Nuray Sancar

 

Şeriatçı Heyet Tahrir Eş Şam örgütünün 8 Aralık 2024’te başkent Şam’a girmesi ve aynı gün Beşar Esad’ın kaçışıyla birlikte 61 yıllık Baas düzeninin de yıkıldığı ilan edildi. Üç gün sonra Baas Partisi de faaliyetlerine ‘resmi olarak süresiz ara’ verdiğini açıkladı. Bu tespit ve açıklamayla birlikte, geçen yüzyılın ortalarından bu yana hüküm sürmüş ve üzerine çeşitli efsaneler üretilmiş olan bir rejimin çöküşü, Suriye’deki Esad diktatörlüğünün bir halk devrimiyle yıkıldığı iddiasına konunun tarafları tarafından gürültüyle iliştirildi. ABD’nin 2001 Irak’ı işgali ve Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i öldürmesiyle birlikte bir zamanlar Arap ülkelerinin çoğunda kurulu, ancak Irak ve Suriye’de iktidarda olan Baas varlığının bir ayağı kırılmış, en son Suriye’deki tasfiyesiyle de zaten çoktan zayıflamış olan siyasi varlığı ve artık bir nostalji olan ideali kesin olarak tarihe gömülmüş oldu.

Baas, birinci emperyalist paylaşım savaşı sonunda, son kalan diğer imparatorluklarla birlikte çöken Osmanlı’nın nüfuzu altında yüzlerce yıl yaşayan Arap halklarına kendilerini yeni efendiler olarak atayan İngiliz, Fransız ve yer yer İtalyan emperyalizminin sömürüsü altında uyanmaya başlayan Arap milliyetçiliğinin siyasal karşılığıdır. Kendi ihtiyaçları doğrultusunda kaynaklarını yağmaladıkları ülkelerde işbirlikçi feodal toprak ağalarını destekleyen ancak bir yandan da gelişmekte olan ticaret burjuvazisini kendi normlarına tabi tutmaya çalışarak üretici güçleri baskı altına alan sömürgeci devletler, ülkenin mezheplere, dinlere, milliyetlere bölünmüş demografisini de düzenlemek suretiyle yerel burjuvazisinin önüne milli bir sorun olarak ortaya çıkan; birleşik ve dış müdahaleden arınmış bir pazar sorununu da koymuştu.

Suriye ve Irak uzak geçmişten bu yana bulundukları coğrafyayı bir kader olarak yaşayan ülkelerdir. Halep, Şam, Bağdat, Basra ve Antakya yüzyıllarca Hindistan ve Çin’den alınan metaların taşındığı kervanlar için konaklama alanı; bir kozmopolit pazar ve ticaret merkezi olmuş; ilerleyen zamanlarda İngiliz, Fransız, İtalyan şirketlerin acentelerini açtığı, Levanten olarak adlandırılan tüccarların mesken tuttuğu, çeşitli ülkelerin resmi temsilci bulundurdukları bir yer haline gelmişti.

15.-16. yüzyıldan itibaren deniz ticaretinin gelişmesi nakil güzergahını belirlemeye başladığında Halep-Şam ve Bağdat yavaş yavaş Levant’ın merkezi olmaktan çıkarak yerini İzmir-İstanbul-Venedik güzergahındaki kentlere bırakacaktı. Osmanlı İmparatorluğunun 16. Yüzyıldaki gerileme dönemine denk düşen ‘Suriye’nin ve ‘Irak’ topraklarının fethi Saray rejimine yeni mali kaynaklar sağlayacaktı. Ancak merkezi iktidarın günlük maliyetini ve savaş borçlarını vergilerle karşılayamaz hale geldikçe bölge halkı üzerinde kurulan baskılar da arttı. Sönmüş bir yıldız haline gelen eski ticaret merkezleri yeni şartlara, ticari ve pazar ilişkilerine göre yeniden düzenlenmeye çalışılan merkezlere dönüştüler. Bu kentleri domine eden hakim sınıflar saray görevlileri, tüccarlar, dini liderler, üst tabaka zanaatkarlarda, oluşmaktaydı.

Arap dünyası Avrupa sömürgeciliğinden gelecek tehlikenin gerçekliğini erken sezmişti. 16. Yüzyılda, merkantilizm çağında Avrupalı tüccarlar Osmanlı Devleti’nden kapitülasyonlar adı altındaki ticari imtiyazları kopardılar. Böylece Arap feodalizmi içinde doğan tüccar sınıfı da yenilmiş oluyordu. Merkantilist Avrupa’nın ticari gelişmesinin bir anlamı da Arapların ticari dünyasının çöküşüydü. Arap kentleri dağıldı, köylük alanlar bütün heterojenlikleriyle hakim görüntü haline geldi. Doğu dünyasının kendi çürüyüşünü seyredeceği merkezler de ortadan kalktı.[1]

Fransa’nın İngiltere’nin Kızıldeniz çıkışını engellemek için Mısır’a 18. Yüzyıl sonu ve 19. Yüzyıl başında düzenlediği sefer, Arap dünyasının ticari ve siyasi ilişkilere yeniden eklemlenmesinde bir dönüm noktasıdır. Napolyon’un üç yıl boyunca kaldığı bölgede Osmanlı İmparatorluğu’nun bir köylü ülkesi olan Mısır’dan elde edilen artığı kesintiye uğramış ve Osmanlı Sarayı Fransız istilası karşısında İngilizlerle anlaşmayı tercih etmişti.

Ancak ok yaydan çıkmıştı. Avrupa’daki ticaret hacminin artışına bağlı olarak hammadde ve gıda malzemelerine duyulan ihtiyaçla ileri kapitalist ülkelerin kendi mamul maddeleri için duyduğu pazar ihtiyacı, art arda girdiği savaşlardan yenik çıkarak feodal artığı çoğaltmakta sorun yaşayan Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımlılaşması için içsel ve dışsal şartları yoğunlaştırıyordu. Saray ile İngiltere arasında imzalanan 1838 serbest ticaret anlaşması ile birlikte Osmanlı toprakları bir açık pazar haline geldi ve bundan, doğal olarak Ortadoğu’daki ‘mülk’ de etkilenecekti. Hindistan’dan başlayan deniz ticaret yolu İngilizlerin kontrolüne geçti ve İngiltere sömürgeleştirdiği bölgelerde ticari ilişki çevrimine dahil ettiği yerli işbirlikçilerinin, en çok da Mısır’da olmak üzere, bir tarım ve ticaret burjuvazisi olarak gelişmesini tetiklemiş oldu.

