Kaan Biçici

 

Bilimin tarihine dair anlatılar genelde çeşitli isimlerin biyografi anlatıları gibi şekillenir. Tarihin akışını değiştirmiş, yaşadıkları dönemin –toplumsal koşullarının- şekillendirdiği ya da etkilediği değil tersine dönemi şekillendirenler ve etkileyenler… Newton, Galilei, Einstein hatta bugün daha da popülerlik kazanmış Oppenheimer… Böylesi figürler sayılacaksa daha birçok isim sıralanabilir. Bu anlatılarda öne çıkan bir diğer şey “bireysel” fikirler olurken fikirler “vahyen” gelmişçesine aktarılır. Bilimsel etkinlik de sadece seçkin, zihnen toplumun çok üzerinde bir grup insanın dahil olduğu bir uğraş olarak anlatılır. Tüm tarihsel ve toplumsal bağlamından kopartılmıştır.

Bilim insanın doğayı anlama çabası, doğaya dair merakından gelen bir uğraş olmasının yanında aynı zamanda evrimsel tarihinde alet kullanmasıyla ve “emeğin” tarih sahnesine çıkışıyla birlikte doğayı değiştirmesinden/değiştirme çabasından da gelmektedir. Bu çabanın ortaya çıkmasıyla insan bilincinin de ortaya çıkması paralellik göstermekte. İnsan doğayı değiştirdiği gibi kendi bilincini de değiştirmiştir. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859) kitabının önsözünde “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır[1] demesi düşüncenin de “kimin” olduğuna cevap vermektedir. Düşüncenin bireysel olması da “idealist” bir görüştür. Elbette bu ilişkide birey önemsiz değildir, birey kendi düşüncelerini üretirken yaratıcı ve etkileyici bir rol oynar. Bireyler, aldıkları toplumsal ve tarihsel etkileri kendi deneyimleri ve içsel süreçleriyle birleştirerek düşüncelerini yeniden şekillendirirler. Bu yeniden şekillendirme süreci, yeni fikirlerin ve yaklaşımların ortaya çıkmasını sağlar. Düşüncenin kaynağı toplumsal ve tarihsel olduğu gibi bireyin yaratım süreci ile de ilgidir. Düşünce toplumsal koşulların ürünü ve birikimin devamıdır. Bilimsel uğraş da geçmişe nazaran şimdilerde neredeyse mutlak bir zorunluluk gibi “kolektif”, bilimsel düşünce de “tarihsel” ve “toplumsal”dır. Her bilimsel gelişim, döneminin toplumsal koşulları ile sınırlıdır. Bilimsel etkinliğin, uğraşın niteliği değiştiği gibi bilimsel düşüncenin niteliği ve bilimsel düşüncenin “aitliği” de değişmiştir. Kapitalizmin ortaya çıkması ve gelişimiyle birlikte bilim tarihte hiç olmadığı kadar devletin ve sermayenin yönlendirmesiyle şekillenmektedir. Hangi alanlara ağırlık verileceğinden hangi alanlarda nelerin araştırılacağına ve geliştirileceğine tamamen sermayenin ihtiyaçlarına göre karar verilmektedir. Kapitalizm içerisinde, sermayenin bilimsel bilgiyi kontrol altında tutma mekanizmalarından biri de –en önemlisi- patentler olmuştur.

 

Patentler: Emeğin mi ödüllendirilmesi yoksa sermayenin mi?

Patentler, bilimsel buluş ya da keşiflerin yaratıcılarına (çok büyük oranda şirketler) belirli bir süre boyunca, genellikle 20 yıl gibi, belirli bir coğrafi bölgede o buluşu münhasır olarak kullanma ve satma hakkı veren mekanizmalardır. Esasen patentler yeni buluş, keşif ya da ürünlerin “ticari mal” olarak satılabilirliğini kayıt altına alırken, temel amacı sahibi için kâr yaratmak ya da kârlılığı artırmaktır. Esas misyonu da bilimsel ve teknolojik ilerlemeyi toplum yararına ortaya koyma ya da buluş yapan kişileri “ödüllendirmek” değil aksine bu ilerlemeyi sermayenin elinde toplamak ve ticari bir avantaja, kâra dönüştürmek biçimindedir. Bilgiye erişim “açık” değildir. “Katma değer” adı altında anılan fahiş kâr, aslında patentin sunduğu bu ayrıcalıklı pozisyonun bir sonucudur. Serbest piyasanın alametifarikalarından keyfi fiyat belirleme olanağı sunmaktadır. Patentle “eşsiz” hale gelen bilgi, sahibi için “kârlı” hale gelmektedir.

