Çetin Akdeniz
Metal işçilerinin yeni toplusözleşme döneminde ileri sürdükleri talepleri, taleplerinin kabul edilmesi için başvurdukları eylemler ve ardı sıra imzalanan toplusözleşmenin kapsamında yer alan ‘iyileştirmeler’in çerçevesiyle bu toplusözleşmenin işçiler tarafından değerlendirilişi; işçi hareketinin geneli açısından olduğu kadar, 2015 yılındaki direnişleriyle, işçi hareketi üzerine literatüre “metal fırtına” söyleminin yerleşmesini sağlayan metal işçileri hareketinin 2018 Ocak-Şubat’ı itibarıyla içinde bulunduğu durum açısından da bazı belirlemeler yapmayı olanaklı kılıyor.
Bunun için öncelikle, son toplusözleşme dönemindeki gelişmelere, metal işçileriyle MESS patronları arasındaki mücadelenin ülkenin içinde bulunduğu genel politik-sosyal koşullarla bağına bakmamız gerekir. Ülkenin bu genel durumu çünkü, daha özgül özellikler gösteren metal işçileri mücadelesinin ‘karakteristik özellikleri’yle birlikte, imzalanan sözleşmenin ‘getirileri’nin doğru bir değerlendirilmesi açısından da önem gösterir.
MESS GRUP SÖZLEŞMELERİ NASIL BİR ORTAMDA GÜNDEME GELDİ?
130 bin gibi büyükçe bir işçi kitlesini ilgilendiren bir toplusözleşme, fiili olarak başlama sürecine girilmemiş olsa da, yaklaştığı dönem ve durumda hem işçiler -sadece ilgili işkollarındakiler değil genel olarak işçi sınıfı açısından- hem de bu işkollarındaki patronlar başta olmak üzere genel olarak sermaye çevreleriyle onların burjuva devlet iktidarı ve hükümetlerini, “acaba bu süreç nasıl gelişir ve sonuçlanır?” beklentisine sokar ve tarafları karşılıklı olarak gerer. Bu genel ve ancak tasavvur edilebilecek ön beklenti saklı tutulduğunda, somut olarak bu toplusözleşme, ülkede ekonomik büyümenin devam ettiği (iktidar sözcüleriyle onlardan farklı düşünen iktisatçılar değişik oranlar verseler de, yüzde 3 ila 5 civarında bir büyüme oranı beklentisi genel olarak kabul görmektedir); ancak sosyal çöküntü ve çözülmenin çürüme denebilecek düzeye ulaştığı; siyasal baskı ve yasakların OHAL destekli olarak yoğunlaştırılıp genişletildiği ve toplumun ilerici-demokrat ve sosyalist kesimlerinin genişçe bir bölümü tarafından “tek adam-tek parti yönetimi” olarak da tanımlanan faşist rejimi inşa sürecinin hızla ilerletildiği bir dönemde gündeme geldi. Büyük sermaye ve metal patronları yararına gerici propaganda ve söylemin, halk yığınlarını teslim almak üzere, sermaye ve devletin tüm olanaklarıyla ‘boca edildiği’ böylesi bir dönemde hakları için direnmek bir yana, hak talebinde bulunmak dahi “vatana ve millete ihanet”le eş gösterilirken, işçilerin herhangi bir büyükçe işletmede, kararlıca ve bölünmeksizin, kendi sınıf talepleri için güçlü direnişler göstermeleri, hem büyük önem taşıyor hem de çok yönlü ve güçlü engellerle karşı karşıya bulunuyordu.
İŞÇİLERİN KARŞI KARŞIYA OLDUKLARI ZORLUKLAR
2015 metal direnişini doğuran, işçilere 3 yıllık sözleşme ve düşük ücret dayatılmasıydı. 2015’te Birleşik Metal’in, MESS-Türk Metal anlaşmasına rağmen, 3 yıllık sözleşme ve düşük ücret artışı dayatmasına karşı aldığı grev kararı, metal işverenleri içindeki çatlakları derinleştirdi. MESS mensubu sermaye çevreleri kendi aralarında bölündü. MESS’e üye bazı kapitalistler, işçilerin kimi istemlerini karşılayacak şekilde düzenlenen ek protokollere imza atmak zorunda kaldı. Grev yasağına rağmen süren eylemler ve üretimdeki düşüş, patronları ürküttü ve MESS’ten kopmalara neden oldu. Türk Metal üst bürokratları, binlerce işçinin sendikadan istifa etmesi karşısında adeta bozguna uğradı.
İşçiler açısından ise, bu süreç yeni deneyimlerle öğretici oldu. Talepleri için örgütledikleri ve direnişi yönetmek üzere görevlendirdikleri işçi komitesi, sermaye ve iktidarının entrikaları sonucu sonradan bölünmüş olsa da, bu gelişme hem işçilerin kendileri açısından hem de patronlarla işbirlikçi sendika bürokratları açısından önemli -ve kolay kolay unutulamayacak- bir tecrübe oldu. 2017-2019 toplu sözleşme sürecinde bu tecrübelerinden yararlandılar. Anımsadılar ve anımsattılar.
