Kadir Yalçın

ÖSO adını son birkaç yıldır fazlasıyla duyuyoruz.

Ancak bu ad ilk 2011’de kullanılmaya başlanmıştı. “Arap Baharı”nın dalgaları Suriye’ye ulaşmış, bu ülkenin halkı da neo-liberal sürece adım atılmasının oluşturduğu tepkilerin yanı sıra en başta özgürlük talebiyle güçlü gösterilerle ve kitlesel olarak ayağa kalkmış; batılı emperyalistler ise hemen “”e el atıp müdahalede bulunarak, durumdan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmaya girişmişlerdi. Erdoğan Türkiye’si aracılığıyla “güzellikle” ve “yumuşak” biçimde batı emperyalizmiyle işbirliğine yönlendirilmeye çalışılan “Kardeşim Esad”ın ayak sürçmeye başlayıp sürecin ilerleyişine engeller çıkartmasıyla, uygun fırsat yakaladıklarını düşünerek Suriye’ye müdahale eden emperyalistlerin isyan koşullarında Müslüman Kardeşler’den başlayarak silahlı cihatçı çeteler devşirmeye yönelmeleri eşzamanlı olarak gerçekleşti.

Baştan beri Suriye’ye müdahalede batılı emperyalistler ve özellikle ABD yalnız hareket etmedi, ama işbirlikçisi bölge gericilikleriyle birlikte davrandı. “Güçbirliği” halinde Suriye’ye yüklenen bölge ülkeleri içinde Türkiye ile birlikte Katar ve Suudi Arabistan başı çekti.

Bir yandan emperyalistlerle işbirlikçilerinden Suriye’yi yalnızlaştırma amaçlı propagandif salvo atışlar başladı. “Güzellikle” yola gelmeyeceği anlaşılıp karşısına silahlı güçler çıkarılarak iktidarına son verilmek istenen ve bu arada karşı tutumunu belirginleştirerek yürümekte olduğu yolu netleştiren Esad, “kardeşim”den “zalim” ve “terörist”e terfi ettirilerek düşmanlaştırıldı, adıyla da oynanarak “Esed”e dönüştürüldü. Esad rejimi “Alevi egemenliği” olarak tanımlandırıldı; başkaldırıp sokaklara döküldüğünde Alevi-Sünni olarak bölünmeyen, ama çoğunluğu Sünni olan halkın tepkisinin örgütlenmesinin dayanağı yaratılmak üzere mezhepçiliğin kışkırtılmasına girişildi.

Öte yandan halkın ayakta oluşunun sağladığı uygun koşullarda, CIA-Pentagon yönlendirmesinde silahlı örgütlenmelere girişildi. Suudiler ve Katar finansman sağladılar; AKP Türkiye’si karargahını kurup eğitim ve üs bölgesi olarak kullanılmak üzere bu örgütlenmelere topraklarını açtı ve her türlü iaşe ve ibate hizmetini üstlendi. Silahlandırılan terör çeteleri silah-cephane, tedavi vb. sıkıntısı hiç çekmediler.

Başlangıçta silahlı unsurlar Müslüman Kardeşler saflarından derlendi; ancak bu uzun sürmedi. Müslüman Kardeşler problemi Suudilerle AKP Türkiye’si arasında önce ideolojik ayrılık konusuyken giderek politik sorun haline geldi ve Amerikan destekli bir operasyonla, bu örgüt, sadece Suriye’deki muhalif saflarda değil, iktidara ulaştığı Mısır başta olmak üzere Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde de tasfiye edilerek sürecin dışına itildi. AKP ve koalisyon kurarak ülkelerini yöneten El-Nahda (Tunus) ve Hamas’ın (Filistin) yanı sıra Yemen ve Libya’da etkisi azalmış gruplar halinde kaldı.

Temmuz 2011’de ÖSO’nun kuruluşu ilan edildi. Kurucu komutanı, Suriye Ordusu’ndan ayrılmış albay Riyad Esad’tı. Türkiye’de İstanbul ve Antalya’da düzenlenen çeşitli toplantılarla “muhalefet”in siyasal yönetimi oluşturulmaya çalışıldı. Ancak durmaksızın oynamalarla karşılaşıldı. Gerek siyasal gerekse askeri yönüyle muhalif örgütlenme çok taraflı bir yapı durumunda olduğundan, oturmuş ve dengeli bir oluşum sağlamakta olağanüstü zorluk yaşanmaktaydı. Bir yandan ABD ve Fransa vb. gibi emperyalist ülkeler, diğer yandan Suudilerin yanı sıra Katar, Türkiye ve hatta uzaktan el uzatan İsrail… Kuşkusuz tümünün “yerli ve milli” emperyalist ya da yayılmacı çıkarları vardı ve bunları uzlaştırmak kolay değildi.