Bu sınıf sömürgecileri ile kurduğu komprador ilişkileri sayesinde zenginleşip sermaye birikimini artırırken, sömürüsünden pay aldığı halklardaki hoşnutsuzluğu, ama bağımlılık ilişkilerinin bir noktadan sonra set çektiği kendi gelişimini de sınırlamaktaydı.

1822 Girit isyanı ile başlayan bağımsızlık hareketlerinin 20. yüzyıldaki 1913 Balkan savaşlarıyla zirveye vardığı  imparatorluğun Arap bölgelerinde, parçalanmış halkı ortak bir uhde etrafında birleştirecek fikirlerin ortaya çıkması da toplumsal dokuyu parçalarken birleştiren yerleşik sömürgecilik sayesinde oldu. Fakat aynı zamanda eski güç ilişkilerini sarsan dünya dengeleri de değişmekteydi. İngiltere Osmanlı İmparatorluğu hinterlandındaki kontrol ettiği bölgelerde Araplar’ın imparatorluktan kopuş eğilimlerini desteklerken, toprakları üzerinde güneş batmayan kendi ‘mülk’ünde nüfuzunun çözülmesine ramak kalmıştı. Birinci paylaşım savaşı sırasında Fransızlarla birlikte hazırladıkları ve Ortadoğu halklarını gelişigüzel çizilmiş sınırlar içine bölerek yerleştirdikleri Sykes-Picot anlaşması Osmanlı’dan irili ufaklı 7-8 ülke çıkarmasına karşın, ‘böl, paylaş, yönet’ sefasını uzun zaman sürdüremeyecekti. İlkinden 20 yıl sonra çıkan İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa da, Fas’tan Çin Hindi’ne kadar uzanan bir imparatorluğunu elde tutmakta zorlanacaktı.

Bir sonraki savaşa kadar Ortadoğu’daki sömürge ilişkilerinin tablosu şöyle kaldı: Fransız sermayesi sulama, demiryolları, karayolları ve elektrik üretimini üstlenirken Arap dünyasının Batısındaki manganez ve fosfatı talan ediyor; İngiliz emperyalizmi ise, Mısır ve Sudan’ı kendi tekstil sanayisinin hammadde kaynağı haline getiriyordu. Filistin’de Hayfa limanını geliştirerek nakliye yollarında da egemenlik kurdular. Sanayiye yatırılan Avrupa sermayesi tarım ve madenciliğe yapılan yatırıma kıyasla küçüktü ve genellikle inşaat malzemeleriyle besin maddesi imalatını ve tekstil ürünlerini kapsamaktaydı.[2]

Petrolün başlıca enerji kaynağı haline gelmeye başladığı bu sıralarda İran’da ve Mısır’da az, Irak’ta ise büyük miktarda petrol çıkarılmaya başlanması ve bunların boru hatlarıyla Avrupa’ya taşınmasının gündeme gelmesi bölgenin önemini artırdı. Petrol, emperyalistler arasındaki iktisadi rekabetin siyasi ve hegemonik bir rekabete dönüşmesinin başlıca unsurlarından biri haline geldi.

Kapitalizmin karakteristiği olan, emperyalizm çağında şiddetlenen eşitsiz gelişme, gücün uzun süre tekelleştiği İngiltere’yi yeni yükselen güç ABD’nin karşısında geriletirken; dünyanın hakiminin kim olduğunun henüz belli olmadığı bir skorla ilk paylaşım savaşına bir virgül koyarak rövanşı sonraki kapışmaya bıraktı. Bundaki en önemli rolü 1917’de Sovyetler Birliği’nde gerçekleşen sosyalist devrim oynadı.

O sıralarda en büyük hegemon güç olmaya hazırlanan ABD’de Başkan Wilson’ın ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nı kendi adıyla anılan bir prensip olarak ileri sürmesi, ABD dışındaki emperyalistlerin rekabet ve hareket alanını sınırlamayı ve motor gücünü Amerikan emperyalizminin oluşturacağı yeni sömürgeciliğe yer açmayı amaçlamaktaydı. Ne var ki dünyadaki dengeleri sarsan ve bu dengelerin sarsılmaya devam ettiğini tespit eden Sovyetler Birliği için bu kavram, sömürge ve yarı sömürge ülkelerin işçi sınıflarına ve halklara emperyalizmin belini kırmaları için bir çağrı anlamına geliyordu. 1920 yılında Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelelerini işçi sınıfı devrimlerinin yakın müttefiki olarak saptamıştı. Yeni Sovyet devleti bu mücadeleleri destekleyecekti.

Ortadoğulu aydınlar ve halklar arasında milliyetçilik ve bağımsızlık fikirleri çeşitli biçimler alarak 19. Yüzyılın başında çıkarılan gazetelerle yayılıyordu. Tanzimat döneminde Osmanlı aydınları arasında yayılan liberal fikirlerle de temas eden Arap aydınları bu fikirleri işledikleri yayınlar çıkarmaya başlamışlardı. 1870 yılında Butros el-Bostani tarfından kurulan, kendisi ve ailesi tarafından on altı yıl boyunca yönetilen el-Cinan (al-Jinan), Arap Milliyetçiliğinin ortaya çıkmasında önemli payı olan yayın organlarından biriydi. El-Cinan’da yazan Bostani, “Doğunun bir zamanlar zengin ve medeni olduğunu, sonradan sahip olduklarını kaybettiğini anlatmıştır. Kaybın sebebi, kötü yönetimdi; çözüm, iyi hükümetti: İyi hükümet ancak katılım, dinin siyasetten ayrılması, yargının yürütmeden ayrılması, düzenli vergi, faydalı kamu işleri, mecburi eğitim, hepsinden öte adalet, değişik dinlerin mensupları arasında birlik ve vatan sevgisi, yani Osmanlı vatandaşlarını birleştiren vatanperverlik duygusuydu…[3]