Ancak, metal işçileri önemli sorunlarla da yüz yüzeydiler. 2015 yılı deneyimine sahip olmakla birlikte, o günden bu yana giderek yoğunluk kazanan şovenist-militarist propagandanın da etkisi altında olmaları nedeniyle kendi içlerinde güçlü bir birlik oluşturarak grevi başarıyla sürdürme konusunda, eskisi denli hazırlıklı değillerdi. Kendi içlerinde gruplaşmalar olmuş, güvensizlik ve tereddütler artmış, ileri sürecekleri talepleri netleştirmede dahi sorunlar yaşamaktaydılar. “Milli ve yerli” söylemi, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı askeri harekâtları ve metal sözleşmesi sürecinin aynı döneme denk gelmesi, işçilerin içinde bulundukları genel durum ve ruh hali açısından, kendi talepleri için mücadele istek ve gerekliliğiyle, “devlet katı”ndan kendilerinden istenenler arasında sıkışmaya bağlı tereddütlere yol açtı. Bu süreçte, işçilerin kendi aralarındaki tartışmalarda ya da birbirleriyle ilişkilerindeki yıpratıcı tutumlardan yansıyan, mücadele birliğinin aleyhine bir durumun yaşanmakta olduğuydu.[1]
İşçiler, içinde bulundukları ekonomik zorluklar ve çalışmanın ağır koşullarıyla bağlı taleplerinin, “milli ve yerli” söylemiyle karşıt bir konuma yerleştirilmesinin yarattığı baskı arasına sıkışmış olarak, bu zorlukları bir an önce aşma eğilimindeydiler. “Ülke ve millet olarak tehdit altındayız, teröre karşı mücadelede milletçe el ele olmalıyız” söylemi ve Afrin’e yönelik başlatılan savaş, işçilerin bu tedirginlik ve tereddütlerini yoğunlaştırdı. Sınıfsal talepleri için birlikte hareket etme ihtiyacıyla -bunu, önceki mücadelelerinde edindikleri deneyimlerin en önemli unsurlarından biri olarak biliyorlardı- milliyetçilik, savaş ve barış, demokratik haklar-hak eşitliği vb. konuları üzerine farklı görüşleri nedenli ‘bölünmüşlük hali’, genel olarak işçi-emekçi hareketinin aşmadığı sürece bir handikapı olarak kalmaya namzet bu çelişkisi, şimdi, somut olarak gelip birkez daha önlerine bir barikat şeklinde dikilmişti! Ülkenin genel durumu, siyasal iktidarın içeride ve dışarıdaki politikaları, OHAL uygulamalarıyla artan baskı ve yasakların giderek geniş boyutlu olarak yoğunlaştırılması, savaş hali uygulamaları ve iktidarın politikalarına karşı çıkanların istisnasız şekilde “terorist” ilan edilerek “vatan hainliği”yle suçlanmaları gibi tümü de herbir yurttaşın yaşamıyla ilgili olan sorunların tartışılması, işyerleri ve fabrikalarda birbirleriyle ilişkilerinin kötüleşmesi yönünde ilerliyor; suskun ya da konuşur durumda olmalarının giderek farksızlaşacağı gergin bir ortamda, sınıfın hakları ve çıkarları için sınıfsal birlik ve birlikte mücadele anlayışı darbe yiyordu. İşçiler cephesinde bu karışık ve karşıt duygu, düşünce ve tutumlar söz konusuyken, patronlarla devlet iktidarının bu durumdan yararlanmaması düşünülemezdi. Yararlandılar ve çalışma koşullarıyla ücretlerde belirli bir iyileştirmeyi içeren sözleşmeyle süreci sonlandırmayı, işçilerin grev başlatarak yol açacakları kargaşa, tedirginlik ve öfkenin işkolu sınırlarını da aşarak ülkenin diğer işçi ve emekçilerine ‘bulaşması’ tehlikesinden daha uygun bir yol olarak gördüler. Patronlarla Saray yönetimi, işçilerin bu tecrübesinin daha da ileri düzeydeki eylem biçimleriyle güncellenerek yol açacağı sonuçları göze almayarak, iki yıllık sözleşme ve yüzde 26 civarındaki ücret ve sosyal hak zammıyla sözleşme ‘bağıtlanması’nı kabullendi.
KUŞATILMIŞLIĞA RAĞMEN AĞIR BASAN MÜCADELE EĞİLİMİ
İşçilerin kendi aralarındaki tartışmalarda ücret zammının yüzde 28-30 civarında olması gerektiği ve sözleşmenin üç değil iki yıl için imzalanmasının şart olduğu düşüncesi, büyük çoğunlukla kabul görmüş; ancak istekleriyle “milli ve yerli” söyleminin içerdiği sermaye ve devletine yedeklenerek Erdoğan iktidarına güç verme dayatması karşı karşıya gelmişti.
Türk Metal’in sendika bürokratları, “iki tarafı da memnun edecek bir ara yol bulma” politikası izledi. Patronların ve burjuva iktidarının istemleri doğrultusunda bir sözleşmenin altına imza atarak ranttan pay kapmaları, “metal fırtına”nın darbelerinin hala devam eden etkisi nedeniyle mümkün değildi. Buldukları “çare”, fazla mesaiye kalmamak oldu. İşçiler buna tam katılım sağladı.[2] İşçilerin bir bölümü, özellikle de daha önceki sözleşmeler üzerinden gelişmeleri değerlendiren ileri işçiler, başvurulanın etkisiz bir eylem türü olduğunu söylüyor; oyalayıcı tutumlar yerine patronlar üzerinde baskı oluşturan eylem biçimlerinin tercih edilmesini istiyorlardı. Türk Metal Başkanı Pevrul Kavlak’ın “söke söke” hak alınacağı yönündeki söylemlerine atıf yapan ve MESS’in dayatmaya çalıştığı zam oranının hakaret anlamına geldiğini belirten işçilerden bazıları, “Biz her türlü eyleme hazırız” diyerek sendika yöneticilerinin tutarsız ve uzlaşıcı tutumlarını eleştirdi. Sendika yöneticilerinin hem 2015’teki hüsranı bir kez daha yaşamamak, hem de patronları ve onlardan daha da önemli sayarak siyasal iktidarı memnun edecek bir tutumla hareket ettiklerini görüyorlardı. İşçiler, önceki mücadelelerinin deneyimiyle, üretimi etkilemeyen eylem biçimleriyle sonuç alınamayacağını bildiklerinden, Türk Metal yöneticilerine güvensizliklerini dile getiriyor; oluşturdukları kümelenmeler içinde işçi inisiyatifi ve metal direnişinin dersleri üzerine tartışmalar yürütüyorlardı.[3] İşçiler arasında, sendika yönetimlerinin çağrıları yönünde pratik tutumlara girmekle birlikte, “üretimi etkileyecek eylemler”e başvurulması eğilimi öne çıkıyordu. Çelik-İş’in İSDEMİR’de üç yıllık sözleşmeye imza atması, üç yıllık sözleşmeyi reddeden metal işçilerini, Türk Metal’i ve Birleşik Metal-İş’i “arkadan hançerleme” olarak yorumlandı. Sözleşmenin nasıl sonuçlanacağının kendi tutumlarıyla bağlı yönlerine dikkat çeken bu işçiler, MESS patronlarının OHAL’den yararlanarak gözdağı vermeye çalıştıklarını ve “2015 Mayıs ayındaki gibi domino etkisi” yaratacak bir direnişi engellemek için arayışta olduklarının da farkındaydı. MESS patronları yüzde 3.2 zam ve üç yıllık sözleşmede ısrar ederek işçilere ve sendikalarına meydan okurken, hem bu ortamdan hem de sendika bürokratlarının tutumundan yararlanıyorlardı. İşçiler, “kabul edilebilir bir iyileştirme olmaması durumunda greve gidilmesi” yönünde sendika yöneticilerini sürekli baskı altında tuttu. Bu tutum, patronlar üzerinde de etkili oldu. Patronların bir diğer güvencesi, OHAL ve savaş koşullarının işçiler üzerindeki etkisi ve işçiler arasında yarattığı tereddüttü.
