Kadir Yalçın
24 Haziran Seçimleri arkasında pek çok tartışma bırakarak; tabii ki önemsiz olmayan –üstelik yasallaştırılmış– küçümsenmeyecek miktardaki hilelerin de rol oynadığı, bir güne sığdırılmış birkaç mitingde atılan “nabza göre şerbet” nutuklarıyla, burjuva partileri arasındaki, çoğu incir çekirdeğini doldurmayan çekişmelerin neredeyse sadece karşılıklı kişisel atıp-tutmalar ve aşağılamalarla sınırlanmış laf yarışlarından ibaret politika yapma biçimleriyle, taşınan sandıklar, sandık başı oyunları ve zor kullanımlarıyla, manipülasyonları ve artan ve eksilen oy miktar ve oranlarıyla geride kaldı.
Kimler kapıştılar, neden kapıştılar -bazıları önemsiz saydı; boykot eden de çıktı, bu seçimde kendini sayıp gücünü görmek birinci dereceden önemliymiş gibi bağımsız adaylarla katılıp önüne geleni reformizmle suçlayan da. Oysa soru ve yanıtı önemsiz değildi.
Bu seçimde, burjuva partilerin sürekli yaptıkları “ganimet paylaşımı” ya da devlet olanaklarının parsellenmesini de kararlaştıracak olan, sömürülen yığınları kimin yöneteceğini belirleme kapışmasına dayalı “sen-ben kavgası”nın yanına eklenmiş bir rejim sorunu vardı. Başlangıçta Erdoğan-AKP yönetimi ve 15 Temmuz’un ardından MHP’nin katılımıyla “Cumhur İttifakı” devlet biçiminin değiştirilmesini ve tek adam yönetimine geçişi zorlamaktaydı.
Bir burjuva demokratik devriminden geçmemiş olan Türkiye oldum olası demokratikleşmeyi başaramamış, bir parlamentoya da sahip olmasına rağmen, “demokrasisi” burjuva biçimselliğinin normlarına bile ulaşamamıştır. “Asma yaprağı” olmakta dahi sorun yaşayan, yaklaşık 10 senede bir darbelerle ya tümüyle kenara konan ya da emir-komutayla çalıştırılan parlamento ve vekil seçimlerinin ülkeyi kimin yöneteceğini belirlediği pek de söylenemez. Ancak yine de bir önemi vardır ve varlığıyla “milli irade” denip yüceltilen parlamento seçimlerinin siyasal toplumsal gelişmeler üzerinde hiçbir etkisi olmadığını ileri sürmek olanaksızdır.
Son seçimlerde örneğin, farklı burjuva partiler ve onları destekleyen burjuva kesimler, yargının da yürütmeye bağlanmasıyla birlikte burjuva “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin ikinci ayağı olarak birçoğu cumhurbaşkanına devredilerek yetkileri daha da kısıtlanan parlamentonun 16 Nisan 2017 Referandumu’yla kararlaştırılan işlevsizleştirilmesinin başkan seçimi pratiğinde onaylanıp onaylanmaması mücadelesini verdiler.
Tek adam yönetimine geçilerek devlet biçiminin değiştirilmesine girişilmesi, şüphesiz asıl işçi ve emekçileri, onları ilgilendiren demokratik hak ve özgürlüklerin keyfi olarak çiğnenmesini ve grev yasakları örneğinde olduğu gibi -henüz tekçilik resmileşmeden OHAL’le başlatılmış- hak talepleriyle mücadelelerinin bastırılmasını hedef almaktaydı.
15 Temmuz’un fırsata dönüştürülmesiyle tırmanışa geçen, son yılların yönelimi durumundaki faşist tek adam yönetimi eğilimi de, tabii ki, başlıca işçi ve emekçi halkı ve hak ve özgürlüklerini hedef almış; ülke içi ve dışında savaş yürütürken tutuklama, işten atma ve yasaklamalarla hak mücadelelerini bastırmaya ve olduğu kadarıyla özgürlükleri tırpanlamaya yönelmişti. Ancak emekçi halkı, talep ve mücadeleleriyle bunların koşulları üzerindeki baskının ağırlaştırılmasını hedefleyen yönetimi merkezileştirip tekelde toplama yönelimi, burjuvazinin iç denge ve hesaplaşmalarını etkilemezlik etmiyor; belirli (yandaş) tekellerin “koçbaşlığı”, devlet olanaklarının tekeller tarafından talan edilmesinde “haksızlıkları”(!) beraberinde getirirken siyasal planlama ve programlamalardan yine onlar “aslan payı”nı kapıyorlardı. Buradan, başta TÜSİAD ve etrafında örgütlenen iri kıyım tekelciler olmak üzere tekeller içinden de tepkiler ve kuşkusuz muhalefet üremekteydi. “Faiz indirimi” zorlaması ve “FETÖ”cü denip gerçekleştirilen mülkiyete el koymalar türünden örneklerde yaşanan keyfiliklerin tüm devlet yapılanmasının denetimsiz tekelde toplanmasında genelleşmesinden ürküntü duyulması ve buradan “önünü görememe” yakınmasıyla “hukukun üstünlüğü” talebinin türemesi ve gündeme taşınmasında hiçbir anormallik yoktu. Üstelik, “hukukun üstünlüğü” ve “önünü görememe” içerikli eleştiri ve talepler, TÜSİAD çevresinde toplanan yerli tekellerce yalnızca kendi talepleri olarak değil, “hukuk üstün değilse yabancı sermaye gelmez” formülasyonuyla yabancı sermaye adına da ileri sürülüyor; bu işbirlikçi tekellerin parçası oldukları daha çok Batı kökenli uluslararası mali sermaye grupları ve Batılı devletler tarafından da dile getiriliyordu.