Ve tabii ki iç koşullar da etkili oluyordu. Kışkırtılan mezhepçiliğin yanı sıra Irak’taki Amerikan işgali Irak Şiilerinin önünü açıp, Arap milliyetçiliğiyle BAAS da yıkıma uğrayınca, işgalin yol açtığı Amerikan karşıtlığının Şeriatçı ideolojik zemini güçlendirip yaygınlaştırması, dışarıdan beslenen ya da açık deyişle “kökü dışarıda” örgütlenmeler açısından da koşullayıcı bir etken oluşturmaktaydı. Bu atmosfer, El-Kaide ve başını yeni kaldırmakta olan IŞİD türü kan dökücü Şeriatçı terör örgütlerinin güç toplamalarına neden olduğu gibi, ÖSO ya da başka bir adla silahlandırılan bütün “muhalif” terör örgütleri bakımından da ideolojik açıdan belirleyici oluyordu.

Bölgedeki gericiliğin genel yönlendiricisi durumundaki Amerikan emperyalizmi-el altından işbirliği yapmaktan kaçınmasa bile- Suriye’de, gelenekselleşmiş düşmanlığı dolayısıyla El-Kaide’ye ve eylemleriyle dünya kamuoyunda yarattığı iticilik dolayısıyla da IŞİD’e dayanmıyor, Suriye’ye müdahalesini bu örgütler üzerinden yürütemediği gibi, tersine onları karşısına almak zorunda kalıyordu. Oysa bu örgütler ve Şeriatçı ideolojik yaklaşım ve tutumları Suudiler, Katar ve Türkiye bakımından sorun oluşturmamaktaydı ve bu örgütlerle sözü edilen ülkeler arasında açık ve üstü örtülü ilişki, destek ve dayanışma sürmekteydi. Buradan bir dengesizlik oluşmakta ve “muhalifler” arasında birinden diğerine, ama özellikle IŞİD’in güçlenmesiyle birlikte genel kural olarak az Şeriatçıdan çok Şeriatçıya doğru güç kayması ve dalgalanma kaçınılmazlaşmaktaydı.

Oluşumu ve gelişmesi bakımından dışarıdan, emperyalistler ve bölge gericiliklerinden, dolayısıyla onların emperyalist ve yayılmacı çıkar ve güdülemelerinden en az etkilenen, dolayısıyla en yerlimuhalif güç” durumunda olan örgütün IŞİD olduğu söylenmelidir. Gerçi neredeyse dünyanın bütün ülkelerinden şeriatçı savaşçılar sınırları aşarak IŞİD’in saflarına katılmışlardı ve hiç de küçümsenecek bir yekûn oluşturmuyorlardı, üstelik aralarında çok sayıda “komutan” ve “emir” türünden sorumluluk alanlar da bulunuyordu; ancak yine de kurulu bir örgüte gelip onu güçlendirmekte olan destek güçler durumundaydılar.

IŞİD, Amerikan işgaline karşı çıkarak Irak’ta özellikle Anbar vilayetinde ortaya çıktı ve kısa süre içinde, başlangıçta kurulup dağılan emirlikler olarak örgütlenmeye başladı. Bakuba’yı başkent yaparak Ramadi ve Felluce’de etkinlik sağladı. Büyük bir Arap aşiretine mensup olan Saddam’ın yardımcısı İzzet İbrahim Dürri’nin BAAS kalıntılarıyla Sünni aşiretlere dayanarak örgütlediği Nakşibendi Ordusu’yla dayanışarak güçlendi. Irak’tan, iç savaşın kızıştığı Suriye’ye uzandı. Rakka’da üslendi ve ülkenin hemen her tarafına yayıldı. Hem Irak ve hem Suriye’de Sünni Arap aşiretlerine dayanarak örgütlenen IŞİD, 2014’te Musul’u ele geçirerek gücünün zirvesine çıktı. Musul’un ele geçirilmesiyle Şengal ve Kerkük’e yönelik saldırılarının ardından Peşmerge’nin yanı sıra İran desteğindeki Şii milisler ve Irak Ordusu’nun karşı harekatıyla Irak’ta, Kobane kuşatması sonrasıysa hem Amerikan hem de Rus hava akınlarının hedefi olarak Suriye’de ciddi kayıplar vermeye başladı ve Rusya’nın desteğindeki Suriye Ordusu’yla Amerikan desteğindeki YPG’nin karşı saldırılarına dayanamayarak Suriye’de alan tutan varlığı son buldu ve her iki ülkede de yeraltına çekildi.

IŞİD Irak ve Suriye’de örgütlenen ideolojik ve politik bakımdan en gerici örgüttü. Kendi dışındaki hemen herkese saldırı halindeydi. Ancak Irak’ta doğup Suriye’de de örgütlenmiş bir örgüt olarak olabildiğince yerli nitelikliydi. Irak’la Levant denilen bölgede ayakları “toprağa” basmaktaydı.

Suudilerle Katar ve Türkiye’den belirli silah teçhizat yardımlarıyla finans desteği almasına karşın bu ülkelerin güdümüne girdiğini ileri sürmek gerçekçi olmaz. Bölge gericilikleri IŞİD’i kullandığı kadar o da örgütlenmesi ve güçlenmesi açısından bu ülkeleri kullandı. Envanterindeki silahların başlıcalarını özellikle Irak Ordusu’ndan ele geçirdi, finansmanını da koyduğu vergilerle ele geçirdiği enerji kaynaklarından elde etti.