SİYASAL İKTİDARIN, PATRONLARIN VE SENDİKA BÜROKRATLARININ TUTUMU
İşbirlikçi gericilik ve siyasal iktidarın politikalarıyla ülkenin sürüklendiği durumun işçiler açısından oluşturduğu zorlukların farkında olan MESS üyesi metal patronları, “3 yıllık sözleşme ve yüzde 3.2 zam” çerçevesinde bir sözleşme istediklerini açıklamışlardı. Metal patronlarının örgütü MESS, TİS görüşmeleri sürecinde yüzde 3.2 zam ve üç yıllık sözleşme dayatmasında direnmeyi sürdürdü. Sendikacılardan çok işçilerin mücadele potansiyeli ve kararlılıklarını izlemekten de geri durmadı. Türk Metal ve Birleşik Metal-İş yöneticileri, MESS patronlarını “etkili eylemlere başvurulacağı” açıklamalarıyla sıkıştırmaya çalışırlarken, MESS patronları, savaş söylemi ve politikalarının yarattığı sosyopsikolojik ortamdan, bu ortamın işçiler ve sendikacılar üstündeki etkisinden yararlandı. Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) aracıyla dayatılan grev yasakları ya da ertelemeleri, savaş ve OHAL yaptırımları, barış ve özgürlük taleplerinin ihanetle eş gösterilmesi ve bu talepleri dile getirenlerin art arda gözaltına alınmaları türünden uygulamalar, patronların işçilere ve sendikalarına karşı tutumlarında cesaretlendirici işlev gördü.
130 bin işçinin başvuracağı bir grev, bu grevin etkisi altında gelişebilecek başkaca direnişleri ve daha yaygın tepkileri de mümkün kılabilirdi. Bu güçlü olmasa da, bir olasılıktı. Sadece metal işçilerinin grevi olarak kalsaydı bile yüzbinlerce insanın şu ya da bu biçimde mücadele sürecine katılması demekti. Ne hükümet ne de metal patronları böylesi grevi göze alamazlardı. Metal patronlarının ve Erdoğan iktidarının önceki toplusözleşme döneminde karşı karşıya kaldıkları gelişmeleri unutmaları için de bir neden yoktu. Egemen sınıf konumları ve sahip oldukları olanaklar, sınıfsal çıkarlarının bilinciyle hareket etmekte işçi sınıfından çok daha önde olmalarını sağlıyordu. Yüz binin üzerindeki işçinin, grev gibi, işçiler açısından zorluklarıyla birlikte bir sınıf eğitimi okulu işlevine de sahip olan bir gelişmeyi -ki böylesi bir gelişmenin işkoluyla sınırlı kalmama ve diğer sektörlerin işçilerini de etkileme olasılığı da vardı- göze almamalarıyla büyük bir kayba uğramayacaklarını da biliyorlardı. Sonuçta maliyet hesapları üzerinden ve üretilen mallara yapılacak zamlarla birlikte çalışma-üretim verimliliğini artırıcı teknoloji aracıyla verdiklerini bir süreç içinde eritme ve hatta geri alma konum ve olanağına sahiptiler. Ne krizdeydiler ne de düşük kâr oranıyla işlerini zar-zor yürütecek durumda. İşçilerin karşısına yüzde 3.2’lik bir zam ve üç yıllık sözleşme tutumuyla çıkmalarına karşın, “birlik-bütünlük” üzerine şovenist kampanyanın militarize ettiği ortamı, kendileriyle devlet yönetiminin işine gelmeyecek bir yönelişe sürükleyecek tutumdan kaçındılar ve iki yıllık sözleşme süresiyle birlikte yüzde 26 civarındaki ücret-sosyal hak zammını kabullenerek sözleşmeye imza attılar.
Erdoğan yönetimi de ülkeyi savaş ortamına sürüklediği bir zamanda yüzbinlerce insanı kucaklayacak ve etkileyecek bir grevi göze alamazdı. 2 Şubatta başlanacağı ilan edilen greve karşı, bakanlar kurulu kararıyla 60 günlük erteleme, grevin fiili olarak yasaklanması demekti, ama, sermaye hükümeti, ‘yasak’ kavramını ‘erteleme’ kararıyla yumuşatarak işçi öfkesini düşürmeyi, daha kârlı gördü. Erdoğan, OHAL’i, işçilerin grev gibi direnişlerini engellemek için, sermaye sahiplerinin işçilerden gelen direnişler dolayısıyla zor durumda kalmamaları için uyguladığını, bizzat kendisi açıklamıştı. Buna rağmen, partilerine ve iktidarlarına desteğin zayıflama yönünde olduğunu ve kendilerini “milliyetçi ve muhafazakar” olarak niteleyen metal işçilerinin, grev yasağı ve düşük zam dayatmasına destek nedeniyle AKP-MHP’den uzaklaşma eğiliminin güç kazanacağını da düşünerek ve savaş koşullarında yeni ve ciddi bir sorunla karşılaşmayı göze almayarak MESS patronlarıyla anlaşma halinde, bu toplu iş sözleşmesinin imzalanmasından yana tutum belirledi.