Halktan gelen muhalefetin yanı sıra tekellerin önemli bir kesiminin muhalefeti de seçimler ve cepheleşmelerde yansıdı. Üstelik bağımsız talep, politika ve programıyla etkili biçimde ortaya çıkmakta zorlanan halk muhalefeti, tekellerin bu kesiminin yönlendirdiği muhalefet içinde bütünüyle erimese bile, işçi ve emekçilerin geniş yığınlarının iki tekelci burjuva cephenin etrafında toplanması önlenemedi. Tekelci tekçi saldırı asıl işçi ve sömürülen halk yığınlarını hedef almasına karşın, halk, hemen sadece halkın nasıl yönetileceği konusunda anlaşamayıp, sömürünün dış koşulunu oluşturan baskı ve zorun “kuvvetler ayrılığı” ve “parlamenter sistem” ile mi yoksa yönetimin tekelde toplanacağı keyfi ve daha saldırgan bir devlet biçimiyle mi gerçekleştirilmesinin tekellerin çıkarına olduğunda ayrışan iki tekelci mihrak arasında bölünüp, neredeyse yarı yarıya iki burjuva cephe tarafından yedeklendi.
*
Tekelin çıkarı, adı üstünde, tekeli ve tekelciliği, tabii ki, ekonomide “serbest piyasa”yı değil, tekelci dayatma ve dikteyi, siyasette de “liberalizm”i, “liberal demokrasi”yi değil yine dikte ve kendini ve çıkarlarını dayatmayı, merkezileşme ve gericilik eğilimini koşullar. Mali sermaye egemenliği ekonomide serbestiyet ve piyasa, siyasette de özgürlükler ve liberal demokrasi koşullarında sürmeyecek değildir; ancak tekeller hem ekonomi hem de siyasette tekelden, tekelci dayatma ve dikteden yana eğilim gösterirler.
Ancak bu, genel olarak böyle olmakla birlikte, mutlak değildir ve tekellerin bu genel eğiliminden her tekelin, her koşulda tekçilik ve dayatmadan yana olacağı sonucu çıkarılamaz. Kendisinden daha büyük ve güçlü bir tekelle rekabet edemeyen ve onun tarafından yutulma riskiyle karşıya karşıya kalan bir tekelin, sözü edilen koşullarda geçici olarak iktisadi serbestlik yandaşı görünmesi ve -tabii ki kendisine yönelik- dayatmalara karşı çıkmasında nasıl anlaşılmaz şey olamazsa, siyasette de benzer durumlar oluşabilir. Son seçimler öncesi birkaç yıldır oluşan böyle bir durumdu.
Genel çıkarları tekele, tekelci dayatma ve dikteye, merkezileşme ve tekçiliğe eğilimi koşullamasına karşın, başlıca TÜSİAD ve çevresinde toplanan bazı tekeller, devlet olanaklarının paylaşılması ve uluslararası mali ve ekonomik ilişkilerdeki git-geller vb. konularda yaşadıkları sıkıntılardan hareketle, denetimsiz keyfiliğiyle tek adam yönetimini yine kendi çıkarları açısından tehlikeli bulmuşlardı. Üstelik söz konusu olan, sadece dar anlamda kendi çıkarları da değildi, uluslararası mali sermaye ve II. Dünya Savaşı sonrasından bu yana “göbekten bağlanılmış” başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerle sağlanmış çıkar birliği açısından da belirlenmişliklerde yıpranma, hatta kırılmalar oluşmakta, tehlikeler baş göstermekte ve ilişkilerde öngörülemez tutum ve gelişmeler dolayısıyla sıkıntılar yaşanabilmekteydi.
Uluslararası ilişkilerini ve özellikle -değişik nüanslarla hemen tüm Batılı- emperyalistleri de kapsayarak, sözü geçen tekeller, 24 Haziran Seçimleri’nde tek adam yönetimi yönelimiyle Erdoğan-AKP yönetiminin ve oluşturdukları “Cumhur İttifakı”nın arkasında durmadıkları gibi, “Millet İttifakı”na belirli bir destek de verdiler. “Millet İttifakı” partileri de, Saadet bir kenara konursa, Batılı emperyalistlerle, NATO ve diğer Batılı emperyalist kurumlarla ilişkilerin iyileştirilmesini savundular. İYİ Parti Batılılarla ilişkilerin yenilenerek iyileştirilmesini programına koydu. CHP de ondan geri kalmadı ve özellikle M. İnce Batılılarla yakın ve iyi ilişki kuracağını yüksek sesle dile getirdi.
Bununla birlikte, yerli ve yabancı tekeller ve emperyalistlerle Erdoğan ve -MHP’yi de katarak- AKP yönetimi arasındaki ilişki, belirli yaklaşım farklılıklarına rağmen, şüphesiz ki tarafların her yönüyle karşı karşıya geldikleri bir ilişki değildi.