Bir tarafıyla kârın maksimize etmeye çalışmanın bir aracı olduğu gibi sömürgeleştirmenin ya da bağımlı hale getirmenin de bir aracı haline gelmektedir. Tekelci kapitalizm ile birlikte bağımlı kapitalist ülkeler, emperyalistlerin taşeronu/fasonu haline gelmekte. Patentlerin de çok büyük oranda emperyalist ülkelerdeki şirketlerin elinde toplanması ve başvuruların büyük çoğunluğunun da bu ülkeler tarafından yapılması “sömürgeleştirme” sürecini açık etmektedir.[2] Bilimsel bulguyu ya da ürünü pazarlamak için bulgunun ya da ürünün patentini almak piyasa için gereklilik, bu bulgunun ya da ürünün pazarlanması için de zorunluluktur. Ancak patentlenmesi uygulamaya geçilmesi demek değildir. Bu da bilimin işlevine dair bir tartışma olduğu gibi “metalaştırma” açısından bir strateji halini almakta.

 

Kapitalizm bilimi teşvik mi ediyordu?

“Sleeper Patents”, genellikle patent sahiplerinin uzun süre boyunca kullanmadıkları veya ticari olarak faal hale getirmediği patenti ifade eder. “Sleeper patents”, özellikle büyük teknoloji tekelleri veya büyük patent portföylerine sahip şirketler arasında yaygındır. Tekeller patentleri rekabetçi bir avantaj olarak tutmak veya potansiyel bir gelecekteki gelir kaynağı olarak sağlamak amacıyla satın almaktadır. Bu satın aldıkları patentleri de genellikle daha sonra, pazar koşullarına göre aktif hale getirirler. Tekeller böylece herhangi bir üretim yapmadan satın aldığı patent ile pazarı başkalarına kapalı tutabilmekte aynı zamanda bilimsel gelişimin önünde de set olmaktadır. “Edison Stratejisi” olarak adlandırdıkları strateji ile de patent sahibi olan teknoloji tekelleri “potansiyel” rakiplerinden önce davranarak yeni bilimsel buluşları patentleyerek portföylerine eklemektedir. Adını Thomas Edison’dan alan bu strateji, Edison’un birçok patentin sahibi olmasına ve bu patentleri ticari olarak değerlendirmesine dayanmakta. Edison, patentlerini hem kendi ürünlerini geliştirmek hem de diğer şirketlerle lisans anlaşmaları yapmak için kullandı. Thomas Edison 1093 ABD patentine sahipken diğer ülkelerdeki yabancı patentleri de dahil olmak üzere toplamı 2.332 patente sahiptir.[3]

Bu yöntemle elinde öncü teknolojiyi ya da bilimsel bulguyu barındıran tekelin patent tercihini sahip olduğu bulguyla ya da teknolojiyle daha ileri bulgu elde edilmeden ya da teknoloji sağlanmadan önce sermayesini büyütecek kâr hesabı belirlemektedir. Demek oluyor ki bir yandan da elinde bu öncü teknoloji ya da bulguyu barındıran bu tekel daha ileri olanın –kendisi harici- ne kadar engelleyebilirse o kadar da kârına kâr katabilmektedir. Bilimsel ilerleme, buluş ve gelişme için “lokomotif” olduğu iddia edilen kapitalizm, gelişmenin önündeki en büyük set halini almakta böylece. Bilimsel gelişmede bir “pat” durumu yaratan bu hamle “patenti olandan” uzak durulduğu bir yerden de yaratıcılığın önüne bir set daha çekmekte.

Sadece patentleri al-sat yaparak kâr etmeye çalışmayan şirketler olduğu gibi bazı şirketler de herhangi bir araştırmaya “elini sürmeden” hiçbir geliştirme aşamasında bulunmadan sadece elinde bulundurduğu ya da daha doğru ifadeyle “sahibi olduğu” kritik patentleri ihlal edenlere karşı dava açarak gelir sağlamaktadır. Yine burada da davayı açıp süreci uzatarak, sürüncemede bırakarak patent ihlal bildirimi de gelişimin önüne set çekmeye dair bir strateji halini almakta.

