Duygu Günola

İnsanın hastalıklarla ve mikroorganizmalarla ilişkisi kendisinin varoluşu kadar eski. İnsanlığın avcı-toplayıcı günlerinde de kimi hastalıkların var olduğu düşünülmekte. Ancak ilk salgın hastalıkların insanın tarıma başlayarak yerleşik hayata geçmesiyle ortaya çıktığı rivayet edilir. Tarihte bilinen (kayda geçen) ilk salgın M.Ö. 431’de başlayan ve 27 yıl süren Peloponnais (Peloponez) Savaşı sırasındaki Atina vebasıdır. Peloponez Savaşı Atina Şehir Devleti ile Sparta’nın başını çektiği Peloponnesos Birliği arasında gerçekleşmiştir. Atina vebası olarak bilinen salgının Atinalıları zayıflatarak Sparta’nın lehine savaşı sona erdirdiği öne sürülmektedir. Michiel Sweerts’in “Plague in an Ancient City” [Antik Bir Şehirde Veba] başlıklı yağlı boya tablosunun Atina vebasını tasvir ettiği ya da bu dönemden çeşitli elementler barındırdığı düşünülmektedir.[1]

Atinalı bir komutan ve tarihçi olan Tukidides’in o dönem yaşanan vebaya tanıklığı sayesinde aslında bugün bu salgından haberdarız. Belki sosyoekonomik, politik bakımlardan ve ölüm sayıları bakımından tarihteki en büyük ve önemli salgın olmasa da, tıp tarihi ve edebiyat açısından Tukidides’in veba tasviri derin izler bırakmıştır. Spartalılar savaş sırasında Atina’yı kuşatmış, kuşatma sırasında M.Ö. 430’da veba Atina’yı vurmuştur. Sonraki üç yılda ise nüfusun çoğunluğuna vebanın bulaştığı ve şehir nüfusunun yaklaşık yüzde 25’inin yaşamını kaybettiği (75 bin ila 100 bin kişi) tahmin edilmektedir.[2] Peloponez Savaşı Tarihi kitabında savaşın ve salgın hastalığın ağır tahribatlarını anlatan Tukidides hastalığa püstüler döküntü, yüksek ateş ve ishalin eşlik ettiğini belirtmektedir. Tukidides hastalığın kökeninin Etiyopya olduğunu, oradan Mısır ve Libya’ya yayıldığını ve Yakındoğu’dan geçerek bir Atina limanı olan Pire’ye ulaştığını, salgının Pire’den Atina şehrine hızla yayıldığını, çok bulaşıcı olduğunu ve hastaya bakan kişilere de bulaştığını söylemektedir. Kendisi de bu vebaya yakalanan Tukidides, sağ kalan şanslı kişilerdendir. Ölüm sayısı öyle fazladır ki ölen kişilerin vücutları gömülememekte ve olduğu yerde bırakılmaktadır. Atinalı devlet adamı Pericles’in de ölümüne sebep olan bu salgın, Tukidides’e göre toplumun her kesimini hasta edebilmektedir. 

M.Ö. 430 yılının Mayıs ayı başında başlayan salgının ikinci dalgası M.Ö. 428 yılında boy vermiştir. M.Ö. 427-426 yılları kışında da devam eden salgın toplamda 4.5-5 yıl sürmüştür. Tukidides’in kendisiyle aynı dönemlerde yaşamış olan Hipokrat’tan (Hippocrates) hem hastalık tasvirlerinde hem de Hipokratik doktrini tarih yazımına uygulama konusunda etkilendiği bilinmektedir. Veba olarak tanımlanan salgının çiçek ya da tifüs olduğu sanılmaktadır. Papagrigorakis ve diğerleri (2007) döneme ait bir toplu mezardaki iskeletlerden (üç kişiye ait) antik DNA elde ederek, bu örneklerde Salmonella Enterica Serovar Typhi bakterisinin bir atasının izine rastladıklarını, bu nedenle bu vebanın tifo olabileceğini öne sürdü.[3] Ancak çalışmanın kısıtlılığı örnek sayısının azlığı ve filogenetik ağaçtaki yetersizlikler nedeniyle alandaki diğer bilimciler tarafından eleştirildiler.[4] Dahası Hipokrat’ın anlattıklarına göre tifo o dönem için Atina ve civarında endemik idi ve bu nedenle Atina vebasının tifo olması olasılığı zayıf olarak görüldü. O günden bugüne ise bildiğimiz kadarıyla bu konuda hala yeni bir çalışma ve bir netlik bulunmamakta.