Yerli” olmasına oldukça yerliydi, ama buradan “milli” bir nitelik türemiyordu. Irak ve Levant’ı mesken tutmuştu; ancak bölge halkının ayrımsız geneline değil, bir bölümüne, Sünnilere, üstelik aşiretlere dayalıydı ve “geçmiş”in örgütü durumundaydı. Dışarıdan, yabancı ülkelerden gelip katılan çok sayıda savaşçının varlığı da göstermektedir ki, IŞİD’in millilikle bir ilgisi yoktu. Yol gösterici ve birleştirici ideoloji, milliyet farklılıklarını önemsizleştiren ümmetçilikti. Güç alınan ve dayanak edinilen milli bir temele sahip olmayan IŞİD herhangi milleti esas almıyor, belirli bir millete dayanmıyor ve bir milletin onu millet yapan “özel” çıkarlarını, belirli bir Pazar etrafında ortak bir milli dil ve para birimini kullanarak birleştiren ve “vatan” kavramıyla eşleştirerek ihtiyaçlarını, çıkarı olarak benimsediği o pazarın -şüphesiz yöneticisi ve egemeni burjuvazinin- çıkarını üstün tutarak yönünü ve yolunu tayin etmiyordu. “Vatan” ve “milli çıkarlar” yerine, IŞİD’e yön veren, kendi bildiği gibi inançları ve bildiğince inandığı Allah’ın emirleriydi. Dolayısıyla kapitalizm ve kapitalizme özgü olan millet ve milli değerler öncesinin bir olgusu olarak, günümüzde ortaya çıkmıştı, ama başta aşiretler ve feodal ilişkiler olmak üzere geçmişin kalıntılarına dayalıydı ve bütün yönleriyle geçmişe özgüydü. O nedenle ne Irak ve ne Suriye, ne de zaten parçalanmasına itiraz yöneltmediği Arap “milleti”nin milli bir örgütü olarak davrandı, ama kendisini “İslam” ve Şeriata gönderme yaptığı “İslam Devleti” vurgusuyla tanımladı ki, gerçek de buydu.

El-Kaide ve ona gönderme yapan kötü ünlü adlarını sürekli değiştirerek yenileyen, son adı Heyet Tahrir-üş Şam olan El-Nusra (Nursa Cephesi) da, IŞİD’le benzeşiyor; o da, geçmişin kalıntılarının, emperyalistler ve işbirlikçilerinin egemen olduğu bugüne pek fazla olmasa bile, geleceğe isyanının sözcülerinden. Modern kapitalist ilişkilerin ürünü değil, ölmekte olanı ve gelişeniyle bu ilişkilere değil, ama daha da gerisine ve kalıntıları bir yana aslında ölmüş ve çürümüş olana dayanıyor.

***

Geri kalan hemen tüm “muhalif” ortak paydasıyla tanımlanan örgütler, -bir örgütten diğerine hızlı ve kitlesel geçişlerin de kanıtladığı gibi- bu ikisinden çok da farklı değiller. ÖSO adı takılan ve bu aralar özellikle Türkiye’de yüceltme ve övgülere mazhar olup desteklenen ve karşılığında desteği alınan örgüt, aslında bir “şemsiye” yapı ve -“ana” şirketle “bağlantılı” şirketler türünden- çok sayıda yan kuruluş ya da bağlı gruptan oluşuyor ve tüm grupları ve “şemsiye”siyle birlikte IŞİD’le Nusra’dan nitelik olarak çok az farklılık gösteriyor, asıl olarak nüansla (nicelik) ayrılıyorlar.

ÖSO “şemsiyesi” altında toplanan ve oynaklıklarıyla bir gün şemsiye altında olan bir gün olmayan türden gruplardan örnekler vermek gerekirse… Aralarından öne çıkanlar olarak, Feylak-ül Şam, Nureddin Zengi Tugaylarıyla ondan türeyen Ceyş-ül Nikba, Ahrar-üş Şam ve Türkiye’den İslamcı faşistlerin en çok yer aldıkları, daha çok Türkmenlere dayanan Semerkant, Sultan Murat ve Fatih Sultan Mehmet Tugayları sayılabilir. Halep ve İdlib’te bu grupların çoğunun El Nusra ile ve öncesinde güçlü olduğu zamanda da IŞİD ile birlikte davrandıkları, hatta az-çok birbirlerine karışmış halde faaliyet gösterdikleri eklenmelidir.

***

İddia, ÖSO’nun “yerli ve milli” olmakla kalmadığı, ama “şahsiyetli ve onurlu bir mücadelenin askerleri[1] olduğu kadar “kendi vatanlarını korumak için bir araya gelip organize olmuş, bizim de desteklediğimiz, tıpkı Kurtuluş Savaşımızdaki Kuvayı Milliye güçleri gibi bir sivil oluşum[2] olduğu şeklindedir.

İlk olarak; ÖSO, IŞİD kadar yerli bir örgüt bile değildir.