Erdoğan ve AKP yönetimi, zaman zaman “Eyy…” diye başlayan tiratlarla Batılı emperyalistleri açıktan suçlayan tutumlar almış olsa bile, bu, özel ve belirli konularla sınırlı kalan sürtüşmeler olmaktan ve genel kapsamı itibariyle emperyalistlerle işbirliğinden elde edilen payı artırmayı ya da daha da çok, bu payın küçültülmesini önlemeyi amaçlayan tavırlar geliştirmekten öteye gitmedi. Erdoğan-AKP yönetimi, özenle sınırladığı bu amacına, Abdülhamid’den yadigar emperyalistler arasındaki çelişkileri birbirine karşı kullanma yönelimiyle ulaşma çabasında oldu. Öne çıkan, Rus emperyalizmiyle Suriye’de Astana Süreci adı takılan pratik işbirliği ve Avrupa’ya gaz aktaracak Trans Anadolu Doğalgaz Boru hattı TANAP’la Mersin-Akkuyu nükleer santralinde ortaklığın yanı sıra yerden havaya füze savunma sistemi olan S-400 alımı üçlü sacayağına oturtularak iyileştirilen ilişkileri, Amerikan emperyalizmiyle işbirliğinden elde edilecek payın artırılmasıyla ilişkilerin iyileştirilmesine yönelik olarak kullanmaktı. Benzer paylaşım pazarlıkları, Erdoğan-AKP yönetimiyle Avrupalı emperyalistler arasındaki ilişkilerin gidişatını da belirledi.
Ancak Erdoğan ne Amerika ve ne de Avrupalı emperyalistlerle ilişkilerini koparacak, koparma bir yana hatta zora sokacak, özellikle ekonomik ve mali bakımdan sıkıntılara neden olacak bir noktaya getirmemeye özel önem verip özen gösterdi. Batılılarla ticari ilişkiler kadar doğrudan ve portföy yatırımlarının esenliği Erdoğan tarafından her zaman gözetildi. Aynı özen, NATO’yla olan ilişkilerin esenliği bakımından da gösterildi. Seçimden günler önce Londra’da Erdoğan’ın faizler ve dövize ilişkin keyfi tutumunu açıklayarak BBC ve Bloomberg TV’ye verdiği demeçlerin neden olduğu çalkantı ve azarlama karşısında M. Şimşek ve MB Başkanı gönderilerek dilenen özürle hızlı tutum değişikliği, bu özenin göstergelerindendi.
Erdoğan ve AKP’sinin bu “özenli” yaklaşımı, Batılı emperyalistler tarafından da karşılıksız bırakılmadı. Onlar da, bütünüyle istedikleri biçimde davranmayıp komisyon payını artırmaya çalışan, bunun için hatta belirli ölçülerde ileri de giderek, rakip emperyalistlerle iş tutup sonuçta payını artırmaya varan özel çıkarlarını elde etmek üzere dayatmalarda bulunan Erdoğan ve AKP’sini, desteklerini tamamen çekerek karşıya almaya girişmediler. Bununla da kalmıyorlar. Sadece rakip emperyalistlere “kaptırma” kaygısıyla değil, ama kendilerininkilerle uyuşmayan farklı özel çıkarları dolayısıyla bir süre için Rusya ile flört etse bile, orta ve uzun vadede Türkiye’yi kendi halk düşmanı bölgesel planlarını gerçekleştirmenin dayanağı bir güç olarak kullanmayı hesaplayarak kendileriyle birliğe zorluyorlar. GOP’un yürütücüleri, “ılımlı İslami” bir güç olarak AKP’nin iktidara ulaşmasına destek vermişlerdi, şimdi yanlarında tutma çabasındalar. Pay çekişmesinde yansıyan belirli çıkar farklılıklarına rağmen desteklerini tamamen kesmediler. Erdoğan ve AKP’si de, belirli bir uyumsuzluk sergilese de, Amerikan ve genel olarak Batı çıkarlarıyla taban tabana zıt bir tutum geliştirmeye yönelmedi.
Ancak dünya ve bölgede emperyalistler arası çelişme ve çekişmelerin keskinleşip sertleşmekte olduğu koşullarda emperyalistlerle, özellikle batılı emperyalistlerle kendi “özel” yolunda yürüme çabasındaki AKP Türkiye’si arasında “ılımlı ilişkiler”, taraflar sürdürmek istese bile, fazla olanaklı değil. Dünya ve bölge egemenliği için mücadele, hele muhtemelen uzak olmayan kapitalist krizin “pasta”yı küçültmesi koşullarında bu olanak iyice azalacak ve emperyalistlerden gelen Türkiye’ye yönelik baskı artacaktır. Türkiye’ye yeni ek görevler yükleyen son NATO toplantısı bunun kanıtıdır.
Yine de bu, çıkarların benzer gözetilişi, iktidarın tek adama bağlanması yönelimine tam destekleri sağlanamayan ve devlet olanaklarından sere serpe yararlanmalarının önü açılmayan yerli işbirlikçi tekeller açısından da geçerli.
Öncesi bir yana bırakılıp 2016, ve sözü edilen tekellerin ve etrafında toplandıkları TÜSİAD’ın “hukukun üstünlüğü” içerikli ve “keyfi yönetim” karşıtı demeçler vererek “tekçi”liğe açıktan eleştiriler yönelttikleri ve üstü örtülü olsa bile burjuva muhalefete destek sundukları 16 Nisan Referandumu’nun düzenlendiği 2017 verilerine bakıldığında durumlarının fazlasıyla iyi olduğu görülecektir. Özellikle 3. Köprü, Kuzey Marmara Otoyolu, 3. Havaalanı gibi büyük devlet ihalelerinden yararlanamamış ve özel olarak himmete mazhar olmamışlardır. Ancak yönetimin dayanaklarından olan inşaatçılık/müteahhitlik çıkışlı tekellerin yararlandıkları tüm genel “arpalıklar”dan yararlanmış; teşvikleri, vergi kolaylıkları ve hazine garantili kredileri “analarının ak sütü gibi helal” bilip hiçbir kesintiye yer olmadan kullanmışlardır. İşçilerle sömürülen yığınların tekellerle karşı karşıya oldukları her yerde her zaman bir dedikleri iki edilmemiş; toplusözleşmelerin üç yıla bağlanmasından başlayarak, esnek çalışma, gerçek ücretlerin fiilen düşürülmesi, özelleştirme ve işten atmaysa işten atma, grev yasağıysa grev yasağı –Erdoğan-AKP yönetiminin tüm şirket seviciliğinden faydalanmışlardır. Bankalara bir göz atılırsa durum şöyledir:
Borsa İstanbul’da işlem gören 10 mevduat bankasının 2016 kârı, 2015 sonuyla karşılaştırıldığında yüzde 47,3 arttı ve 25,2 milyar 246 milyon TL oldu. Ortalama öz kaynak kârlılığı yüzde 13,9 olarak gerçekleşti.