Atina vebasının üzerinden yaklaşık 2500 yıl geçti. Bugün daha büyük çaplı bir salgınla karşı karşıyayız. Tukidides’in yukarıda yer alan tasvirleri aslında çok tanıdık. SARS-CoV-2 adı verilen bir virüsün yol açtığı COVID-19 pandemisi nedeniyle tüm dünya paralizi olmuş durumda. Bilimin Toplumsal İşlevi kitabına 1938’de yazdığı önsözünde John Desmond Bernal şöyle diyor:[5]

Onu bir kez yaşamış olanlar için bilimin bozguna uğraması çok acı vericidir. Bu bozgun kendisini onulmaz hastalık, kaçınılmaz bir ahmaklık, perişanlık, nankör bir meşakkat; insanların çoğunun vakitsiz ölümü, geri kalanlar için ise kaygılı, hırslı ve hüsran dolu bir yaşam olarak gösterir. Bilim tüm bunları değiştirebilir; ama, ancak işlevlerinin farkına varan ve kendisiyle aynı hedeflere yönelmiş toplumsal güçlerle birlikte çalışan bir bilim yapabilir bunu.” 

Bundan 82 sene önce Bernal’in yazdıklarının özünde bir değişim yok aslında. Bugün 2500 yıl öncesine göre bulaşıcı hastalıklar konusunda çok daha fazla şey biliyoruz. Bilimsel ve teknolojik araçlarımız, bilime ayırdığımız devasa bütçelerimiz var. Dünya çapında yapılan bilimsel yayınların sayısı da oldukça arttı. İnsanlığın bilimsel birikimi artsa da kapitalizmin bilime biçtiği işlev değişmedi. Bilimsel çalışmalar sanayide kârlılığı artırdığı, pratik sonuçları doğrudan görüldüğü sürece fonlanmaya, desteklenmeye başlandı. Bugün büyük sanayi firmalarının araştırma geliştirme laboratuvarlarının sayısı daha da arttı. Üniversite sanayi işbirliklerini teşvik eden, üniversitedeki çalışmaları ve bunların çıktılarını doğrudan sanayinin hizmetine sunan araştırma programları normalleşti ve yayıldı.

Popüler araştırma konularında verilen bilimsel araştırma fonlarının büyüklüğü ve cazipliği, belli bilim alanlarının bilimciler tarafından daha fazla çalışılmasına, diğer alanların ise yetim bırakılmasına neden oldu. Bu asimetrik gelişimin bir sonucu olarak bazı bilim alanları daha da derinleşirken, diğerleri maddi ve manevi olanaksızlıklar (popüler olmayan alanlardaki çalışmaların küçümsenmesi, bilimsel yayınların önemli bulunmayarak yüksek etki faktörlü bilimsel dergilerde yayınlanmasının tercih edilmeyişi, ihmal edilen alanlarda kalıcı akademik kadro bulmanın zorlukları gibi) nedeniyle daha sığ kalmak durumunda kaldı. Örneğin, yaşam bilimleri alanında bazı hastalıklar konusunda çok sayıda çalışma varken, bazı hastalıklar ihmal edildi. Yetim ilaçlar, nadir hastalıklar, ihmal edilen tropik hastalıklar gibi kavramlar ile bu alanlardaki bu asimetrik gelişimi telafi etmek üzere çeşitli araştırma programları başlatılmış olsa da var olan asimetri hala devam etmektedir. İşte böylesi bir ortamda COVID-19 salgını aslında tüm bu konuların da tartışılmasına vesile olacak gibi.

