Yusuf Karadaş

 

Suriye’de Esad (BAAS) rejiminin devrilmesi, iktidarın yeni sahibi HTŞ’nin (Heyet Tahrir eş Şam) en büyük destekçisi olan Türkiye’deki Erdoğan iktidarının başarısı olarak propaganda ediliyor ve bu “başarı” Erdoğan Türkiye’sinin bölgede (Ortadoğu) ‘oyun kurucu’ bir aktör olduğunun kanıtı olarak sunuluyor. Gerçekten de Erdoğan iktidarı, 2011’de başlatılan Suriye müdahalesinin ve iç savaşın başını çeken güçlerden biri konumunda bulunuyordu ve dahası HTŞ’yi, önceli El Nusra Cephesi (Cephetü’l Nusra) döneminden itibaren desteklemek konusunda elinden geleni ardına koymamıştı. Ancak Suriye’nin 1950’li yılların ortalarından bu yana bölgede ABD-İsrail ekseni karşısında konumlanmış en önemli güçlerden birini oluşturması, Türkiye’nin bu “başarı”da oynadığı rolün gerçekte kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğini de gösteriyor.

Elbette Suriye’deki rejim değişikliğinde oynadığı rolün ABD emperyalizminin çıkarlarına ve bölgeyi yeniden dizayn etme politikasına hizmet ediyor olması, Erdoğan iktidarının Türk tekelci burjuvazisinin yayılmacı emellerinin temsilcisi olması gerçeğiyle çelişmiyor. Aksine bazı dönemsel sapmalar olsa da bu yayılmacı emeller ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarıyla büyük oranda uyum gösteriyor.

Türkiye’deki resmi tarih kitapları, birinci emperyalist paylaşım savaşında Osmanlı’yı desteklemeyen Arapların Türkleri arkadan hançerlediğini yazar. Osmanlı’da iktidarda olan İttihat Terakki’nin Turancı (büyük Türk dünyası) emellerle katıldığı Birinci Paylaşım Savaşı’nda Arap milliyetçilerinin Osmanlı’yı neden desteklemediği ayrı bir tartışma konusudur. Ancak teorik temelleri Ahmet Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ kitabında açıklanan yeni Osmanlıcı bir dış politika izleyen ve dün Osmanlı’nın hüküm sürdüğü topraklarda bugün ABD emperyalizminin çizdiği sınırlar içinde yeniden söz sahibi olmak isteyen AKP-Erdoğan iktidarının Suriye ve bölge genelinde oynadığı rol, Türk burjuva gericiliğin Araplara atfettiği arkadan hançerleme benzetmesine fazlasıyla uymaktadır.

 

AKP Öncesi Dönem Hakkında Kısa Özet

Türkiye’nin 911 km ile en uzun kara sınırına sahip olduğu komşusu Suriye ile siyasi ilişkileri, 1950’li yılların ortalarından 1990’lı yıllara kadar birbirine rakip iki kampın -ABD’nin başını çektiği NATO ve Sovyet Rusya’nın başını çektiği Doğu Bloku- içinde/yanında konumlanmaları tarafından belirlenmiştir.

Osmanlı devletinin birinci emperyalist paylaşım savaşında (1914-18) yenilip teslim olması sonrasında savaştan galip çıkan İngiliz ve Fransız emperyalistleri arasındaki paylaşım anlaşmasıyla Fransız mandasına giren Suriye, 1946’dan sonra bağımsızlığını kazanmıştı. Daha Fransız mandası altındayken Arap milliyetçiliğinin önemli merkezlerinden biri haline gelen Suriye’de özellikle 1940’lı yılların ortalarından itibaren Mişel Eflak ve Zeki Arsuzi’nin başını çektiği Baasçılık (Arap Sosyalist Yeniden Diriliş Partisi) ülke siyasetinin önemli aktörlerinden biri haline geldi. Suriye’de 1963’te Baas ve 1970’de ise, Baas içinde Hafız Esad’ın başını çektiği “sol kanat” iktidarı ele geçirmiş ve Baas iktidarı 2024’e kadar devam etmiştir. Hafız Esad iktidarı döneminde Suriye, Ortadoğu’da ABD ve İsrail eksenine karşı Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurmuştur.

Aynı dönemde Türkiye, Truman Doktrini (1947) ve Marshall Planı (1948) üzerinden “Komünizm tehdidine karşı Avrupa’nın askeri ve mali olarak desteklenmesi” politikası kapsamında ABD emperyalizmi tarafından “desteklenen” ülkeler arasında yer almış ve 1952’de ABD ve Avrupalı emperyalistlerin savaş örgütü NATO’ya katılmıştır.

İki rakip-düşman kampın içinde ya da yanında konumlanmış olmalarının bu iki komşu ülkenin ilişkilerine yansımasının en çarpıcı örneklerinden biri 1957’de yaşanan siyasi-askeri krizdir. Ortadoğu’da ABD-İsrail ile yaşanan gerilimin bir sonucu olarak Suriye’nin 3 ABD’li diplomatı sınır dışı etmesi ve SSCB ile iş birliği anlaşmaları imzalaması karşısında NATO’nun Ortadoğu’daki ileri karakolu haline gelen Türkiye’nin Suriye sınırına askeri yığınak yapması ciddi bir kriz yaratmıştı. Ancak ABD ve SSCB’nin sıcak çatışmaya girmek istememesi, bu krizin büyümesini engellemişti.

1990’lı yılların sonlarına kadar Türkiye ve Suriye ilişkilerinde üç önemli sorun öne çıkmıştır: Hatay’ın aidiyeti sorunu, Fırat ve Dicle nehirlerinin sularının kullanımı ile ilgili sorun ve 1980’lerden sonra PKK ve Kürt sorunu.

Hatay Sorunu: Hatay (o zamanki adıyla İskenderun Sancağı) 1921’de Fransa ve Ankara Hükümeti arasında yapılan Ankara Anlaşması’na göre Fransız mandasına bırakılmış ancak burada özerk bir yönetimin kurulması kararlaştırılmıştı. Ancak Suriye’de Fransız manda yönetimine karşı bağımsızlık eylemleri yapan Arap milliyetçileri bu karara tepki göstermiş ve öte yandan Türkiye’nin de Hatay üzerinde hak talebinde bulunması, Hatay’ın aidiyeti konusunda iki ülke arasındaki anlaşmazlığı derinleştirmişti. Fransa ve Türkiye’nin onayıyla sorun 1936’da Milletler Cemiyeti’ne götürülmüş ve Milletler Cemiyeti Raportörü Sandler’in konu ile ilgili hazırladığı raporda “Sancağın içişlerinde bağımsız ve dışişlerinde ise Suriye devletine bağlı olması” yönünde bir görüş ortaya çıkmıştır.[1] Buna karşın Fransa ve Türkiye arasında Hatay konusundaki pazarlıklar devam etmiş ve dünyanın ikinci emperyalist savaşa doğru gittiği günlerde Türkiye’yi yanında tutmak isteyen Fransa, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasını kabul etmiştir. Suriye tarafı ise, Türkiye ve Fransa arasındaki anlaşmanın uluslararası hukuka aykırı olduğunu savunarak Hatay’ı Suriye toprakları içinde göstermeye ve Hatay üzerinde hak talebinde bulunmaya devam etmiştir. Dolayısıyla özellikle Baas iktidarı döneminde bu sorun sık sık gündeme gelmiştir.