1994 yılında Uruguay Round[4] görüşmeleri sonucunda kabul edilen TRIPS Anlaşması (Trade-Related Aspects of Intellectual Property Rights Agreement), Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) üye ülkeleri arasında yürüttüğü bir ticaret anlaşmasıdır. Bu anlaşmayla birlikte fikri mülkiyet haklarına dair uluslararası standartlar oluşturulmaya çalışıldı. Bu anlaşmayla birlikte emperyalistler fikri mülkiyet haklarının ticaretteki rolünü güçlendirmeyi amaçlamaktaydılar. Tahmin edildiği gibi bağımlı kapitalist ülkelerde aşırı koruyucu olurken ve bu ülkelerin ilaç gibi temel ihtiyaç ürünlerini daha pahalıya satın almak zorunda kaldığı bir durumu doğurdu. Örneğin 1996 yılından bu yana AIDS hastalığında kesin çözüm olarak kullanıyor olmasa da hastanın hayat kalitesini ve yaşam süresini artırmak amacıyla kombine anti-retroviral ilaçlar kullanılmaktaydı.[5] 2005 yılına kadar, Hindistan ilaçlara patent vermiyordu ve bu durum jenerik ilaç üretim endüstrisini destekliyordu. Dünya Ticaret Örgütü anlaşmalarına imza atan Hindistan, ilaç ürünleri dahil olmak üzere fikri mülkiyetin özel sahipliğini tanımaya başlamadan önce patentine sahip olunan orijinal ilacın maliyeti hasta başı yıllık 10 bin dolardan fazla iken “muadilini üreten” ilaç firmaları bu maliyeti 200 doların altına kadar düşürebilmekteydi.[6] Böylesi durumlarda da ilaç tekelleri engellemeler, hukuki arayışlar hatta tehditler aracılığı ile bu durumun önüne geçmeye çalışmakta.

İlaç geliştirme süreçleri açısından da bir diğer önemli nokta “veri tabanlarına” sahip olunmasıdır. Hastalığa dair çeşitli genetik/tıbbi bilgilerden, tedaviye dair çeşitli yanıtların sonuçlarına kadar bu veriler çok büyük oranda araştırma merkezleri, klinikler veya hastaneler tarafından toplanmaktadır. Veri tabanı her ne kadar bir ilacın/tedavinin geliştirilmesinde öncü rol oynasa da bir ilacın geliştirilmesinden piyasaya sürülmesine tüm bu süreçler sermaye-yoğun işlerden oluşur. Bu sebeple çoğu “küçük” firmalar ellerindeki verilerin lisansını tekellere devrederler yani “satarlar”. Bu konudaki en bilinen örneklerinden biri de 1999 yılında, İzlanda parlamentosu kabul ettiği yasa tasarısı ile önce İzlanda merkezli özel sermayeli deCODE şirketinin İzlanda nüfusunun sağlık bilgilerini içeren kapsamlı bir elektronik veri tabanını elde etmesini yasal hale getirdi. Daha sonrasında da çok büyük ölçüde Amerikan yatırımcıları tarafından finanse edilen deCODE Genetics, zaten İsviçreli ilaç şirketi Hoffman-La Roche ile anlaşma imzalayarak, 12 hastalığın genetik kökenlerini belirlemek için veri tabanına özel erişim hakkı elde etmişti.[7]

Böylesi gündemler sonrasındaki tartışmalarda da eksik bırakılan, hasıraltı edilen bir tartışma da bilimsel araştırmaların sürdürülmesinde sektörün “abartılan” rolü oluyor. Her ne kadar akademik araştırma laboratuvarları patent hakkının (ya da daha geneli itibariyle fikri mülkiyetin) tavizsiz savunuculuğunu yapıyor olsa da akademik araştırmada bir düzeyde de olsa “kamusal” katkısı olmaktadır. Ancak burada esas kaçırılan nokta kamudaki araştırmaların özel sektördekilere öncül olacak biçimde sürdürülmesinin dolaysız, doğal kabul edilmesidir. Burada da bilimsel bulgu, buluş ve gelişmelerin özel sektörde yapılıyor oluşunun “reklamı” ya da “PR’ı” özel sektörde gerçekleşen ve bu olguları ya da gelişmeleri mümkün kulan kamudaki öncül çalışmalar gerçeğini sislendirmektedir. Kamudaki çalışmaların yapıldığı yer de üniversiteler olmaktadır.

 

‘Bilim yuvası’ olmaktan ticarethane olmaya

Bilim tarihinin, art arda gelen büyük bilim insanlarının ürettiği bilimsel buluşlar ve kuramlar tarihi olmadığından girişte bahsetmiştik. Her ne kadar bilim tarihi bilimsel bilginin üretimi/keşfi süreçlerinde yer alan öznelerin kişisel öykülerinden oluşuyor olmasa da bu öznelerin emek süreçlerine olan katkıları ve bu süreçlerdeki rolleri bilimin tarihsel gelişimine ve nasıl bir araç olduğuna dair bilgi vermektedir. Bilimsel faaliyetin öznesi olan bilim insanı belki kapitalizmden önce kendi yarattığına ve kendi düşünsel faaliyetine dair daha söz sahibi iken bu kapitalizmle keskin bir biçimde değişmiştir. Bilim insanının (emekçisinin)[8], emeğinin ürününün hatta mülkiyetini sermayeye kaptırdığı bulgu ve buluşunun nasıl kullanılacağına ilişkin hiçbir söz hakkı bulunmaz. Üstüne üstlük verdikleri emek sonucu ortaya ne tür ürünler çıkabileceği konusunda da oldukça umursamazdırlar. Bu umursamazlık ona “bahşedilmiş” sahte özgürlüğün/özerkliğin getirisidir. Yakın zamanda vizyona giren Oppenheimer filminde de yönetmeninin odağı sürekli bu meseleye çektiği gibi Oppenheimer gibi çoğu kendilerini “bilim yapmakla uğraşan, bulgusunun, buluşunun nasıl kullanılacağı ile ilgilenmeyen” biri olarak görürler, sonuçların sorumlusu da değildirler. Bu söylem de yine bilimin sınıflar-üstü bir etkinlik olduğu yanılsamasından doğru gelmektedir. Yabancılaşma en ileri düzeydeyken kendi davranışları da oldukça ahistoriktir, idealisttir. İkinci Dünya Savaşı’nda kendi hür iradesiyle Nazilerin “bilimsel” çalışmalarına aktif katılım gösteren Heisenberg kendisini şöyle gerekçelendirmişti: “Sarılabileceğimiz genel bir doğru çizgi yoktur. Kendi başımıza karar vermek zorundayız ve yanlış mı doğru mu yaptığımızı önceden söyleyemeyiz.[9]

