Yusuf Akdağ

Küreselleşme” ve emperyalizm kavramları merkez alınarak sürdürülen tartışma, Donald Trump’ın, “küreselleşme karşıtı” açıklamasıyla birlikte yeniden alevlendirildi. “Küreselleşme”; bu sorunlu kavram[1] neredeyse tüm toplumsal sorunlarla ilintilendirilerek geniş bir kullanım imkânına ulaşmış bulunuyor. Böyle olmasında, iletişim araçlarının çeşitlenerek dünya ölçeğinde yaygınca kullanımının kolaylaşmasının, doğruluğu-yanlışlığından bağımsız olarak “bilgi”nin, kavramların, görüşlerin kısa sürede dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi ilgili kişi(ler) tarafından “öğrenilmesi”ni mümkün hale getirmesinin de büyük payı var.

Bu kavram birkaç on yıldır bütünüyle yeni bir durum ve gelişmeyi işaret etmek üzere kullanılıyor. Yüklenilen anlam ve işaret ettiği ileri sürülen gelişmenin kapsamıyla birlikte “iletişim alemi”nin denebilir ki en popüler kavramlarından biri haline geldi ya da getirildi. “Dünya kapitalizminin yeni ve son bir aşaması” olarak da içeriklendirilmeye çalışılan bu kavramın bir özgünlüğü de içerik ve kullanım hedefleriyle birlikte hem sağ muhafazakâr ve şoven milliyetçi kesimlerin, hem de sol ilerici aydınların, devrimci demokrat çevrelerin ve Marksistlerin ilgi alanına sorunlu şekilde girmiş olmasıdır. Egemen burjuva düşünce piyasasındaki kullanımıyla daha çok “olumluluk” göndereni işlevi yüklenmiş “küreselleşme” kavramı, muhalif ‘sol’ çevrelerde tereddütlü bir yaklaşımın yanı sıra beklentici tutumları da esinlemiştir. Bunu görmek için internet ağlarında dolaşıma sürülen yüzlerce tanım ve açıklamaya şöyle bir göz atmak bile yeterlidir. 

Küreselleşme”yi dünyanın “küresel bir köy” haline gelmesi olarak tarif edenler bunun “gümrük engellerinin kaldırılarak ticaretin serbestleştirilmesi, üretimin, toprağın ve işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırılması – ya da taşınması; dış kaynak kullanımının kolaylaşması; maliyetleri düşüren ulaşım olanaklarının genişlemesi; yasal uyum için uluslararası uzlaşının sağlanması ve liberalleşme” ile gerçekleştiğini ileri sürüyorlar. “Küreselleşme”yi, “üzerine tam ve net bir tanım vermek kolay olmasa da mal, hizmet ve sermayenin artan hareketliliği sonucunda sınır ötesi karşılıklı ekonomik bütünleşme ve ulusal ekonomilerin dünya piyasalarına dahil olma sürecinde dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan toplum ve devletler arasındaki iletişimin ve etkileşimin artması ve karşılıklı bağımlı hale gelinmesi olarak” tarif edenler de, aşağı yukarı aynı şeyden söz etmiş oluyorlar.[2] Bu söylemin başlıca gerekçelerinden biri, bilim ve teknikteki gelişmelerin daha ileri düzeyinin ve iletişim ve ulaşım teknolojisinin sağladığı kolaylıkların daha büyük boyutlarda olmasının sermaye ve üretimin uluslararası hareketini dünya ölçeğinde gerçekleştirilebilir kılmasıdır. “Küreselleşme”, emperyalizmin yeni bir aşaması, emperyalizm ile aynı şey, emperyalizmi de içeren daha kapsamlı bir dünya kapitalizmi olarak da tarif edilmektedir. Kavram özellikle sol liberal çevrelerde “ultra emperyalizm” ile özdeş şekilde içeriklendirilerek “sermaye birikimi”nin uluslararası ölçekte “sınırları anlamsız kılması” gerekçesine dayandırılmakta; Rosa Luxemburg’un “sermaye birikimi”, Karl Kautsky’nin “ultra emperyalizm” üzerine söyledikleri referans gösterilerek daha özgün savunu konusu yapılmaktadır. Bu savunu biçimlerinden bazılarını aşağıda daha ayrıntılı olarak göreceğiz. Bunun için ama, önce, Luxemburg ve Kautsky’nin konumuzla içeriksel bağlamı kurulabilecek görüşlerine bakmak yararlı olacaktır.

i.