Su sorunu: Ortadoğu gibi büyük bir bölümü kurak ve çöl olan bir coğrafya için su kaynaklarının önemi tartışma götürmez. Özellikle Türkiye, Suriye ve Irak’ı kapsayan bölgede (Mezopotamya) Dicle ve Fırat nehirleri en önemli su kaynakları durumundadır. Türkiye’nin Suriye ve Irak’la su sorunu, 1960’larda Fırat Nehri üzerinde Keban Barajının inşa etmesiyle başlamış ve özellikle GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) kapsamında Fırat ve Dicle üzerinde birçok barajın inşa edilmesiyle birlikte yeni bir boyut kazanmıştır. Birleşmiş Milletler Suyolları Sözleşmesi’nde uluslararası suların “hakkaniyetli ve makul kullanımı” ilkesinden söz edilse de bu ilkenin kesin sınırlarının olmaması, Dicle ve Fırat sularının kullanımı ile ilgili tartışmaların uzun süre devam etmesine yol açmıştır.

Türkiye, Dicle ve Fırat üzerine kurduğu 20’den fazla barajla bu su kaynaklarını Suriye ve Irak’a karşı bir koz haline getirmiş ve bu kozu özellikle Suriye ile PKK ve Kürt sorunu konusunda anlaşmazlık yaşadığı dönemde kullanmaktan geri durmamıştır.

PKK ve Kürt sorunu: 1980-88 yılları arasında devam eden Irak-İran Savaşı’nda Suriye’deki Baas rejimi İran’ın yanında durmuş ve bu politikanın bir devamı olarak Irak’a karşı Irak Kürdistan bölgesindeki Kürt grupları desteklemiştir.

Türkiye’nin Kürt ulusal sorunundaki çözümsüzlük politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan PKK’nin 1984’te silahlı mücadeleye başlamasının ardından Suriye, bu kez Türkiye ile yaşadığı sorunlar nedeniyle PKK’yi destekleyici bir tutum izlemiştir. PKK, 1986’da Lübnan’ın Suriye tarafından kontrol edilen Bekaa Vadisi’nde kamplar kurmuş ve PKK lideri Öcalan uzun bir dönem Suriye’de (Şam) yaşamıştır.

Ancak 1990’lı yılların başında SSCB ve Doğu Blokunun çözülmesi, Ortadoğu’daki dengeleri de değiştirmiş ve Türkiye’nin PKK konusunda Suriye üzerindeki baskısını arttırmasına yol açmıştır. Türkiye, bu dönemde Suriye üzerindeki baskıyı arttırmak için İsrail ile işbirliğini de geliştirmeye çalışmıştır. Türkiye’nin Suriye’ye PKK konusundaki baskısı, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in 1998’de Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde “Sabrımız tükendi” açıklamasını yapması ve sınıra askeri yığınağın başlatılmasıyla yeni bir boyuta ulaşmıştı. Gerilimin tırmanması karşısında Mısır ve İran devreye girmiş, PKK lideri Öcalan Suriye’den çıkartılarak uluslararası bir operasyonla yakalanıp Türkiye’ye getirilmesine yol açan sürecin ilk adımı atılmıştı. Bu gelişmelerin bir devamı olarak Türkiye ve Suriye arasında Adana’da yapılan görüşmeler sonucunda 20 Ekim 1998’de Adana Protokolü imzalanmıştır.

Adana Protokolü ile “teröre karşı iş birliği” konusunda varılan uzlaşma, iki ülke ilişkilerinde yeni bir dönemin de başlangıcı olmuştur. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 2000 yılında hayatını kaybeden Suriye Lideri Hafız Esad’ın cenaze törenine katılmasıyla iki ülke ilişkileri “normalleşme” sürecine girmiştir.

 

AKP Döneminde Türkiye-Suriye İlişkileri

AKP’nin iktidara geliş/getiriliş süreci ile SSCB’nin yıkılışı sonrasında ABD emperyalizminin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme politikası (Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi-BOP/GOP) arasında yakın bir ilişki bulunuyordu. Aynı şekilde Suriye, bütün bu dönem boyunca AKP’nin Ortadoğu’da üstlendiği rollerin önemli bir sınanma alanı olarak öne çıkıyordu. CIA’nın Ortadoğu şefi Graham Fuller’in ABD emperyalizminin bu yeniden dizayn politikası bağlamında Ortadoğu’da “liberal ve reformist İslamcı güçleri desteklemesi gerektiği”ni savunduğu bir dönemde Erdoğan’ın liderliğini yaptığı AKP, Türkiye’de yapılan genel seçimleri (2002) kazandı ve uzunca bir süre (2013’e kadar) bir başka “ılımlı İslamcı” olan F. Gülen cemaati ile iş birliği yaptı.

Erdoğan, başbakanlığının ilk yıllarında, 4 Mart 2006’da yaptığı “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var. Biz Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) eş başkanlarından biriyiz” açıklaması gibi birçok açıklamasında BOP/GOP kapsamında üstlendiği rolü açıkça kabul etti.[2] Ancak ABD emperyalizmi ile ilişkilerinin gerildiği ve muhalefeti emperyalizmin işbirlikçisi olmakla suçladığı dönemlerde ise “İspat edemezlerse alçaktırlar” diyerek BOP/GOP kapsamında üstlendiği rolü inkâr eden bir tutum takındı.

AKP-Erdoğan iktidarının bir tarafında ABD emperyalizminin taşeronluğu ve öbür tarafında yayılmacı emellerin bulunduğu Ortadoğu politikasının temel dayanaklarını ve hedeflerini anlamak bakımından Ahmet Davutoğlu’nun 2001’de yazdığı ‘Stratejik Derinlik’ kitabı, oldukça açıklayıcıdır. Bugün muhalefette de olsa Davutoğlu’nun hem dışişleri bakanı ve hem de başbakan olarak aynı zamanda uygulayıcılarından biri olduğu bu kitabındaki tezler, AKP-Erdoğan iktidarının Suriye politikası bağlamında iki önemli noktayı işaret etmektedir.