Aralarında Türkiye İş Bankası, Akbank, Garanti Bankası ve Yapı Kredi olan bu bankaların toplam aktif büyüklüğü ise, 2015 sonuna kıyasla yüzde 15,6 artarak, 2016 Aralık ayı itibarıyla 1 trilyon 800 milyar lirayı aştı.
2016’da 5 milyar 71 milyon TL ile en fazla net kârı elde eden Erdoğan-AKP Yönetimine yakın duran Doğuş Grubu’nun Garanti Bankası’nı bir yana bırakırsak, Garanti’yi 4 milyar 701 milyon lira ile İş Bankası, 4 milyar 528 milyon lira ile Sabancı’nın büyük ortak olduğu Akbank izledi. Koç’un büyük ortak olduğu Yapı Kredi ise net kârını 2015’e göre 2016’da yüzde 57,6 ile ortalamanın üzerinde artırdı.
2017’nin ilk 5 ayında da bankacılık sektörü, net kârını, 2016’nın aynı dönemine göre yüzde 50 artırarak 21.2 milyar liraya yükseltti. Hükümetin dayatmalarıyla konut vb. kredilerini kolaylaştırması sorunlara yol açacak olsa bile,* bankalar, 2017’in ilk beş ayında toplam kredi hacmini 204 milyar lira artırarak, 1 trilyon 955 milyar liraya çıkardılar.
2016 yılı kârı 37,5 milyar TL olan bankacılık sektörünün 2017 net kârı, 2016’ya göre yüzde 31 artışla, 49 milyar 122 milyon TL oldu. Sektörün aktif toplamıysa 2016 yıl sonuna göre 526 milyar 782 milyon TL (yüzde 19,3) arttı.
Uzatmamak için aktarmıyoruz, ancak benzer bir tablo, en başlarda Koç ve Sabancı gruplarına bağlı olanların yer aldığı Forbes 500 şirketleri için de geçerli.
Devlet ihalelerini kullanmak bakımından ve uluslararası ilişkilerine yönelik hoyratlıklar sergilense de Erdoğan-AKP lütuflarından da yararlanarak kârlılıklarını katladıkları ortada olan TÜSİAD ve etrafındaki işbirlikçi tekeller, tüm yetkileri elinde topladığında ne yapacağını öngöremedikleri tek adam yönetiminin kurumlaşmasından hoşlanmasalar bile, “ya herru ya merru” tutumu almadılar. Her şeyden önce muhatapları, tüccar tavrını ve şirketleri sevmekteydi ve neoliberal yaklaşımlara sahipti. Sadece “aynı gemide” olduklarının değil, ama “aynı gemiyi sürdüklerinin” farkındaydılar. Biraz “şive” farkı olsa bile aynı dili konuşuyorlardı, aynı sınıftandılar. Ve şimdiye kadar neler görmüş geçirmiş, kimlerle baş etmemişlerdi ki. “Bizdendir, normalleşir” düşüncesiyle işi zamana yayıp ilişkileri normalleştirmeye çalıştılar. Başta Amerikalılar olmak üzere yabancı ortakları da öyle davranıp, hatta başlangıçta GOP öngörüsüyle hükümet olması için desteklememiş miydi!..
Onlar da desteklemişlerdi önceleri. AKP’nin bugünlere gelmesinde payları inkar edilemezdi. Ama görüyorlardı ki, AKP, kendi -hayırhah bile olsa- desteklerini de alarak güçlendikçe daha çok ve giderek daha çok şey istiyordu. Sonunda, yönetimin doruklarındakiler tabii ki işçi ve sömürülen yığınlar karşısında tekellerden yanaydı, hatta yana olmakla kalmıyordu, kendileri de tekelciydi, tümüyle tekelleri ve çıkarlarını gözetmekteydi ve gözetecekti, ama her şeye karar veren de olmak istiyordu. Kendisini ve kendi programını dayatıyordu: Başta tekeller olmak üzere bütün burjuvaziyi kendi -biraz fazla dinci ve milliyetçi ve keyfiyetçi olsa bile, kuşkusuz halk karşıtı tekelci neoliberal- programı etrafında birleştirmek istiyordu. Yönelim ve programının halk karşıtlığıyla tekelci ve neoliberal genel niteliğinde anlaşıyorlardı, ama keyfiliğe açık, denetimsiz tek adam yönetimi yöneliminden kaygılıydılar. Piyasa kendisini dayatırdı, ancak düşük faiz takıntısının örneğin, yine de başa ne ölçüde ve ne tür belalar sardıracağından emin değillerdi. Ya da zaman olup devlet harcaması musluklarının sonuna kadar açılması nelere mal olurdu, tedirgindiler.
