Selçuk Karstarlı

Soma Katliamı ceza davası Temmuz ayında karara bağlandı ve verilen karar Türkiye tarihinin en büyük iş cinayetinin tekrar hatırlanması ve tartışılmasına neden oldu. Gerek şirketin asıl sahibi Alp Gürkan’ın ceza almaması, ceza alanların ise taksirle ölüme sebep olmak gibi ceza miktarını düşüren bir gerekçe ile ceza almaları (savcının ilk iddianamesinde olası kastla adam öldürmeden ceza istemesine rağmen), gerekse de cezanın düşüklüğü, bu kadar büyük bir katliamda bile, emekçilerin egemenlerin hukuku açısından ne kadar değersiz olduğunu göstermiştir. Hatta bu mahkeme kararı egemen sınıfın medyası açısından haber değeri bile görmezken, Adnan Oktar’a yapılan operasyonlar ülke gündemi haline getirildi. Mahkemenin karar duruşmasının Cumhurbaşkanlığı yemin törenine denk gelmesi nedeni ile ertelenmesi de iktidarın işçilere verdiği değerin bir başka göstergesidir. (Resmi gerekçe hakimin sağlık raporu gösterilse de gerçeğin böyle olmadığı açıktır.)

Aslında sınıf mücadelesi ile canlı bağları olan kesimler açısından bu karar pek de yadırganmadı, bunun birkaç nedeni var. Birincisi; dava sürecinde yaşananlar, mahkeme heyetinin değiştirilmesi, daha önce Şirvan davasına bakan hâkimin mahkeme heyeti başına getirilmesi; ikincisi ise iş cinayetleri davalarında bugüne kadar görülen cezasızlık durumudur. Burada kastettiğimiz asıl sorumluların ve işverenin cezasızlığıdır. Zaman zaman alt kademe yönetici veya çalışanlara verilen cezalar asıl olarak gerçek sorumluları ve sistemi koruma amaçlıdır.

Aslında iş cinayetleri emekçiler için günlük hayatın bir parçası desek abartmış olmayız.   İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verileri 2017 yılında 2006 emekçinin iş cinayetlerinde öldüğünü gösteriyor. ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) çalışmalarında 1 iş kazasında ölüme karşılık 6 meslek hastalığına bağlı ölümün yaşandığını ortaya koyduğu göz önüne alınırsa, geçtiğimiz yıl 14 bin kişinin işi yüzünden hayatını kaybettiği söylenebilir. Daha önceki yıllara da baktığımızda, bilim ve teknolojinin geliştiği çağımızda her geçen gün ölümlerin azalması olağan bir gidişat olarak değerlendirilebilirdi, ancak gerçekleşen bunun tam tersi olmuş, her geçen yıl daha fazla emekçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetmiştir.

Tablonun ne kadar ürkütücü olduğunu anlamak için bir karşılaştırma yapabiliriz.   Kıyaslamalar için genel kabul görmüş yöntem (ILO da bu şekilde kıyaslıyor) 100.000 çalışana karşılık gerçekleşen ölüm oranıdır ve bu oran Türkiye için 2017’de 9,13 olarak gerçekleşmiştir. Norveç, İngiltere, Fransa ve Almanya’da bu oran yüz binde 0,3-2 arasındadır. Bu tablo bile ülkemizdeki ölümlerin doğal olmadığını göstermektedir.

2017 yılında ölen emekçilerin 116’sı kadın, 18’i 15 yaş altında olmak üzere 60’ı çocuk işçi ve çoğunluğu Suriyeli olmak üzere 88’i göçmen/mülteci işçiydi. 453’ü inşaat işçisi, 385’i tarım işçisi, 272’si taşımacılık, 154’ü ticaret ve büro iş kollarında meydana gelmiştir. Kuralsızlığın, taşeronlaştırmanın (ve daha kötüsü çavuşların denetiminde mevsimlik çalışma sistemi) hakim olduğu bu sektörlerin bir diğer özelliği de sendikal örgütlenmenin en zayıf olduğu sektörler olmasıdır. Ölümlerde yüksekten düşme, göçük, trafik-servis kazası gibi nedenler çoğunlukta yer almaktadır ve 2018 yılında da iş cinayetleri aynı vahim tablo ile sürmekte. 2018 ilk altı ayında en az 907 emekçi kaza süsü verilmiş iş cinayetlerinde hayatını kaybetti.