Birinci olarak Davutoğlu, “soğuk savaş”ın parametrelerinin ortadan kalktığı bir süreçte Türkiye’nin bugüne kadarki statüyü muhafaza etmeyi değil, bölgesel dengeleri kendi lehine çevirecek müdahaleleri kapsayan aktif bir politikaya yönelmesini savunur: “Türkiye jeopolitiğinin dış politika stratejisi içindeki yerini yeniden yorumlamak ve uluslararası çevre içinde yeni bir anlam kazandırmak zorundayız(…) Jeopolitik konum artık sınırları müdafaa dürtüsünün yönlendirdiği bir statükoyu muhafaza stratejisinin aracı olarak görülmemelidir. Aksine, bu jeopolitik konum kademeli bir şekilde dünyaya açılmanın ve bölgesel etkinliği küresel etkinliğe dönüştürmenin bir aracı olarak görülmelidir.[3]

İkinci olarak, bu müdahaleci politikanın temel dayanağını Türkiye’nin Osmanlı’nın mirasçısı olmasıyla açıklar: “Bölgenin zengin jeokültürel haritasını beş asır kalıcı bir düzen altında siyasi riski asgariye indirerek korumayı başaran Osmanlı tarih mirasına sahip olan Türkiye’nin bu mirası stratejik bir dayanak olarak kullanabilmesi, sadece Türkiye’nin bölge politikaları açısından değil, bölgede adil ve kalıcı bir düzen kurabilmek açısından da büyük önem taşımaktadır.[4]

Kitabında Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ tezine de değinen Davutoğlu, Türkiye’nin Osmanlı’nın mirasçısı olarak bölgeyle tarihsel ve kültürel ilişkileri üzerinden aktif bir politika izleyerek medeniyetler (Doğu-Batı) çatışmasını önleyebilecek bir aktör olabileceğini iddia eder. Bu iddia, AKP-Erdoğan iktidarı döneminde Türkiye’nin “model ülke” olarak ABD emperyalizminin bölgeyi yeniden dizayn etmesinde taşeronluk rolü üstlenmesi üzerinden somut bir politik yönelime dönüşmüştür.

Şimdi Suriye’nin nasıl yeni Osmanlıcılık olarak da adlandırılan bu politik yönelimin bir sınanma alanına dönüştürüldüğüne bakabiliriz.

 

2011’e kadar Suriye politikası

AKP-Erdoğan iktidarının 2011’de Esad/Baas rejimini devirmeye yönelik müdahalenin öncülüğüne soyunmasına kadarki Suriye ve bölge politikasını değerlendirirken ABD’li ideolog-akademisyen Joseph S. Nye’ın 1990’ların başında ortaya attığı ‘Yumuşak Güç’ (Soft Power) kavramına değinmek yerinde olacaktır. Çünkü bu kavram, Erdoğan, Gül ve Davutoğlu’nun neden bu dönemde adeta ABD’nin büyükelçileri gibi bölge ülkeler arasında mekik dokuduklarını anlamayı kolaylaştırmaktadır.

ABD emperyalizminin “tek kutuplu yeni dünya düzeni”ni ilan etmesiyle bağlantılı olarak ortaya atılan yumuşak güç kavramı, bu neoliberal sistemin “barışçıl” yollarla inşa edilebileceği varsayımına dayanıyordu. Bu kavram, ABD emperyalizminin neoliberal emperyalist-kapitalist sistem bakımından problemli görülen ülkeleri ‘sert güç’ olarak tanımlanan askeri güç ve ekonomik yaptırımların dışında kültürel ve ideolojik değerler (demokrasi ve insan hakları), teknoloji, refah vb. gibi üzerinden ‘ikna’ yoluyla bu sisteme kazanmasının mümkün olduğunu savunuyordu. Ancak ABD emperyalizminin yeni dünya düzenini ilanı üzerinden çok geçmeden Latin Amerika, Doğu Avrupa ve Ortadoğu’da gerçekleştirdiği müdahaleler bu düzenin barışçıl yollarla ve yumuşak güç kullanılarak kurulması beklentisini önemli oranda ortadan kaldırmıştı.

Öte yandan yumuşak güç, Nye tarafından her ne kadar yeni bir kavram gibi tedavüle sokulmuş olsa da gerçekte emperyalist paylaşım/egemenlik mücadelesi bakımından sert güç ve yumuşak güç, “zor ve rıza” her zaman bir arada olmuştur. Dolayısıyla Nye’ın “yumuşak güç”ü ABD’nin başını çektiği emperyalistlerin neoliberal sisteminin cilalanmasından başka bir anlam taşımıyordu.

Tam da bu noktada ABD emperyalizminin başını çektiği neoliberal kapitalist sistemin ‘yumuşak güç’ üzerinden kurulması söylemi ile bu sisteme uyumlu bir İslamcı (“ılımlı İslamcı”) güç olarak AKP-Erdoğan iktidarının BOP/GOP kapsamında Ortadoğu için ‘model ülke’ seçilmesi arasında yakın bir ilişki olduğunu belirtmek gerekiyor. AKP-Erdoğan iktidarı, bölge ülkelerinin bu politikalar temelinde dizaynında oynayacağı rol oranında bölgede de etkin bir aktör haline gelecekti. Başka bir deyişle ABD emperyalizminin taşeronluğu ve yayılmacı emeller (yeni Osmanlıcılık) aynı politik eksende buluşuyordu.

AKP’nin Türkiye’de Kasım 2002’de yapılan genel seçimleri kazanmasının ardından Başbakanlık görevini üstlenen Abdullah Gül, ilk yurtdışı ziyaretlerinden birini 4 Ocak 2003’te Suriye’ye yapmış, bir hafta sonra da Suriye’nin Dışişleri Bakanı Faruk el Şara Ankara’ya gelmişti. Başbakanlık görevini 14 Mart 2003’te Erdoğan’a devreden Gül bu kez Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak Nisan 2003’te Suriye’yi tekrar ziyaret etmişti. Bu ziyaretler Irak savaşının iki ülke yönetimleri için yaratması muhtemel tehditlere karşı güvenlik konularında iş birliğinin (Türkiye ve Suriye’nin yanı sıra İran’ın da dahil olduğu bu iş birliğinin en önemli noktasını Irak savaşı sonrası bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının engellenmesi oluşturuyordu) yanı sıra ekonomik ve siyasi ilişkilerin gelişmesini de hızlandırmıştı. Ancak bu diplomasi trafiğinde ikili ilişkilerin yanı sıra Türkiye’nin Suriye ve İsrail arasında ‘arabuluculuk’ rolüne soyunmasının da etkisi bulunuyordu.

