeti oluşturmayan yabancı işçiler ve (ii) çocuk doğurma yaşına geldiğinde, maluliyet baş göstermeden işi kendiliğinden bırakması beklenen kadınlar.
Naziler, geleneksel ataerkil söylemlerin yanı sıra, zaman zaman daha fazla, biyolojik determinizm taktiğini kullandı. AWI, 19. yüzyılın kadın ve erkek beyin ağırlığı safsatalarından ziyade 20. yüzyılın popüler “enerji” kavramına odaklandı. Kadınların yıpranma ve yaralanma karşısında bedensel onarım için erkeklerden daha fazla enerji harcadığı ileri sürüldü. Kadınların, yalnızca adet görerek ortalama 27 yılda vücut ağırlığının yarısını kaybettiklerini “ölçüldü.” Ama bunlarla tezat oluşturacak şekilde daha az beslenmeye ihtiyaç duydukları iddia edildi.[32] Bu biyolojizme kadınların entelektüel kapasitelerine yönelik başka “bilimsel” savlar eşlik etti: Kadın, erkek gibi işe odaklanamazdı, zihinsel olarak çocuklarının esenliği üzerine fantezi kurmasına izin verecek bir esnekliğe ihtiyaç duyuyordu. Kadın zihni, mesleki eğitim, girişim ve karar verme gibi yüklerden azade kılınmalıydı. Kadın, makinenin içini görmemeli, nasıl çalıştığını öğrenmemeliydi! Düşünme ve beceri gerektirmeyen konveyör kayışlarındaki rutin, hızlı ve mükerrer çalışma tam da kadınların ihtiyaç duyduğu türden bir çalışma olarak formüle edildi. Kadının ev içi rolünün rasyonelleştirilmiş üretime bağlanması, boş zaman ve dinlenme sorununu da ortadan kaldırıyordu. Zira onun üretim dışında gerçekleştirdiği doğal mesleği (annelik ve eşlik), onu üretime yeniden dönebilecek ölçüde dinlendiriyordu.
1929’da patlak veren küresel krizin açmazlarını devralan Nazi yönetiminin çözmesi gereken sorunlardan biri de ücretler meselesiydi. 1933’te sendikaların kapatılması ve işçi önderlerinin yok edilmesiyle sorunun bir kısmı hallolmuşsa da asıl mesele ulusal düzeyde ücretler toplamını değiştirmeden bir formül bulmaktı. “Alman Rasyonalizasyonu”, geleneksel beceri kriterini kaldırarak performansa dayalı ücret ilkesini hayata geçirmeliydi. Ancak bu, potansiyel olarak “eşit işe eşit ücret” uygulamasını içerisinde barındırıyordu –ki bu kabul edilemezdi. Sorun, “biyolojik temel ücret” kavramının ataerkil ideolojiyle pekiştirilmesiyle, yani “eşit olmayan iş” yaratılarak aşılmaya çalışıldı. “Alman Rasyonalizasyonu”nun alamet-i farikası da buradadır; performans ilkeleri sadece kısıtlı bir elit kesime yüksek ücret sağlayacak, diğer “istenmeyen” işçiler Alman maneviyatının izin verdiği ölçüde ırk ve cinsiyet segregasyonuna göre ücretlendirilecekti. AWI’nin 1940/41 yılındaki tutumu bunun sarih bir örneğidir: “cinsiyet, yaş ve aile durumuna göre ücret farklılıkları işin kendisinden kaynaklanmaz; çalışma sahası dışındaki bir değer sisteminden, toplum ve toplumsal politikadan kaynaklanmalıdır… Kadınların ya da gençlerin eşit iş ve eşit performansa karşılık aynı ya da daha az kazanmaları gerekip gerekmediğine … ancak halkın duygularıyla karar verilebilir, istatistik kıyaslamasıyla değil.”[33]
Nazizm, kadınlar için ağır işleri ve gece vardiyasını kağıt üzerinde yasaklayan yasalara karşın, kadınların tüm emeğini kapitalist sömürünün hizmetine sunmak için işine geldiğinde biyolojizmi, işine geldiğinde bu toplumsal maneviyatı kullandı. Rasyonalizasyonun eğittiği müfettişlerin yazdığı raporlar, sadece uzun çalışma saatleri ve insanlık dışı çalışma koşullarını ortaya koymamıştır. Aynı zamanda kadın bedeninin enerji tüketimine dair biyolojizmin ve annelikle sınırladığı entelektüel kapasite demagojisinin çıplak sömürü karşısında içinin ne kadar boş olduğunu da gözler önüne sermiştir:[34]
“Wiesbaden bölgesinden, bir keçe ayakkabı fabrikasında kırsal kesimden gelen genç kızların dönen makinelerde çalıştırıldıkları rapor edilmişti. Çoğu kırsal kesimlerden uzun bir yol kat ederek gelen işçi kızlar, bu uzun gidip-gelmeler ve işlerin çok yorucu niteliğinden ötürü bitkin durumda ve oldukça sinirli görünüyorlardı. Daha sonraları kadınların dönen makinelerde çalışmaları yasaklandığında, aynı işte çalışan erkekler birkaç hafta sonra işin çok yorucu olduğundan yakınmışlardı. İnceleme sonucu, işi bu denli ağır yapan şeyin özel işlemlerin gerektirdiği enerji harcaması değil, her işlemin işçiye ağır bir görev yüklemesi, yani işçinin bir saatlik ücret olan 1 markı … kazanmak istiyorsa, her vardiyada 8.400 ayakkabıyı döndürmek zorunda oluşuydu.”