Şam’da yayınlanan El-Muktebes Gazetesi’nin sahibi Muhammed Kürd Ali Arap da bir milliyetçiydi. 14 Eylül 1909’da yazdığı bir yazıda Şeyhülislam’ın ‘Osmanlı Hilafete dayalı değildir, Hialefet Hülafa-i Raşidün’dan sonra sona ermiştir’ dediğini iddia etmiştir… Osmanlıda Hilafetin olmadığını ve bunu İslam alimlerinin tasdik ettiğini yazmıştır. Böylece Osmanlının Hilafet gücünü zayıflatmak istemiştir. Bu bağın zayıflığı ile Arapları Osmanlı’dan ayırmak daha kolay olacaktır. Gazetenin 71. sayısında ise Osmanlı saltanatının gayri meşru olduğu, baskıcı ve barbar bir gayri meşru hâkimiyet izlediği vurgulanmıştır. Abdülhamid’in polisinden uzak olan Lübnan ve Suriyeli yazarlar, 1908 Devrimi’nden önce bile anayasal düşünceleri açıkça ifade etmeye devam etmişlerdi. Kahire’deki Lübnan gazeteleri el-Mukattam ve el-Ahram, usanmaksızın Sultana saldırmaya devam ediyorlardı.[4]

Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza gibi Arap aydınları İslam ile çağdaş medeniyet arasında nasıl bir ilişki kurulacağı üzerine kafa yormakta ve Arap İslam dünyasının kültürel milliyetçiliğinin çerçevesini doldurmaya çalışmaktaydılar. İster seküler açılımlı milliyetçilik düşünceleri olsun isterse İslam medeniyetini çağdaşlaştırmak amacını taşısın, Arap halklarının birliği merkezi önem taşımaktaydı. Birçok Arap milliyetçisi için, sonradan Baas Partisinin de yönelimlerinden biri haline gelecek ve hatta bu uğurda adımların da atılacağı bölgesel kurtuluş için Arap Birliği gibi temel bir kavram Sykes-Picot Anlaşması ile birlikte birbirinden koparılan Lübnan ve Suriye’de ve hatta yer yer Irak’ta öncelik taşımaktaydı. Bu fikirler onları ileri süren Arap aydınlarının yayın faaliyetiyle sınırlı kalmadı. Araplık, Müslümanlık ve kapitalist modern dünyaya eklemlenme biçimleri ile ilgili formüller, siyasal ifadelerini Baas Partisi ve Müslüman Kardeşler başta olmak üzere 20. Yüzyılda kurulmuş Arap partilerinde değişik sentezlerle ifade edileceklerdi.[5]

Birinci paylaşım savaşından sonra Fransa’ya tescillenmiş Suriye’de milliyetçi fikirler hem Fransızlara hem de Suriye’de onlara imtiyaz tanıyan Osmanlı İmparatorluğuna karşı bilenmekteydi. Fransızlar Suriye’ye yerleştiklerinde ülkeyi halkın mezhep ve etnik gruplarına göre bölmüşler; devlet kurumlarının bütünleşmesine izin vermeyen seçici düzenlemeler yapmışlardı. Fransa 1920’de Beyrut, Sidon, Trablus ve Bekaa’yı Suriye’den ayırıp Lübnan’a dahil etti. Sünni çoğunluk içine mezhep çatışmalarını alevlendirecek biçimde Maruni Hıristiyanları yerleştirdi.  Şam ve Halep iki devlete bölündü. Lazkiye çevresindeki Alevilere ve güneydeki Dürzilere ayrı devletler oluşturdu. Şam ve Halep devletlerini ve sonrasında 1924’te Hama ve Humus şehirlerini Suriye devleti adıyla birleştirerek Sünni Arap nüfusu diğer azınlıklardan ayırdı. Bu mezhep devletçikleri Fransızlar onaylamadan herhangi bir karar alamayacaklardı.

Öte yandan mezhep grupları aynı zamanda sınıfsal bölünmelere de denk düşmekteydi. Batıdaki Aleviler eski ticaret merkezlerinden uzak, tarımla geçinen yoksul Araplardan oluşurken, Şam ve Halep ise Sünni ticaret burjuvazisinin yerleştiği zengin bölgeler olarak gelişmişti. Fransızların kurduğu ordunun kadroları yoksul köylülerin çocuklarının eğitildiği askeri okullarda yetiştirilmekteydi. Orduya girmek bir sınıf atlama imkanı olarak yoksul Alevi köylülerinin çocuklarına cazip gelmekteydi. Merkezdeki Sünni yoğunluğun ise burun kıvırdığı bir meslekti. Fransa bu mandasındaki mezhepleri eğilimleri ve sınıfsal statüleri, bir halk birliği sağlanamayacak biçimde yönetmekte, ilişkileri gerilim hattında tutmaktaydı.

Bu yüzden Suriye’de hem mezhep çatışmaları için hem de özel bir biçimde düzenlenmiş devlet kurumları içindeki çatışmalar için zemin, sürekli kaygan tutulmuştu.[6]

Büyük bir imparatorluğun gerileme sancılarıyla emperyalist sömürünün basıncı altında geçirdiği süre sonunda Suriye, 1946’da yılında, Fransa’nın uzaktan kontrolü, içerde bıraktıkları üsler ve tahribatla birlikte bağımsızlığına kavuştu. Ancak tıpkı Irak ve Mısır’da da olduğu gibi, birbirini alt etmek isteyen yerel egemen sınıfların paylaşım kavgalarının, askeri darbelerin, iç karışıklıkların, mezhep çatışmalarının coğrafyası haline geldi. Sömürgecilerin fiilen yerleştiği, iktisadi olduğu kadar siyasi ve bürokratik aygıtı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirdikleri süre boyunca, kimileri bastırılmış kimileri imtiyazlandırılmış çıkarlar arasındaki gerilimler ve sınıfsal konumlanışların çeşitlendirdiği ideolojik saflaşmalar Suriye ve diğer Arap ülkelerinin vasatı haline geldi. Kapitalizmin dengesiz gelişiminin daha da yoksullaştırdığı toprak yoksullarının çoğalışı büyük kentlere göçü hızlandırdı. Tohumları sömürgeciler tarafından atılan ve 2011’de yeniden harlanan; mezhepler, egemen sınıflar ve bürokrasi arasındaki nifak birbiriyle iktidar mücadelesi yürüten kesimler en küçük hücrelerine kadar ayrışıncaya kadar bu ülkenin bağrında uykuya yatmış bir ur olarak var kalmaya devam edecekti.