2004’te önce Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad Türkiye’yi ve ardından dönemin Başbakanı Erdoğan Suriye’yi ziyaret etmiş ve iki ülke arasında ‘serbest ticaret anlaşması’ imzalanmıştı. Erdoğan’ın “Kardeşim” dediği Esad ile ilişkileri, ailecek birlikte tatil yapacak seviyeye çıkmıştı. Esad’ın 2009’da Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyarette iki ülke arasında ‘Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin kurulması kararı alınmış ve iki ülke arasındaki vizeler karşılıklı olarak kaldırılmıştı. İki ülke ilişkilerindeki bu hızlı gelişmeleri ekonomik alanda da görmek mümkündü; 2004’te Serbest Ticaret Anlaşması’nın yapılmasının hemen ardından 2005’te 694 milyon dolara çıkan olan iki ülke arasındaki ticaret hacmi, 2010’da 2,297 milyar dolara ulaşmıştı.[5] Bu durum Baas/Esad rejiminin Türkiye’nin Suriye ile kurduğu yakın ilişkiler (yumuşak güç) ve bu ilişkilerin devamında gerçekleştirilecek “reformlar” üzerinden dönüştürülmesi beklentilerini arttırmıştı.

Ancak 2010 sonu ve 2011 başlarında Tunus ve Mısır’da Fransız ve ABD emperyalistlerinin müttefiki iki diktatörün (Bin Ali ve Mübarek) devrilmesine yol açan ve Arap coğrafyasındaki diğer ülkelere yayılan halk ayaklanmaları, bölgenin dizayn edilmesine dair hesapların yeniden yapılmasını zorunlu hale getirmişti. Bölge halklarının “ekmek ve özgürlük” talepleriyle yayılan ayaklanmaları karşısında ABD’nin başını çektiği batılı emperyalistler, bu ayaklanmaları bölgeyi yeniden dizayn etmenin dayanağı olarak kullanmak üzere harekete geçti.

Önemli bir enerji ülkesi olan ve Akdeniz’deki egemenlik mücadelesi bakımından stratejik bir konumda bulunan Libya’nın lideri Kaddafi, uzunca bir süredir batılı emperyalistler tarafından güvenilmez bir diktatör olarak görülüyordu. Bu nedenle Tunus ve Mısır arasında yer alan Libya, yeniden dizayn amaçlı müdahalenin ilk merkezi yapıldı ve Kaddafi, NATO destekli güçler tarafından devrilerek linç edildi.

Türkiye’deki Erdoğan iktidarının Libya’ya NATO müdahalesi karşısında takındığı tutum, sadece bölgede üstlendiği rolü açıklamakla kalmıyor, neden Suriye’ye müdahalenin öncülüğüne soyunduğunun da yanıtını veriyordu.

Erdoğan, müdahaleden iki hafta önce gazetecilerin NATO’nun Libya’ya müdahalesi ile ilgili sorduğu soruya “Böyle bir saçmalık olabilir mi? NATO’nun ne işi var Libya’da?[6] yanıtını vermişti. Ancak çok geçmeden ABD ve batılı emperyalistlerle yapılan pazarlıkların sonucunda Türkiye (İzmir) Libya’ya müdahale eden NATO kuvvetlerinin merkez komutanlığı görevini üstlenmekle kalmadı, Erdoğan iktidarı Suriye’ye müdahalenin de öncülüğüne soyundu. Batılı emperyalistler bölgenin yeniden dizayn edilmesinde savaş-şiddet politikalarını yeniden (2003 Irak müdahalesinden sonra) öne çıkarmış; bölgesel liderlik ve yayılmacı emeller peşinde koşan Türkiye’deki iktidarı bu politikanın taşeronluğuna ikna etmek çok da zor olmamıştı.

 

Suriye Müdahalesi ve Esad/Baas Rejiminin Devrilmesi

Türkiye’nin Suriye’ye müdahalenin öncülüğüne soyunmasını dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “Suriye rejimi verdiği sözleri tutmadı. Bunun için ağır bir bedel ödeyecek[7] sözleriyle ilan ediyordu. Oysa daha Ekim 2010’da ortak bakanlar kurulu toplantısı düzenlenmiş ve ikili ilişkiler en üst seviyeye çıkartılmışken Türkiye’nin Mart 2011’de Suriye’ye müdahalenin öncülüğünü “sözlerin tutulmaması” ile açıklanmasının inandırıcılığı bulunmuyordu.

Suriye’de Mart 2011’de başlayan gösterilerin kısa sürede silahlı çatışmalara dönüşmesinde CIA, M16 (İngiliz istihbarat örgütü) ve MOSSAD önemli bir rol oynamış ve Suriye’den kaçan eski ordu mensupları Temmuz 2011’de Türkiye’de Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) kurulduğunu ilan etmişlerdi. Suriye’ye müdahaleyi kolaylaştıracağı hesabıyla daha en baştan yüz binlerce Suriyelinin Türkiye’ye iltica etmesini teşvik edici bir politika izleyen Erdoğan iktidarı, milletvekillerinin bile girmesine izin verilmeyen Reyhanlı’daki Apaydın Kampı başta olmak üzere ülkede kurulan kamplarda ÖSO için militan devşirme ve eğitme rolünü de üstlenmişti.

2012’de Antalya’da Türkiye’nin yanı sıra ABD, Fransa, İngiltere, S. Arabistan ve Katar’ın katıldığı gizli bir toplantı yapılmış ve bu toplantıda Suriye rejimine karşı savaşan bütün gruplar ÖSO çatısı altında birleştirilerek ‘Yüksek Askeri Konsey’ oluşturulmuştu.[8] Toplantıya katılan ülkeler, ÖSO’ya silah ve maddi destek sağlayan güçlerin de başında yer alıyordu.

Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmaları sonrasında bu ülkelerde yönetimi ele geçiren ‘Müslüman Kardeşler’ (İhvan-ı Müslimin) ile aynı ideolojik-politik eksene sahip bulunan Erdoğan iktidarı, Suriye savaşında da Suriye İhvan örgütünü destekleyici bir tutum ortaya koymuş ve Suriye İhvan örgütünün etkin olduğu Suriye Ulusal Konseyi (SUK) Ağustos 2011’de İstanbul’da kuruluşunu ilan etmişti. Artık Esad rejiminin kısa sürede devrileceği hesaplarını yapmaya başlayan Erdoğan, 2012’de “En kısa zamanda Şam’a gidecek (…) Emevi Camisi’nde namazımızı da kılacağız”[9] açıklamasını yapmıştı.