IŞİD, söylendiği gibi, örgüte küçümsenmeyecek ölçüde uluslararası katılımlar olmasına karşın Irak’a yönelik Amerikan işgalinin bir ürünü olarak Irak’ta ortaya çıkıp örgütlenmesini Suriye’ye de yaymış bir örgüttür. Suriye’deki gelişmesi döneminde Türkiye, Katar ve Suudilerin desteklerinden yararlanmış, bu ülkelerin yönlendirici girişimlerinden, özellikle CIA’nin güdücü etkinliğinden muaf kalmamış, ancak tüm bu dış etkenlerin rollerini oynadıkları koşullarda yine de kendi Şeriat devleti kurma yolundan yürümüştür. Yalnızca şu ya da bu eylemi değil, ama genel yönelimi ve hatta varlığı bile şüphesiz halklara zarar vermiş ve kimi zaman dolaysız biçimde kimi zamansa şu ya da bu emperyalist ve bölgesel gerici gücün kendi amaçlarını örtüp görünmez kılmasına dayanaklık ederek emperyalistlerle işbirlikçi bölge gericiliklerinin işine yaramış, ancak IŞİD, bütün gericiliğine rağmen, başlıca Irak-Suriye topraklarının yerli bir ürünü olarak ortaya çıktığı gibi, emperyalistlerin girişimlerine bağlı olarak, onların ve işbirlikçilerinin destekleriyle işbirlikçi bir örgüt olarak şekillenmemiştir. Söylendiği gibi, milli de değildir; çünkü kökü dışarıda olmasa bile geçmişte, kapitalizm öncesindedir. Ne ulusal uyanışın temsilcisi ve sözcüsü olarak belirmiş ne böyle bir uyanışa dayanmış ve ne de ulusal talepleri dile getirip savunmuştur. Varsa yoksa, Sünni İslam’a dayalı Şeriat devletinin kuruluşu ve Allah’ın egemenliğidir ve hemen sadece bu amaç peşinde koşmuştur!

Peki, ÖSO’nun pozisyonu nedir?

ÖSO, uluslararası cihatçı akını furyasından IŞİD ve El-Nusra kadar faydalanamasa bile, yine de Suriyeli ve hatta Arap olmayan küçümsenmeyecek sayıda cihatçı militana sahiptir. Suriyeli ve Arap olmayan çetelerin geliş nedenlerinden biri, IŞİD ve El-Nusra’ya katılımlarda olduğu gibi ideolojiktir. Sünni inancına dayalı Şeriatçı/cihatçı yaklaşım ve tutumlarla ÖSO’ya Suriye dışından katılım, adından başlayarak Şeriatçı amaçları çok daha net olan IŞİD’le karşılaştırıldığında az olmakla birlikte, yine de görmezden gelinir gibi değildir. Bu amaç birliği ve ideolojik benzerlik, örgütler arası dalgalanmalarda görülen geçişkenlik ve önceleri ÖSO ve diğer “muhalif” gruplardan IŞİD’e (ve El-Nusra’ya) doğru gerçekleşen çeteci akışında görülmekteyken, IŞİD’in aldığı ölümcül darbelerin ardından akışın yönü tersine dönmüş ve günümüzde ÖSO’yu besler olmuştur. IŞİD’in yenilgisi, evet, belirgin biçimde PYD/YPG ile Suriye Ordusu’nun ilerleyişi ve güçlenmesinde yansımaktadır; ancak bundan ibaret değildir ve bu yenilgi ÖSO saflarını da büyüten nedenlerden bir diğeridir. IŞİD’den gelenler, IŞİD’e katılımlarla karşılaştırıldığında, artık törpülenip irtifa kaybetmiş ideolojik kaygıların yanı sıra başka ülkelerden katılanlar bakımından geri dönüş zorluğundan da kaynaklanmaktadır. Suriyeliler ve eskiden genellikle “şehit olup cennete gitme” adına gerçekleşen yurt-dışı katılımları, artık daha çok paralı askerlik türü katılımlar olarak gerçekleşmektedir. ÖSO eskiden de ve baştan beri başlıca paralı askerlikhizmeti”ne dayalı olarak asker toplarken, “Fırat Kalkanı” Harekatı’na gelen günlerden başlayarak bu niteliği belirginleşmiş, IŞİD vb. örgütlerden yeni katılımları da kapsayarak istisna kabul etmez hale gelmiştir. İkinci ayırt edici yönü olarak, ÖSO lejyoner bir örgüttür.

Suriyeli “yerli” cihatçı çetecilerle birlikte IŞİD’den vb. katılımlara bağlı olarak günümüzde artarak yabancı lejyonerlerden derlenmiş bir örgüt durumundadır.

Neden “derlenmiş örgüt” diyoruz?

ÖSO’nun savaşçı kaynağı cihat peşindeki uluslararası Şeriatçıların yanı sıra Suriyeli Şeriatçılardır; ancak savaşçı kaynağındaki bu “yerlilik” payı, örgütü yerli yapmaya yetmemektedir. ÖSO, dişinden tırnağından artırdıklarıyla silahlanıp finanse olan ve kendi yağıyla kavrulan, az-çok bile olsa “kendine yeterli” bir örgüt değildir. Kuruluşu ve gelişmesi dışa dayalıdır; ülke dışından finanse edilip silahlandırılmış, sadece derleme değil ama besleme bir örgüttür de. Üçüncü ayırt edici yönü, ÖSO’nun dışarıdan beslenen bir örgüt olmasıdır.