Yabancılaşmaları nasıl çok ileri düzeyde ise sömürü de benzer düzeydedir. Artık tamamıyla meta ilişkilerinin bir unsuru haline gelmiş bilimsel çalışmalar sonucu yaratılan değer ile bu değer üzerinden elde edilen kâr karşılaştırıldığında aradaki uçurum içler acısıdır. Bilimsel çalışmalar nasıl metalaştıysa bilim insanı nasıl sömürülüyorsa üniversiteler de ticarethaneye dönüşmektedir. Bugün en yaldızlı hallerde öne çıkartılan “üniversite-sanayi işbirliği” meselesi de bu dönüşümün esas aracı olmuştur. Şiarına gelince “üniversitelerin bilgi birikimini”, “yetişmiş insan gücünü” ve “araştırma potansiyelini” kullanarak bunlardan yararlanarak sanayinin “deneyim” ve “finansal gücü” ile birleştiren faaliyet denmekte. Fiiliyatta ise üniversitedeki akademisyeni işçiye hatta “esnafa” çeviren, sanayideki teknolojik gelişmelerin lokomotifi temel bilim çalışmalarını sermayenin “ihtiyacı” üzerinden kamusal fonlarla sürdürmesini sağlayan, sonucunda ortaya çıkan bulgu, buluş ya da ürünü de sermayenin oyuncağı yapma şeklinde kendini göstermektedir.

Üniversitelerin şirket statüsünde işletilen teknoparklar kurabilmesinden akademisyenin şirketler kurarak daha doğru tabirle “esnaflaşarak” bu teknoparkların parlak yüzlü çocukları haline gelmesine, hatta lisansüstü ve lisans öğrencilerinin yürütülen projelerde/araştırmalarda “insanlığın hayatını kolaylaştıracak bilime katkı topluma hizmet” yalanlarıyla ucuz işgücü olarak sömürülmesine kadar olan işlerin tamamı bugünkü yaratılan akademinin gerçeğidir. Bilimsel araştırmalar özünde potansiyel olarak yararlı olsa da sonucunda anlamsız ya da yararsız olabileceği gibi temel bilimlerdeki araştırmalar doğrudan bir ürünün ortaya çıkmasını “hedeflemeyen” şeyler olsa da sermaye “mutlu son” istemektedir. Kamu fonlarında da özel fonlarda da açılan proje çağrılarında projeden esas “beklentilerden” biri de ürün ortaya çıkması olmaktadır. Bu da bilimin ne olduğuna, nasıl bir araç olduğuna dair esastan bir müdahaleyi göstermektedir. Burada da esas fonlanan alanlar da büyük oranda sonucunda ortaya ürün çıkarma potansiyeli yüksek olan “kimya”, “biyoloji”, “fizik” ve “tıp” gibi alanlar olduğu gibi en az fonlanmaya ve de araştırmaya sahip alanlar da “tarih”, “sosyoloji” gibi alanlar olmaktadır.[10]  Keza burada fonların büyük kısmını da kamu ve devlet fonları oluşturmakta.

 

Zaten ‘bizim’ olan şey ne zaman ‘sizin’ oldu?