Ancak Suriye, bölgede ABD-İsrail karşıtı güçlerin oluşturduğu ve ‘direniş ekseni’ ya da ‘Şii hilali’ olarak adlandırılan eksenin en önemli halkalarından biriydi. Merkez gücünü İran’ın oluşturduğu bu eksen aynı zamanda bölgede ABD ile egemenlik mücadelesi halinde bulunan Rusya ve Çin tarafından da destekleniyordu. Dolayısıyla bu güçlerin olup bitene seyirci kalması da beklenemezdi.

Suriye’deki gösterilerin silahlı çatışmaya dönüşmesinin hemen ardından İran’ın dini lideri Hameney, Suriye’de yaşananları “ABD, İsrail ve onların bölgesel destekçileri tarafından (elbette Türkiye ve Körfez ülkelerinden söz ediyordu) kurgulanan bir komplo” olarak nitelemiş ve bu özellikle 2012’de Esad rejiminin oldukça zor durumda olduğu dönemde önce Lübnan Hizbullah’ı ve İran destekli diğer Şii milis güçlerin  ve ardından da Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü’nün bu savaşa katılmasını sağlamıştı.[10] İran ve Hizbullah’ın Suriye savaşını “direniş ekseni ve düşmanları arasında bir savaş” olarak tanımlayıp bu savaşa doğrudan dahil olmaları Esad rejimini kısa sürede devirme hesabını bozmuştu.

Erdoğan iktidarının öncülüğüne soyunduğu müdahaleyle Esad/Baas rejiminin kısa sürede devrilmesi hesaplarının tutmamasının iki önemli sonucu oldu:

Birinci olarak, savaşta rejim ve muhalif güçler arasında belli bir denge durumunun ortaya çıkmasına bağlı olarak Kürtler, Temmuz 2012’de Kobanê’den başlayarak Rojava’da[11] özerk ‘kanton’ yönetimlerini oluşturdular. PKK lideri Öcalan’ın uzun yıllar Suriye’de kalması, Suriye Kürtleri arasında PKK-Öcalan çizgisinin etkili olması ve buradan örgüte yüzlerce militanın katılmasını sağlamıştı. Bugün Suriye Kürtleri içinde en etkin güç konumunda bulunan ve Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) ana omurgasını da oluşturan PYD (Partiya Yekîtiya Demokrat-Demokratik Birlik Partisi) 2003 yılında Öcalan’ın ideolojik görüşlerini benimseyen bir örgüt olarak kurulmuş ve dört parçada Öcalan çizgisindeki örgütlerin oluşturduğu KCK (Koma Civakên Kurdistan-Kürdistan Topluluklar Birliği) sistemine katılmıştır.

AKP-Erdoğan iktidarının öncülüğüne soyunduğu müdahalenin öngöremediği ve en son isteyeceği sonuçlardan birinin Kürtlerin ‘özerk bir yönetim’ kurması olduğunu bugüne kadar sürdürülen politikadan biliyoruz. Cumhuriyet rejiminin bir ‘ulus-devlet’ olarak kuruluşundan bu yana Türk burjuvazisinin Kürdistan’daki siyasi ve ekonomik egemenliğini (Kürdistan pazarı üzerindeki hakimiyetini) paylaşmak istememesi, Kürt sorununun çeşitli evrelerden geçerek bugüne kadar gelmesine yol açtı. Bu durum Türkiye’deki Kürt sorununun bir sonucu olarak ortaya çıkan ve devletin 40 yıldır mücadele ettiği PKK ile aynı sistem (KCK) içinde yer alan bir örgütün öncülüğünde Suriye Kürtlerin siyasi bir ‘statü’ sahibi olmasının neden tehdit olarak görüldüğü konusunda da açıklayıcıdır.

İkinci olarak; Erdoğan iktidarı ve Körfezdeki Arap rejimleri, Esad’ın Alevi (Nusayri) kimliğini[12]Alevi azınlığın Sünnilere zulmettiği” propagandası eşliğinde bölgenin ABD emperyalizmi ve İsrail’in çıkarları temelinde dizayn edilmesi yönündeki Suriye müdahalesini bir ‘mezhep çatışması’ gibi sunmak ve Sünni çoğunluğun desteğini arkalarına almak için kullandılar. Elbette Hizbullah ve İran yanlısı milis güçlerin Esad rejiminin yanında savaşa katılması da savaşın bir mezhep savaşı görünümü kazanmasında etkili oldu.

Savaşın mezhepsel bir görünüm kazanması, dünyanın dört bir yanından cihatçıların savaşmak için Suriye’ye gelmesine ve kısa sürece IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti), HTŞ’nin önceli El Nusra ve Ahrar’uş Şam gibi cihatçı örgütlerin rejime karşı savaşta öne çıkmasına yol açtı. ABD ve İngiltere’nin eski istihbaratçılarının 2014’te hazırladıkları bir rapor, dünyanın 81 ülkesinden binlerce cihatçı militanın bu örgütlerin safında savaşmak için Suriye’ye gittiğini, dolayısıyla Türkiye başta bölge ülkelerinin bir ‘cihatçı otobanına’ dönüştüğünü ortaya koyuyordu.[13]

Bu cihatçı-selefi örgütler arasında IŞİD hızla öne çıkmaya başladı ve egemenlik alanlarını Suriye’nin yanı sıra Irak’a da genişleterek Haziran 2014’te Irak’ın en önemli enerji merkezlerinden biri olan Musul’u ele geçirdi. O dönem Irak’ta bulunan Şii Maliki hükümeti ile bir kısmı Saddam döneminin ordu mensuplarından oluşan Sünni güçler arasındaki gerilimin derinleşmesi ve IŞİD’in bu gerilimden yararlanarak Irak’ta etkinlik kazanması, ABD’nin Irak’ta kurduğu “düzeni” tehdit eder hale gelmişti. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi, Irak’ın enerji kaynaklarına ve geçiş yollarına hakimiyet bakımından da ciddi bir sorun yaratıyordu. Dahası her ne kadar ABD ve İsrail istihbaratı El Nusra ve sonra devamcısı HTŞ başta olmak üzere bazı cihatçı grupları el altından desteklese de IŞİD’in böyle kontrol dışında büyümesi, İsrail için de yeni bir tehdit oluşturma potansiyeli taşıyordu. Üstelik bu durum İran’ın (ve Şii milis güçlerin) Suriye ve Irak’tan başlayarak bölgesel gücünü arttırmasına da hizmet ediyordu.