KAZA MI? İŞ CİNAYETİ Mİ?

Bu korkunç tabloya karşın hala ülkemizde iş cinayeti kavramını marjinal veya abartılı bulanlar, bu kavramın politik tercihlerin bir ürünü olduğunu düşünen kesimler var. “Kaza mı, cinayet mi?” tartışması politik açıdan da bir tartışmadır elbette ancak aynı zamanda teknik de bir tartışmadır. Bunu basitçe ifade edersek, ölümlerin büyük oranda tespiti zor olmayan ve önlenebilir sebeplerden gerçekleşmiştir ve uygun teknik ve idari tedbirler ile ölümler engelenebilirdi. Yani insanlar bilerek, görerek ölüme itilmişlerdir. Bu gerçeklik, her gün gözlerimizle tanık olduğumuz üzere, kamyon kasasında veya traktör römorkunda taşınan mevsimlik işçilerin, standart dışı iskelelerde her türlü ekipmandan yoksun çalıştırılan inşaat işçilerinin, eski teknolojili makineler ile uzun mesailerde çalıştırılan sanayi işçilerinin, uygun olmayan ekipmanlar ile madenlerde çalıştırılan maden işçilerinin yaşamlarında her gün yeniden üretiliyor. Oysa bu vakaların büyük çoğunluğu az çok bilim-teknik açıdan gelişmiş bir ülkede görülmemektedir. Örneğin İngiltere’de bir yılda iş cinayetleri yüzünden ölen işçiden daha fazlası ülkemizde bir aydan kısa bir sürede ölüyor.

Binlerce insanın hayatına mal olan iş cinayetleri ve meslek hastalıkları iktidar sözcülerinin iddia ettiği gibi ne fıtrattır, ne de kötü şanstır, sebep ölümleri üreten sistemdir. Kozlu, Soma ve Ermenek gibi toplu kıyımlar ile daha çok gündeme gelen rödovans sisteminde olduğu gibi, ölümlerin yoğunlaştığı inşaat ve tarım iş kollarında yoğun taşeronlaştırma, mevsimlik çalışma ve işçi çavuşların insafına terkedilmiş çalışma düzeni ölüm üretmektedir. Bu çalışma düzeninde ücretlerin mümkün olduğunca düşük olmasının yanı sıra, ücret dışı maliyetler sıfıra yakındır. Teknik yeterliliği kanıtlanmış ürün yerine fiyatı en düşük ürün ve malzemeler kullandırılır, hatta bu ekipman ve malzemeleri, çalışan kendisi temin etmektedir. Sadece çalışma şartlarında maliyetler düşürülmez, aynı zamanda barınma, yeme içme ihtiyaçları bile insani ve çağa uygun şartlarda temin edilmez, inşaat sahalarının, tarım alanlarının yanında kurulan iptidai çadırlarda barındırılan işçiler sadece işin yapımı sırasında değil, kaldıkları çadırlarda da ölebilmektedir (İstanbul Esenyurt’ta AVM inşaatında ölen 11 işçiyi hatırlayalım). Temiz su, yıkanma ve uygun sosyal alanları olmayan işçiler besin zehirlenmesi, hastalıklar vb sonucu ölebilmekte veya bedensel hasarlara uğramaktadır. Bu türden ölümler SGK kayıtlarına iş kazası olarak kaydedilmediği gibi toplumun geniş bir kesimince de hayatın içinde sıradan bir durummuş gibi değerlendiriliyor. Bu vakaların meydana gelişinin iş ile doğrudan ilişkisi vardır. Bu alandaki diğer bir problem de devletin denetim yetkisini neredeyse hiç kullanmamasıdır. İktidar ekonominin temel gücü olarak gördüğü ve yandaşlarının temel rant sahası olan inşaat sektörü üzerinde insan hayatını baz alan hiçbir yaptırım uygulanmayarak her yıl 500’e yakın insanın ölümüne göz yummaktadır. Dolayısı ile iş kazası diye anılan iş cinayetleri sermayedarlar, devlet ve hukukun içinde yer aldığı organize bir suçtur.