“Tuğla işlerinde kadınların, kendileri için yasaklanmış olan hammaddeleri taşımak, tuğla hamurunu küreklemek ya da güvenlik desteği bulunmayan el arabalarıyla büyük taşları götürmek gibi işlerde çalıştıkları sık sık görülmektedir.”
“Çoğu bölgede Reich’ın iş denetimcilerinin emirleriyle en uzun çalışma süresinin günde 10 saate (12-14 saatlik vardiyalarla) çıkarılmasına karşın yine de sık sık çalışma saatlerini düzenleyen yönetmeliğe aykırı davranışlara rastlanmaktadır. Örneğin, yemek pişirme işlerinde çalışan kadın işçilerin 16 saat, otellerdeki oda hizmetçilerinin zaman zaman 20 saat çalıştıkları görülmüştür. Yeni yıl kutlama ve karnaval dönemlerinde kadınlar toplam olarak bir kerede 24 ya da 30 saat çalışmaktadırlar.”
“Kadın ve genç işçileri koruyucu yönetmeliğe aykırı davranışlar çoğunlukla çalışma sürelerinin uzunluğu ve dinlenme molalarının verilmemesiyle ilgilidir. Bu aykırı davranışların ne denli ciddi olduğunu şu örnek çok iyi göstermektedir: Nuremberg-Fuerth teftiş bölgesindeki büyük bir baskı işleri kuruluşu kadın işçileri ivedi siparişler için işin başında 36 saat tutmakta ve bu arada çok az dinlenme molası verilmektedir… Ayrıca yönetmeliğe aykırı olan kadın işçilere, çalışmaları bittikten sonra eve iş verildiği saptanmıştır.”
KLASİK ALMAN AİLESİNDEN FAŞİST KINDERREICH AİLEYE
Farklı milliyetlerden proleter kadınların ölümüne sömürüldüğü bu koşulların gerçekleştirilmesi elbette Weimar Cumhuriyeti döneminde adım adım örülen Nazi propagandasıyla mümkün olmuştur. Birinci Emperyalist Savaş’ta artan kadın istihdamının öncüsünü oluşturan kır ve kent yoksullarının bekar kızları kentlerde sadece fabrikalara değil kamu ve özel işletmelerin bürolarında ve mağazalarda da çalışmaya başlamış, orta ve yüksek öğrenim görme şansı elde eden genç kadınlara “erkek” mesleklerinin kapısı açılmıştı. Kadınların artan kamusal varlığı, cumhuriyetin ilanıyla birlikte birçok Avrupa ülkesinden önce oy hakkı elde etmelerini sağladı. 1919 seçimlerinde oluşturulan ulusal parlamentodaki sandalyelerin yüzde 10’unu kazanmışlardı.