“Güneşi patentleyebilir misiniz?” Bilim tarihinde akıllara kazınan “başkaldırı” sözlerinden en ünlüsü belki de. Hem de Galilei’ye ithaf edilen kendisini yargılayan Engizisyon karşısında geri adım attıktan sonra mahkemeden sonra kısık sesle söylediği “Eppur si muove[11] gibi alçak bir sesle de ifade edilmiyor. 1955’te Edward Murrow’un sunduğu programa katılan çocuk felci aşısını bulan Jonas Salk, Murrow’un “Aşı kime ait?” sorusuna “İnsanlar sanırım. Güneş’i patentleyebilir misiniz?” dedikten sonra gülüşüyle karşılık veriyordu.[12] Her ne kadar araştırmaları sırasında birçok etik ihlalde bulunmuş, hatta ilaç üreticisi olan Parke Davis[13] şirketine aşıyı geliştirebilmesi için daha fazla bilgi alabilmesi karşılığında aşının patent hakkını verme sözünde bulunmuş[14] olsa da Salk patentini almayışının bir tercih değil “zorunluluk” olduğunu çokça kez vurgulamıştı. Yine verdiği başka bir röportajda çalışmaya dair, “Kamu malı olması için yaptığım bir şey değildi… Kamu yararına çalışan, kamu tarafından sağlanan fonlarla çalışan, kamu hizmeti yapan bir bilim insanıydım. Ben ne siyasetçiydim ne de oyuncuyum” diyecekti.[15] Ancak yine de işler Salk’ın istediği gibi gitmeyecekti. Amerika’da kısa sürede stok sıkıntısı başlamış ve aşı fiyatları artışa geçmişti, aşının kimyasalı 2 dolar iken seri aşılama için 21 dolar gerekiyordu.[16] Aynı dönem güvenilirlik açısından daha problemli olsa da daha ucuz uygulama ve dağıtımı olan Sabin’in aşısı yaygınlaşmış, 1970’lere gelindiğinde de çocuk felci halk sağlığı problemi olmaktan çıkmıştı. Ancak 1999’da (Salk’ın ölümünden sonra) ABD’de uygulanmaya başlanacak olsa da Salk’ın tüm çabasına rağmen “daha ucuz” olan tercih edilmiş kendisi unutulmayan olsa da “işe yaramayan” konumuna düşürülmüştü.[17]

İyi niyeti sermayenin gerçekliğinde eriyip kaybolan bir tek Salk değildi. 1923 yılında Banting, Best ve Collip insülini yapay yollarla elde etmeyi bulacak, buluşları sayesinde Nobel Tıp ödülüne layık görüleceklerdi. Kendilerine sunulan patenti de reddetme sebebi olarak da Banting “İnsülin dünyaya aittir, bana değil” sözleriyle açıklayacaktı. Her biri 1 dolar karşılığında Toronto Üniversitesi’ne haklarını devredecek, Toronto Üniversitesi de insülin üretimini firmalara lisanslı olarak “satacaktı”.[18] Daha sonraları direnseler de değişen bir şey olmadı. Ayrıca uzun etkili insülinlerin geliştirilmesi ve patentlenmesi neticesinde insülin fiyatları da artış gösterdi. Bugün Türkiye’de de insülin her ne kadar devlet tarafından karşılansa da insülin pompası gibi ek ihtiyaçlar karşılanmamakta.

Örnekler münferit olmadığı gibi bütüne dair işleyişe dair net göstergelerdir. Bilimsel bilginin toplumsallığından, tarihselliğinden ve kolektifliğinden yararlanılıp üstüne üstlük bir de kamusal fonların da kullanılmasıyla sermayeye altın tepside sunulan bilimsel çalışmalar, bulgular ve ürünler… Yakın zamanda da resmi verilere göre 7 milyona yakın insanın öldüğü Kovid-19 pandemisinde de yakinen bunlara şahit olmuştuk. Araştırmalar ortak havuz üzerinden bir birikimle sürdürülürken aşıların geliştirilmesinde de kamu fonları büyük çoğunluğu oluşturuyordu. Örneğin AstraZeneca Kovid-19 aşısının fonlarının %95,5’ini Birleşik Krallık fonları oluşturmaktadır.[19] Mart 2021’e gelindiğinde tamamı kamusal fon olmak üzere Pfizer 800 milyon, Moderna 956,3 milyon, Janssen ise 910,6 milyon dolar fon kullanmaktaydı.[20] Daha sonrasında ABD Pfizer’dan 650 milyon doz aşı satın almış toplamında 15 milyar dolar ödeme yapmıştı. Aynı şekilde Moderna’dan da 566 milyon doz aşı satın almış, 10 milyar dolar ödeme yapmıştı.[21]