Metal işkolunun üretim içindeki yerinden dolayı, bu sözleşme süreci, özel bir öneme sahipti. Bu da, metal işçilerinin mücadele azmini bileyecek, örgütlülüklerini güçlendirecek ve talepleri için mücadele kararlılıklarını pekiştirecek bir tutumu gerekli kılıyordu. Ne var ki Türk Metal’in sendika bürokratlarından böylesi bir tutum beklemek, abesle iştigal olurdu. Patronlar ve hükümetle işbirliği çizgisinde, ve masa başı pazarlıklarla sınırlı bir ‘mücadele’ geleneğini sürdüren sendika yönetimleri için -onlar, işçi hakları için mücadele üzerine parlak söylevlere başvurmalarına karşın- grev ve direnişler sermayeye karşı mücadele alanı oluşturmaz. Bu kez de aynı tutum sergilendi ve Türk Metal yöneticileri Erdoğan iktidarının grev yasağı (60 günlük erteleme bu anlama geliyordu) dahil yürüttüğü baskı ve “ülke-millet çıkarları” üzerine “milli-yerli”ci söylemiyle yarattığı sosyopsikolojik etkiden de yararlanarak ve bunu kendileri açısından da bir baskı unsuru görerek, TİS sürecinin bir an önce ve “fazlaca sorun yaşanmaksızın” bitirilmesi tutumunda oldular. Sendika bürokratları ise, işçilerin iradesi çiğnenerek yeni bir toplu sözleşme imzalanamayacağını, bir önceki dönem toplusözleşmesi döneminde yedikleri büyük ve güçlü tokatlar dolayısıyla tecrübe etmişlerdi. Ancak bir grev durumunda kendi konumlarıyla işçilerin direniş çizgisi arasına sıkışıp kalacak, hatta kürsüleri tehlikeye bile düşebilecekti. Bundandır ki, toplusözleşmenin imzalanması onlar açısından da, “ağır bir yük”ten kurtarıcı işlev görmüş oldu.
İŞÇİLERİN EN ÖNEMLİ KAZANIMLARI: DENEYİM VE KENDİ GÜCÜNE GÜVEN
2017-2019 dönemi toplu iş sözleşmesi görüşmeleri “anlaşma ile” sonuçlandı. Asgari ücrete yıllık olarak, 2017 yılındaki yüzde 3,6’lık reel kayıp yok sayılarak yüzde 14.2’lik zam yapıldı ve metal işçileri 6 aylık süre için yüzde 24’lük ücret artışı sağladı. Sözleşme süresi de iki yılda kaldı. Türk Metal’den sonra Birleşik Metal-İş ve Çelik-İş de sözleşmeyi imzaladı.
3 yerine 2 yıllık sözleşme ve yüzde 3.2 yerine yüzde 26 civarında zam, ilk bakışta bir kazanım olarak görünür. Sözleşme, aynı nedenle işçilerin önemli bir kesimi özellikle de eski (kıdemli) işçiler tarafından memnuniyetle karşılandı. Ne var ki bu kazanım, işçilerin ekonomik-sosyal taleplerini ancak ya çok kısmi ya da bir bölümüyle kısa sürede ortadan kalkacak düzeyde kalan bir kapsamda karşılayabilmiştir. Sendika yönetimleri, imzalanan sözleşme ile “büyük kazançlar sağlandığı”nı ilan etmelerine karşın, açıklanan ücret artışının brüt olması bir yana, bu artışın, birbirini izleyen ekonomik-sosyal saldırılar; süreklileşen fiyat artışları ve vergi artırımı karşısında, kısa sürede eriyip gittiği ya da gideceği daha başından bellidir.[4]
Ancak buna rağmen ve toplamı üzerinden söylenecek olursa, metal işçilerinin son 8-9 aylık süreçte sürdürdüğü kararlı tutum, 2015 yılı metal direnişinin sonuçları üzerinden, grev yasaklarını aşan o direnişin işçilerin mücadele deneyimine kattıkları üzerinden gelişti ve şovenist gericiliğin tozu-dumana kattığı bir dönemde, işçiler arasındaki birlik duygularını darbeleyici etkide bulunan kara propagandaya rağmen işçiler yararına bazı kısmi sonuçlar doğurdu. Sözleşmenin işçilerin onayına sunulmadan imzalanması, bordrolarına yansıyacak ‘kazanım’ın belirsizliği ve özellikle genç işçilerin, kıdemli işçilerle aralarındaki ücret farkının daha da arttığını belirterek tepki göstermelerine rağmen, işçilerin çoğunluğunca “olumlu” karşılandı. Buna rağmen, bu durumu protesto edenler de oldu. Ülkenin içinde bulunduğu durum ve kapitalistlerin ücret zamlarıyla “verdikleri”ni, maliyet fiyatlarını düşürme, vergi yükünü işçi ve emekçilere yıkma, meta fiyatlarını artırma vb. gibi yöntemlerle, bir süre içinde fazlasıyla geri alma olanaklarını ellerinde tutmalarına karşın MESS patronlarının dayatmaları aşıldı ve işçiler, kararlılıklarıyla kendi yararlarına sonuçlar sağlayabileceklerini bir kez daha gördüler. İşçiler, hakları için mücadele istek ve kararlılıkları, sermaye propagandasının etkisi altında zedelense de, direndiklerinde kazandıklarını ve kazanabileceklerini, patronlara ve sendika bürokratlarına geri adım attırabildiklerini ve attırabileceklerini kendi pratikleriyle görmüş oldular.
MÜCADELENİN YİNELEDİĞİ DERS YA DA ÇIKARILABİLECEK BAZI SONUÇLAR
Aynı işyerlerinde çalışan, bu işyerlerine özgü olanları da içinde olmak üzere ülkenin genel sosyal-iktisadi koşullarıyla bağlı sorunlarla yüz yüze kalan, çalışma koşulları, süresi, sosyal-ekonomik haklar açısından kapitalistlerle tekelci sermaye hükümetlerinin uygulamaları dolayısıyla işsizlik, düşük ücret, yoksulluk sorunlarıyla karşılaşmaları salt bir olasılık değil karşı karşıya kaldıkları ya da sık sık tanık oldukları bir tehlike de olan; siyasal koşullardaki sertleşme ve baskı yoğunlaşması durumunda, hakları için girişecekleri eylemleri olumsuz yönde etkilenecek olan işçilerin, şovenist milliyetçiliğin estirdiği rüzgâra kapılarak kapitalist burjuva partileriyle hükümetlerinin ardı sıra, etnik-ulusal ya da dini-mezhebi farklılıkları öne çıkarıp bunlar üzerinden bölünmeleri, burjuvazi için bayram, emekçiler için saldırılara daha fazla açık hale gelme ve haklarının gaspı karşısında mücadele güçlerinin zayıflaması ve hatta giderek etkisizleşmesi demektir.