Aslında COVID-19 bu yüzyılın ne ilk salgınıydı, ne de son salgını olacak. 2003 SARS, 2012 MERS, 2009 2009 H1N1 grip, 2014-2016 Ebola salgınları durumun sık sık tekrarlayabileceğini gösteriyor. SARS, MERS ve Ebola’ya neden olan virüslerin öldürücülüğünün SARS-CoV-2’den yüksek olduğunu biliyoruz. Hem coğrafi olarak daha sınırlı kalmaları hem de bulaş hızlarının daha düşük olması sebebiyle bu virüslerin etkinliği SARS-CoV-2’ye göre çok daha sınırlı kaldı. Bu sınırlılık alandaki bilimsel çalışmalara da doğal olarak yansıdı. Alandaki çalışma sayısı ve derinliğinin görece daha az oluşu, alandaki bilgi birikiminin daha az oluşuna sebep oldu. Sonuç olarak ise bu hastalıklara karşı geliştirilen ilaç ve aşı çalışmaları hem nicelik hem de nitelik olarak daha sınırlı kaldı. PUBMED’de indekslenen bilimsel makaleler arasında SARS’a neden olan “SARS-CoV” virüsünün adı anahtar kelime olarak kullanılarak arama yapıldığında 2003-2019 yılları arasında 2275 tane bilimsel yayın varken[6]SARS-CoV-2” anahtar kelime olarak kullanıldığında 2019-2020 yılları arasındaki 5-6 aylık dönem için bu sayı 4664![7] Kanser mekanizmalarının merkezinde yer alan, kanser baskılayıcı bir gen olan “p53” anahtar kelime olarak kullanıldığında ise karşımıza 1970-2020 yılları arasında 100 bin 494 bilimsel makale çıkmakta. 2020 yılı için bile bu sayı 2295! “Cancer” [Kanser] anahtar kelimesi ile 2003-2020 yılları arasında yapılan bir arama ise 2 milyon 360 bin 778 tane bilimsel makale olduğunu ortaya koyuyor. Tüm bu sayılar aslında yukarıda sözünü ettiğimiz asimetrinin güzide örneklerini oluşturmakta. Bilimcilerin bireysel tercihlerinden ve iyi niyetlerinden bağımsız olarak, plansız ve yoğunlukla ürüne (sanayi ürünü ve daha fazla kara) yönelik bir bilim anlayışının sonuçlarını yaşıyoruz aslında. SARS-MERS gibi hastalıklara dair çalışmalar hem dünya nüfusunun çoğunu etkilememiş olmaları nedeniyle hem de ilaç tekelleri açısından bu hastalıklara karşı geliştirilecek ilaç ve /veya aşıların yeterince kârlı olmama olasılığı nedeniyle görece ihmal edildi. Bunun yanı sıra pandemiyi geç ilan eden, pandemi yönetimi konusunda hükümetlere herhangi bir yaptırımı olmadığını ve yine hükümetlere mali olarak bağımlı olduğunu gördüğümüz Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) bu süreçte iyi bir sınav ver(e)mediği aşikar. 2020 yılı itibarıyla ise bu asimetriyi tersinden yaşıyoruz. Bugün neredeyse COVID-19 çalışmayanın ayıplandığı(!) bir ortam bulunuyor. Salgın sürecinde fiziksel izolasyon nedeniyle de COVID-19 harici çalışmaların büyük çoğunluğu ya askıya alınmakta ya da yavaşlatılmakta. Yeni araştırma fonlarının büyük çoğunluğu ise COVID-19 ile mücadele için açılmakta. Bu yeni asimetrinin elbette kısa ve uzun vadede olumsuz sonuçları olacaktır.