1918 Kasım Devrimi’nden başlayarak faşizmin iktidara geldiği 1933 yılına dek süren bu dönem kadın özgürlüğünün altın çağı olarak mimlenmiştir. Çalışma ve eğitim hakkının tanınması, çoğu yasal metinlerde kalan eşitlik ilkeleri ve özellikle genç kadınlar arasında bir karşılığı olan evlilik karşıtı düşünceler ve cinsel özgürleşme ruhu, yaşanan gerçekliğin eksik bir versiyonudur. 19. yüzyıldan kalma kürtaj yasağının sürdürülmesi, boşanma hakkının kısıtlanması, bir bütün olarak doğum kontrolünün engellenmesi kadının ailenin sınırları içerisine hapsedilen varlığından vazgeçilmeyeceğinin işaretidir. Ne var ki, muhafazakar söylem, Fordist üretimle montaj hattına taşınan genç proleter kadınlara ahlaksızlığı simgeleyen Amerikan-Yanki “kız kültürü” yaftasını yapıştırmış, daha örgütlü kesimlerini ise Bolşevik etkinin kurbanları olarak göstermiştir.[35] 1920’lerde güçlenmeye başlayan Nazi propagandasında bu oy veren, doğum kontrolü uygulayan, yasa dışı kürtaj yaptıran ve ücret alan yeni kadın imajı “asfalt kültürü” söylemiyle daha da aşağılanmıştır. Hitler, kadın özgürlüğü kavramının Alman ulusal değerlerini yıkmaya çalışan yoz Yahudi kültürü ile komünist ideolojiye ait olduğunu ifade etmiştir. Ona göre Marksistler, kadınları doğaları gereği zayıf oldukları bir alana, politika mecrasına çekmeye çalışarak güçsüzleştirmeyi hedefliyorlar, faşistler ise en güçlü oldukları yere, aileye davet ediyorlardı.
Tarih yazımında görece özgürlükler elde etmiş Weimar kadını ile onun özgürlüğüne bu kadar düşman Nazizmin yükselişi, kabaca “Kadınlar Hitler’i neden destekledi” sorusunda özetlenebilecek olan genel bir paradoks olarak alınagelmiştir. Öyle ki 1932 başkanlık seçimlerinde kadın ağzıyla hazırlanan “Son umudumuz-Hitler” [36] afişlerinin seçmen sandıklarında nasıl karşılık bulduğuna ilişkin, kadın ruhunun itaatkâr olduğunu savunan Freudçu psikanalizden Amerikan davranışçı ekolün rasyonel tercih teorisine kadar bir dizi beyhude açıklama getirilmeye çalışılmıştır.[37] Oysa cevap kadınların homojen bir bütün varsayıldığı seçmen davranışında değil, sınıfsal karşılaşmaların yaşandığı kadın hareketinin kendi dinamiklerinde yatmaktadır.
İngiltere ve ABD’ye kıyasla, Almanya’da kadın hareketi farklı (ve karşıt) sınıflardan kadınların asgari ortak talepler etrafında bir eylem birliği geliştirdiği güçlü bir geleneğe sahip değildir. Sendikalarda ve SPD’de örgütlenen proleter ve sosyalist kadınlarla yaklaşık 750 bin kadını kapsayan onlarca kadın örgütünün çatısı durumundaki Alman Kadın Dernekleri Federasyonu’nda (BDF)[38] toplanan küçük burjuva ve burjuva kadınların yolları daha 19. yüzyılın sonlarında ayrılmıştır. 1920’li yıllarda SPD’nin reformizmine karşı mücadele eden komünistlerin kan ve şiddetle bastırılması bu cenahta bir kadın örgütlenmesi ihtimalini zayıflatırken, savaş öncesinde kadınların liberal haklarını savunan BDF, 1919 programında cinsiyetler arası farklılığı vurgulayıp eşitlik söyleminden geri çekilmiş ve kadınların asli görevlerini annelik ekseninde tanımlamıştır. Faşizmin inşası dönemindeyse, BDF, Weimar kadını imgesinin bir Yahudi/Bolşevik komplo olduğu propagandasını hızla içermiş, doğum kontrolüne, kürtaja, cinsel özgürleşmeye karşı çıkarak bir kurum olarak aileyi savunmaya geçmiştir. 1930 yılında kabul edilen bir yönetmelikle evli kadınların kamu istihdamından geri çekilmelerini savunan –KPD hariç– tüm siyasi partilerin yanında milliyetçi-muhafazakar sivil örgütlerle birlikte BDF de bulunuyordu. BDF, bu dönemde İtalya’dakine benzer bir şekilde, kadınların partiler üstü birliği ekseninde “her parti ve dünya görüşünden Alman kadınını, ulusal dayanışmalarını ifade etmek ve kadınların kültürel misyonu ortak fikrini hayata geçirmek üzere birleştirme” iddiasında bulunmuştur.