Rosa Luksemburg, “Sermaye Birikimi” adını taşıyan kitabında, Marx’ın, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimiyle ilgili analiziyle çelişkili şekilde, kapitalist gelişmiş ülkelerde artı-değer sömürüsüne dayalı genişletilmiş üretimin mümkünsüzlüğünü savunuyor ve buradan hareketle kapitalistler ve işçiler “dışındaki” toplum kesimlerinin (tarımsal nüfus vb. gibi) “talebinin gözetilmesiyle pazar sorununun çözülebileceğini ileri sürüyordu. Ona göre Marx’ın, sermayenin genişleyen yeniden üretimine dair analizi, sorunu çözüme kavuşturamamıştı ve “en önemli gerçek artı-değerin ne kapitalistlere, ne de işçilere yapılan satışlarla realize edilebileceği”ydi. “Artı-değer, sadece üretim biçimleri kapitalist olmayan örgütlenmelere ya da katmanlara satılırsa realize edilebilir”di.[3] Ancak eskinin “kalıntıları” da nihayetinde çözülüp yok olmaya mahkumlardı. Öyleyse bu da çözüm olamazdı. Luxemburg, işçileri ve kapitalistleri “tüketici” olarak görmediğinden, yeniden üretim için birikimin -yürüttüğü mantığa göre- “karşılanmayan talep” üzerinden sağlanması olanaksızlaşmaktadır. Bu durumda üretim ve tüketim aynı ülke pazarında gerçekleştirilemez! Luxemburg’a göre, genişleyen yeniden üretim için gerekli tüketim ve “dürtü” ancak dışarıda bulunabilir. Aksi durumda kapitalist artı-değer “realize edilemez” olacak ve üretim araçları üretimi başta olmak üzere yeniden üretim için neden kalmayacaktır! Luxemburg’un “bulduğu”nu sandığı çözüm kapitalist ülkenin dışarısıdır ve bu da onun, emperyalizmin ortaya çıkışına ilişkin düşüncesini belirler. Kapitalizm var olma olanağını ancak kendi dışarısıyla, gelişmemiş olan bölge, sektör ve ülkelerle var edebilirdi! Artı-değerin gerçekleştirilebilmesi bu durumda ancak daha geri bölge ve ülkelerin emperyalist güç(ler) tarafından fiili işgal, baskı ve entrikalarla ele geçirilmesi ve kaynaklarının yağmalanmasıyla mümkün olabilir. Bu durumda dış pazar ihtiyacı, yeni pazarların fethi kaçınılmazdır. Ne var ki bu olanak sonsuzca olamaz. Kapitalizm öncesi de değişim geçirecek, sonuçta -günümüzde olduğu üzere- dünyanın giderek tümü kapitalistleşecek, toplumsal bölünmeler iki büyük sınıfın varlığına yol açacak ve “tüketici” sorunu yine ortaya çıkacaktır. Luxemburg, ivedi devrimciliğiyle buna da bir çare bulur: kapitalizm yok olacaktır! Toplumsal gelişmenin toplumu iki büyük sınıfa doğru değişime sürükleyen işleyişiyle bağlı olarak “eski köylü ülkeler”in de kapitalistleşmesi sonucu, “realize olma” olanaksızlığıyla boğuşmak durumundaki kapitalizmin “mukadder sonu“, böylece kendiliğinden gelecekti. Rosa Luxemburg, bu tahlilini kapitalizmin tekelci aşamaya vardığı, pazar ve etki alanları mücadelesinin kıyasıya sürdüğü bir dönemde, emperyalistler arası çelişkileri de hesaba katmaksızın ve ülke içi sınıf mücadelesinin sosyal dayanakları -bu mücadelenin kararlı bir militanı olmasına rağmen- sorununu azımsayarak yapıyordu. Buna rağmen ama, Luxemburg, emperyalizm ve ulusal kaderini tayin hakkı gibi siyasal demokrasi konularındaki sorunlu yaklaşımına rağmen, kriz ve savaşların kapitalizmin ürünü olduğu görüşünü savunuyor; tekelci gericiliğe ve savaş politikalarına kararlıca karşı çıkan devrimci bir tutum gösteriyordu. Luxemburg’un teorik yetersizlikleri ve yanlışlarını işaret etmekle birlikte onu, bu devrimci tutumu nedeniyle hedef almaktan kaçınan Lenin, “eski marksist” Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” üzerine teorik görüşleriyle ve oportünist uzlaşmacı politik tutumuyla amansızca mücadele etmekten bir an olsun kaçınmadı.