Çin’in başkenti Wuhan’da Kasım-Aralık 2019’da başlayıp dünyaya yayıldığı düşünülen COVID-19’a bir RNA virüsü olan SARS-CoV-2’nin neden olduğunu biliyoruz. Bugün uluslararası ve kamusal veritabanlarında insana bulaşan virüse ait çok sayıda genom dizisi (bu sayı Mayıs 2020 sonu itibari ile 30 bin idi) depolandı bile. SARS-CoV-2, SARS ve MERS’e neden olan koronavirüs ailesinden bir virüs ve bu virüsün henüz tam olarak bilinmeyen bir ya da birkaç hayvandan evrimleşerek insana bulaştığı düşünülmekte. Elimizdeki veriler, SARS-CoV-2’nin atasının yarasa ya da pangolinlerdeki koronavirüsler olabileceğine işaret ediyor. SARS-CoV-2’ye dair bildiklerimizin beş ay kadar kısa bir sürede bu kadar çok olmasını, öncelikle SARS ve MERS’e neden olan koronavirüsler üzerinde daha önce yapılmış çalışmalara borçluyuz. İkincil olarak ise, virüsün dünya çapında yayılım hızının yarattığı alarm, bilimsel fonların, bilimsel kaynakların ve bilimsel çalışmaların bu alana hızla yöneltilmesine aracı oldu. Bu süreçte bir taraftan virüsü, yapısını ve insan hücrelerine bulaşma mekanizmalarını belirlemeye çalışan araştırmalar derinleşirken ilaç ve aşı çalışmaları da hızlıca başladı.

Bu çalışmalar üç kategoride ele alınabilir: ilaç yeniden konumlandırma, antikor ve aşı. İlaç yeniden konumlandırma çalışmaları, pandemi bağlamında farklı hastalıkların tedavisi için gerekli faz çalışmalarından geçerek, etkinliği ve toksisitesi gösterilen ve bu şekilde onay alan ilaçların COVID-19 için de denenerek etkinliğinin gösterilmesi ile gerçekleştirilmektedir. Bu tür ilaçlar genellikle antiviral ilaçlardır. Örneğin ilk çalışmalarda yaklaşık yüzde 30’luk olumlu etkisi görüldüğü öne sürülen Remdesivir böylesi bir ilaçtır. Bir biyoteknoloji devi Gilead Sciences firması tarafından patentlenmiş olan Remdesivir’in hikayesi 2009 yılında başlar. Remdesivir bir nükleosid analoğudur ve özünde RNA virüsünün RNA’ya bağlı RNA polimeraz enzimine bağlanarak, virüsün kendi RNA’sını kopyalama mekanizmalarını bloke etmekte ve virüsün kendini çoğaltmasını engellemektedir. Aslında ilk olarak Hepatit C tedavisi için yüksek potansiyeli olduğu düşünülmektedir. Ancak beklenen etkileri gösteremez. Kongo’daki Ebola salgını esnasında ikinci bir şans daha verilir bu ilaca. Ebola virüsüne karşı sınırlı bir etki gösterir ancak insanda kullanımı güvenlidir. Sonraki süreçte laboratuvar testleri Remdesivirin SARS ve MERS koronavirüsü için etkin olma potansiyeli olduğuna işaret eder, Gilead bu ilacın geniş spektrumlu bir antiviral olarak ilan etmekte.[8] Remdesivir’in COVID-19 macerası da bu bilgilere dayanarak insani amaçlı ilaca erken ulaşım (compassionate use) yoluyla başlar aslında. Gilead’ın bilgi notuna göre Remdesivir’in geliştirilmesinde ve etkinliğinin gösterilmesinde bir çok ABD üniversitesi ile, CDC (Center for Disease Control: ABD’nin Hıfzısıhhası), ABD Ordusu Bulaşıcı Hastalıklar için Tıbbi Araştırma Enstitüsü vb. kuruluşlar Gilead ile çalıştı. 2016 yılında ABD hükümeti NIH (Ulusal Sağlık Enstitüsü) aracılığı ile Kongo’da Ebola’dan kurtulanlarda remdesivir ile bir çalışma başlatır. 2018 yılında ise Remdesivir ve diğer araştırılan ilaçlarla diğer bir çalışma başlatılır. Çalışmanın ara raporundaki sonuçlar, diğer uygulamaların daha başarılı olduğunu gösterdiği için Remdesivir çalışmasına devam edilmez. SARS ve MERS için in vitro ve in vivo preklinik çalışmaları üniversiteler ve NIH fonlarıyla yani kamusal fonlarla desteklenir. Bu çalışmaların sonuçlarının olumlu olduğunu ancak SARS ve MERS hasta sayıları düşük olduğu için faz çalışmalarının gerçekleştirilemediğini öne sürmekte Gilead Biosciences. COVID-19 özelindeki çalışmalarda da şirket ABD CDC ve Çin CDC başta olmak üzere pek çok kamu kurumu ve üniversite ile çalışmakta. İlacın etkilerinin tümüyle olumlu olduğu ve etkin olduğu gösterildiğinde, patent savaşlarının başlaması kaçınılmaz gözükmekte.