[39] Ancak kadın hareketinde yükseltilmeye çalışılan bu “partiler üstü” tutum, yine İtalya deneyimindekine benzer bir şekilde, aslında anti-komünist propagandanın bir uzantısı olarak var olagelmiştir. Muhafazakar yazar Clara Viebig, faşizmin ulusal uzlaşı içerisindeki sınıfsız bir toplum vaadine paralel olarak, “İster villada, isterse kulübede oturalım; İç savaş istemiyoruz!” diye sesleniyor, Demokrat Parti lideri Gertrude Baumer “[1918 Kasım] Devrim bizi siyasal yaşama çağırdı; ama şimdi [Boşlevik] Devrime karşı çıkmaya çağrılıyoruz” diyordu. Weimar Cumhuriyetinin ilk 36 kadın parlamenterinden biri olan Clara Mende ise “sosyalist partilerin ‘kadın birliklerini’ yenmek için burjuva kadınlarının kendilerini siyasete atmalarında ısrar ediyordu.”[40]
Kadın hareketindeki bu anti-komünist muhafazakar dönüşüm eşitlik arzusundan vazgeçmeyen kadınların BDF’den kopmasına yol açarken, BDF’nin giderek faşizme eklemlenmesine neden olmuştur. Bu durum faşizmin özellikle orta sınıf kadınlar arasında etkisini artırmasına katkıda bulunmuş, BDF 1932’de orta sınıf Ev Kadınları Derneği’nin ayrılmasıyla üye tabanının yarısını da kaybetmiştir. Aynı yıl ekim ayında Hitler’in bir mitingine katılan bir BDF üyesinin gözlemleri bunu doğrulamaktadır: “Çok sayıda kadının olduğunu görünce şaşırdım, cesaret kırıcı bir görüntüydü. Alman Kadın Hareketi toplantılarında bu sayıda –daha da önemlisi- bu türden dinleyiciyi asla toplayamamıştık. Buradakiler, diğer tüm sınıflardan daha fazla alt-orta sınıftan ev kadınlarıydı.”[41]
Üye tabanını faşist kadın örgütlerine kaptıran BDF 1933 baharında dağılmış olsa da Weimar Cumhuriyeti’nden Nazi Almanyası’na geçişte faşist aile politikalarının hayata geçirilmesinde oynadığı ön açıcı rol yadsınamaz. Bu dönemde, klasik muhafazakar Alman ailesi, evlilik, boşanma, doğum kontrolü, kürtaj ve sosyal haklar alanında ırk ıslahına dayalı nüfus politikalarının yasallaşması ve uygulanmasıyla faşist Kinderreich ailesine (çok çocuklu aile) dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bu dönüşümün hazırlık sürecinde 3 temel unsur bulunmaktadır.[42] Birincisi, Hitler’in kurduğu Alman Kızlar Birliği[43] (BDM) aracılığıyla kız çocukları geleceğin anneleri olmak üzere endoktrinasyona tabi tutulmuştur. İkincisi, kamu okullarında müfredat Aryan ırkının yüceliği ve kadınların ırksal hijyende oynadığı başat rol müfredata girmiştir. Üçüncüsü, Nasyonal Sosyalist Kadınlar Birliği’ne bağlı (NS-Frauenschaft) olarak yetişkin ev kadınlarını “eğitmek” amacıyla 1934’te kurulan Kadın Üniversiteleri’nde (Hochschule der Frau) kadınların Aryan hanesindeki görevlerini en iyi şekilde yerine getirmeleri için eğitimler verilmiştir. Büyük Buhran’ın sorunlu mirasıyla baş etmek zorunda kalan Nazi iktidarının “ekonomik krizi aile içinde çözme” hamlelerinde bu eğitimlerin hatırı sayılır bir önemi vardır. SS generallerinden Rudolf Hess’in 1936 tarihli bir konuşmasında bunun izlerini görmek mümkündür: “Çalışkan ve tutumlu Alman ev hanımları, küçük çaplı geçici kesintileri aşmak söz konusu olduğunda, bu büyük Alman ailesine hizmet için ne yapmalarını gerektiğini biliyorlar. Alışverişlerini büyük Alman ailesinin çıkarına göre yapıyorlar! Bugün tedarik sıkıntısı yaşanan şeyleri almaya yeltenmiyor, bunun yerine bollukta olan şeyleri alıyor, kocaları ve çocuklarına lezzetli gelecek şekilde pişiriyorlar. Hiçbir iyi Alman ev hanımı zaman zaman satın alamadığı 100 gr domuz etinden yakınmaz.”[44]
Evliliğin kutsandığı tüm bu politikalarda parantez açan tek şey Lebensborn (hayat çeşmesi) pratikleridir. Irksal değeri yüksek SS subaylarının, Alman Kızlar Birliği etrafında sosyalize edilen genç kızlar ve kadınlarla evlilik dışı cinsel ilişkiye girmesi ve üremesi bizzat Hitler tarafından teşvik edilmiştir. Bu sayede doğan çocuk gayrimeşru sayılmayacaktır.