ii.

Luxemburg’da üstü örtük kalan Kautsky’de apaçıktı: Kautsky, kapitalist şirketlerin üretim kotaları veya pazarlar üzerinde anlaşarak rekabeti engellemelerinden bahisle ve “salt ekonomik açıdan” kaydı düşerek bir “ultra-emperyalizm” aşamasını olanaklı ve kaçınılmaz görüyordu. Lenin, Kautsky’nin, kapitalist rekabetin tekelci dönemdeki varlığını büsbütün azımsayarak ve emperyalistlerin pazar ve etki alanları üzerine kavgalarını yok sayarak savunduğu bu tezi çok net ve çok sert ifadelerle eleştirdi. Kautsky’nin “salt ekonomik açıdan, kapitalizmin kartellerce izlenen politikanın dış politika alanına taşacağı, yeni bir evre, bir ultra-emperyalizm evresi olanaksız değildir[4] sözlerinden hareketle Lenin, “Salt ekonomi sözünden, ‘salt’ bir soyutlama anlaşılıyorsa, söylenebilecek her şey şu görüşe getiriliyor demektir: Gelişme tekellere doğru, bunun sonucu olarak evrensel tek bir tekele, tek bir dünya tekeline doğru gidiyor. Bunun itiraz götürür bir yanı yok, ama saçma olduğu kadar, ‘evrimin’ besin maddelerinin laboratuvarlarda üretilmesine doğru ‘gittiği’ sözü gibi, anlamdan da yoksundur. Bu anlamda, bir ‘ultra-tarım teorisi’ ne denli saçma olacaksa, ultra-emperyalizm ‘teorisi’ de o kadar saçmadır” diye yazarak onu mahkum etmekten geri durmadı. Kautsky’nin bu türden tezleri ortaya atarak mali sermaye egemenliğinin “dünya ekonomisindeki eşitsizlikleri ve çelişkileri azaltacağı fikrini destekle”diğini belirten Lenin, Kautsky’i, emperyalizmin politikasını ekonomisinden ayırdığı; tekelin, “tekeli, zoru ve fethi dışlayan bir politik tutumla bağdaşabileceği”ni savunduğu; kapitalizmin emperyalist aşamasının “en temel çelişkilerini bütün derinliğiyle ortaya koyacağı yerde, bunları daha hafif göstermeye, gizlemeye” çalıştığı için eleştirerek[5] çelişki ve eşitsizliklerin mali sermayenin egemenliği koşullarında daha da arttığına dikkat çekti.[6] Günümüze dek olan gelişmelerin kanıtladığı Kautsky ve onun 2000’li yıllardaki takipçileri değil Lenin’in görüşüdür. Bu hiç tereddütsüz böyledir.

iii.