“Bu kadarı da fazla olur” kaygısıyla bu tür bir gelecekten kaçınmaya çalışıp parlamentarizm ve kuvvetler ayrılığını savunmada birlik oluşturan burjuva muhalefete destek oldular. Hiç değilse “İkinci Tur”u ya da cumhurbaşkanıyla Meclis çoğunluğunun birbiriyle çelişme halinde şekillenişini umdular. Ancak 24 Haziran beklentilerine yanıt olmadı.
Hem Türkiye’yi geleneksel olarak bağımlılıkları altında tutan Batılı emperyalistler hem de onlarla ortaklık ilişkileri içindeki yerli işbirlikçi tekelci gruplar, hiç değilse belirli bir süre, önemli bir kitle desteğine sahip olan Erdoğan-AKP yönetimine katlanmak durumunda olduklarını gördüler. Ne ölçüde ve nasıl katlanacakları gibi nereye kadar katlanacakları da ayrı sorundur; ancak geçici bir uzlaşmayı koşullamakta olan şimdiki durum budur.
*
Dolayısıyla önceki örneklerde tekeller kendi çıkarları uğruna ortaya atılan “kendi” paşalarıyla gönül rahatlığıyla anlaşıp birleşirken, şimdiki durumda bu uzlaşma “yandaşlar” bakımından böyledir ve tekellerin geri kalan bölümü açısından ise şimdiki durum belirli bir uzlaşma arayışıyla karakterizedir.
Uzlaşma arayanların akıllı davrandıklarını düşünmeleri ise cabasıdır. CHP adayı Muharrem İnce’nin “kabul ediyorum, yenildik” demesinde ifadesini bulan “aklıselim” ya da yeni koşullara uyum tutumu, aslında yenilgiyi kabul etme durumunda olmayan, çünkü bizzat kendileri yarışa girmemiş oldukları kadar egemenliği ellerinde tutanların bir bölümünü oluşturan, ağırlığı TÜSİAD’da örgütlü tekellerin tutumunu yansıtmaktadır. 28 Şubat’ı desteklemekten yargılanma tehdidi altında olan eski “amiral gemisi” Hürriyet’in eski “amirali” E. Özkök örneğin, seçim sonuçları açıklanırken çıktığı TV programından başlayarak yeni “balkon konuşması” ve “kucaklayıcılık”a ilişkin beklentisini ilan ederken, uzlaşmacı davranacağını açıkça beyan etmiştir.
TÜSİAD’ın uzlaşma arayışı da öyledir. 25 Haziran tarihli yazılı açıklaması bunun göstergesidir.
“Seçim sonuçları ülkemize hayırlı olsun” denmiş ve devam edilmiştir: “Şimdi toplumsal uzlaşma içinde reform zamanı.”
“Yeniden Cumhurbaşkanı seçilen Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı ve yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni tebrik ediyor, ülkemize hayırlı olmasını diliyoruz” şeklinde sürdürülen tebriklerle hayır dualarının ardından ise, TÜSİAD, önceden ileri sürdüğü –başlıcaları, tekçilik ve keyfiliğe karşı parlamenter demokrasisi, “kuvvetler ayrılığı” ve partiler arası uzlaşma olan– yaklaşım ve taleplerindeki ısrarını sürdürerek, tam teslimiyete yönelmediğini, ama uzlaşma istediğini ortaya koymaktadır: “Seçimlerin ardından, 21. yüzyılda Türkiye’ye yakışan güçlü bir demokrasi sınavımız devam ediyor. İlk uygulamanın sonraki dönemler için emsal olacağı bilinciyle, yeni meclisimizin katılımcı kanun yapma, etkin denetim ve partiler arası uzlaşmaya dayalı yeni bir çalışma geleneği oluşturmayı başarmasını temenni ediyoruz. Şimdi yeni yasama ve yürütme erkinin acil olarak odaklanması gereken kapsamlı bir politika ve reform gündemi var.”
Sonra CHP ve Muharrem İnce’nin seçim bildirgesine fazlasıyla benzeyen “güçlü bir demokrasi ve güçlü bir ekonomi” “reform gündemi” sıralanmaktadır:
“. Hukuk devletinin ve özgürlüklerin en ileri demokrasiler düzeyinde tesisi,
. Yüksek enflasyon ve cari açık sorunlarının çözümüne yönelik akılcı bir ekonomi programı ve mali disiplin,
. Bağımsızlığı ve kararları ile ulusal ve uluslararası düzeyde güven veren bir Merkez Bankası ve tüm kurumlarda liyakat temelli atama sistemi,
. –Vergi yükü zaten sömürülen yığınların sırtına yıkılmamış gibi– Vergi reformu ile verginin tabana yayılması ve kayıt dışılık ile etkin mücadele,
. Toplumsal uzlaşma içinde hazırlanacak köklü bir eğitim reformu,
. Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin hızlanması.”**
Uzlaşmacı bir tutum alıp uzlaşma önermiş; seçim sonuçları gerçekten de belirli ölçüde oluşmuş olan “dip dalgası”nı abartan kendiliğindenci bir söylemle ayakları pek yere basmayan coşkunluğun gerçekçi olmadığını gösterdiğinde oluşan hayal kırıklığıyla, belirli yöneticileri ya yalana başvuran ya da ortadan kaybolan, kadroları ve tabanının seçkinci bir bölümüyse her şeyi oy hırsızlığına bağlayarak yenilgiyi onunla açıklama ve halka küfür etme de dahil her türlü şaşkınlığa savrulan CHP ortalamasından farklı olarak, “öldük-bittik” savrulmasına düşmeyip tutumunu yenilemeye yönelmiştir.