İlaç yeniden konumlandırması çalışmaları, yani başka hastalıklar için onaylanmış ilaçların COVID-19’a karşı kullanılma çalışmaları en kısa sürede sonuç verebilecek çalışmalar. Gerek aşı çalışmaları gerek antikor çalışmaları, faz çalışmalarına girecekleri için daha uzun süreli çalışmalar olarak göze çarpmakta. Dünya çapında Nisan ayı verilerine göre otuz dokuz farklı aşı çalışması bulunuyor. Aşı çalışmalarının uzun vadeli çalışmalar olduğu ve virüsün hızla değiştiği koşullarda etkili olamayabileceği ya da virüsün etki mekanizmaları, hücrelere bulaşma ve onları kontrol etme mekanizmaları tam olarak aydınlatılmadan virüse ait hangi yapının aşıda aday olarak kullanılacağının tam olarak bilinemediği mutlaka göz önüne alınmalı. Örneğin aşı çalışmalarının büyük çoğunluğu virüsün dışını kaplayan spike proteinini kullanırken, SARS-CoV spike proteini SARS aşısı olarak verildiğinde bu aşı antijenine karşı oluşan anti spike IgG isimli antikorun hastalık seyrini kötüleştirdiğine dair öncel çalışmalar bulunmakta. Farklı proteinleri kullanan aşı çalışmaları da elbette mevcut. Aynı şekilde DNA temelli aşıların da faz çalışmalarında olduğunu görüyoruz. Bunlara ek olarak tüm bu aşıların hastalığa karşı ne kadar süre bağışıklık kazandıracağı da henüz bilinmemekte. Yani aşıların koruyuculuğu az ise, kısa aralıklarla aşı olmak zorunda kalacağımız bugünden tartışılmakta. Tüm bunların dışında merkezi bir planlama olmaksızın aşı ve ilaçların kütlesel üretimlerinin nasıl olacağı, dünya çapında bu ilaç/aşıların nasıl dağıtılacağı da belirsiz. Örneğin geçtiğimiz haftalarda DNA temelli aşılar üzerinde yoğunlaşan Fransız şirketi Sanofi aşıyı ilk olarak ABD’ye vereceğini duyurdu.[9] Sonrasında oluşan tepkiler nedeniyle bu açıklamasından “parayı verenin düdüğü çalacağı” bir senaryonun çok uzak olmadığı görülmekte. Tüm bu tablolar göz önüne alındığında basında ve sosyal medyada popülerleşen ilaçlar mucize kürler olarak pandeminin başından beri bu süreçlerin zor, uzun ve her zaman yüzde 100 başarılı olmayabileceği gerçeği yansıtılmayarak pazarlandı. Pasteur Enstitüsünün pandeminin başında aşı çalışmalarının minimum 12-18 ay sürebileceği açıklaması bu süreçte gölgede kaldı.