Ellen Meiksins Wood, 2003 yılında yayımlanan “Sermaye İmparatorluğu” adlı eserinin Ocak 2003 tarihli Önsöz’ünde, 2002 yılı Eylül’ünde ilan edilen “Bush doktrini”nin, liberal muhalifleri tarafından “ABD dış politikasının II. Dünya Savaşı’ndan bu yana devam eden genel eğiliminden tipik ve keskin bir kopuş olarak değerlendirildi”ğini belirterek bu politikanın “Bush rejiminin eğilimleri”yle, “hattâ, Cheney-Rumsfeld- Wolfowitz-Perle ekseni” üzerinden yönetimin önde gelenlerinin “petrolle çok yakın ve kişisel olarak ilgilenmeleri”yle bağından söz etmek mümkün olsa bile ve “Bush politikasını, ABD’nin geleneksel olarak sakınmayı tercih ettiği bir direkt sömürgeci imparatorluğun yaklaşmakta oluşu olarak yorumlamak” anlamsız olmasa da, bunun ABD’nin politikasını açıklamak açısından sorunlu ve eksik olacağını söylüyor ve şöyle devam ediyordu:

Ancak Bush Doktrini’ni ABD dış politikasının seyrinde anormal bir tarihsel sapma olarak görsek, hattâ ABD nin bundan önceki bütün askerî müdahalelerini göz ardı etsek ve hattâ önceki yönetimlerin liberal emperyalizmin ilkelerini en son sınırlarına ve ötesine kadar zorlama biçimlerini görmezden gelsek bile, Bush olgusu, her ne kadar aşırı ve nihayetinde kendi kendisini yenilgiye uğratacak bir şey olsa da, en azından II. Dünya Savaşından bu yana ABD dış politikasına içrek olan mantığın bir uzantısından başka bir şey olarak anlaşılamaz. Ve bu dış politika, kapitalizmin ekonomik ve siyasî/askerî güçler arasında karmaşık ve çelişkili ilişkilere sahip olan daha genel mantığından soyutlandığında hiçbir anlam ifade etmez… Bush yönetiminin pervasız politikasını sürdürdüğü günümüzde gördüğümüz şey, belki de özel bir delilik çeşididir; ama eğer öyleyse, bu delilik, sadece ABD tarihinin son 50 yıllık tarihinde değil, aynı zamanda kapitalizmin sistemik mantığında da sağlam kökleri bulunan bir deliliktir.[7]

Wood’un yukarıdaki satırları, kitabının girişindeki bir ifadesini çağrıştırır şekilde “karmaşık”lık göstermesine; “eski” ve “yeni” emperyalizm ayrımıyla dikkat çekmesine; eski ve yeni sömürgeci politikalar arasındaki ayrıma getirdiği açıklamaların sorunu muğlaklaştırıcı unsurlar taşımasına rağmen,  sadece ABD emperyalizmi açısından değil kapitalizmin “daha genel mantığı”nı (mantık sözcüğü gibi temel nedeni örten ve içerik yönünden yetersiz bir sözcüğe başvurulmuş olması saklı tutulursa) işaret etmesi açısından, emperyalizm ve “küreselleşme” üzerine bir tartışmada yararlı olabilecek bazı unsurları da içeriyor. ABD’nin Walter Bush ya da şimdilerde Donald Trump yönetimindeki “delilik”lerini ve Amerikan emperyalist saldırganlığını, “kapitalizmin ekonomik ve siyasî/askerî güçler arasında karmaşık ve çelişkili ilişkilere sahip” gerçekliğinden soyutlamak, hiç kuşku yok ki, sorunu “küresel köy” mantığıyla ele alan liberal yazar ve ideologların ve reformist küçük burjuva politikacılarının kurdukları kapana düşmek olur.