Sözü edilen moral bozukluğu ve çöküntüye savrulma tutumu, genel olarak, ara sınıf oluşuyla arada kalan ve kendi gücüne güvenmeyip bel bağlayacak güçler arama ve bulma eğiliminde olan ve bu niteliğiyle uzun vadeli, dengeli ve istikrarlı bir mücadeleci tutum yerine bir parlayan bir sönen ve maceracılıktan uzlaşmacılığa sürüklenen küçük burjuvazinin tutumudur. CHP yönetiminde bundan çok, hiçbir şey olmamış gibi yapma, gerçekte kabullense bile yenilgiyi kabullenmemiş gibi davranma, ders çıkarmaktan çekinme, politika ve tutum yenilemekten uzak durma tutumu egemen olmuştur.
Bu, ders çıkarma ve politika yenilemeden çekinme tutumu, tabanıyla tam uyum içinde olmayan burjuva partilerin tümüne özgüdür. 24 Haziran’dan 7 puan=yüzde 15 kayıpla çıkan AKP’nin, yenilgi süreci ilerlediğinde düşeceği durumu hep birlikte izleyeceğiz. Ancak şimdi, kazanma havasına giren tabanıyla yenilgisini açıklayamayan yönetimi ve tabii ki yenilgi ve nedenlerinin açıklanmayışını -başta Muharrem İnce olmak üzere- kendi adına fırsat olarak kullanma çabasındaki yeni yönetim taliplileri arasındaki uyumsuzluğun şimdiden CHP’nin başına iş açtığı görülmektedir. CHP’nin, yönetiminde etkili olan tekellerden tekel dışı burjuvazi ve küçük burjuvaziye kadar uzanan bir toplumsal yelpazeyi kucaklayan, ulusalcısıyla liberal ve neoliberali, genel olarak reformcu ve yanı sıra tabanında ikinci defadır HDP’ye oy/destek veren demokratik eğilimleri içinde barındıran bir parti oluşu, hem sözü edilen uyumsuzluğu hem de parti içi çalkantıları şiddetlendirici bir rol oynamakta, CHP hizip tartışma ve kavgalarıyla sık sık kurultay toplamaktan kaçınamamaktadır.
CHP ve yeni kurulmuş İYİ Parti gibi partilerin işleri kolay değildir. CHP iç tartışmaya sürüklenmiş durumdadır. Kısa vadede üstesinden gelemeyeceği zorlukların belirtisi görülmese bile, bekleneceği gibi, İYİ Parti’de el öpmeli ve “sorumlu muhaliflik” içerikli AKP destekçiliğine yönelik yalpalamalar ve istifalar baş göstermiştir.
Ancak TÜSİAD’a ve bir bölümüyle tekellerin bizzat kendilerine gelince, onlar son tahlilde devletin iktisaden ve öyleyse asli sahiplerindendirler. Biliniyor; “FETÖ’cü” suçlamasıyla mal varlıklarına el konup şirketleri kayyuma devredilen Koza Holdingin sahibi İpekler ya da aynı gerekçeyle benzer muameleye tabi tutulan ve daha yeni yılları bulan hapis cezalarına çarptırılan İstikbal’in sahipleri Boydaklar türünden tek tek tekelcilerin mülklerine el konulmuş ve kendilerine zor uygulanmıştır. Hatırlanacaktır, Aydın Doğan’a da vergi cezaları getirilmiş ve sanki ülkede kimse yolsuzluk yapmıyormuş gibi hakkında kağıt yolsuzluğu nedeniyle soruşturmalar açılmış, sonunda, hem de hemen seçim öncesinde Hürriyet ve TV kanallarını yok pahasına elinden çıkarmaya zorlanmıştır. Ancak bu tekil uygulamalar, kuşkusuz tehdit olarak algılanıp caydırıcı olsa bile, genel olarak tekeller ya da tekellerin önemli bir bölümü, siyasal erki elinde bulunduran burjuva devletin “yürütme komitesi” tarafından dışlanıp ezilecek değillerdir. Olacak şey değildir, olabilir dense bile, en azından henüz ne ulusal ne de uluslararası koşulları vardır!
Bu nedenle, muhalif CHP gibi değillerdir, daha rahattırlar, -şüphesiz çerçevesi hem düzenin hem de devletin bekasıyla sınırlı olmak üzere fazlasıyla dardır, ancak- yönelim ve tutumlarını kolay yenileyebilmektedirler. Üstelik fazla bir yenilenmeye ihtiyaç da duymamaktadırlar. Seçim öncesi yaklaşım ve tutumları, bugünkünden fazla farklı olmadığından, bunun kolaylaştırıcılığından da yararlanmaktadırlar, şimdi üstüne, yeniden seçilmiş oluşun tebrikini, hayır duasını ve açık uzlaşma çağrısını eklemişlerdir.
Ancak işlerinin tamamen kolay olduğunu söylemek zordur. Her şeyden önce uzlaşma çağrıları, Erdoğan-AKP yönetimi tarafından reddedilmemiş olsa bile, olumlu da yanıtlanmamıştır. “Yandaş” tekelleriyle birlikte Erdoğan-AKP yönetimi ile aralarındaki çatışma üstü örtülür türden değildir ve belirgindir. Üstelik AKP Türkiye’sinin özellikle batılı emperyalistlerle çelişme ve çatışmasının keskinleşip şiddetlenmesi durumunda, uzlaşma arayışlarını sürdürmeleri hiç kolay olmayacağı gibi, bu tür arayışlara ihtiyaç duymaya devam edeceklerini sanmak da yerinde ve doğru olmayacaktır. Hele dövizin yükselişinin dış borçları büyüterek sürdüğü, enflasyonun geçen yılki oranını neredeyse katladığı, zorunlu tüketim maddelerine birbirinin peşi sıra zamların yağdığı, mevsim alış-verişinin ucuzlamak bir yana pahalandığı, işsizliğin arttığı koşullar, kapitalist kriz belirtilerinin birikmesine işarettir. Ve bunun, gerek tekeller arası çelişmeleri şiddetlendirecek gerekse Erdoğan-AKP yönetimini ve devamını zora sokacak önemde bir değişken olarak, uzlaşma arayışlarıyla birlikte çok şeyin farklılaşmasına neden olacağı öngörülmelidir.