Genel olarak sermaye sahiplerini özelde de yandaş şirketleri koruma eğilimine son olarak Çorlu’da gerçekleşen ve 24 kişinin hayatını kaybettiği tren kazasında da gördük. Açıkça bir yapım ve denetleme kusurundan kaynaklandığı açık olan bu kazadan sonra yüklenici şirkete ve denetimle yükümlü kurumların yöneticilerine dair bir işlem başlatılmaması, bunun yerine yayın yasağı getirilmesi ve cumhurbaşkanlığı yemin töreninin ertelenmemesi iktidarın emekçilerin ve halkın yaşam hakkına dönük tutumunun da bir göstergesi olmuştur. Bir gün önce ayağı otomatik kapıya sıkışan çocuk için cumhurbaşkanının ağladığını yazan yandaş medya tren kazasında ölen çocuklara ilişkin tek satır yazmadı.

“İş cinayeti mi, kaza mı?” tartışmasında gerek emekçilerin, gerekse İSİG alanında çalışma yapanların kafasını bulandıracak bir argüman da kazaların yüzde 2’sinin önlenemez olduğuna dair Herbert W. Heinrich’in kaza teorisidir. Herbert W. Heinrich 1931’de yayınladığı bir makalede (Industrial Accident Prevention: A Scientific Approach) kazaların yüzde 88’inin insan hataları, yüzde 10’unun işyeri koşullarından ve yüzde 2’sinin de önlenemez nedenler ile meydana geldiğine dair bir iddia ortaya atmıştır. 1931 yılında bu iddia belki görece tutarlı sayılabilirdi. Ancak bu yaklaşımın günümüzde de genel geçer bir doğruymuş gibi uzmanlara, hekimlere ve onlar aracılığı ile işçilere anlatılıyor olması problemli ve çağ dışı (gerici) bir yaklaşımdır. Yani açıkça ölümün işin fıtratında olduğu veya ölenin kusurlu olduğu propagandası yapılmaktadır. Bu ve benzerlerini cumhurbaşkanının ve başbakanın yaşanan iş cinayetlerinden sonra yaptıkları açıklamalarda da duyduk. Yani bu açıklamalar basit bir cehalet veya yanlış bilgilenmenin sonucu değil, aksine bilinçli olarak sürdürülen bir propagandanın ürünüdür. Günümüzde insan davranışlarının kazaya yol açmasını engelleyecek teknolojik (sensörler, fiziki korumlar vb) ve teknik olanaklar son derece gelişmiş bir düzeye sahiptir. Artık adeta gören duyan, yorumlayıp tepki veren makineler yapılması mümkündür. Dolayısı ile aslolanın işyeri ve çalışma şartları olduğu ve dolayısı ile ölümlerde asıl sorumluların sermaye sahiplerinin olduğu açıktır.

Bu açıklamalardan sonra Soma Katliamı’na dönersek burada yaşanan vaka da işyeri ve çalışma şartlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır ve asıl kaynağı daha fazla üretim dolayısı ile kar hırsıdır. Dava sürecinde madendeki sensörlerin istim hatlarından (temiz hava hatları) çekilen hortumlar ile kandırıldığı, kömürdeki kızışma defalarca tespit edildiği halde üretime ara verilmediği, daha fazla üretim için bu risklerin bilinerek alındığına dair bilgiler yargılama dosyasına delilleri ile birlikte girdi. Buna rağmen mahkeme heyeti Alp Gürkan’ı suçsuz bulurken bu sistemi yöneten ve sürdüren diğer sorumluları taksir yani tedbirsizlikten suçlu bulmuştur.