Bütün bu gelişmeler ABD emperyalizminin İran’ı durdurmak ve bölgesel dayanaklarını yeniden güçlendirmek üzere bölgedeki politikalarını yenilemesini dayatıyordu. Obama yönetiminin Eylül 2014’te açıkladığı “IŞİD ile Mücadele Stratejisi” ile ABD emperyalizmi, bölgedeki işbirlikçilerini bu politik ihtiyaçlar üzerinden kendi ekseninde birleştirilmesini amaçlıyordu. ABD emperyalizmi bu politika bağlamında daha önce iş birliği sürdürdüğü Irak Kürtlerinin (Kürdistan Bölgesi Yönetimi) yanı sıra IŞİD’in Kobanê kuşatmasına karşı hava desteği verdiği Suriye Kürtleri (PYD ve askeri gücü ‘Halk Savunma Birlikleri’-YPG) ile de bugüne kadar SDG çatısı altında devam eden iş birliğinin ilk adımlarını attı.

Erdoğan iktidarının Kürt sorununda ülke içinde uygulanan politikaların bir devamı olarak Suriye Kürtlerini bir tehdit olarak görmesi ve bu tehdidi ortadan kaldırmak için IŞİD dahil cihatçı örgütleri desteklemesi ile ABD emperyalizminin bölgedeki pozisyonunu korumak ve yeniden dizayn politikasına alan açmak için Kürtlerle (SDG) işbirliği geliştirmesi, Suriye müdahalesinin başlarında yola birlikte çıkan bu iki gücün öncelikleri arasında bir ayrışmayı beraberinde getirdi. Özellikle lideri ABD tarafından korunan Gülen cemaatinin (FETÖ) başını çektiği 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi, bu iki güç arasındaki makasın daha da fazla açılmasına yol açtı.

Bu gelişmelerin bir sonucu olarak Erdoğan iktidarı, Suriye’de daha önce karşı karşıya geldiği ve Suriye rejiminin en büyük destekçisi olan Rusya ile işbirliği politikasına yöneldi. Türkiye’nin Suriye (Rojava) Kürtlerine karşı 2016’daki Cerablus (Fırat Kalkanı) ve 2018’deki Afrin (Zeytin Dalı) operasyonları Rusya’nın ‘olur’ vermesi ile gerçekleşebildi. Türkiye ile Rusya arasındaki iş birliği, 2017’de Suriye rejiminin destekçisi bir diğer önemli güç olan İran’ın katılımıyla ‘Astana Formatı’na evrildi.

Rusya ile geliştirdiği ilişkiler Erdoğan iktidarının Ortadoğu’da ABD emperyalizmi karşısında kendine belli bir hareket alanı yaratmasına ve görece ‘özerk’ bir politika izlemesine olanak yarattı. Elbette Rusya da bu işbirliğini iki NATO üyesi ülkeyi (ABD ve Türkiye) sahada karşı karşıya getirmek ve cihatçı grupların kontrol altında tutulması bakımından kullanışlı buluyordu.

‘IŞİD ile Mücadele Stratejisi’ ile başlayan süreç, ABD emperyalizminin bölgedeki yeniden dizayn politikası bakımından Türkiye’nin ‘merkez’ güç olma vasfını yitirdiği, İsrail ile Körfezdeki Arap rejimleri arasındaki ilişki ve işbirliğinin öne çıktığı bir süreç olarak şekillendi. Bu süreç özellikle Trump’ın 2020’de açıkladığı ve Filistin sorununu İsrail ile Körfezdeki Arap rejimleri arasında bir engel olmaktan çıkarmayı amaçlayan ‘Yüzyılın Anlaşması’ planı ile daha da belirginlik kazandı ki, bu planın açıklanmasının ardından BAE, Bahreyn, Sudan ve Fas gibi Arap rejimleri İsrail ile İbrahim/Abraham anlaşmaları olarak bilinen işbirliği anlaşmaları yaptılar.

Ancak geçmişte “model ülke”, “stratejik ortak” vb. adlar altında üstlenmiş olduğu ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme politikasında merkez ülke olma konumunu kaybetmesi, Ukrayna savaşı sürecinde de görüldüğü gibi, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’den Karadeniz ve Kafkasya’ya kadar ABD emperyalizmi ve NATO için önemli bir bölgesel güç ve müttefik olması gerçeğini de değiştirmiyordu. Dahası Suriye Kürtleriyle işbirliği konusunda aralarında anlaşmazlık olsa da, özellikle Suriye’de Halep ve diğer bölgelerden toplanan cihatçıların İdlib’e yerleştirilmesi sonrasında Türkiye’nin üstlendiği rol, ABD ve AB’li emperyalistler tarafından da destekleniyordu. Çünkü Erdoğan iktidarının Suriye’nin geleceğiyle ilgili pazarlık masasında kalabilmek ve bu pazarlıklarda elini güçlendirmek amacıyla Suriye ve Rusya’nın İdlib’deki HTŞ’ye olası operasyonlarına karşı Türk askerinin kalkan yapılması, Rusya’nın Suriye’de kontrolü tamamen ele geçirmesi ve yeni bir mülteci krizinin önüne geçilebilmesi bakımından ABD ve AB’li emperyalistlerin de çıkarlarına hizmet ediyordu.

HTŞ, 2017’e İdlib’deki diğer cihatçı grupları etkisiz hale getirerek ‘Kurtuluş Hükümeti’ adı altında fiili bir yönetim oluşturmuştu. Türkiye’deki iktidar resmen terör örgütü olarak tanısa da fiili olarak HTŞ ile çok yönlü bir ilişki ve işbirliği içindeydi ki, Suriye’deki rejim değişikliğinden sonra Dışişleri Bakanı Fidan da HTŞ ile uzunca bir süredir birlikte çalıştıklarını açıklamıştı. İlaçtan silaha bütün ihtiyaçları için dünyayla tek bağlantısı Türkiye olan HTŞ’nin Kurtuluş Hükümeti’nin para birimi olarak Türk lirasını kullanması da bu iş birliğinin boyutlarını gösteriyordu.

Türkiye ve Rusya’nın İdlib’de çatışma noktasına geldiği 2020’de ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in HTŞ için söyledikleri, burada Türkiye ve ABD’nin çıkarlarının nasıl kesiştiğini de açık bir biçimde ortaya koyuyordu: “Bunlar doğrudan El Kaide’nin uzantıları, terör örgütü olarak kabul ediliyorlar, ancak öncelikli olarak Esad rejimiyle mücadeleye odaklanmış durumdalar. Henüz biz bu iddiaları kabul etmedik, ama kendileri, terörist değil vatansever muhalif savaşçılar olduklarını iddia ediyorlar. Bir süredir uluslararası bir tehdit oluşturduklarını görmedik.[14] Jeffrey’in açıklamaları daha o zamandan HTŞ’nin ABD emperyalizmi tarafından Esad rejimi ve Rusya’ya karşı kullanışlı bir araç olarak görüldüğünü ortaya koyuyor ve Suriye’de 2024 sonunda gerçekleştirilen rejim değişikliğine giden yolun hangi güçler tarafından açıldığını açıklıyor.