Bir yandan krizin derinleşmesine paralel olarak güçlenmesinin koşulları büyüyecek halk muhalefetiyle bir yandan da emperyalistlerin artacak baskıları ve sürtüşme içinde olduğu burjuva muhalefetin yeni ataklarıyla karşı karşıya kalacak Erdoğan-AKP yönetiminin işinin daha da zor olduğu herhalde tahmin edilebilir.
Ancak en büyük zorluksa emekçi halkın önünde durmaktadır.
*
Tek adam yönetimine geçiş için Cumhurbaşkanlığını kazanırken baraj altına itip HDP’nin sırtından Meclis çoğunluğunu ele geçirmek, Erdoğan-AKP yönetiminin 24 Haziran Seçimleri’ndeki belirgin taktiği durumundaydı. Oyları 7 puan gerileyen AKP çoğunluğu kaybederken HDP’nin barajı aşması elbette başarı sayılmalıdır. HDP’nin barajı aşması ve doğu ve güneydoğuda gerilerken batıdaki oylarının ciddi biçimde yükselmesi, HDP’den çok, onu destekleyen sosyalistlerle AKP’nin Meclis çoğunluğunu ele geçirmesi kaygısını duyan ve en çoğu CHP tabanında yer almakla birlikte kesinlikle CHP’nin ilerisindeki demokratların tutum ve çabalarının eseri oldu. Üstelik bu sonuç, gericiliğin bütün devlet ve medya olanaklarını kullandığı, Kürt Hareketinin yanı sıra devrimci ve sosyalist çalışmanın her yerde yasaklarla ve zorla engellendiği ve sandıklara müdahale edilerek her türlü hilenin yapıldığı koşullarda elde edildi. Bu nedenle seçim kazanılamadı diye ne moraller bozulmalı ne de küçümsenmelidir.
Ancak ilk turda cumhurbaşkanlığını kazanan Erdoğan, oylarını şaibeli biçimde artıran MHP’yle koalisyon kurmaya muhtaç hale gelen AKP’siyle Türkiye’yi tek adam zihniyetiyle yönetme yetkisine sahip olmuş ve yeminlerle birlikte çıkarılan ayrıntılı 1 nolu “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” ile bu yola girilmiş, vakit geçirilmeden yönetimin tekelde toplanacağı devletin yeniden yapılandırılmasına girişilmiştir. Moraller bozulmamalıdır, zaferin, yalnızca bir seçimde Erdoğan’ın karşısına çıkarılacak bir adayın yüksek performansına bağlı olarak elde edilemeyeceği gibi, hemen bir seçimle kazanılacak kadar kolay olmadığı ise bir kez daha görülmüştür. Seçim sonuçları önümüzde zorlu mücadele günleri olduğunu gösteriyor.
Öte yandan bir gerçek daha yaşanarak görüldü ki, bu seçim sürecinin kazançlarını büyüterek ilerlemek ve faşizmin üstesinden gelmek mümkündür. Bu kazançlar ve dayanakları şunlardır:
1) Tabii ki her şey sandıktan ibaret sayılamaz; ancak bütün kof iddialarına karşın AKP’nin geriletilmesi mümkündür ve 7 Haziran 2015’in ardından bir kez daha geriletilmiştir. Hala ciddi bir tabanı olsa bile, sadece sonuçları değil, ama bütün bir seçim süreci düşüşte olduğunu göstermiştir. Seçimlerde anlatacağı hikayesi kalmadığı ortaya çıkmıştır, öyleyse zorlamayla toparlanıyor gibi görünse bile, anlaşılmaktadır ki, düşüşü sürecektir. Sübjektif belirtilerin yanı sıra objektif belirtiler de bu yöndedir. Hem anlatacak etkili hikayesinin kalmayışı ve yalnızca dinci milliyetçi hurafelerden medet umar olması, hem de dolar ve soğan fiyatlarıyla, cari açığın, iç ve dış borçların, işsizlik ve sefaletin artışında yansıyarak dişlerini gösteren kapitalist krizin halkın birçok sorununun da kaynağı olan Erdoğan-AKP yönetiminin bu düşüşünü derinleştirmesi beklenir.
2) İşçi sınıfı ve sömürülen milyonların iktidar ve muhalefetteki burjuva düzen partilerinin yedeğinde bölünmüş durumda oldukları ortada. Ancak tek adam rejiminin savunucuları AKP-MHP ortaklığı karşısında halkı zafere taşımak üzere birleştirecek sağlam bir birlik kurulamamış ve bu yedeklenme koşullarında yığınlar burjuva ideolojik ve politik etki altındaki kanallarda hareket ediyor olsa bile, Referandum’daki halkın reddi sürmekte ve sömürülen milyonların yarısı tek adam yönetimine karşı demokrasi talep etmeyi sürdürmektedir. Milliyetçi etkiler altında ve henüz kendi güçlerine güvenmez durumda olsalar da sömürülen yığınların bu arayışı küçümsenemez.