Tüm bu sosyalizasyon ve “eğitim”, daha doğrusu endoktrinasyon politikaları, Ulusal Geniş Aileler Birliği’nin[45] örgütlenmesiyle pratik sahada desteklenmiştir. Amaç, Aryan üyelerden oluşan, kalıtımsal olarak sağlıklı ve en az 4 çocuklu Kinderreich ailesini inşa etmektir. Gerekli olan ideolojik hammadde ise ekonomik maddiyatçılığa dayalı Amerikan ailesi karşıtlığı ile “özgür aşk” ve boşanma hakkını tanıyarak ailenin parçalanmasını sembolize eden Sovyet karşıtı propagandada bulunmuştur.[46] Naziler, Aryan ırk ıslahına tehdit oluşturan “atipik” aileleri kategorize ederken de anti-komünist ve antisemitist propagandadan faydalanmıştır. Alman olsalar bile nasyonal sosyalist toplum inşasına katılmayı reddeden her unsur, (Nazi yönetimi altında çalışmayı reddeden emekçiler, evsizler, fahişeler vb.), ırksal olarak yetersiz ve kalıtsal olarak hastalıklı bulunarak “sosyal parazitler”, “sosyal olarak uygunsuz” ve “istenmeyen” unsurlar olarak tanımlanmış ve “anti-sosyal aile” kategorisine sokulmuştur. Nazi bilimcileri bunlar üzerinde deneyler yaparak bu unsurları “biyolojik bolşevikler” olarak “patentlemiştir.”[47] Irksal olarak zaten aşağı olan “Yahudi ailesi” mensuplarıyla birlikte “biyolojik bolşevikler” kısırlaştırma ve sterilizasyon deneylerine tabi tutulmuş, toplama kamplarına götürülmüş ve harcanabilir varlıklar olarak ölümüne çalıştırılmıştır.
***
1932’de Reichstag onursal başkanı olarak açılış konuşmasını yapan komünist önder Clara Zetkin “Faşizm yenilmelidir!” diye haykırıyordu. Şüphesiz ki faşizm yenilmiştir. Ama inşası engellenememiştir. İktidarı ele geçiren faşizmin yerküredeki yürüyüşünü durdurmak için Komünist Enternasyonal partilerinin en militan kadrolarının en imkânsız koşullarda canları pahasına sabırla örgütlenmeyi sürdürmesi ve bütün bir SSCB’nin on milyonlarca insanı kapsayan seferberliği gerekmiştir. Kadınlar bu antifaşist mücadelenin her alanında varlık göstermiştir. Faşizmin inşasında oluşturulamayan birleşik bir kadın hareketinin ilk adımı ise ancak 1934’te Paris’te 24 ülkeden bin delegenin katılımıyla gerçekleşen Savaşa ve Faşizme Karşı Uluslararası Kadın Kongresi ile atılabilmiştir. Her ne kadar bu antifaşist mücadele deneyimi hala ışık tutmaya devam etse de bugünün koşullarında asıl ibretlik ders faşizmin inşasına karşı güçlü bir kadın mücadelesinin örgütlenemeyişindedir.
KAYNAKLAR
Alikoç, F. (2017) “İtalya’da Faşizm ve Kadınlar”, Teori ve Eylem, 6, 39-56.
Belzer, A. S. (2010) Women and the Great War: Femininity Under Fire in Italy, Palgrave MacMillan, New York.