 

Üç Tarzı Siyaset ve BAAS

Arap dünyasında milliyetçilik; İslam temelinde birlik, Arap milliyetçiliği ve Batılılaşma kavramlarına yaklaşım ve bu üçü arasındaki sentezin ya da ayrıştırmanın nasıl kurulacağı üzerinde uzun tartışmalar içerir. “Biz İslam dininden önce de Arap’tık. Kur’an Arapça gönderilmiştir ve İslam Arap’ların dinidir” diye özetlenebilecek anlayış, Müslüman Arap Dünyasından birleşik bir Arap ulusunun kuruluşunu öngermekteydi. Ne var ki aynı coğrafyadaki farklı dinlerden halkları dışlayan, Hıristiyan işgalcilere karşı anti emperyalist tepkilerden beslenen ve tarım-ticaret burjuvazisinin çıkarlarına denk düşen bu yorum geniş bir taraftar bulsa da, yerli egemen sınıfların uzun dönemli çıkarlarına denk düşmüyor, diğer güçleri dışarıda bırakarak kadim bölünmüşlüğe su taşıyordu. Suriye’de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan partiler ağırlıklı olarak doğdukları bölgelerin özelliklerini taşıdılar. Diğer yandan genel olarak ceza, ticaret ve medeni haklarla ilgili davalarda Batılı kanunların uygulandığı, kişisel statü sorunlarıyla ilgili meselelerin şeriat hukukuna göre çözüldüğü hukuki çift başlılık işbirlikçi güçlerle sömürgeciliğin mirası olarak toplumsal gelişmenin dinamiklerini felç etmeye adaydı. Her mezhebin kendi dini liderlerinin fetva ve yönlendirmelerinin belirleyici olduğu, kırsal bölgelerde yaşayanlar ile sahilde veya kentlerde yaşayanlar arasında ekonomik uçurumların açıldığı Suriye gibi bir ülkede ulusal bütünlük hem iç bir gereklilik hem de yeni-sömürgeciliğe yönelen emperyalist ülkelerin ‘çağın ruhu’na ayak uydurma ihtiyacına denk düşmekteydi.

İngiltere savaş sonrasında Hindistan’dan çekilmek zorunda kalınca Ortadoğu’daki yerleşikliğinin de anlamı azalmıştı. Ne var ki bu bölgeleri hala kontrol altında tutmak istediğinden Mısır’da kurulan ve bir süre hükümet eden liberal Waft Partisi’ni destekledi ve teşvik etti. Savaş sonrasında değişen dengeler bağlamında ve eski tip sömürgeciliğin sonu göründüğünden, bu kez İngiltere, Arap ülkelerinin kendi çıkarlarını bizzat İngiltere ve Batı ittifakında olduğunu zaten anlayacaklarını varsayarak Arap ülkelerindeki bağımsızlık eğilimini desteklemekteydi.[7]

Savaştan Nazizmi tarihe gömerek zaferle çıkan Sovyetler Birliği’nin dünya işçi sınıfı ve Ortadoğu halkları arasında artan popülaritesine karşı yeni dünya düzeninin sömürücüleri de eski sömürgeleriyle ilişkilerinde yeni bir hat tayin etmek zorunda kalmışlar; çekildikleri bölgelerdeki nüfuzlarını güçlendirecek kurumsallaşmaları teşvik etmişlerdi. Bu hattın içeriğinde sulandırılmış bir kendi kaderini tayin hakkı da yer alıyordu. Buna göre bölge ülkelerinde çeşitli partiler kurulacak, liberal demokrasi yerleştirilecek ve emperyalist devletlerle ilişkiler baki kalmak üzere gelip giden hükümetler için bu ilişkiler demokratik bir tercih olarak görünecekti.

Evdeki hesap her zaman çarşıya uymayabilir. Nitekim 1928’de ortaya çıkan Sünni bir birlik savunucusu Müslüman Kardeşler ve nihayet seküler Baas partileri üç tarzı siyasetin değişik uçlarını temsil ederek Ortadoğu ülkelerinin kaderinin belirleneceği bir yol ağzına yerleştiler. İkinci paylaşım savaşından sonra Filistin topraklarına Yahudi göçünün yoğunlaşması ve İsrail devletinin kuruluşu Arap coğrafyasına yepyeni bir sorun eklediğinde, Arap milliyetçiliğinin farklı unsurları bir sınavdan geçecekti. 1947’de Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan güçleri birlikte harekete geçtiler, İsrail Arap devletleriyle girdiği savaştan Filistin’in daha geniş bir kesimini işgal ederek çıktı. Arap ülkeleri Arap kavmiyetçiliğine dayanan bir milliyetçilikle ulusal sınırlar içinde örgütlenen milli birlik fikriyatı arasında sıklıkla gidip geldiler. Sonuç, Sykes-Picot Anlaşması haritasındaki sınırlarla birbirinden ayrılan Arap halklarının her birinin ayrı ayrı uluslaşması oldu.

Baas Partisi, tam da bu gelişmelerin itici gücünü arkasında hissederek daha savaş bitmeden kurulmuştu. Her ikisi Paris’te Sorbonne Üniversitesinde eğitim görmüş olan Ortodoks Hıristiyan Mişel Eflak ve Sünni Selahaddin Bitar’ın liderliğinde 1943’te kurulan partinin açılımı Arap Yeniden Diriliş Partisi’ydi. Birleşik bir Arap milliyetçiliğini savunan partinin kurucularının kimliği de bu birlik anlayışını sembolleştirmişti. Zaman içinde çeşitli Arap gruplarıyla birleşen, toplumun tüm kesimlerine seslenmeye çalışan, seküler özelliklere sahip parti giderek güçlendi ve dinsel ve mezhepsel imtiyazlardan uzak durmaya çalıştı. Parti özellikle Mişel Eflak aracılığıyla faaliyetlerini Suriye dışında da sürdürdü. Giderek Baas Irak, Ürdün ve Lübnan’da da bürolar kurdu. Böylece Baas Arap dünyasının en kapsayıcı ve birleştirici gücü olmaya aday haline gelmekteydi.

Baas’ın fikirleri işbirlikçi tarım ağaları ve kapitalistleri tarafından sömürülen, anti emperyalist tepkileri birikmiş yoksul köylüleri de kapsayarak genişledi. Bunda en önemli etken, Baas’ın bir toprak reformu talebinde bulunmasıydı. Suriye milli burjuvazisi için ayak bağı olan eski toprak mülkiyeti ilişkileri, mezhep odaklı toplumsal yaşam, ikili hukuk sisteminin yol açtığı bölünmüşlük ulusal üretici güçlerin gelişmesini de ketlemekteydi. Dolayısıyla parti zaten modern dönemin gereksinimlerini karşılayacak ve ulusal birliği sağlayacak bir sekülarizmden yana olmak zorundaydı.