Kendi olanaklarıyla var olmayıp, önce Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçileri durumundaki bölge gericilikleri tarafından beslenip örgütlendirilmiş ve birkaç kez “eğit-donat” programlarından geçirilmiş, ancak kendisine sağlanan -silah, finansman, insan kaynağı vb. olarak- imkanları sık sık İŞİD ve El-Nusra’ya kaptırması sonucunda ABD ve giderek Suudilerin desteklerinden yoksun hale gelmiştir. Son dönemde Katar’ın yanı sıra asıl olarak Türkiye’nin eline bakar olmuştur. Söylenenlerin anlamı, daha çok asker kaynağı olarak sahip olduğu belirli yerlilik payının ÖSO’yu kökü dışarıda besleme bir örgüt olmaktan kurtaramadığıdır.

Dışarıdan beslenip örgütlendirilerek silahlandırılan, karargahı bile yabancı bir ülkede (Türkiye’de) olan bir örgütün kendine özgü “yerli” amaç ve talepleriyle karakterize olup mücadele etmesi herhalde beklenemezdi ki, gelişme de bu yönde olmuştur. Bunun için, öncesi bir yana, El-Bab’a yönelik “Fırat Kalkanı” ve Afrin’e yönelik “Zeytin Dalı” Harekatlarına bakmak yeterli olacaktır: İki harekatta da ÖSO eklenti durumundadır; ne kendisi tarafından belirlenmiş talep ve hedefleri, ne de kendine özgü bir strateji ve taktik yönelimi bulunmaktadır. Hedefi AKP Türkiye’si belirlemiştir, strateji ve taktik yönelim ve komuta tamamen TSK’nındır ve ÖSO’ya buna uygun davranmak düşmektedir.

***

Yerlilik” ölçütünün ötesine geçilir ve ÖSO “milli” olup olmadığı yönünden değerlendirilirse, durum nedir?

Yerlilik” ölçütü bakımından üzerinde son durulanlar, dolaysızca “milli” ölçüt ve nitelikle de ilişkilidir ve “yerli” oluşu bile tartışmalı bir örgütün “milliliği” olanaksızdır.

Ey Amerika, Özgür Suriye Ordusu’nu sizinle kurduk. DEAŞ’a karşı beraber kurduk.” Bu sözler Erdoğan’ındır.[3]

Ama, ÖSO’nun dördüncü ayırt edici yönü olarak, Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçilerince kurulup örgütlendirilen bir örgütün milli olma şansı sıfırdır. Milliliği belirleyecek olan, en başta bizatihi emperyalizmle ilişkinin kendisidir. Emperyalizme karşı olana milli denebilir; emperyalizm ve işbirlikçilerine göbekten bağlı, onlar tarafından kurulup beslenen ve yönetilen, kendi amaç, program ve talepleriyle kendi strateji ve taktiğinden yoksun bir yapı, millilikle değil, ancak gayrı millilik ve işbirlikçilikle nitelenebilir.

Ve hele “tıpkı Kurtuluş Savaşımızdaki Kuvayı Milliye güçleri” iddiası…

ÖSO, evet, Esad rejimini devirme iddiasıyla ortaya çıkmış olan bir örgüttür. Ve tartışma götürmez ki, Esad Hükümetinde temsilini bulan Suriye burjuvazisinin sürükleyicisi olduğu açık olan iktidar, burjuvaziyle aşiretlere dayalı olarak etkisini sürdüren toprak sahiplerinin iktidarıdır. Tamamlandığı ileri sürülemese bile, 1970’lerle ’80’lerde Sovyet sosyal emperyalizmiyle işbirliği ilişkileri geliştirdiği belirli bir tekelleşme süreci yaşamış olan Suriye burjuvazisi, Amerikan emperyalizminin patronajındaki dünyaya uyum sağlayıp bir ucundan entegre olmaya yönelmişken, yöneldiğine yöneleceğine pişman edilmiştir. Amerikan emperyalizmi; Çin’in hızlı gelişmesi, Rusya’nın Gürcistan’dan başlayarak karşısına dikilme eğilimi içine girmesi, Almanya ve Fransa’nın, bir Avrupa Ordusu kurmak da dahil kendi emperyalist çıkarlarının peşine düşerek Amerikan patronajını tartışma konusu etmeye girişmesi karşısında “yarın geç olacak” öyleyse “vakit nakittir” düşüncesiyle, Esad’ın yeni yöneliminin yavaş ilerleyişine tahammül edemeyip Suriye halkının sokağa dökülmesini de fırsat bilerek, “yandaş” bir rejim kurmak üzere yönetimi devirmek için “düğme”ye basmıştır. Ülkede halk ayağa kalkmışken ilk silahlı hareketler, büyük çapta gösterilerin gerçekleştiği Hama ve Humus’la ardından Ürdün sınırındaki Deraa’da görüldü. Deraa zaten sınırdaydı ve Ürdün’den beslenmekteydi. Diğerleri ise çok kısa sürede Suriye’nin Türkiye ile olan kuzey sınırlarına kaydı; “cephe” türü “muhalif” siyasal örgütlenmeler ve özellikle silahlı gruplar Türkiye üzerinden beslendiler.