Bu sadece genel ve soyut bir tehdit değil; hemen her ciddi işçi-emekçi direnişi karşısında kapitalistlerle sermaye iktidarı sözcülerinin başvurdukları ve etkili de olan, burjuvazinin ideolojik silahıdır. Böyle olduğu hem metal işçilerinin eylemi çerçevesinde, hem de genel olarak işçi ve emekçilerin Afrin’e düzenlenen askeri harekât karşısında aldıkları tutum çerçevesinde bir kez daha görüldü. Harekâtın başladığı 20 Ocak 2018’e gelmeden önceki bir zamanda gündeme gelen metal işçilerinin toplusözleşmesi dolayısıyla, henüz Kürt sorununa yaklaşım farklılıklarına rağmen birbirleriyle daha rahat tartışabilen ve işyeri-çalışma koşulları, ücretler ve sözleşme süresi gibi talepleri açısından birlikte hareket edebilen işçilerin, Afrin’e yapılan operasyonla birlikte ulusal kökenleri üzerinden birbirlerinden daha da uzaklaştıkları görüldü.[5]
Ancak bu durum sadece Afrin’e savaş karşısındaki tutuma özgü değildir. Burjuva cumhuriyetinin kuruluş sürecinden başlayarak özellikle de 1930’lu yılların ırkçı-şoven ideolojik yeniden şekillenişin ‘mayası’ olarak kullanılan Türkçü-Turancı hegemonik anlayış, sonraki on yıllarda sistematik şekilde takviye edildi. İttihat ve Terakki’den miras şovenist ve asimilasyoncu politika sonraki tüm bu zamanda, Kürtler başta olmak üzere Rum ve Ermeniler dahil azınlıkları ‘Türkleştirme’ program ve planı olarak yürürlükte olageldi. “Tek vatan, tek millet, tek devlet, tek dil” söylemi AKP-Erdoğan imalatı olmayıp neredeyse yüz yıldır sürdürülen resmi-gayrı resmi asimilasyon ve bastırma politikasının ürünü bir formülasyondur. Arada, Kürt mücadelesinin yükseliş gösterdiği zamanlarda, “Kürt realitesini tanıma”-“Kürt sorununu demokrasi çerçevesinde çözme” söylemiyle bazı tavizlere rıza gösterir gibi yapmalar olsa da, ne pahasına olursa olsun Kürtlerin kendi siyasal idarelerine sahip olmalarını engelleme anlayışı, devletin ve devlet partileriyle onların hükümetlerinin “kırmızı çizgi”si olmaya devam etti. Karşı görüş ve düşüncelerin fiziki baskı, yasak ve saldırılarla etkisiz bırakılmak istendiği tüm bu on yıllar boyunca, Kürt sorununu ret ve inkar için devletin tüm olanakları seferber edilirken, bu bitmek bilmez kampanyanın işçi ve emekçiler üzerinde etkide bulunmaması düşünülemezdi.
Ama tehdit unsuru olarak görülen sadece bu da değildi. Bazı ‘İslam ülkeleri’ dahil komşu ülkelerin “Türkiye’ye ve Türk’e düşman oldukları“ propagandasıyla güçlendirilmiş “yerli ve milli” söylem, bütün bu dönemler boyunca emperyalizm işbirlikçiliğinden geri durmayan; ABD’nin ve NATO’nun taşeronluğunu üstlenen burjuva hakim sınıf siyasetinin “alameti farikası” olmuş; bu da hem kendine hem de kendi dışındakilere güvensizlikle birlikte şoven milliyetçiliği beslemiştir. Bu hakim ideolojik kuşatma her ne kadar iktisadi-sosyal gelişme tarafından ciddi şekilde alabora edilse ve farklı ulusal kökenlerden gelen işçi ve emekçiler ekonomik-sosyal ve politik talepleri için çok çeşitli direnişleri birlikte örgütleyerek sınıfsal ve sınıfçı bir tutum almış olsalar da (bunun çok sayıda örnekleri gösterilebilir, ancak en yakın dönemden bir örnek vermek gerekirse, TEKEL işçilerinin Ankara’nın merkezinde ve Şubat soğuklarını yenerek hep birlikte Erdoğan yönetimine karşı gerçekleştirdikleri direniş hemen akla gelir), sermaye basını ve devlet yöneticilerinin sistematik olarak sürdürdükleri bölücü şovenist söylem kitlelerin içinde karşılık bulma olanaklarına hep sahip olagelmiştir. Böyle olunca da, 2011’den sonraki yıllarda giderek yoğunlaşmak üzere, emperyalistler arası rekabetten yararlanarak bölgede etkinliğini artırma ve hatta mümkünse belirli bölgelerde bir tür fetih alanları yaratma politikası çerçevesinde başvurulan yayılmacı-militarist pratik karşısında, halk kitlelerinin önemlice bir kesiminin, ezilen ve sömürülenlerin yararına ve kendileriyle benzer koşullarda yaşayan bölge halklarının özgürlüğü doğrultusunda davranmayıp, milliyet ve mezhep-tarikat aidiyeti tarafından yönlendirilen bir tutum alması daha kolay olmuştur. İşçilerin önemli bir bölümünün, “Fırat Kalkanı”, “Afrin’e operasyon”, “Menbic’e gideceğiz”, “Fırat’ın doğusunda da taş üstünde taş bırakamayacağız” propagandasından etkilenerek kendi sınıflarının yararına olmayan milliyetçi hezeyanlara kapılmaları, on yıllar boyu süren bu burjuva politikası ve propagandasının yarattığı etki sonucudur.
Dolayısıyla da bugün karşı karşıya bulunduğumuz sorun, işçi-emekçi kitlelerinin anlayış ve ufkunun, nesnel sınıf ayrımları ve çıkarlarınca mı, yoksa sermayenin çıkarlarınca belirlenen devlet iktidarı politikalarınca mı belirleneceği sorunudur. Gerçek o ki, işçilerin önemlice bir kesimi, savaşın “iyi bir şey olmadığını” düşünseler bile, estirilen fetihçi şoven dalganın rüzgarıyla ve “Bizi de Afrine götür!” çığırtkanlığıyla iktidar goygoyculuğu yapan toplulukların yarattığı gürültüden etkilenerek ve “terörizme karşı mücadele” adına, “savaşçı atmosferin ruhu”na kapılmışlardır.