Öte yandan eski bağımlılık ilişkileri içinde gelişen fakat tarımsal ticarete bağımlılıktan kurtulmak isteyen ancak buna da henüz gücü yetmeyen milli burjuvazi hem kendi faaliyetlerini hem de üstesinden gelemediği ekonomik hamleleri üstlenecek olan kendi, siyaseten bağımsız devletini şekillendirmek niyetindeydi. Baas’ın hızlı bir sanayileşme hamlesine ihtiyacı vardı, vergi denetiminin hükümet tarafından yapılacağı merkezi bir kasa oluşmalı, toprak ağalarının merkezi hükümetteki ağırlığı ortadan kaldırılmalıydı. Hem Irak Baas’ı hem de Suriye Baas’ı aynı yıl, 1958’de toprak reformu başlatarak, büyük toprak sahiplerinin gücü kırıldı.

Ulusallaştrma hareketinin kendine özgü bir mantığı vardı. Yeni hükümetler, siyasal iktidardan ya da eski yöneticilerle olan bağlantıdan kaynaklanabilecek bağımsız ekonomik güç merkezlerinin sürmesinden ya da gelişmesinden korkuyordu. Ayrıca hızlı sanayileşme özel girişime bırakılması halinde zor yürüyecekti: yatırımlar için özel sermaye birikimi yabancı hakimiyeti altında sınırlandırılmıştı ve hala yetersizdi. Sanayileşmenin üretken yatırıma yönelmesi örgütlü para piyasası olmadığı sürece zordu; özel yatırımcılar paralarını kent inşaatları ya da topraktan çok yeni ve denenmemiş sanayilere yatırmakta duraksayabiliyorlardı; bu yönde hareket etseler bile, kurdukları fabrikalar ulusal planın öncelik verdiği fabrikalar olmayabiliyordu.[8]

Suriye’deki ‘milli kuruluş’ diğer Arap ülkelerindeki mevcut eğilim ve yönelimlerle benzerdir. Sık sık bir iktidar kastının diğerini devirdiği, krallıkların hüküm sürdüğü, eski hakim sınıflarla yükselen güçlerin çatıştığı, askeri darbelerin birbirini kovaladığı, cemaat ve dini çevrelerin sık sık ayaklandığı ve her kapışmada bolca kan dökülen bir coğrafya büyük sarsıntılar geçirmekteydi. Mısır’da da birbirini izleyen darbeler gerçekleşmiş ve Albay Cemal Abdülnasır iktidarı yine bir darbeyle ele geçirmişti. Nasır Arap kapitalist kalkınmasının vukuatlarla seyreden asıl simge ismidir. Onun zamanında Suriye’dekinden keskin biçimde uygulanan toprak reformu, devletleştirme hamleleri ve en önemlisi Süveyş Kanalını İngiltere’nin kontrolünden çıkararak millileştirmesi dünya çapında etkili olmuştu.

Nasır da tek bir Arap ulusunun olduğunu savunuyor ve Arap uluslarının birleşmesi gerektiğine inanıyordu. Ezilmiş Arap kimliğini tekrar ayağa kaldırmak, Arap halkına itibar kazandırmak ve Batılıların oryantalist tanımlarının dışında özgün Arap kültürüne dayalı onurlu bir Arap kimliğinin birliği, kavmiyetçi milliyetçilerin yıllardır işlediği temalardan olduğu için Nasır’ın yönetimi altındaki yoksul Mısırlı köylüler için de yeterince cazip gelmişti. Nasır’ın yaptığı ulusal hamleler Mısırlıların birliğini teşvik ettiği ölçüde diğer Arap ülkelerinde de yankılanmaktaydı.

Suriye başta olmak üzere Arap ülkelerindeki diğer millileşme hamlelerine cesaret veren de Nasır’ın iktidarı oldu. Mısır bir tür ‘Arap Üçüncü Dünyacılığı’nın zemini haline gelmişti. Kendi yağıyla kavrulan, zenginliklerine yabancı güçlerce yağmalanıp el konulmayan bir bağlantısızlık iddiası Nasır iktidarının rüzgarını yeterince dolduruyordu.

Nasır’ın Pan-Arabik birlik kurma çabaları, gerçekte her ülkenin yerel burjuvalarının kendi ulusal devletlerini inşa etme ihtiyaçlarının öncelikleri, süren bağımlılık ilişkileri ve mülkiyet ilişkilerindeki değişimin hızı tarafından çoğunlukla engellenerek bir hayal haline gelmiş olsa da, Suriye ile Mısır’ın birleşerek kurduğu ancak sadece üç yıl süren Birleşik Arap Cumhuriyeti onun liderliğinin motive edici gücü haline gelmişti.

Nasır dünyanın kapitalizm ve sosyalizm olarak iki kutba bölünmüş olmasının bütün nimetlerinden yararlandı ve fırsatlarını iyi değerlendirdi. Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesinden sonra Nil’de kurulacak Assuan barajının yapımı için ABD’den talep ettiği kredi geri çevrilince Sovyetler Birliği’ne yakınlaştı ve istediği yardımı oradan aldı. Bu süreçten sonra ticari ilişkilerin çoğunu Sovyetlerle kuracaktı. Hem bu ilişkileri hem de ülke içinde hayata geçirdiği devlet kapitalizmi ve millileştirme hamleleri, radikal toprak reformlarına imza atması Nasır’ın sisteminin Arap sosyalizmi olarak adlandırılmasına yol açacaktı.

Nasır yönetiminin uygulamalarının gerçekte sosyalizmle ilgisi yoktur. Savaş sonrası birtakım ekonomik hamleleri devletlerin üstlendiği dönemde bu yönelimle uyumlu olarak yürüdü. Üeritici güçlerin geliştirilmesini devletin üzerine aldı. Ancak bu yerel burjuvazi palazlanıncaya kadar sürecek olan, ne üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını ne de yoksul emekçi kesimlerini nihai olarak güçlendirecek devrimlerin yapılmasını içeren bir sistemdi.

Nasır soğuk savaş döneminin çelişkilerinden de yararlanarak, dayandığı sınıfların en verimli bir biçimde gelişmesi ve bu sınıfların çıkarları etrafında ‘milletin’ parçalı unsurlarını bir araya getirmesine yarayacak ekonomik ve siyasi sisteminde, darbeyle ele geçirdiği iktidarda emrinin demiri kestiği bir ordu mensubu olarak, silah gücüne de dayanarak, devlet eliyle mülkiyet değişimi gerçekleştirmekteydi.