ÖSO’nun ortaya çıkışıyla kuruluşu ve gelişme sürecinin, Suriye’deki Esad rejimini karşısına alarak gerçekleştiği tartışma götürmez. ÖSO, Esad rejimine karşı çıkmış, Suriye’de iktidarın değişmesini talep etmiştir. Hala da talebinin bu olduğu ortadadır. Buradan çıkacak olan nedir? Esad rejimi anti-demokratik bir burjuva despotluğu ve bir “Muhaberat (istihbarat) devleti” olduğuna göre, ÖSO’nun önsel olarak burjuva despotluğunun devrilmesini amaçlayan “demokratik” bir örgüt kabul edilmesi fazlasıyla düz bir mantıktır. ÖSO’nun, ideolojik olarak IŞİD ve El-Nusra’dan çok az farklı şeriatçı cihadist gruplar toplamı olarak, bu iki örgütten başlıca farkı, politik yönelimindedir. ÖSO da bir Şeriat devletini amaçlamakla birlikte, politik yönü ve yönelimini yabancı ülkelerin strateji ve taktiklerine uyumlandırmıştır. Başlangıçta GOP uyarınca ve güdümündeki bölge gericilikleriyle birlikte bu “proje”nin baş patronu ABD ve onun plan, program ve stratejiyle taktiklerine. Suriye’de izlenecek politikayla ilgili olarak ABD ile özellikle Türkiye arasında açı farklılıkları oluşup mesafe açıldıkça, uzunca bir dönem yalpalamanın ardından, içindeki bazı gruplar hala ABD’yle uyumlu çalışmayı sürdürürken, giderek Türkiye’nin plan, strateji ve taktiklerine.

Demokratik” nitelik, en başta kapitalizm öncesi kişisel ve toprağa bağımlılık ilişkilerine karşıtlığı, aşiret yapılarıyla feodalizme dayanmak bir yana kabileci, feodal Ortaçağ değerlerine karşı olmayı gereksinir. Burjuva feodal iktidarı, burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğini devirmeyi hedef almadan anti-demokratik bir despotluğa karşı çıkmak, demokratlık için yeterli değildir; çünkü anti-demokratik bir hükümet/rejimin yerine bir diğer anti-demokratik hükümet/rejimin geçmesinde demokrasi içerili değildir. Öldürülen bir Suriye askerinin iç organını çekim yapılan bir video filminde göstere göstere ısıran ÖSO’ya bağlı bir “Tugay” komutanı olan Ebu Sakkar’ın, onun “Tugay”ının ve bu grubun bağlı olduğu ÖSO’nun demokratlığını kim ileri sürebilir? Ya da bir mensubu, Halep’in kuzeyinde Filistinli bir mülteci çocuğun kafasını yine tıpkı IŞİD’in yaptığı gibi videoya alarak korku yaymak üzere izlettirmek için kesen Nureddin Zengi Tugayları ve bağlı olduğu ÖSO’nun demokratlığı iddia edilebilir mi?

Denebilir ki, “ezilen milletlerin milli hareketleri demokratik içerik taşır”. Bu, doğru bir postulattır. Ancak “taş yerinde ağırdır” ve bu postulata uygunluk bakımından kim ezilen millettir, hangi hareket milli harekettir, belirlenebilir gibi değildir. Postulat bakımından ÖSO ve Suriye örneği yerine oturmamaktadır.

ÖSO ezilen milletin milli hareketi midir? “Kuvayı Milliye gibi” midir?

Kuvayı Milliye; Fransız, İtalyan ve özellikle İngiliz emperyalizminin yanı sıra işbirlikçi Yunan gericiliğinin işgaline uğrayan Osmanlı topraklarında Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyen silahlı direniş örgütlerinin genel adıdır. Burjuva niteliklidir; özellikle tefeci-ticaret burjuvazisiyle toprak ağalarının ittifakına dayalı olarak örgütlenmiştir ve bu ikisi olumsuz yönleridir. Ancak tartışma götürmez gerçektir ki, Kuvayı Milliye, özellikle Anadolu topraklarından doğmuş yerli bir örgütlenme olduğu kadar Osmanlı Ordusu’nun kalıntılarının yeniden toparlanmasına dayalı bir örgüt olmamış, ama eski Osmanlı subaylarının örgütçü yetenekleriyle katkılarından güç almakla birlikte ülke çapında efeler, kabadayılar dahil işçi, köylü, aydın… eli silah tutan halka dayanarak oluşmuştur. Osmanlı Ordusu kalıntılarının katılımı örgütlenme bakımından birçok kolaylaştırıcılık sağlarken, örgütlenmenin olduğu kadar kurtuluş mücadelesinin genel yöneliminin demokratik bir içerik kazanmasının engelleyici etkenlerinden olmuş; ancak demokrasiye uzak duruşu asıl olarak hareketin önderliğinin burjuva feodal niteliğinden kaynaklanmıştır.

Kurtuluş Savaşı, anti-emperyalizminin zayıflamasına da neden olmak üzere halkın aşağı tabakalarına dayanmamış ve köylü-toprak devrimi olarak derinleşip demokratik bir devrimle birleşmemiş, başlıca niteliğiyle bir milli devrim olarak kalmıştır. Ancak bu da küçümsenir şey değildir ve kuşkusuz asıl olarak kendi çıkarlarını tüm sınıf ve tabakalarıyla bütün bir milletin çıkarlarının savunucusu ve temsilcisi olarak gösteren tefeci-tüccar karakterli burjuva önderliğinin milli yönelimlerinden gelmiş, ama bir demokratikleşmeden geçerek sosyal kurtuluşa yönelmese ve başlıca burjuvazinin çıkarlarında ifadesini bulsa bile halkın da asgari milli kurtuluş taleplerinin gerçekleşmesini kapsamıştır.