Aynı safta, aynı cephede, aynı siperde olmaları gereken ezilen ve sömürülenleri birbirlerinden uzak durmaya, konuşmamaya, tartışmamaya ya da konuşacaklarsa kavga etmek üzere hazır olmaya yönelten bir sosyopsikolojik ve askeri ortam oluşturuldu. Böylesine yoğun bir propaganda bombardımanı altındaki Türk işçi ve emekçisinin, birlikte çalıştığı, aynı işyeri-fabrika ve semtte çalışıp-oturduğu ve bu nesnel durum ve ilişkilerle bağlı sorunları birlikte yaşadığı Kürt emekçilerine, Kürt aydınlarıyla demokratlarına ve onların yanı sıra, yüz yıldır ülkenin en önemli ve fakat çözümsüz bırakılmış bu sorununun eşit ulusal haklar temelinde çözümünden yana tutum alan Türk işçi-emekçisi ve ilerici aydınlarına ve onların dernek, parti ve örgütlerine yönelik saldırıları, “yerinde, kaçınılmaz ve gerekli” görmesi böylece kolaylaştı. Afrin’de ne kadar çok kişi öldürülürse, “teröre karşı o denli başarılı bir savaş yürütüldüğü” düşünülerek savaş karşıtlığı ve Kürt sorununun “barışçıl yöntemlerle diyalogla çözülmesi”nden söz eden herkes, liberal demokrat mı sosyalist mi Kürt milliyetçisi mi “Tek vatanda, eşit haklara sahip özgür yurttaşlar olarak birlikte yaşamak”tan yana Kürt mü olduğuna bakılmaksızın, topyekün “hain” ilan edilmesinin suskunlukla karşılanması ya da alkışlanarak desteklenmesi, böylesine zehirli bir ortamda mümkün hale geldi veya getirildi.
Yoğun şekilde sürdürülen ve iktidar ve onun dayandığı sermaye çevrelerinin çıkarlarıyla zıt ya da bu çıkarlarla tam uyum göstermeyen kesimleri topyekûn düşman gösteren propaganda, işçiler arasında, daha önceki mücadeleleri içinde ve kendilerinin dolaysız talepleri etrafında birlik oluşturma durumunu dinamitleyip, etnik kökenlerine, politik tercihlerine bağlı bölünmelerine yol açıyor. İşçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin yararına olmayan ve iş, ekmek, özgürlük ve eşit haklar mücadelesini zaafa uğratıp güçten düşüren bu etki, işçi-emekçi hareketinin “zayıf karnı”dır. Patronlarla gerici sermaye partileri ve hükümet-devlet yöneticileri, yoğun siyasal-askeri saldırı ve kuşatmayla destekli kara propaganda bombardımanı altındaki emekçilerin, tank-top atışlarıyla havadan bombardımanların atmosferine kapılmalarından azami ölçüde yararlanıyor; böylesi bir sosyopsikolojik ortamı istismardan ve halk kitlelerine karşı bir silah olarak kullanmaktan geri durmuyorlar. Bu da, ileri işçiler başat olmak üzere işçi sınıfı ve emekçilerin, kuşatılmaya çalışıldıkları kapandan çıkmaları için mücadele eden herkesi daha da fazla sorumlulukla yükümlü kılıyor.
İşçiler aynı işi yapan, aynı sorunlarla yüz yüze olan, emek güçlerini satarak yaşama olanağı bulan emekçiler olarak birbirleriyle birlik ve dayanışma içinde olmaya zorunludurlar. Kapitalistler ve hükümetleriyle değil de birbirleriyle mücadele içinde olmaları durumunda, yenilmeleri kaçınılmaz hale gelir. Patronlarla burjuva devlet iktidarı sözcülerinin propagandasına kapılmaları da keza aynı tahribatı, hem de daha ağır biçimleriyle yaratır. Oysa sorunlarını kendi aralarında, aynı sorunlarla yüz yüze olduklarını unutmaksızın tartışarak ilerleyebilirler. Ülke, bölge ve dünya sorunlarının işçiler arasında tartışılması kaçınılmazdır ve bütün bunlara rağmen tartışılmaktadır. İleri işçilerin inisiyatifiyle ve uygun zaman, araç ve yöntemler gözetilerek, şoven-militarist kuşatmaya karşı, aydınlatıcı bir çalışma sürdürmek bu bakımdan büyük öneme sahiptir. İleri-sınıf bilincine ulaşmış işçilerin böylesi dönemlerde inisiyatifi ele alarak, kendi sınıfının ve genel olarak emekçilerin yararına olan politikanın ne olması gerektiğini işçi-emekçi kitleleri içinde ortaya koymaksızın, işçi yığınlarının sermaye politikasının etkilerinden uzaklaşmalarında, onlara yardım etmeleri mümkün olmaz.
İşçilerin yararına olan, ulusal-etnik kökenleri ne olursa olsun, sermaye ve burjuva devlet iktidarı karşısında sömürülen bir sınıf olma ruhu ve bilinciyle ve haklarını elde etmek için birlikte mücadele etmeleridir. Bunun kolay olmadığı ve olmayacağı kendiliğinden anlaşılır. Ancak, zor olanı aşmaksızın ilerlenemez. Sermaye ve iktidarının saldırısının ağır ve geniş kapsamlı oluşu, OHAL yasakları, savaş politikalarıyla toplumsal yaşamı yeniden dizayn etme paranoyası çok ciddi engeller oluşturmasına rağmen, bu ağır kuşatmanın yarılması, ekonomik-sosyal ve siyasal talepler için yürütülecek mücadelenin bir adım da olsa ilerletilmesi için şarttır.
OHAL-KHK uygulamalarının son bulması; grev, siyasal grev, genel grev hakkının tanınması, sosyal hakları gasp etme politikasına son verilmesi, ülkeyi kasıp-kavuran siyasal baskı ve yasakların durdurulması, demokratik siyasal özgürlüklerin ve Kürtlerin ulusal taleplerinin karşılanması için mücadele ile ücret, çalışma koşulları, çalışma süresi gibi üretim süreciyle dolaysızca bağlı talepler için mücadele arasında koparılamaz bir ilişki olduğu, geniş işçi kesimleri tarafından kavranmadıkça, Türkiye işçi sınıfının nesnel konumuyla ideolojik-siyasal tutum ve davranışı arasındaki ciddi çelişki çözüm bulamaz. 15-17 milyona yaklaşan kitlesiyle işçi sınıfının, baskı ve saldırıların hedefindeki tüm öteki ezilen kesimlerle birlikte, tekelci dayatmalara ve burjuva devlet iktidarıyla hükümetlerin politikalarına karşı, hiç de güçsüz bir konumda bulunmadığı; aksine, kapitalist gericilikle karşıt çıkarlarının bilincinde olarak mücadele ettiğinde, burjuva barbarlığını darmadağın edecek güçte olduğunun farkında olarak hareket etmesi durumunda ne MESS gibi sermaye kuruluşlarının ne tekelci gericiliğin ekonomik-siyasi ve askeri baskı kurumlarının dayatmaları, toplumsal kurtuluşun önünde barikat oluşturmayı sürdürebilirler.
Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerinin bugünkü kuşakları, geçmiş kuşaklarının -ki onlardan bazıları hala yaşamaktadırlar ve deneyimleri canlılığını korumaktadır- zengin mücadele tarihinden öğrenmeksizin ve oradan çıkaracakları derslerle kendi pratikleri ve yönelişleri arasında kuracakları bağlar üzerinden bir muhasebe yapmaksızın ilerleyemezler. Kısmi, acil ekonomik-sosyal ve siyasal hakları için büyük direnişler örgütlemiş, baskı ve saldırıları fiziki direnişleriyle püskürtmüş bir sınıfın deneyimi, ülkemiz işçi sınıfının bugünkü kuşaklarının önünde, kendi çıkar ve talepleri için mücadelede, öğretici okul işleviyle duruyor. İşçi sınıfı, hareketinin istikrarsızlığı ve sendikal bürokrasinin işbirlikçi politikalarına; yasal burjuva demokratik hak kullanımının, bazı kısa dönemler dışında, antidemokratik ve zorba burjuva yöntemlerle engellenmesine karşın, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mücadeleci bir tutum geliştirebilmiştir. 1970 Haziran büyük işçi direnişi, Kavel-Paşabahçe Cam-Cevizli Tekel direnişlerinden TARİŞ kalkışmasına; ‘89 Bahar eylemleri, 1990-91 Zonguldak direnişi ve ülke çapında genel eylemlerden, 20 bin Ünaldı işçisinin işyerlerine ve semtlere yayılan grev ve direnişlerine; SEKA ve TEKEL direnişlerinden “Metal Fırtına”ya; aralarında çok önemli ve diğerlerinden çok daha kapsamlı etkiye sahip olarak uzun süre gündemde kalan ve sonuçlarıyla sınıf mücadelesinde işçi ve emekçilerin kendi tarihlerine yazılan bir okuldur! Metal işçilerinin 2015’te giriştikleri mücadelenin dersleri ise, bizzat metal işçilerinin kendi pratiklerinde canlılığını korumaktadır. Bu mücadele sermaye cephesini, patronları ve hükümetiyle paniğe sürüklemiş, Türk Metal gibi, bütün önceki tarihinde patron ve devlet-hükümet sendikacılığıyla nam salmış bir sendikanın yönetimini darmadağın etmiş, binlerce işçinin bu sendikadan istifasıyla yeni bir durum ortaya çıkmış ve bütün bunlar, işçiler açısından, hakları için direnişin derslerine katılmıştır. Metal direnişinde, kendi sınıflarının talepleri için direnmek ile, kendilerini ideolojik-politik olarak etkilemiş sermaye partilerinin “yandaşı olma” tutumu, açıkça karşı karşıya gelmiş, işçiler, Erdoğan başta olmak üzere AKP’nin ve MHP’nin şefleri tarafından, mücadeleye yönelmeleri nedeniyle kınanmışlar; Erdoğan, Renault’nun Fransız patronunu işçi mücadelesine müdahaleye çağırmış; işçi olmaktan kaynaklanan işçi hakları için mücadele ile milliyetçi ve muhafazakar düşüncelere sahip olma arasındaki uyuşmazlık, “biz ülkücüyüz” diyen işçileri, AKP-MHP gibi sermaye partilerini desteklemek ile sosyal-ekonomik ve politik haklar için mücadele arasındaki bu çelişki üzerine kafa yormaya; ileri kesimlerinden kimilerinin de bu sermaye partilerinden uzaklaşmasına yol açmıştı.
Bütün bunlar, ağır baskı ve saldırı koşullarının insanların üzerine kâbus gibi çöktüğü bir dönemde, bu saldırıları püskürtebilecek potansiyel ile birlikte, giderek güç kazanacak şekilde direniş eğiliminin de bu koşullar tarafından kaçınılmazlıkla doğuşa zorlanacağını ve zorlandığını gösteriyor. İleri işçiler hem öğrenecek hem de öğretecek ve kendi sınıfının kitlesiyle birlikte emekçileri kazanarak ilerleyeceklerdir. Zor, ama zorunluluk gösteren bir sorumluluktur bu.
[1] Bu durum, başlatılacak bir grevin başarıyla sürdürülmesini tehlikeye düşürebilirdi. Buna karşın grevin başlaması durumunda, ücret artışı ve sözleşme süresinin iki yıl olması taleplerinin yanısıra çeşitli diğer sosyal ve politik sorunların tartışılıp bazı talepleri daha gündeme gelebilecek; grev diğer sektörlerdeki işçilerin mücadele azmini artırıp tepkilerin açığa vurulmasını ve farklı direniş biçimlerinin gündeme gelmesini de teşvik edebilecekti.
[2] Mesaiye kalmama eylemine Renault, TOFAŞ, Ford Otosan, Çerkezköy B/S/H işçileri, ARÇELİK, BOSCH, COŞKUNÖZ, HABAŞ ve daha birçok işyerinde yüzde yüze yakın bir katılım sağlandı.
[3] Türk Metal Bursa 2 No’lu Şube 1. Olağan Genel Kurulunda konuşan ve yasal sürecin sona erdiğini, 18 Ocak’ta toplanarak grev kararı aldıklarını dile getiren Genel Başkan Pervul Kavlak’ın sözleri işçiler tarafından “Şalter inecek bu iş bitecek” sloganlarıyla karşılandı. “Belki ertelenen grevlere, belki OHAL’e güvendiniz ama değil OHAL hangi hale güvenirseniz güvenin yemin ederim ki hakkımızı alana kadar direneceğiz. Biz tamam diyene kadar işyerlerinde huzur olmayacak, barış olmayacak. Bu bizim sözümüzdür” diyen Kavlak, işçilere güven verme çabasındaydı. Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu da, OHAL’e rağmen “grev dahil” her yolla hak mücadelesini sürdüreceklerini söylüyordu.