Özetle bu katliam da tüm iş cinayetleri gibi ne önlenemez nedenlere dayanıyordu ne de çalışan davranışlarının bir sonucuydu. Önlemenin yolu işyeri şartlarının (kullanılan ekipmanların ATEX uygunluğu, havalandırma sistemleri, kaçış yolları ve acil durum odalarının planlanması, kullanılan kişisel koruyucuların niteliği, maden kazı planı vb.) iyileştirilmesiydi. Dolayısı ile sorumlular da finansal ve idari kararları verenlerdir. Can Gürkan’ın mahkemede ben finans açısından şirketi yönetirim ne isterlerse alırım savunması onun cezasını azaltan bir unsur olmuştur ve gerçekte olması gereken bunun tam tersidir. Daha düşük maliyetler ile daha fazla üretim sağlamak için yapılanlar 301 insanın hayatına mal olmuştur ve egemen hukuku da bu katliamı sıradanlaştıran bir karara imza atarak ülke tarihine geçmiştir.

MÜCADELE SINIF ÖRGÜTLERİNE DAYANMALI

Binlerce insanın ölümüne sebep olan iş cinayetleri ve meslek hastalıklarına karşı sağlıklı çalışma ve yaşam hakkı için verilen mücadelenin zayıflığı ortada. Zaman zaman yaşanan ölümler ve dava süreçleri ile ilgili emek ve meslek örgütlerinin yaptığı basın açıklamaları ile kazanım elde edilemeyeceği açıktır. İstanbul’da başlayan, Kocaeli ve Ankara’da kurulan (diğer illere de yaygınlaşacaktır elbette) İSİG Meclislerinin çalışmaları iyi niyetli, gayretli ve toplumda meşru algıyı yakalamış olsa da halkı aydınlatmanın ötesinde bir olanağa sahip değillerdir. Her ne kadar kimi işçi sendikalarından da bu platforma katılımlar olsa da genel olarak işçi sağlığı ve iş güvenliği sendikaların gündeminde olan bir mesele değildir. “Kaza mı, cinayet mi” tartışmasındaki kafa karışıklığı, sağlıklı ve güvenli çalışmanın bir hak olduğu bilincini de baltalamakta ve bu hak sendikal haklar alanına bir türlü girememektedir. Hiçbir sendika örgütlü olduğu işyerlerinde bu konuları denetlemediği gibi, toplu iş sözleşmelerine işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili konular girmemektedir. Dolayısı ile işverenin almadığı tedbirlerin maliyetini işçi ömür boyu gördüğü tedavilere harcayarak veya canı ile ödemektedir. Çalışma şartlarının iyileştirilmemesi demek bugün kazanılan ücretin gelecekte sağlık gideri olarak sermaye sınıfına geri ödenmesi anlamı taşımaktadır.

Sorunun bir diğer yanı da ölümlerin ve meslek hastalıklarının sömürü düzeni mekanizmaları ile olan doğrudan ilişkisidir. Taşeronlaştırmanın, geçici çalıştırmanın ve esnek çalışmanın yoğun olduğu inşaat ve tarım gibi sektörlerde ölüm ve meslek hastalıklarının daha yoğun olduğu istatistiklerle de ortada. Dolayısı ile sağlıklı ve güvenli çalışma hakkı da güvenceli, sendikalı, insanca bir ücret talebi için yürütülen mücadelenin taleplerinden olmalıdır.

Bu yakıcı sorun her ne kadar sendikaların gündeminde olmasa da aslında işyerlerinde işçilerin günlük hayatının bir parçasıdır ve sınıfın ana gövdesi harekete geçirilmeden ölümlerin önüne geçmek mümkün olmayacaktır.