Kuvayı Milliye, böyle bir milli mücadelenin, demokrasi ve sosyal kurtuluş yönünde ilerlemeyen bir milli devrim olan Kurtuluş Savaşı’nın örgütüdür. Anti-emperyalizmi zayıf olsa bile milli devrimci niteliği tartışılamayacak olan bir kurtuluş savaşı ve aynı şekilde milli devrimci niteliği tartışılamayacak bir örgüt. ÖSO’nun böyle bir milli devrimci örgütle ve mücadelesinin milli bir devrimle ne ilişkisi olabilir?

Söylendiği gibi “yerli” bir örgüt oluşu bile tartışmalı olan ÖSO hangi emperyalizme karşı mücadelenin örgütü olarak kurulmuştur? Hangi ezilen (ya da işgale uğramış ve sömürgeleştirilmeye çalışılan) milletin örgütüdür? “Milliliği” nereden gelmektedir? Yanıt nettir: Hiçbir yerden! ÖSO milli bir örgüt değildir çünkü!

ÖSO, emperyalizme karşı mücadele içinde ortaya çıkmadığı gibi, anti-emperyalist mücadele yürüten bir örgüt olarak da kurulmadı. Ne emperyalistler ne de işbirlikçilerine karşı mücadelenin bir örgütü oldu. Kuruluşu, batılı emperyalistler ve özellikle Amerikan emperyalizminin Suriye’ye müdahalesinin ürünü olarak gündeme geldi, bu müdahalenin aracı işlevini üstlendi. Öte yandan, ÖSO’nun da bağlandığı emperyalist müdahaleyle devrilmek istenen Esad iktidarı, geçmişte Sovyet sosyal emperyalizmiyle ve 2000’lerdeyse batılı emperyalistlerle belirli ilişkiler içine girmiş olsa bile, henüz tamamen uluslararası mali sermaye ağlarına takılarak dünya kapitalizmine bütünüyle entegre olmuş ve yerli ve yabancı tekellerin egemenliğinin aracı haline gelmiş değildi. Rus emperyalizmiyle ise birkaç yıldır ilişkileniyor. Dolayısıyla ÖSO emperyalizme karşı mücadelenin örgütü olmadığı kadar emperyalizme bağlanarak işbirlikçileşmiş tekellerin egemenliğine karşı mücadelenin de örgütü olmadı.

Ve tersine… ÖSO örneğin bir emperyalist işgale karşı mücadele içinde anti-emperyalist bir örgüt olarak kurulmak ve gelişmek bir yana Suriye’ye dışarıdan yöneltilmiş emperyalist müdahaleye araçlık ve dayanaklık etmek üzere türetilmiştir. Amerikan emperyalizminin amaç ve stratejine bağlanmış, işbirlikçi bölge gericilikleri tarafından desteklenen kökü dışarıda bir örgütten, giderek Türk operasyonları olan “Fırat Kalkanı” ve “Zeytin Dalı”nın eklentisi bir örgüte dönüşmüştür. Amerikancılıktan Türkçülüğe bir gelişme seyri, ne başında ne de son ilerlediği yerde ÖSO’yu milli bir örgüt yapabilirdi ve yapmıştır. Daima “dış dinamik”e bağlı ve “dış” etken durumunda bir örgüt!

Yine de Şeriatçılığı ve dolayısıyla -bir tür ulus-üstülük olan- ümmetçi Ortaçağcılığı görmezden gelinip “millilik” ölçütü bakımından sorgulanmaya kalkışıldığında, karşılaşılacak soru şudur: Başlangıç bakımından; Amerikan mı Arap milliliği mi ya da hangi milliyetçilik? Son süreç bakımından ise; Türk mü Arap milliliği mi ve hangi milliyetçilik?

Eğer “yerli” denecek ve Suriyeliliği ileri sürülecekse, ÖSO, Suriye ya da doğru söyleyişle Arap milliyetçisi olmalıdır; ama milliyetçiliğin emperyalizmle belirli bağlantı ve uzlaşılar içinde olması kaçınılmaz ve emperyalistler tarafından kışkırtılması son 30-40 yıldır neredeyse kural olsa bile, tamamen Amerikan amaç, hedef ve stratejisine bağlı bir Arap milliyetçiliği tasavvur etmek fazlasıyla zordur ya da sadece laftadır ve aldatma amaçlıdır. Aynı şey, Türk ya da Türkçü amaç, hedef ve stratejiye bağlanmış bir Suriye ya da Arap milliyetçiliği tasavvuru bakımından da geçerlidir ve böyle bir millilik ve milliyetçilik iddiası da ancak lafta ve aldatma amaçlı olabilir.

***

Bu aldatmaya neden ihtiyaç hasıl olmuştur?