Peki aşı ve ilaç çalışmaları önemsiz mi? Kesinlikle hayır. Aksine aşı çalışmalarından da, ilaç çalışmalarından da virüse dair pek çok yeni şey öğrenmekteyiz. Ancak sistematik olmayan, kaynakların aşırı ve plansız harcandığı bilimsel çalışmalar bilimin kendisinden beklenileni veremediği, verimsizleştiği bir hal almaktadır. Bunu hidroksiklorokinin COVID-19 tedavisinde kullanılmasında da gördük. Kanıta dayalı çalışmaların gösterdikleri yeterli değil iken bu ilacın kullanılmasının uzun vadedeki etkilerini henüz kestiremiyoruz. Hidroksiklorokine dair pek çok büyük çaplı klinik araştırma başlatılmış ve deneysel tedavi olarak kullanılmaya başlamıştı. Büyük örneklem sayısına sahip kontrollü çalışmalar, ilaç etkinliğinin ağır hasta gruplarında yüksek olmadığını gösterdi. Nitekim DSÖ Mayısın ikinci yarısında “Solidarity” [Dayanışma] başlıklı Hidroksiklorokin ilaç deneme çalışmalarını ilacın güvenli olmaması nedeniyle durdurma kararı aldı.[10] Ancak bu sonuçlar açığa çıkmadan çok önce ilacın kullanımı pek çok ülkede yaygınlaşmıştı bile. ABD Başkanı Trump, koruyucu olarak bu ilacı aldığını açıkça beyan etmekten de çekinmedi. Benzer şekilde Mayısın son haftasında El Salvador Devlet Başkanının benzer bir açıklaması oldu.[11] Tüm bu süreçler gerçekten de mevcut bilim anlayışının hem plansızlığının, hem de verimsizliğinin bir sonucu. Bernal Bilimin Toplumsal İşlevi kitabında bilimin verimsizliğinden ve bu verimsizliğin tanımının bilimin toplumsal işlevinin tanımıyla sıkı sıkıya bağlantılı olduğundan bahseder. Yetersiz bilim örgütlenmesini de bu sorunun kaynaklarından biri olarak ortaya koyar. Bilimin tüm verimsizliğine rağmen yine de başarılı olduğunu söyler:

Bilimin başarısı, bu başarıyı elde ederken yapılan emek israfını kamuoyunun ve hatta bilim insanlarının gözünden saklamaya yetmektedir. Bilim insanı işini yapar, bilim ilerler, uygulamalar ve icatlar birbirini izler. Tüm bunlar gözle görülür. Görülemeyen, ilerleme hızının şimdikinden çok daha yüksek olabileceği, çok daha az zaman ve beyin gücü israfıyla sürdürülebileceğidir… Öte yandan ayrıntılara bakıldığında bilimin verimsizliğinin yalnızca bugünkü gelişim düzeyine ulaştığı mevcut ekonomik sistemin verimsizliğini abartılı bir biçimde yansıttığı görülür… Bilime gösterilen toplumsal ve ekonomik ilgisizlik göz önüne alındığında, şaşırtıcı olan, bilimsel araştırmanın verimsizliği değil, böylesine etkili ve parlak biçimde sürdürülüyor olmasıdır.

Bilim tehlikede- Bu durumda bilimin neden ayrı tutulmasını istediğimiz sorulabilir. Kötü bir dünyada o, elinden gelenin en iyisini yapmaktadır. Bunu istememizin nedeni bilimin, insan toplumunun –haklı olarak- özel ilgi isteyen biricik ürünü olmasıdır… Unutulmamalıdır ki, bilim narin bir üründür; kısıtlamaya ve verimsizliğe ne kadar dayanabileceğini bilemeyiz…[12]

Sosyal medya çağında doğru bilgiye erişim, çöp bilgiyi doğru bilgiden ayırma işi ise kişilere kalmış durumda. COVID-19 ile birlikte hem hakemli bilimsel yayınlarda, hem de hakemsiz bilimsel arşiv yayınlarında, devasa bir bilgi birikti. Hangi bilginin hangi bağlamda anlamlı olduğu, açığa çıkarılan bilimsel bilginin gerçekten doğru mu olduğu, doğru yöntemler kullanılıp kullanılmadığının sorgulanması konusunda ise büyük bir karmaşa var. Üstüne bir de sosyal medyada popüler bilim ikonlarının öznel görüşlerinin yayılması eklendiğinde, bu bilgi kirliliğinin yakın gelecekte nasıl temizleneceği konusunda ciddi endişeler bulunmakta. Sosyal medyanın vuruşlarına sıkıştırılan, aşırı indirgemeci bilimsel bilgilerin, bilimsel gerçeği tüm yönleriyle yansıt(a)madığı, bazen bu tür click-baitçi yöntemlerin popülariteyi arttırmak üzere özellikle kullanıldığı apaçık ortada. Böyle bir ortamda doğruyu ayıklamak, o devasa çöp içinden çekerek çıkartmak, ayrı bir çaba, emek istemekte. Yine bu süreçte, özellikle sosyal medya üzerinde ülkedeki bazı eksik bilimsel çalışmaların eksikliğini gösterirken, batı bilimini sürekli öven, ve onların hatasız olduğunu ima eden toptancı mesajlara da sıkça rastladık. Bu tür bir genellemenin doğruluğu şüphelidir. Tıpkı Bernal’in yukarıda söylediği gibi, bilimin batıdaki mevcut başarıları, bilim insanlarının sistematik çabalarından doğan bilimsel başarılar, bu başarıyı elde ederkenki süreçlerin verimsizliğini kamuoyunun ve hatta bilim insanlarının gözünden saklamaktadır.