Nasır zamanında, ulusçu hareketin bir parçası olduğuna vehmedilen sendikaların kurulmasına da izin verilmişti. Hızla işçileşen, kafileler halinde göç eden eskinin marabalarından zaten modern bir işçi sınıfı gelişmekteydi. Sendikalar yasasıyla, Mısır, mobilize olmuş toplumsal güçlerin sendikalar aracılığıyla denetlenmesini de gündemine almış oldu. Halka parasız sağlık hizmeti başlatıldı, asgari ücret uygulaması getirildi. 1928 yılında kurulan Müslüman Kardeşler’in lideri ve ideoloğu Hasan El Benna’nın yönelimleri de Mısır kapitalizmini güçlendirmeye doğru akmaktaydı. “Bütün insani eylemler ibadet eylemleridir. İman ile hayat arasında bir uçurum yok” diye yazıyordu. Yükselen Mısır burjuvazisinin sekülarizmiyle uyumlu tezler geliştirmekte; burjuva bir dünyevi hayata dinsel gerekçeler yaratmaktaydı. Nasır yönetimi altında modern üst sınıfların ideolojik odakları aynı amaç etrafında toplanmış görünmekteydiler.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki, Mısır’daki siyasal sistemin inşası sırasında İhvan milli birlik ihtiyacına dinsel bir temel sağlayan görüşler ileri sürmekte ve Mısır toplumunun yozlaşmasına karşı inanç temelinde birleşerek mücadele edileceğini savunmaktaydı. 1952 darbesinden sonra birçok siyasal parti kapatıldığı halde Müslüman Kardeşler’in faaliyetine izin verildi. Hatta bürokrasi içinde konumlanabildiler. Ancak Nasır’ı iktidara taşıyan darbeden iki yıl sonra 1954’te Nasır’a suikast girişiminin bedelini ödediler ve kimi önderleri idam edildi. Hasan el Benna da katledildi.

Birleşik Arap Cumhuriyetinin ömrü ise uzun olmadı. Mısır’ın Suriye’den daha güçlü egemen sınıfları ordunun ve bürokrasinin paylaşımında Suriyeli müttefiklerini tali hale getirmeye başladığında ve Mısır karar alma süreçlerinde ‘sınıf kardeşleri’ne göre kendine öncelik uyguladığında Birleşik Arap Cumhuriyeti çözüldü ve herkes kendi ülkesinde ‘kalkınmaya’ devam kararı aldı. Nasır’ın buna da bir itirazı olmadı.

Nasır Mısır’da sınıf çatışmalarını esas alan sosyalizm ile kapitalizm arasında özgün bir Arap sosyalizminin mimarı olarak görülüyordu. 1962’de çıkarılan “Ulusal Sözleşme”de şöyle yazıyordu:

Devrim Arap ulusunun kendisini prangalardan ve üzerine yüklenen karanlık mirastan kurtarabilmesinin yoludur… Bu yol baskı ve sömürüyle ona dayatılmış olan azgelişmişliğin üstesinden gelmenin, Arap uluslarını ve öteki azgelişmiş ulusları bekleyen meydan okumayı cesaretle karşılamanın yegane yoludur… Acı ve umut çağları nihayetinde Arap mücadelesinin belirgin hedeflerini üretmiştir. Arap bilincinin hakiki ifadesi olan bu hedefler, özgürlük, sosyalizm ve birliktir … Günümüzde özgürlük, ülkenin ve yurttaşların özgür olması anlamına gelir. Sosyalizm hem bir araç hem de bir sonuç haline gelmiştir: araç olarak kendine yeterliliği, sonuç olarak adaleti sağlar. Birliğin yolu, halkı tek bir ulusun doğal düzenini yeniden kurmaya çağırmaktan geçer.[9]

Suriye Baas partisinin kurucularından Mişel eflak da partinin üç amacını “birlik sosyalizm ve hürriyet” olarak ilan etmişti. Emperyalist müdahaleden, içerideki feodal kalıntılardan ve sömürge ülkelerle işbirliği yapan elitlerden kurtuluş anlamında hürriyetin sağlanmasını; ekonomik atılımların Arap sosyalizmi ile gerçekleştirilmesini temel almaktaydı. Bu üç önemli unsur 1947’deki Parti Tüzüğü’ne de yansıdı. “Arap milliyetçiliği ile sosyalizmi ve sosyal reformları Marksist olmayan bir tarzda birleştirecek bir laik formül arayışıydı.[10] Arap milliyetçiliği bağlamında sosyalizm ve devrim vurgusunun öne çıkması, üretici güçlerin çok gerilerdeki gelişkinlik düzeyini kısa sürede kapitalist dünyadaki en ilerilerin düzeyine taşıyan ve bu esnada sosyal refah düzeyini de katlayan Sovyetler Birliği’nin kalkınma yolunu ideolojik boyutlarından arındırarak teknik bir içeriğe indirgemekle mümkün olabileceği zannı etkili olmuştur. Sovyetler Birliği’nde üretim araçlarının kamusallaştırılması Arap sosyalizminde işbirlikçi toprak ağaları ve burjuvalarının mülksüzleştirilerek mülkiyetin devlet eliyle el değiştirilmesine eşitlenmişti.

Ne var ki Mısır ve Suriye’deki bu içi boşaltılmış ve yeni burjuvazinin ihtiyaçlarına adapte edilmiş sosyalizm kurgusu tam da bu sınıfın çeşitli kanatları arasında denge sağlayan, genel olarak da gelişmesine ve sermaye birikimine refakat eden devletin vekaletine o kadar ihtiyaç kalmadığı bir zamana kadar sürdü. Nasır geldiği gibi iktidardan gönderildiğinde yerine geçen Enver Sedat ile birlikte Mısır’da uygulanan açık kapı siyaseti (İnfitah), bin bir zahmetle bağların koparıldığı emperyalist kampa karşı mesafeyi daralttı. Palazlanan özel teşebbüsün çıkarları devletçi kapitalizmin bekçileriyle çelişkiye düştü. Bu, devletten feragat etmek anlamına gelmiyordu, ancak devletin üstlendiği mülkiyet tesisi devleti yöneten asker ve bürokratların da birer sermayedar haline geldiği bir süreçte özel teşebbüsü kutsayan bir yol ayrımına geldi. ABD ve İngiliz sermayesinin yeni işbirlikçileri ve vekilleri bu kez Nasır’ın devlet kapitalizminin kanatları altında palazlandılar.