Görünüşte Esad rejiminin meşruluğunun artık tartışma konusu olmaktan çıktığı; Erdoğan iktidarının özellikle Suriye Kürtlerine yönelik yeni operasyonlara alan açabilmek için Esad ile siyasi ilişkiler kurmaya çalıştığı ve Suriye’nin Arap Birliği’ne 12 yıl sonra geri döndüğü bir dönemde bu rejimin çöküşünde belirleyici olan iki önemli gelişme yaşandı.

Bu gelişmelerin birincisi, Rusya’nın Şubat 2022’deki müdahalesiyle başlayan Ukrayna savaşıydı. ABD emperyalizminin başını çektiği batılı emperyalistlerin Rusya’ya çok yönlü yaptırımları ve Ukrayna’ya verdikleri askeri ve ekonomik destek, fiilen Rusya-NATO savaşına dönüşen bu savaşın Rusya için yıpratıcı sonuçlar doğurmasına yol açtı. Putin’in “Tek kutuplu dünya kabul edilemez” diyerek ABD hegemonyasına meydan okuduğu ve emperyalist paylaşımdan daha fazla pay istediği 2000’li yılların başından bu yana Rusya ile ABD ve AB’li emperyalistler arasındaki mücadele Ukrayna ve Gürcistan üzerinde yoğunlaştı. Çünkü Ukrayna, Rusya için Avrupa’ya ve Gürcistan da Kafkasya ve Hazar bölgesindeki enerji kaynakları ve madenlere açılan kapı konumunda bulunuyordu ve buralardaki mücadeleyi kaybetmesi, Putin’in meydan okumasının lafta kalması anlamına geliyordu. Ukrayna savaşı sürecinde Rusya’nın 2015’te Suriye’ye yaptığı askeri yığınağını önemli oranda geri çekmek zorunda kalması, Suriye rejiminin sac ayaklarından birinin zayıflamasına yol açtı.

Diğer önemli gelişme ise, Hamas’ın 7 Ekim 2023’te Aksa Tufanı adını verdiği saldırısı sonrasında İsrail’in ABD ve batılı emperyalistlerin desteğinde Gazze’ye yönelik saldırı ve işgalinin neredeyse hiçbir ciddi engelle karşılaşmaması ve devamında da bu saldırganlığın Lübnan ve Hizbullah’tan başlayarak bölgeyi yeniden dizayn etmek için kullanılması oldu. İsrail, bu süreçte Hamas lideri Haniye’ye İran’ın başkenti Tahran’da suikast yapmaktan Hizbullah lideri Nasrallah’ın Beyrut’a yönelik bombardımanda öldürülmesine ve Suriye’den Yemen’e kadar İran yanlısı milis güçlerin hedef alınmasına kadar ‘direniş ekseni’ içindeki güçlere ciddi darbeler vurdu.

Bu süreçte Erdoğan iktidarı iç politikada Filistin davasını istismar etmeye yönelik bir söylem tutturmasına rağmen gerçekte İsrail ve arkasındaki batılı emperyalistleri rahatsız edecek hiçbir atmadı, atamadı. Aksine iç kamuoyundaki baskıların bir sonucu olarak İsrail ile ticaret konusunda Erdoğan “Bu iş bitti” dese de ticaret gemilerinin taşıma senetleri (konşimento) üzerinde tahrifat yapılarak ve yıkım altındaki Filistin’de sahte şirketler kurdurularak petrolden demir çelik ve çimentoya birçok önemli üründe İsrail’e ticaret devam ettirildi. İsrail saldırganlığının Lübnan’ı hedef aldığı dönemde, Ağustos 2024’te Türkiye ve ABD’nin Doğu Akdeniz’de ortak deniz tatbikatı yapması, Erdoğan iktidarının durduğu yeri yeterince açıklıyordu.

Suriye’deki Esad-Baas rejimini ayakta tutan bir diğer önemli sacayağı olan Hizbullah başta olmak üzere direniş ekseni içindeki güçlerin yediği darbeler, Suriye’de 13 yıllık savaşın halkta yarattığı ekonomik yıkım ve iktidar çevresindeki mafyalaşma ve çürümeyle birleşince aylar öncesinden Rusya’ya karşı yeni bir cephe açmak için İngiltere ve Ukrayna istihbarat örgütleri tarafından eğitilip dron ve güdümlü füzelerle donatılan İdlib’deki HTŞ’nin Halep’e doğru harekete geçmesi/geçirilmesinin ardından rejim hiçbir ciddi direnç göstermeden hızlıca çözüldü.

Heyet Tahrir el Şam’ın (HTŞ) Aralık 2024’te iktidarı ele geçirmesinin hemen ardından ABD Dışişleri Bakanı Blinken ve Türkiye Dışişleri Bakanı Fidan’ın yanı sıra S. Arabistan ve Mısır’ın başını çektiği Arap ülkeleri, AB ve BM temsilcilerinin Suriye’nin geleceğini planlamak üzere Ürdün’ün Akabe kentinde bir araya gelmeleri, Suriye’deki rejim değişikliğinin arkasındaki güçleri ortaya seriyordu. Esad rejiminin destekçileri Rusya, İran ve Çin’in bu toplantıya davet edilmemiş olmaları, Suriye’de kazananlar ve kaybedenler tablosunun daha görünür hale gelmesini sağlıyordu.

HTŞ’nin geçici yönetimi ise, Şam Ticaret Odası ile yaptığı toplantıda Suriye’de serbest piyasa ekonomisinin uygulanacağını, yani ülkenin yeniden imar edilmesi adı altında emperyalist kapitalist güçlerin yağmasına açılacağını açıklayarak ve İsrail, Suriye’nin bütün askeri altyapısını yerle bir edip Hermon Dağı gibi stratejik noktalarını işgal etmişken bile tehdit olarak İran’ı göstererek kendisini iktidara getirenlere bağlılığını ortaya koyuyordu.