Boak, H. L. (1989) “Our Last Hope; Women’s Vote for Hitler: A Reappraisal”, German Studies Review, (12(2), 289-310.
Braybon, G. (ed.) (2003) Evidence, History and the Great War: Historians and the Impact of 1914-1918, Bergham Books, New York ve Oxford.
Bridenthal, R. (1973) “Beyonda Kinder, Küche, Kirche: Weimar Women at Work”, Central European History, 6(2), 148-166.
Bridenthal, R.; A. Grossmann, M. Kaplan (ed.) (2011) Biyoloji Kader Olunca: Weimar ve Nazi Almanyası’nda Kadınlar, çev. Cumhur Atay, Kalkedon Yayınları, İstanbul.
de Grand, A. (1976) “Women Under Italian Fascism”, The Historical Journal, 19(4), 947-968.
Degras, J. (ed.) (1972), The Communist International: 1919-1943 Documents, cilt 2 ve 3, Routledge, Londra.
Evans, R.J. (1976), “German Women and the Triumph of Hitler”, The Journal od Modern History, 48(1), 123-175.
Kuczynski, J. (1979) Nazi Yönetimi Altında İşçi Sınıfı ve Çalışma Koşulları, çev. N. Himmetoğlu, Bilim Yayınları, İstanbul.
Leopold H.; T. Charles (ed.) (2002) Strikes, Wars and Revolutions in an International Perspective: Strike Waves in the Late Nineteenth and Early Twentieth Century, Cambridge University Press, Cambridge ve New York.
Pine, L. (1997) Nazi Family Policy, 1933-1945, Berg, Oxford ve New York.
Taylor, F.W. (1913) The Principles of Scientific Management, Harper&Brothers Publishers, New York ve Londra.
Willson, P. R. (1993) The Clockwork Factory: Women and Work in Fascist Italy, Clarendon Press, Oxford.
Willson, P. (2007) “Empire, Gender and the ‘Home Front’ in Fascist Italy”, Women’s History Review, 16(4), 487-500.
[1] Taylor, F.W. (1913) The Principles of Scientific Management, Harper& Brothers Publishers, New York and London, sf. 15-16.
[2] Taylor, age, sf. 36.
[3] Taylor, age, sf. 40.
[4] Avrupa’da Taylorizmin ilk denemeleri 20. yüzyıl başlarında İngiltere’de Hopkinsons, Fransa’da Berliet ve Renault, Almanya’da Bosch öncülüğünde gerçekleşmiştir.
[5] “Extracts From The Theses Of The Seventh ECCI Plenum On The International Situation and the Tasks Of the Communist International” [Uluslararası Durum ve Komünist Enternasyonal’in Görevleri Üzerine Tezler (KEYK, 7. Birleşim, 13 Aralık 1926)], The Communist International: 1919-1943 Documents içinde, J. Degras (ed.) (1972), cilt 2, Routledge, Londra, sf. 324.
[6] Age, 505.
[7] Ente nazionale italiano per l’organizzazione scientifica del lavoro (Bilimsel Çalışma Organizasyonu Ulusal Kurumu).
[8] de Grand, A. (1976) “Women Under Italian Fascism”, The Historical Journal, 19(4), 949.
[9] Bu dönem devrimci potansiyeli nedeniyle Kızıl Yıllar (Bienna Rosso) olarak adlandırılmaktadır. 1919’da 1 milyon 555 bin işçinin katılımıyla 1871 grev; 1921’de 2 milyon 314 bin işçinin katılımıyla 2070 grev gerçekleşmiştir. Bakınız: Bordogna vd (2002) “Labor Conflicts in Italy Before the Rise of Fascism, 1881-1923: a quantitative analysis, in Strikes, Wars and Revolutions in an International Perspective: Strike Waves in the Late Nineteenth and Early Twentieth Century, Leopold H.; T. Charles (ed.) Cambridge University Press, Cambridge ve New York.
[10] İçten yanmalı motorlarda kalıcı mıknatıs kullanılan jenaratör (manyeto) üreten Magneti Marelli’nin kuruluş sermayesinin yarısının FIAT’a aittir.
[11] Willson, P. R. (1993) The Clockwork Factory: Women and Work in Fascist Italy, Clarendon Press, Oxford, 64-65, sf. 72.
[12] Willson, age, sf. 145.