Suriye ise, Mısırla kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin dağılmasından sonraki süreçte bir dizi iktidar mücadelesine sahne oldu. Ekonomik bakımdan zayıflatılmış eski toprak sahibi sınıfı temsil eden kesimler Baas, ordu ve bürokrasi içindeki güç ilişkilerini etkilemeye çalışmaktaydılar. Özellikle demokratik bir geçmişi olmayan Arap ülkelerindeki dönüşümün merkezinde yer aldığından kliklerin ordu içinde mevki kazanmaları, kadrolaşmaları, devlet gücünü ele geçirmek için yaptıkları darbeler siyasal uzlaşmazlıkların başlıca çözüm yolu olmaktaydı. Bu, kitlelerin siyasal alanın dışında tutulduğu bir mekanizmaydı. Mezhep çelişkileri, mülkiyet kapışmaları, siyasi ve ticari rekabet siyasal ifadelerini ordu içindeki iktidar mücadelelerinde bulmaktaydı. Darbeyle gelenin darbeyle gittiği böyle bir sistem, orduyu aynı zamanda başlıca mülkiyet kurumu haline de getirmekteydi.

Baas Suriye ve Mısır birleşmesinin çözülmesinden sonraki süreçte bir dizi çatışmanın içinde kaldı. Baas’ın toprak reformlarının Suriye burjuvazisiyle toprak ağaları arasında yarattığı çelişkiler zaten yeterince gerilimliydi ve başarısız birlik deneyimi sistem dışına çıkarılmış eski rejim güçlerini yeniden sahneye taşıdı. Öte yandan kapitalizmi kapitalist dünya düzeninin bağımlılık ilişkileri dışında geliştirmenin, bağımsızlık ya da tarafsızlık iddialarının nesnel bir karşılığı olmadığı için sistem dış zorlamalar karşısında da zayıflamaktaydı. Baas bir darbeye maruz bırakılarak zayıflatıldı. “1962’de yürürlüğe konan yasayla toprak sahipleri toprak reformu öncesi haklarını yeniden kazanırken, kamulaştırılmış sanayi işletmeleri bir önceki sahiplerine devredildiler. Piyasa ekonomisine geçişe ve sermayenin serbest dolaşımına izin verildiği gibi, ticaret üzerindeki devlet kontrolü kaldırıldı. Burjuvazinin ve toprak sahiplerinin çıkarlarına yönelik bu liberal politikaların uygulamaya konması, 1958’deki kamulaştırmalarla ve toprak reformuyla başlayan ve kırsal kesimdeki kitleler dolayısıyla azınlıkları da sisteme dahil eden sosyo-ekonomik dönüşümü tersine çevirme yolunda atılmış önemli bir adımdı.

Yeniden yönetecek gücü topladığında Baas bazı kamulaştırmaları yapmaya devam etti: 1964 yılında yabancılara ait petrol şirketi (Iraq Petroleum Company) ve ülkedeki önemli imalat ve ticaret kuruluşlarından çoğu devlet mülkiyetine geçirildi. Bunu 3-4 Ocak 1965’te yüz on beş sanayi şirketini kapsayan geniş çaplı kamulaştırmalar izledi.[11] Bu arada ordu içindeki tasfiyeler de devam etti.

Ordu içindeki nüfuz rekabetinden sıyrılarak Hafız Esad’ın iktidara geldiği 1970’ten itibaren başlatılan liberalleşme ve İnfitah siyasetiyle birlikte kendi kendini yemekle meşgul rejim kolonları kapitalizmin uluslararası işleyiş kurallarına açıkça eklenmiş olacaktır. Baba Esad’ın şahsında toplanan silahlı iktidar gücü, egemen sınıflar ve kastlar arasındaki, siyasi ve mezhepsel iddialar biçiminde beliren çıkar çatışmalarını en azından yatıştıracaktı. Ne var ki Suriye, Mısır’dan farklı olarak, dünya sistemine eklemlenmek için ABD’yi değil öteden beri yakın ilişki içinde bulunduğu Sovyetler Birliği’ni tercih etmişti. 1980’de hala Sovyetler Birliği adını taşıyan ve günümüzdeki Rusya’ya dönüşmek için gün dolduran revizyonist diktatörlük içinse Suriye’nin Ortadoğu’da gönüllü bir üs haline geldiği bir anlaşma imzalandı. Suriye ihtiyacı olan silahları bu ülkeden temin etti, ticari ilişkilerini onunla geliştirdi.[12]

Baba Esad’la birlikte devletçi kapitalizm uygulaması da yavaş yavaş tasfiye edildi. Böylece Suriye burjuvazisi arkasında yine devlet olmak kaydıyla dilediği yatırımları yapabilecek, ticari ilişkilerini sürdürebilecekti. Hafız Esad döneminde dezavantajlı konumda kalan Sünni burjuvazinin rejime içerilmesi, ordu kadrolarının mezhepler koalisyonu haline getirilerek iktisadi ve siyasi denge arayışları da düzenlemenin bir parçasıydı.

Böylece Suriye’deki Baas rejimi sosyalizm söylemini terk ettiği yeni evresine Esad’ın silahı-sopasıyla ancak dünyadaki çözülmeler ve krizlerin belirlediği bir sürecin zorlamasıyla girmiş oldu. Bu ülkeye ilham kaynağı olan Mısır ise, Nasır’ın açık kapı politikasının devamında İsrail’le de anlaşmak suretiyle ehlileşmiş bir unsur olarak kapitalist emperyalist sistemin Ortadoğu’daki sağlam kolonlarından biri haline gelecekti. Bu durum hala böyle sürmektedir.

 

Sonuç Olarak

Suriye Osmanlı imparatorluğunun sancağı altında teb’alaştırıldığı yüzyıllar ve Fransız sömürgeciliğinin işgali altında geçirdiği yıllar boyunca iç dinamikleri, bağımlı olduğu ülkeler tarafından şekillendirilen, imtiyaz alanlarına bölünen ve pek çok darbeye maruz kalan bir Ortadoğu ülkesi olarak 21. Yüzyıla adım atmıştı. 2011 yılında başlayan Arap ayaklanmaları bölge gericilikleri, NATO ve ABD müdahaleleriyle bastırıldığında, Suriye’nin payına 13 yıl süren ve dünyanın eski ve sonradan olma emperyalistlerinin (ABD-Rusya) nüfuz mücadelesi alanı olmak düştü. Ülkedeki bütün gerilim birikimi kafa kesen IŞİD başta olmak üzere cihatçı çetelere tahvil edilmiş; bunlar her türlü ihtiyaçları karşılanarak desteklenmişti.