Wood’un, kapitalist emperyalizm ile köleci ve feodal “İmparatorluk” dönemleri kıyaslamaları ise, emperyalizmin-onun kendi deyimiyle söylenirse “yeni emperyalizm”in- karakteristik özelliklerini belirsizleştirici özellikler taşıyor. ABD’nin, ya da öteki büyük Batılı güçlerden herhangi birinin, “dünyanın hiçbir yerinde tek bir ülkeyi dahi doğrudan işgâl altında tutmadığı ve yönetmediği” bir durumda, “yeni emperyalizmi tanımlama”nın zorluğuna işaret eden Wood, “bugün” -diyor- “hâlâ az sayıda küçüksömürge bölgeler varlığını sürdürse bile, ne ABD ne de öteki büyük Batılı güçler geniş bağımlı bölgelerin doğrudan yönetimi anlamına gelen sömürgeci imparatorluklar değildirler. Hiç kuşku yok ki, emperyal gücün kendi yönetimini emperyal askerî güç tarafından iktidarda tutulan kukla rejimler aracılığıyla uyguladığını söylemek, ABD’nin yaklaşık 140 ülkedeki askerî varlığına rağmen mümkün değildir. Ne de bu bakımdan, bir zamanlar üstün güçleri ya da daha gelişkin donanma teknolojileri sayesinde ticaret yollarını kontrol ettikleri için hüküm süren ticarî imparatorluklar gibi bir şeyden söz edilebilir.[8]

Durum bu ise eğer, bu durumda emperyalist bir güç olmanın, emperyal politikaları uygulayabilmenin başka yol ve araçları olmalı! Emek sermaye çelişkilerine yaklaşımında genel hatlarıyla Marksist bakışı esas alan bir yazar olarak Wood’un gerekçesi, bu ilişkilerdeki sömürünün “şeffaf olarak” görülememesine benzer biçimde emperyalist güçlerin doğrudan bir yönetimi ve işgalinin olmamasıdır! “Bir zamanlar” diyor, “sömürgeci emperyal güçlerin sadece sömürgeci yönetimleri değil, ekonomik sömürüleri de hayli şeffaf bir işti.Güney Amerika’daki İspanyolları veya daha sonra Kongo’da Belçikalıları gözlemleyen biri, kölenin servetinin efendiye aktarılma yollarını anlamakta güçlük çekmezdi. Bu bakımdan, geleneksel emperyalizmin belirli ülke içi sınıf ilişkileriyle benzer yönleri çoktu. Tıpkı feodal lordların emek hizmetlerine ve kiralarına el koydukları köylüler veya mutlak devlet ile vergilerini aldığı köylüler arasındaki ilişkilerde belirsiz bir şey olmadığı gibi, sömürgeci efendiler ile köleleri arasındaki ilişki de gayet açıktı.

Yeni emperyalizm” koşullarında bu ilişkinin daha zor anlaşılır hale geldiğini belirten yazar, bu zorluğu ya da “görünmezliği” işaret etmek üzere artı-değer sömürüsünün “açıkça şeffaf olmayan” bir özellik göstermesini örnek göstererek, “burada sözü edilen nedenlerin pek çoğunun aynı şekilde kapitalist emperyalizmin doğası için de geçerli olduğu”nu söylüyor. “Zenginliğin zayıf uluslardan güçlü uluslara doğru aktığı bugünkü transferin varlığının tespit edilmesi önceki sömürgeci imparatorluklar dönemine göre daha zordur” diye ekleyerek bu ilişkide “tipik bir zorlama ilişkisi” olmadığını ve zorlamanın “büyük bir olasılıkla ekonomik” olduğunu belirtiyor.[9]