[13] Belzer, A. S. (2010) Women and the Great War: Femininity Under Fire in Italy, Palgrave MacMillan, New York, sf. 23-32. (İtalya’da faşizmin yükselişinde kadınların savaş sonrası rollerinin bir incelemesi için bakınız: Alikoç, F (2017) “İtalya’da Faşizm ve Kadınlar”, Teori ve Eylem, 6, 39-56.
[14] Belzer, Women and the Great War, sf. 41-42.
[15] Belzer, age, sf. 162.
[16] Komünistler, 1921’de İtalyan Komünist Partisi’nin kuruluşuna kadar Sosyalist Parti içerisinde sol kanat olarak mücadele vermişlerdir.
[17] de Grand, age, sf. 949-950.
[18] de Grand, age, sf. 951.
[19] de Grand, age, sf. 951.
[20] Ortaggi, S. (2003) “The Italian Women During the Great War” içinde Evidence, History and the Great War: Historians and the Impact of 1914-1918, Braybon, G. (ed.), Bergham Books, New York ve Oxford, sf. 216
[21] Associazione per la donna.
[22] de Grand, age, sf. 956.
[23] 1927’de Mussolini önderliğinde doğum oranlarını yükseltme seferberliği başlatıldı ve Rocco Yasasıyla doğum kontrolü ve aile planlaması hakkında bilgilendirici yayınlar ve eğitim yasaklandı; 1929’da kamu istihdamında öncelik çocuklu babalara verilmiş; 1933’te kadınların memurluk sınavına girişi kısıtlandı; 1934’te kadınların çalışma koşullarına kısıtlama getirilmiş, 1937’de faşist konsey aile reisi erkeklere evlilik kredisi hakkı tanımıştır; 1938’de kamu işletmelerinde kadın istihdamına yüzde 10 kotası getirilmiştir.
[24] de Grand, age, sf. 963.
[25] Willson, P. (2007) “Empire, Gender and the ‘Home Front’ in Fascist Italy”, Women’s History Review, 16(4), sf. 490.
[26] Willson, age, sf. 492.
[27] Willson, age, sf. 494.
[28] Bridenthal, R. (1973) “Beyonda Kinder, Küche, Kirche: Weimar Women at Work”, Central European History, 6(2), sf. 155.
[29] Sırasıyla; Reichsausschuß für Arbeitsstudien, Deutsches Institut für Technische Arbeitsschulung.
[30] Arbeitswissenschaftliches Institut Der Deutschen Arbeitsfront.
[31] Bir ırkın diğerine üstünlüğü fikrine dayalı, genellikle yasa ve/ya kurallarla belirlenmiş ayrımcı model.
[32] Tröger, A. (2011) “Kadın Montaj Hattı Proletaryası Yaratılması”, Biyoloji Kader Olunca içinde, R. Bridenthal vd (ed.), Kalkedon Yayınları, İstanbul, sf. 310-311.
[33] Tröger, age, sf. 323.
[34] Söz konusu raporlar 1935-1936 yıllarında müfettişler tarafından hazırlanmış ve 1937’de Reich Çalışma Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır. Aktaran: Kuczynski, J. (1979) Nazi Yönetimi Altında İşçi Sınıfı ve Çalışma Koşulları, Bilim Yayınları, İstanbul, sf. 204-207.
[35] Bridenthal, R.; A. Grossmann, M. Kaplan (ed.) (2011) Biyoloji Kader Olunca: Weimar ve Nazi Almanyası’nda Kadınlar, sf. 21.
[36] Boak, H.L. (1989) “Our Last Hope; Women’s Vote for Hitler: A Reappraisal”, German Studies Review, 12(2), sf. 289-310.
[37] Evans, R.J. (1976), “German Women and the Triumph of Hitler”, The Journal od Modern History, 48(1), 128-132.
[38] Bund Deutscher Frauenvereine.
[39] Evans, R. J. (1976), age, 142-143.
[40] Bridenthal vd., age, sf. 61.
[41] Bridenthal vd., age, sf. 153.
[42] Pine, L. (1997), Nazi Family Policy, 1933-1945, Berg, Oxford ve New York, sf. 47-87.
[43] Bund Deutscher Mädel.
[44] Pine, Nazi Family Policy, sf.81.
[45] Reichsbund der Kinderreichen (RdK),
[46] Pine, age, sf. 88-90.
[47] Pine, age, sf. 118-119.