[4] Sözleşmede yer alan maddeler özetle şöyledir: Kıdem zammı her yıl için 30 lira olacak. 15 yıllık çalışma süresi için kıdem zammı sınırlı tutulacak, 15 yıl ve üzerindeki kıdemli işçiler ise, kıdem zammı olarak aylık 450 lira alacaklar. Sosyal hakları haricinde 1 yılını dolduran işçi, işe giriş tarihiyle bağlı olarak 510 lira ile 930 lira arasında değişen bir ek kazanım sağlayacak. Bu, % 24.63’lük bir artış sağlıyor. Sosyal haklarla zam oranı % 23 oldu. Bu, aylık olarak 50 lira 91 kuruş, yani % 1.68’lik artış demek. Zam oranıyla sosyal yardımların “kümülatif” toplamında yüzde 26.31’lik bir artış sağlandı. Bunlara ek olarak; “Tamamlayıcı sağlık sigortası” adına yıllık 480 lira ödeme; kayınvalide ve kayınbaba vefatında 3 günlük izin hakkı ve saat başına %8’lik bir “Postabaşı tazminatı“ ödenecek.
[5] Evrensel Gazetesi’ muhabiri Tuncay Sağıroğlu, Çorlu’daki fabrikalarda ücret zammından çok Afrin’e yapılan askeri harekat konuşulduğunu yazdı. Haberde, önceki yılların aksine, bu yıl ek zam sorununun Afrin’e yapılan askeri harekâtın gölgesinde kaldığına dikkat çekiliyordu. Aynı haberde, kimi işçilerin,“Savaşın faturasının işçilere çıkarılması”ndan sözederek rahatsızlıklarını dile getirdikleri, bazı işyerlerinde ise AKP’nin politikalarının eleştiri konusu yapılabildiği bilgisi de yer alıyordu. Aynı gazeteden Ebru Yiğit, Afrin operasyonu üzerine tartışmaların Kocaeli bölgesinde kurulu fabrikaların işçileri arasında da meydana geldiğini; operasyonla birlikte, hükümeti destekleyen ve desteklemeyen şeklindeki ayrışmanın daha fazla belirginlik kazandığını; ekonomik-sosyal politikaları nedeniyle işçiler tarafından eleştirilen Erdoğan-AKP iktidarının Afrin operasyonu aracıyla işçileri hem daha fazla böldüğünü hem de bu bölünmüşlük üzerinden bazılarını daha da güçlenen şekilde kendine bağlı hale getirdiğini, bazı işçilerin devlet yöneticilerinin açıklamalarından hareketle, “Afrin’in yerini öncesinde bilmiyordum ama sonuçta sınırlarımızda bir Kürt devleti kurdurmayız. Afrin operasyonu bizleri yeniden tek vücut yaptı. İnşallah bu süreci kazasız belasız atlatırız” dediklerini, işçiler arasındaki tartışmalardan hareketle yazdı. Aynı haberlerde, metal işçilerinden bazılarının da, askeri harekâta karşı çıkarak AKP iktidarının, “Afrin operasyonunu kendisi için yaptı”ğını; “arkalarındaki desteğin azaldığını” görerek milliyetçilikten yararlanma yolunu seçtiğini düşündükleri bilgisinin yanısıra, bu sonuncu kesimden işçilerin, kendileri için, düşüncelerini açıkça söylemenin zorlaştığı bir dönemden geçildiğini belirterek, “Çünkü karşı bir şey söyleyince hemen terörist oluyorsun. O yüzden dikkatli olmak lazım” dedikleri bilgisi de yer alıyordu. Bu haberlerden birinde, bir işçi kadın, Afrin operasyonunun çay ve yemek molalarında en çok konuşulan konu olduğunu; bu tartışmalarda, operasyonu savunanların sesinin çok yüksek çıktığını belirtiyor, kendisinin savaşı desteklemediğini, oluşturulan ortamdan dolayı “5 yıldır birlikte çalıştığı” işçi arkadaşlarıyla “kanlı bıçaklı hale” geldiklerinden dolayı da üzüntü duyduğunu söyleyerek, “bizi bu hale getiren hükümetin politikaları”dır diyordu. Kadın işçi, “Dün ABD iyi Rusya kötü iken şimdi Rusya iyi oldu. Her gün dış politikayı kendilerine göre şekillendiriyorlar, peki arada kime ne oluyor? Ölen yine bizim çocuklarımızken, savaşın faturası da bize yol, su, elektrik zammı olarak geri dönüyor” diyen kadın işçi, operasyonu destekleyenleri bütün bunları düşünmeye çağırıyordu. Askeri harekâtı hararetle destekleyen işçiler olduğu gibi, daha az sayıda olmak üzere, “AKP bu harekatı terörü bitireceğim diye yapıyor ama hep garibanların çocuğu şehit oluyor. Sonra savaşın faturası hep bize çıkıyor. Bizim biraz buraları da düşünmemiz lazım” diye tereddüt belirtenler de, savaşın “toplumlara acı getirdiğini”; ABD ve Rusya başta olmak üzere çeşitli devletlerin bölgede kendi çıkarları için savaş ortamı yarattıklarını ve bölge halklarının barış içinde yaşamalarını zorlaştırdıklarını söyleyenler de oldu. Evrensel muhabiri Vedat Yalvaç, işçiler arasındaki tartışmalarda, “Savaş iyi bir şey değil. Çünkü insanlar ölüyor” diyen işçilerin de; savaşa karşı çıkanlara yönelik olarak, “Sen teröristsin, seni şikayet edeceğim”, “Ben asker olsam çeker kafana sıkardım” söylemine baş vuranların da olduğunu; “Savaş iyi bir şey değil. Çünkü insanlar ölüyor. Savaş olmasın, kimse ölmesin, çocuklar yetim kalmasın” diyenlerin de; “Amerika’ya kafa tutuyoruz. Girme dediği halde giriyoruz. Teröristlere karşı savaşıyoruz”; “Savaş halidir istese maaşlarımızı bile vermeyebilir. Ama bak herkesin elinde telefonları var” diyerek savaş politikasına destek verenlerin de bulunduğunu; Erdoğan ve devletin öteki yöneticilerinin söylediklerini tekrarlayarak “şehitlere övgü”de bulunanların da olduğunu yazdı.