Neden “her türlü teröre karşıyız” denir ve örneğin “terörist” oldukları ileri sürülerek PYD-YPG ile ABD’nin IŞİD’e karşı “ittifakı” suçlanırken, terör çetesinden başka bir şey olmayan ÖSO Kuvayı Milliye’ye eşitlenerek övülmekte ve “Fırat Kalkanı”nın ardından Afrin’i hedef alan “Zeytin Dalı” Harekatında da bu çeteyle birlikte hareket edilmektedir? Bir açıklaması var mıdır?

Harekat, başka bir ülkenin, Suriye’nin topraklarında yürütülmektedir. Dolayısıyla “uygar dünya”da elini kolunu sallayarak başkalarının topraklarında ve üstelik “millilik” ve “milli güvenlik” iddiasıyla harekat yürütmenin zorluğu ortadadır. Amerikalı emperyalistler bile başkalarının topraklarında harekat düzenlemeye yöneldiklerinde “işgal” terimini kullanmaktan kaçınmakta ve dünya kamuoyunu yatıştırıcı gerekçeler arayıp bulmak durumunda kalmaktadırlar. Örnekse, son Irak işgalinin gerekçesi “Saddam’ın elinde kitle imha silahlarının bulunması”ydı. İşgalin ardından böyle silahlar bulunamamış ve bunun aldatıcı bir bahane ve düpedüz yalan olduğu açığa çıkmış, ama olan olmuştu.

Rusya, Suriye’ye Esad Hükümeti’nin çağrısıyla geldiğini söylemektedir ki doğrudur. Kiminin işine gelir kimin gelmez, ancak Rusya, Suriye’nin meşruiyeti “uluslararası toplum”ca kabullenilen ve BM’de temsil edilen hükümeti tarafından bu ülkeye davet edilmiştir. İran da öyledir. ABD’nin Suriye’deki varlığıysa, kapitalist dünyanın geçerli meşruiyeti bakımından tartışmalıdır.

Herhangi meşru bir davet almadığı ortadadır ve ABD bu ülkedeki varlığını 1) dünya kamuoyunda derin bir nefret dalgasına neden olmuş IŞİD’in varlığına ve oluşturulan IŞİD Karşıtı Koalisyon’un uluslararası meşruiyetine ve 2) bu oluşumun BM tarafından da “olur”lanmasına dayandırmıştır. Özellikle Rusya tarafından IŞİD’in yenildiği ve Rus askerlerinin çekilmekte olduğu açıklandıktan sonra meşruiyet tartışması yeniden gündem olmuştur. ABD, bu ülkedeki varlığını, bundan böyle, bir yandan IŞİD’in tamamen temizlenmediği ve temizlenmesi gerektiği iddiasına, bir yandan da temizliği önemli ölçüde birlikte yaptığı ve güç birliğini sürdürdüğü -ülkenin kuzeyindeki varlığı fiiliyatta Esad rejimi tarafından da tanınmış olan ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunan- PYD-YPG’nin, yine fiiliyatta belirli bir meşruiyet kazanarak kuzey ve kuzeydoğu Suriye’deki federasyonlaşmış varlığına dayandırmaktadır.

Artık ABD’nin gerekçelerini kendi gerekçeleri olarak gösteremeyecek ve kendi varlığını, ABD ve uluslararası bağlantıları çerçevesinde, buralara dayandırarak açıklayamayacak olan, çünkü Suriye’de ABD ile arasındaki mesafe açıldıkça açılan Türkiye’nin yeni gerekçelere ihtiyaç duyacağı ve duyduğu açıktır. Bu nedenle “Zeytin Dalı Harekatı”nın gerekçesi, kuzey Suriye’den Türkiye’ye yönelik “terör saldırıları” karşısında ülkenin “milli güvenliğinin sağlanması” ihtiyacıyla, “sınır-ötesi saldırılara yönelik sıcak takip”e ve “terörle mücadele”ye imkan veren BM kararları olarak formüle edilmiştir. Yine de bu gerekçelerin yeterli olmayacağı bilinerek, iki gerekçe daha eklenmiştir. Biri “Suriye’nin toprak bütünlüğü”nün savunulduğudur ki, bununla “terörden temizlenecek toprakların sahiplerine iade edileceği” ima edilmekte, ancak “sahip”in kim olduğu belirtilmemektedir. Türkiye adına yapılan son açıklamalarda, Esad hala “işbirliği yapılamayacak” bir “terörist” sayıldığından, başka bir “sahip”e ihtiyaç duyulmaktadır ki, bu da ÖSO olmalıdır!

ÖSO’ya yönelik “yerli ve milli” ve hatta “Kuvayı Milliye” övgülerinin nedeni herhalde budur ve herhalde ÖSO çetelerinin Afrin Harekatı’na katılmasının nedeni TSK’nın gücünün yetersiz bulunması değildir. Verilmek istenen, “yerli ve milli” Suriyeli güçlerle “ortak harekat” düzenlendiği görüntüsüdür.

[1] Erdoğan, 26 Ocak 2018’deki AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’ndaki konuşmasından.

[2] Erdoğan, 30 Ocak AKP Grup Toplantısı konuşmasından, bkz. www.hurriyet.com.tr, Gündem, 31 Ocak

[3] bkz. diken.com.tr, 05.12.2017