Ancak öte yandan veriler, AKP’den kopan kitlelerin bir bölümünün, kendi tabanının bir bölümünü İYİ Parti’ye kaptıran MHP’ye kaydığını göstermektedir ki, bunun gericilikten bir kopuş olduğu ileri sürülemez. Yine de AKP’den kopuşu tabii ki olumlu olan bu kitlenin gericilikten kopuşunu ilerletmek ve düzen karşıtı ve MHP tarafından desteklenen Erdoğan-AKP yönetimine muhalefet saflarına kazanmak üzere devrimci bir çalışmanın ihtiyaç halinde olduğu tartışmasızdır.
3) Üstelik genel olarak ve oluşturulan ittifaklar dolayısıyla da, kendilerine, burjuva düzen partileri ve “Cumhur İttifakı”na karşı “Millet İttifakı” bölünüp yedeklenmenin dayatılmış olmasına karşın, CHP ve HDP tabanında karşılıklı olarak ortaya çıkan yakınlaşma ve partici bencillik yerine -“stratejik oy verme” şeklinde tanımlanmış- ortak amaçlar uğruna birlik eğilimi emekçi halkın ve kurtuluş mücadelesinin bir kazancıdır. “Muharrem İnce’ye ve HDP’ye oy kullanma” biçiminde kendiliğinden ortaya çıkan birlikçi tutum, hem CHP ve hem de HDP tabanlarında küçümsenmez bir karşılık bulmuştur.
4) Sonuçlar özellikle başlangıçta ciddi moral bozukluklarına neden olsa da, genellikle olumsuz olan ilk tepkiler yatışıp yerini az-çok aklıselime bıraktıkça, faşizme karşı mücadelenin gerçek niteliği ve zafer kazanma imkanının “iyi adamlık”, “iyi hatiplik” gibi yetenekleriyle “kurtarıcılar”a, onların -düzen-içiliği ve uzlaşmacılığı giderek daha geniş kesimlerce fark edilen- burjuva zihniyetleriyle burjuva partilerine ve sadece seçimlere bağlı olmayan kapsamının yaşanarak görülmesi bir kazançtır.
5) Zaferin olmazsa olmazı; oy kullanmakla yetinip politika yapmayı bel bağladığı şu ya da bu kişi ve burjuva düzen partisine bırakmayı aşarak, bizzat kendisi politika yapmaya soyunacak örgütlü halkın toplumsal yaşama ve devlet işlerinin yürütülmesine müdahale etmesidir. Seçim dönemi ve seçim öncesine göre daha çok sayıda kişi bunu görmektedir ve bu temel bir kazançtır.
Şimdi artık daha da gerici ve demokrasi düşmanı faşist bir rejimin inşasının ancak ve ancak başta fabrikalar ve işyerleri olmak üzere okullar ve resmi ve özel ofislerde, mahalleler, sokaklar ve köylerde emekçi halkın yürüteceği bir mücadeleyle engellenebileceği ve halkın acil ve temel taleplerinin ancak bu yolla elde edilebileceği eskisinden daha net bir gerçek durumundadır. Böyle bir mücadelenin örgütlenmesiyse, en başta işçi sınıfının partisinin devrimci çalışmasının ürünü olabilir. Sosyalist ve devrimci adlarına layık olmak, bu çalışmanın üstlenilmesine bağlıdır.
6) Parti ve kişi olarak niteliklerinden bağımsız olarak CHP ve adayı İnce’nin mitinglerinin halkın keyfiyet ve baskıya karşı demokrasi -ve bir ucundan da iş ve ekmek- talepleriyle milyonlarla sokağa dökülmesine vesile olması ve kabahati halkta bulan kimilerinin tersine, eylemli olarak “yeter” deme pozisyonuna ilerleme eğilimini ortaya koymasıysa, faşizme karşı zaferin ve geleceğin asıl teminatıdır. Daha fazlasını yapamamış olmasıysa, halkın değil, ama burjuva düzen yanlılarının halkın politika yapmaya yönelmesi ve güç olmasını engelleme yönündeki kafa karıştırıcılık ve saptırmalarıyla, ileri atılmaya teşvik ve tahrik etmek üzere henüz nesnel koşulların yeterince olgunlaşmamış olması ve halkı aydınlatma ve örgütlenmesine önayak olma durumundaki sosyalistlerin eksikliğindendir.
[1] * Nitekim, 2017’yi rekor kâr artışı ile kapatan bankalar Şubat ayında son 14 ayın en hızlı düşüşünü yaşadılar. 4 milyar 537 milyon lira net kâr ile yıla iyi bir başlangıç yapan sektörün Şubat ayı kârı yüzde 15,2 azalarak 3 milyar 847 milyon liraya geriledi. Sektör yılın ilk iki ayında 8 milyar 384 milyon lira net kâr sağlasa da, geçen yılın aynı dönemine göre kârları yüzde 0,8 azaldı. Bu azalış ya da doğru deyişle dalgalanma, dövizdeki yükseliş ve faizlerin sabitlenmesi dayatmasıyla ilgili ve bir kriz belirtisi olduğu kadar özellikle konut kredi oranlarındaki zoraki indirimlerle de bağlantılıdır. Mart’ta bir yine toparlanma görülmektedir ve 2018 Mart’ında sektörün dönem net kârı 2017’nin aynı dönemine göre yüzde 5,1 artarak 13 milyar 912 milyon TL olmuştur.
[1] **https://tr.sputniknews.com/turkiye/201806251034002660-tusiad-24-haziran-uzlasma-reform/