Bu süreçte aynı zamanda emperyalist ülkeler nüfusların kat be kat üstünde aşı satın almış, yoksul ülkelerin sadece çok küçük bir kesiminin aşıya ulaşabilir olmasından ötürü de “toplumsal bağışıklık” sağlanamamıştı.[22] Bu sebepten ötürü hala bugünlerde de Kovid-19 hastalığına sebep olan virüsün “varyantları” gündemimizde. Tabii burada pandemi sürecinde gelişen “patentlerin kaldırılması” talebini de konuşmak gerekiyor. Médecins Sans Frontières (MSF) Sınır Tanımayan Doktorlar ile Hindistan ve Güney Afrika Cumhuriyeti henüz aşılar geliştirilmeden kullanılacak her türlü ilaç, aşı ve diğer teknolojinin sürü bağışıklığı kazanılana dek Dünya Ticaret Örgütü’ne TRIPS Anlaşması kapsamından çıkarılması talebinde bulunmuş hatta önerileri Esvatini, Kenya, Mozambik, Pakistan, Moğolistan, Venezuela, Bolivya, Zimbabve ve Mısır tarafından da desteklenmişti. Ancak Avrupa Birliği, İngiltere, ABD, Japonya, İsviçre, Brezilya, Kanada, Ekvador, El Salvador ve Avustralya gibi küçük bir DTÖ üye grubu buna karşı çıkmıştı.[23] Haklı, zorunlu ve fazlasıyla gerekli olan bu talebin kendisinin gerçekleştirilmesi ne yazık ki tek başına yeterli olmayacaktı. Hem yeni tekniklerden ötürü hem de patentleme süreçlerinde aşıya ya da genlere dair değil esas olarak “üretim yöntemine” dair patent içermesi tekeller açısından “taviz” verilmesi gerekene dair karar vermelerini oldukça zorlaştırıyor. Bunun yanında aşının üretimine dair tüm patentleri kaldırsalar dahi aşının üretimi için gerekli teknik yeterlilikten ötürü aşının yine kısa vadede yaygın üretilmesi de pek gerçekçi gözükmüyor. Aşıya dair eşitsizlik sadece o güne dair değil dünden gelen eşitsiz koşullarla da katmerleniyordu.

Her ne kadar sürecin kendisi birçok açıdan eşitsizlikleriyle karşımızda duruyor olsa da çiçek hastalığının eradikasyonu hala insanlık tarihi açısından önemli bir yerde konumlanıyor. Dünyada yine milyonlarca insanın uzun yıllar boyunca ölümüne sebep olmuş çiçek hastalığı Dünya Sağlık Örgütü’nün 1948’de kurulması ile birlikte hemen gündeme alındı. İlk toplantıda çiçek hastalığıyla ilgili çalışma grubu oluşturulması kararı alındı. Gelecek yıllarda da farklı çiçek aşı örneklerinin etkinliklerinin karşılaştırıldığı araştırmalar yapıldı. Aynı zamanda aşı üretim yöntemlerinin geliştirilmesine yönelik de çabalara destek verildi. 1955 yılında da aşı bağışlarının talep edilmesi kararı alındı. Bu çağrı büyük ölçüde olumlu yanıt bulurken 1959-1966 yılları arasında Sovyetler Birliği toplamda 450 milyon doz çiçek aşısı bağışladı. 8 Mayıs 1980’e gelindiğinde 30. Dünya Sağlık Buluşması’nda çiçek virüsünün tamamen yok edildiği duyuruldu.[24] Bu deneyim insanlık tarihi açısından hala (muhtemelen her zaman da öyle olacak) halk sağlığına dair çok önemli bir olaydır.

Patentler elbette sadece aşılar gündeme gelince önem kazanmamaktadır. Bugün tekellerin “tekel” olma sebeplerinden de olan belirli ilaçlar üzerindeki patentleri düzenli kâr sağlama unsurları olmaktadır. Bu örneklerden bir tanesi var ki bir süredir Türkiye’de de neredeyse her otobüs durağında kent meydanında yardım/bağış kampanyalarına şahit olduğumuz SMA hastası olan çocukların erişemediği milyon dolarlık gen terapisi ilacı Zolgensma…

 

Patent insanlık suçudur

Spinal Müsküler Atrofi Tip 1 (SMA Tip 1) genetik bir hastalıktır ve bebeklik döneminde başlayan ciddi bir kas hastalığıdır. SMA, kas hareketlerini kontrol eden sinir hücrelerini, omurilikteki motor nöronları etkileyen bir durumdur. SMA Tip 1, en şiddetli formudur ve genellikle bebeklerin yaşamının ilk aylarında belirtiler göstermeye başlar. Türkiye toplumunda da diğer yerlere göre daha yaygınlık gösteren bir hastalıktır.[25] SMA, Zolgensma haricinde tedavi edilebilir bir durum değildir ve genellikle bebekler yaşamlarının ilk aylarında veya yıllarında bu hastalığa bağlı komplikasyonlardan dolayı yaşamını kaybedebilirler. 2016’dan sonra geliştirilen nusinersen etken maddeli Spinraza gibi bazı tedaviler, semptomların hafifletilmesine ve yaşam süresinin uzatılmasına yardımcı olabilmektedir. Ancak Spinraza da her ülkede sosyal güvence kapsamına dahil değildir. Türkiye’de 2017’de ruhsatlandırılmış olsa da ilacın temininde kamu bütçesi sıkıntıları nedeniyle problemler de yaşanmıştı.[26]

Zolgensma, Food and Drug Administration (FDA) ve European Medicines Agency (EMA) tarafından onaylanmış olan güvenilir ve etkili bir gen terapi çözümüdür. Şu ana kadar onaylanan da dört gen terapisi ilacı vardır. Çalışma mekanizması olarak da gen terapileri bir virüsün hücrelere bulaşması gibi, istenilen geni ifade etmek için biyolojik yöntemlerle özel olarak üretilen “virüsler” hastalara uygulanarak çalışır.