Geçmişte bilim açısından dönemsel olarak ilerletici roller oynayan patentler, bugün toplum sağlığı açısından engelleyici bir rol oynamaktadır. Bir buluş söz konusu olduğunda yaşanan patent savaşları, rakibin gelişimini sınırlamak üzere kurgulanan engelleyici patentler yaşam bilimleri alanındaki bilimsel gelişmeyi de sınırlamaktadır.  Kapitalizmin tekelci aşamasında ise bu patentlerin büyük tekellerde yoğunlaşması kaçınılmaz. COVID-19’a yönelik ilaç ve aşıların da bu süreçlere tabi olmayacağı düşünülemez. Dünya çapındaki tartışmalar da gidişatın bu yönde olduğunu destekliyor. O halde, bilimin işleyişi, bilimin toplumsal işleviyle ilişkilendirilmeden, kendisiyle aynı hedeflere yönelmiş toplumsal güçlerle birlikte çalışan bir bilim olmaksızın, tüm dünyanın erişebileceği bir çözüm şimdilik uzakta.


[1] Sweerts, M.; “Plague in an Ancient City”, https://www.worcesterart.org/exhibitions/past/hope-and-healing/sweerts_plague_detail.htm (Erişim Tarihi: 20.05.2020)

[2] Littman, R.J. (2009) “The plague of Athens: epidemiology and paleopathology”, Mt Sinai J Med, 76(5):456‐467. (doi:10.1002/msj.20137).

[3] Papagrigorakis, M.J., P.N. Synodinos, C. Yapijakis (2006) “Ancient typhoid epidemic reveals possible ancestral strain of Salmonella enterica serovar Typhi”, Infect Genet Evol, 7(1):126‐127 (doi:10.1016/j.meegid.2006.04.006).

[4] Shapiro, B., A. Rambaut, M. T. Gilbert (2006) “No proof that typhoid caused the Plague of Athens (a reply to Papagrigorakis et al.)”, Int J Infect Dis, 10(4):334‐336 (doi:10.1016/j.ijid.2006.02.006).

[5] Bernal, J. D: (2011) “Bilimin Toplumsal İşlevi”, Çev. T. Ok, İstanbul: Evrensel Basım Yayın 2011.

[6] https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/?term=%22SARS-CoV%22+and+not+%22SARS-CoV-2%22&filter=years.2003-2019&sort=date

[7] https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/?term=%22SARS-CoV-2%22&filter=years.2019-2020&sort=date

[8] https://www.gilead.com/-/media/gilead-corporate/files/pdfs/covid-19/gilead_rdv-development-fact-sheet-2020.pdf

[9] https://www.bloomberg.com/news/articles/2020-05-13/u-s-to-get-sanofi-covid-vaccine-first-if-it-succeeds-ceo-says

[10] https://www.theguardian.com/world/2020/may/25/who-world-health-organization-hydroxychloroquine-trial-trump-coronavirus-safety-fears

[11] https://edition.cnn.com/2020/05/27/americas/salvador-president-coronavirus-hydroxychloroquine-intl/index.html

[12] Bernal, Bilim Toplumsal İşlevi, sf. 115.