Suriye çoktan miyadını doldurmuş olan Baas’ın başlangıcındaki kısa süren şekli Sovyetçiliğinin, sosyalizm söyleminin ve kapitalist pazara eklemlenmekte kasıtlı gecikmesinin ve pek çok ideolojik ve pratik tercihlerinin bedelinin kendisine ağır biçimde ödetildiği bir coğrafya oldu. Bu ülkenin Ortaçağda dünya ticaret merkezi olmak bakımından taşıdığı önem, bugün eski ticaret yollarını yeniden kurgulayan Çin-ABD arasındaki rekabet açısından yeniden canlanmış görünüyor. Kara, demir ve deniz yollarının, petrol nakliye borularının, bunların gerektirdiği küresel sermaye akışını kolaylaştıracak bölgesel düzenleme projelerinin merkezine yerleşen ülkelerden biri, yine Suriye’dir.  Ve yine, Suriye dünyaya kimin hükmedeceğine bağlı olarak kurulacak bir yeni dünya düzeninde emperyalistler arası rekabetin zayıf karnıdır.

Kendi halkına zulmeden Baas türevi Beşar Esad’ın devrilmesini bir devrimci kazanım olarak gören bölge egemenleriyle, bunların bağlı oldukları emperyalist güçler için Suriye halkının hiçbir değeri yoktur.  Milyonlarca insanın evsiz yurtsuz kalmasına, sayısız insanın ölmesine, ailelerin parçalanmasına savaş boyunca seyirci kaldılar. Beşar Esad koltuğunda oturabildiği süre boyunca meşruluk kazandığı ileri sürülen cihatçı katliamları zımnen ya da açıkça desteklendi. Herkes, Türkiye de dahil, ‘verimli hilal’den ne koparacağının peşine düştü. Ülkenin iç dinamikleri paramparça olduktan sonra Şam kapılarından giren siyonist hakimiyet, ABD emperyalizmi ve bölge gericiliğinin besleme örgütü Heyet Tahrir Eş Şam ve lideri Colani oldu.

İddia edildiği gibi devirenler devrimci, devrilen Baas iktidarı da sosyalist değildi. Tersine Esad has bir kapitalist ve bir halk düşmanıydı. Vaktiyle kendi kapitalizmini ve egemen sınıflar arasındaki mülkiyet ilişkilerini kendi başına düzenleyerek kurmaya çalışan bir ülkeye bile var olma şansı tanımayacağını kanıtlayan emperyalistler onun şahsında sosyalizmi bir kez daha aşağılama fırsatını kaçırmadılar. Dünya emekçilerine yalan söylediler ki yalan emperyalist siyasetin doğasında vardır. Yüzyılın başında Irak’a kimyasal silahlara sahip olduğu iddiasıyla giren ABD’yi gelişmelerin ve bizzat bu ülkenin içinden gelen itirafların gösterdiği gibi kendi yalanlarıyla bölgeyi küle döndürmeye devam ettiler ve etmeye devam ediyorlar.

Maksat sadece engelsiz kısıtsız, emperyalizme muhtaç ve boyun eğen bir Ortadoğu yaratmak olduğu için İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırımına nasıl aynı yalanlarla yol verdilerse bıkmadan yenilerini üretmeye devam ediyorlar; etmeye de devam edecekler. Halklar bu boyunduruğu reddetmek için ayağa kalkmadığı sürece.

[1] El Kudsi, A. (1975) Arap Dünyasında Milliyetçilik ve Sınıf Mücadelesi, çev. O. Koçak, Birinci Baskı, Köz Yayınları, İstanbul, sf. 26.

[2] Hourani, A. (2013) Arap Halklarının Tarihi, çev. Y. Alogan, 10. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 377.

[3] Gürbüz, E. (2020) “Suriye’de Ulus İnşa Çabaları ve Baas Partisi’nin Rolü”, İstanbul Gelişim Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Doktora Tezi, https://acikerisim.gelisim.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/11363/2445/642529.pdf, sf. 52.

[4] Gürbüz, age, sf. 56-57.

[5] Albert Hourani Mısır milliyetçisi Taha Hüseyin’den uzun alıntıyla şöyle yazar: “Üç unsur, Araplaşmasından bu yana Mısır’ın edebi ruhunu biçimlendirmiştir. Bunların birincisi, bize kadim Mısırlılardan miras kalan… Mısır’ın toprağından ve göğünden, Nil’inden ve çölünden sürekli aldığımız saf Mısırlı unsurdur. İkinci unsur, dili, dini ve uygarlığıyla bize ulaşan Arap unsurdur. Ne yaparsak yapalım, bundan kaçamayız ya da zayıflatamayız ya da hayatımızdaki etkisini azaltamayız, çünkü bu (unsur) Mısır’ı bir biçimde oluşturan ve kişiliğini biçimlendiren hayatla kaynaşmıştır. Bunun yabancı bir unsur olduğunu söylemeyin … Arap dili bizim için yabancı bir dil değildir, bizim dilimizdir ve bize kadim Mısırlıların dilinden bin kez daha yakındır… Üçüncü unsura gelince, bu Mısır hayatını daima etkilemiş olan yabancı unsurdur ve etkilemeye devam edecektir. Bu unsur Doğu ve Batıdaki uygar halklarla kurulan ilişkilerle Mısır’a gelmiştir … Kadim zamanlarda Grekler ve Romalılar, Yahudiler ve Fenikeliler, Ortaçağ’da Araplar, Türkler ve Haçlılar, modem çağda Avrupa ve Amerika … Mısır eğitiminin kesinlikle bu üç unsur arasında belirli bir uyumu temel almasını isterdim.” Taha Hüseyin’in, Mısır’ın Grek düşüncesinin oluşturduğu kültür dünyasının bir parçası olduğu iddiası o sırada büyük ilgi uyandırdı. Ancak herhalde en kalıcı katkısı, Arap diline gösterdiği özende, bu dilin modem zihniyet ve duyarlığın bütün ayrıntılarını ifade etmek için kullanılabileceğini kanıtlamasında yatıyordu. Düşüncesinin birleştirici ilkesi, İslam’dan ziyade Mısır ulusunun kolektif kimliği oldu.

[6] Gürbüz, age.

[7] Hourani, age, sf. 416.

[8] Hourani, age, 442.

[9] Hourani, age, sf. 469.

[10] Özkoç, Ö. (2008) Suriye Baas Partisi Kökenleri Dönüşümü-İzlediği İç ve Dış Politika, Mülkiyeliler Birliği Yayınları, Ankara. sf. 47.

[11] Özkoç, age, sf. 118.

[12] Özkoç, age, sf. 12.