İlaç İsviçre ilaç tekeli Novartis patente sahip olduğu için muadili üretilememektedir. Patentin getirdiği “koruma” ile de ilacın fiyatı yasal olarak tamamen firmanın kendi isteğine bağlıdır. En başında bahsettiğimiz gibi kullanımının önünde engel olduğu kadar gelişimin önündeki bir settir de aynı zamanda. Şu an için şirketle anlaşması olmayan bir ülkenin vatandaşının tedaviye erişimi 2,4 milyon dolar. Bu fiyat tedavi sürecindeki başkaca masraflarla daha da katlanıyor.

Novartis, ilacın sadece klinik deneylerini ve üretimini yapmış olan AveXis’i 8,7 milyar dolara 2018 yılında satın aldı. Bu satın alma işleminin esas olarak maliyeti artırdığını söyleseler de ilacın geliştirilmesinde ve konuya dair başkaca araştırma projelerinin yürütülmesini de sağlayacak 500 milyon doları aşan fona sahip olmuştur.[27] Ayrıca maliyet hesabında da yine yapıldığında 600 bin dolar civarı olabileceği tartışılmıştır. Novartis biyoloji bilimini, medikal çalışmaları baştan yaratmadığı, yeni baştan yazmadığı gibi çalışma binlerce belki on binlerce Novartis şirketi çalışanının ortak emeğiyle ortaya çıkmıştır. Newton’ın hakkını verdiği “omuzlarında yükseldiği devler” sermayenin kendi açısından kârlı bir sonuca ulaştığı bir durumda yok hükmündedir.

Gelelim düzenlenen bağış/yardım kampanyalarına… Her stantta vurgulandığı üzere bu kampanyalar da özellikle “valilik izni” ile gerçekleştirilmektedir. Bugün açısından Novartis kârından vazgeçmediği gibi devlet de sorumluluğu üzerinden atmaktadır. İlacın ulaşılabilir olmaması sadece bebeğin hayatı açısından değil aile açısından da birçok ağırlık getirmekte, toplumsal huzursuzluğu artırmaktadır.[28] Kalemin durmadığı bir cinayet listesi! Patent tam olarak bu sebeple “insanlık suçudur”.

Bilimin ve bilimsel düşüncenin karşısında tarih boyunca çeşitli güçler olduğu gibi bugün de “toplum yararına bilimin” karşısındaki en büyük engel birçok aracıyla birlikte kapitalizmin ta kendisidir. “Güneşin patentini” almaya cüret edenlere karşı –zaten- bizim olanı daha çok savunmaya, korumaya ihtiyacımız var. Bilimin nesnesi olan doğayla bilimin hem nesnesi hem de öznesi olan insanın özgürleşmesiyle ancak bilim de özgürleşebilecektir.

 

 

[1] Marx, K. (1979) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. S. Belli, Sol Yayınları, Ankara, sf. 9.

[2] IP5, dünyanın önde gelen fikri mülkiyet ofislerinin beşini ifade eden bir terimdir. IP5 üyeleri, patent başvurularının işlenmesi, değerlendirilmesi ve koordinasyonu gibi konularda işbirliği yaparlar. Beşli Patent Ailesi olarak adlandırılan IP5, en fazla başvuru alan beş sınai mülkiyet kuruluşunun bir araya gelmesiyle ortaya çıktı. Avrupa Patent Ofisi, ABD Patent ve Marka Ofisi, Çin Fikri Mülkiyet Ofisi, Japon Patent Ofisi ve Güney Kore Fikri Mülkiyet Ofisi’nin bir araya geldiği bu yapı dünyada yapılan patent başvurularının yüzde 90’ına sahiptir.

[3] Edison Innovation Foundation (n.d.) “Thomas Edison Patents”, https://www.thomasedison.org/edison-patents

[4] Uruguay Round, 1986 ile 1994 yılları arasında gerçekleşen ve Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurulmasına yol açan önemli çok taraflı ticaret görüşmeleridir. 1995 yılında kurulan DTÖ, 2000’li yıllarla birlikte dünya ticaretini tamamen liberalize etmeyi amaçladı.

[5] Özdemir, A. (2016) “Patent yönünden ticaretle bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşmasının temel ilaçlara ulaşımda getirdiği kısıtlamalar”, Uludağ Journal of Economy and Society, 35(2), 25-54.