Kuşkusuz Suriye müdahalesinin başlarından rejim değişikliğinin gerçekleşmesine kadar HTŞ’nin (ve önceli El Nusra’nın) en önemli destekçisi Türkiye’deki Erdoğan iktidarıydı ki, bu destek politikasında MİT ve SADAT özel bir rol oynamıştı. HTŞ’nin yönetimi ele geçirmesinin hemen ardından lideri Colani’ye ilk ziyareti gerçekleştirerek geçiş sürecinin nasıl olacağı konusunda görüşme yapan ve ardından da Emevi Camisinde namaz kılarak buradan dünyaya mesaj veren de yine MİT Başkanı İbrahim Kalın oldu. Ardından hem Suriye’nin geleceğinde de belirleyici bir pozisyona sahip olabilmek ve hem de SDG ve Rojava’daki Kürt özerk yönetimi üzerinde baskı kurmak amacıyla Colani ile pazarlıklar Dışişleri Bakanı Fidan üzerinden sürdürüldü.

Sonuç olarak, Suriye’deki rejim değişikliğinde oynadığı rol, Türkiye’deki Erdoğan iktidarının bölgedeki hareket alanını genişletip ABD ve AB’li emperyalistlerle pazarlıklarda elini güçlendirdi. Ancak Suriye’deki HTŞ yönetiminin finans kaynakları konusunda yüzünü S. Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerine ve batılı emperyalistlere dönmek zorunda olması ve dahası bu rejim değişikliğinin Suriye’nin bölgede İsrail saldırganlığını sınırlayıcı-dengeleyici bir güç olarak varlığını sona erdirmiş olması, sadece Suriye ve bölgenin geleceğinin belirlenmesi konusunda Türkiye’nin kapasitesinin sınırlarını göstermekle kalmıyor, bu müdahale politikasının önünde sonunda başta ABD emperyalizmi olmak üzere bölgede egemen olan güçlerin çıkarlarına bağlandığını da ortaya koyuyor.

Erdoğan iktidarı her ne kadar yeni Osmanlıcı hayaller ve yayılmacı emellerle Suriye müdahalesinin öncülüğüne soyunmuş olsa da, iddiası ile kapasitesi (ABD’nin başını çektiği batılı emperyalistlere ve NATO’ya ekonomik ve askeri bağımlılığının önemli oranda devam etmesi) arasındaki eşitsizlik, bu müdahale politikasını ABD emperyalizminin Erdoğan iktidarı eliyle halkların sırtına saplanmış bir hançeri haline getirmiştir.

Yeni Suriye, daha şimdiden ABD’nin başını çektiği emperyalistler ve bölge gericilikleri arasında ekonomik, askeri ve siyasi olarak paylaşılmak üzere bir kurtlar sofrasına dönüşmüşken bu yeniden paylaşımından Suriye ve bölge halklarının payına düşen ise Arap Alevilere yönelik saldırılar, Dürzîlerin ve Kürtlerin statüsünün ne olacağı konusundaki belirsizlikler etrafında yine etnik, dinsel-mezhepsel gerilim ve arka planda sömürü, yağma ve yoksulluğun devam ettirilmesinden başka bir şey olmamaktadır. Suriye ve bölge halkları aralarındaki etnik, dinsel-mezhepsel farklılıkları bir tarafa bırakıp ABD emperyalizmi ile Erdoğan iktidarından İsrail ve S. Arabistan’a kadar bölge gericiliklerine karşı demokratik-seküler bir temelde ortak bir mücadeleye yönelmedikçe bu hançeri sırtlarından çıkarmaları da mümkün değildir.

[1] Eskioğlu, R. (2019) “Arap Baharına Kadar Türkiye-Suriye İlişkileri”, Çağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 1, sf. 72-83.

[2] Kısadalga (2023) “Saadet Partisi Erdoğan’ın Büyük Ortadoğu Projesini Sahiplendiği Görüntüleri Paylaştı”, https://kisadalga.net/haber/detay/saadet-partisi-erdoganin-buyuk-ortadogu-projesini-sahiplendigi-goruntuleri-paylasti_69392

[3] Davutoğlu, A. (2013) Stratejik Derinlik, 88. baskı, Küre Yayınları, İstanbul, sf. 117.

[4] Davutoğlu, age, sf. 331.

[5] Karakoyun, İ., Özbek, A., Demircan, E. (2013) “Suriye Krizinin Türk Dış Ticaretine Etkisi”, Türk İdare Dergisi, Sayı: 477, sf. 228.

[6] Hürriyet (2011) “NATO’nun Libya’da Ne İşi Var”, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/nato-nun-libya-da-ne-isi-var-17150261

[7] Ensonhaber (2011) “Davutoğlu’ndan Esad’a Gözdağı”, https://www.ensonhaber.com/gundem/davutoglundan-esada-gozdagi-2011-11-16

[8] Hürriyet (2012) “Antalya’da Çok Gizemli Suriye Toplantısı”, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/antalyada-cok-gizemli-suriye-toplantisi-22107261

[9] Hürriyet (2012) “Erdoğan’dan Önemli Mesajlar”, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/erdogandan-onemli-mesajlar-21386210

[10] Okalan, E.; İşyar, Ö. G. (2023) “İran Destekli Şii Milislerin Suriye İç Savaşındaki Rolü”, Uluslararası Afro-Avrasya Araştırmaları Dergisi, Sayı 16, sf. 15-16.

[11] Rojava; Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında dört parçaya bölünmüş Kürdistan coğrafyasının en küçük bölümünü oluşturan Kuzey Suriye’deki Kürt yerleşim yerlerine verilen addır. Suriye rejiminin bölgede nüfus bileşimi değiştirme politikasının da etkisiyle bölgede Araplar ve başka halklardan azınlıklar da yaşamını sürdürmektedir.

[12] Esad’ın Alevi (Nusayri) olduğu ve Muhaberat (Suriye İstihbaratı) içinde kendi doğduğu yerden (Lazkiye-Kardaha) güvendiği isimleri yerleştirdiği doğrudur. Ancak Suriye burjuvazisi ve ordusu büyük oranda Sünnilerden oluşuyordu ve rejim asıl olarak onların rejimiydi. Dahası HTŞ’nin iktidarı ele geçirmesinden sonra Lazkiye başta olmak üzere Arap Alevilerin büyük bir bölümünün yoksulluk içinde yaşadığı daha görünür hale geldi. Dolayısıyla milliyetçi Baas rejimi bir mezhep rejimi olarak tanımlanamaz.

[13] Haberturk (2015) “İşte A’dan Z’ye IŞİD Dosyası”, https://www.haberturk.com/yasam/haber/960630-isidin-buyuk-bagdat-savas-plani-adan-zye-isid-dosyasi-isid-kimdir-isidin-plani-isid-nedir?page=22

[14] BBC (2020) “ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey: İdlib’de 700 bin kişi Türkiye sınırına doğru harekete geçti”, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51314788