[6] Washington, J. (2017) “’This is about life and death’: Pharmaceutical patents threaten India’s generic drug industry”, https://www.abc.net.au/news/2017-09-28/what-india-pfizer-patent-decision-means-for-region-health/8981206

[7] Berger, A. (1999) “Private company wins rights to Icelandic gene database”, https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/9872872/

[8] “Bilim emekçisi” tabiri bahsi geçen kesime dair daha iyi bir tanımlama olmaktadır. Özellikle bilim ve bilim insanı deyince akla gelen figürler ya da stereotipler büyük oranda bugünün sermaye sahibi, kapitalist kişiler olmaktadır. Özlem Türeci, Uğur Şahin, Elon Musk vb. gibi isimler “bilim insanı” olmak açısından belki belli gereklilikleri karşılıyor olsalar da (kesinlikle) bilim emekçisi değillerdir.

[9] Woods, A ve T. Grant (2018) Aklın İsyanı, çev. U. Demirsoy, Ö. Gemici, 1. Basım, Yordam Kitap, İstanbul, sf. 141.

[10] Yin, Y., Y. Dong, K. Wang, et al (2022) “Public use and public funding of science”, Nat Hum Behav, 6, 1344–1350.

[11] Latince “Ama yine de dönüyor.”

[12] Röportajdan bu kesitin olduğu kayıt. Could you patent the sun?, https://www.youtube.com/watch?v=erHXKP386Nk

[13] 1970 yılında Parke-Davis, Warner-Lambert şirketi tarafından satın alınacaktı. Birleşme 1974’te tamamlandı. 2000 yılında ise Warner-Lambert’i en büyük ilaç tekellerinden Pfizer satın aldı. Salk’ın “sözünü yerine getirdiği” bir ihtimalde çocuk felci aşısının patenti bugün türlü skandallarla gündeme gelen en büyük ilaç tekellerinden Pfizer’ın elinde olacaktı.

[14] Medicine Makers of History: Salk and Sabin, https://themedicinemaker.com/manufacture/could-you-patent-the-sun-jonas-salk-albert-sabin-and-the-polio-vaccine

[15] Jacobs, C. (2015) Jonas Salk: A life, Oxford University Press, USA. sf. 119-120.

[16] Jacobs, age, sf.182.

[17] Jacobs, age, sf. 448.

[18] Science History Institute (n.d.) “Frederick Banting, Charles Best, James Collip, and John Macleod”, https://sciencehistory.org/education/scientific-biographies/frederick-banting-charles-best-james-collip-and-john-macleod

[19] Cross, S., Y. Rho, at al (2021) “Who funded the research behind the Oxford–AstraZeneca COVID-19 vaccine?”, BMJ Global Health, 6(12).

[20] Forbes (2021) “Which Companies Received The Most Covid-19 Vaccine R&D Funding?”, https://www.forbes.com/sites/niallmccarthy/2021/05/06/which-companies-received-the-most-covid-19-vaccine-rd-funding-infographic

[21] Kates, J., C. Cox, J. Michaud (2023) “How much could COVID-19 Vaccines cost the US after Commercialization”, https://www.kff.org/coronavirus-covid-19/issue-brief/how-much-could-covid-19-vaccines-cost-the-u-s-after-commercialization/

[22] Pilkington, V., S. M. Keestra, A. Hill  (2022) “Global COVID-19 vaccine inequity: failures in the first year of distribution and potential solutions for the future”, Frontiers in Public Health, 10.

[23] MFS (2021) “MSF urges wealthy countries not to block COVID-19 patent waiver”, https://www.msf.org/msf-urges-wealthy-countries-not-block-covid-19-patent-waiver

[24] History of smallpox vaccination. https://www.who.int/news-room/spotlight/history-of-vaccination/history-of-smallpox-vaccination

[25] Özdemir, Y., R. Arısoy vd. (2022) “Carrier frequency of spinal muscular atrophy in Turkish population”, Perinatal Journal, 30(1), 57-60.

[26] Sol (2020) “Tek doz SMA ilacı 2,4 milyon dolar: Bilimin ürettiği büyük çare ilaç tekellerinin elinde nasıl büyük bir çaresizliğe dönüşüyor?”, https://haber.sol.org.tr/haber/tek-doz-sma-ilaci-24-milyon-dolar-bilimin-urettigi-buyuk-care-ilac-tekellerinin-elinde-nasil

[27] KEI (2019) “Charity and NIH funding related to Zolgensma”, https://www.keionline.org/charity-nih-funding-related-to-zolgensma

[28] Cumhuriyet (2021) “Eskişehir’de SMA hastası bebeğin annesi canına kıydı”, https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/eskisehirde-sma-hastasi-bebegin-annesi-canina-kiydi-1886257