Bugünün koşullarının klasik sömürgeciliğin yaygın olduğu dönemlerden ve daha da çarpıcı olmak üzere feodal imparatorluklar dönemi ilişkilerinden çok daha farklı olduğu; ilişkilerin daha da çeşitlenmiş dolayımlar içerdiği ve bu sömürü, etki ve baskının “daha incelikli yöntemler” aracıyla gerçekleştirildiği tartışma götürmeyecek denli açıktır. Eski tür sömürgecilik, sosyalizmin dünya ölçeğindeki etkisi, işçi hareketinin gösterdiği gelişme ve anti-sömürgeci ulusal kurtuluş savaşlarının kazandığı yaygınlık ve başarı sonucunda yürütülemez duruma gelmiş; daha yaygın ve denebilir ki daha kolay olan ekonomik, mali, diplomatik ilişkiler üzerinden ülkeleri kendine bağlı tutarak kaynaklarını sömürme, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasından başlayarak öne çıkan biçim olmuştu. Buna rağmen ama Vietnam başta olmak üzere birçok ülkeye yapılan askeri saldırılar, işgallerin emperyalist çıkar bağlamına dışsal duruma hiçbir zaman düşmediğinin göstergeleri oldu. Zor ise, açık ki, hem çıplak haliyle eskisi türden hem de eskisi türde olduğundan farklı biçimler ve araçlar aracıyla bir ilişki biçimi olarak varlığını sürdürüyor ve bu “eski emperyalizm”-“yeni emperyalizm” gibi bir ayrım yapılmaksızın emperyalizmin genel özelliğidir. Tekelci kapitalizm tekelci dayatmalarıyla (ekonomik ve örtük olarak ekonomi dışı zor: borç ve kredilerin askeri politikalarla ilişkisi) tekelcidir! Ancak fiili zorun kaynak aktarmayı kolaylaştırıcı unsur olarak şiddetle kullanıldığı durumlar hiç de az değildir. Irak ve Libya petrollerinden kimin ne kadar pay aldığı tam olarak netleşmemekle birlikte Fransız, ABD, İsrail ve Türkiye’nin payına “bir şeyler düştüğü” kesindir. Wood, ilişkilerin bu özelliklerini belirsizleştirici bir bağlam kurmaktadır. Ayrıca, “sermaye imparatorluğu” gibi kapsayıcı bir adlandırma ya da tanımlama, bütünleşik bir sermaye varsayımını işaret eder ki, bu da doğru değildir.

iv.

Yeni emperyalizm” kavramının Samir Amin’deki karşılığı, Kautskist “ultra emperyalizm”dir. Amin, Alman gazetesiNeues Deutschland adına Siman Poelchau tarafından kendisiyle yapılan ve Sol Portal’da 15 Eylül 2017’de yayımlanan röportajındayeni teknolojileri, kapitalizmin “yeni bir aşamaya” girmesiyle ilişkilendirerek kapitalist emperyalizmin 1990’lı yıllarda “yeni bir aşamaya girdiği”ni söylüyordu. Amin’e göre, “70’li yıllarda doların altından ayrıştırılması sistemi olan Bretton-Woods Sistemi’nden beri” bu aşamaya girilmiş ve “1990’a geldiğinde” kapitalizm yapısal değişime uğramıştı! Aynı yıllarda diyordu Amin, “Batı sosyal demokrasisi, komünizm ve bağımsız devletler” bu değişimle birlikte sona ermişlerdir! Uluslararası alanda ve “yerel düzlemde” her şeyin tekelci sermayeye göre örgütlendiğini belirten Amin, “emeğin parçalanması ve proleterleşmesi”ni; “güvencesiz meşguliyet ve giderek büyüyen prekerleşme”yi ve tarımın kapitalist kartellere bağımlılığını kanıt olarak gösteriyordu. “Biz, diyorduSamir Amin,“Karl Kautsky’in 100 yıl önce ultra emperyalizm diye tarif ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Lenin bu teoriye o dönem cephe almıştı. Oysa bu teori bugün doğrulanmıştır.” İleri sürdüğüne göre, günümüzde, Alman, İngiliz, ABD veya Fransız emperyalizmi diye bir şey artık yoktu! “Sistemin sürmesi konusunda egemen sınıf, küresel çapta anlaşmış durumda”ydı, ve bu da devletlerin adıyla mukim emperyalizmin sonuna işaret ediyordu![10]

Tanınırlığını önemli oranda Filistinli çocuklarla birlikte İsrailli işgal askerlerinin saldırılarına taş atarak yanıt vermiş olmasına “borçlu” olan Amin, “her şeyin” tekelci sermayenin çıkarlarına göre örgütlenmesini, 1970’lerin bir “olgusu” olarak görmekle zamanın ve gelişmelerin gerisindedir. Tekellerin belirleyici konuma gelmeleri, yüzyılı aşkın sürecin en önemli olgularından biridir ve bu süreç içinde etkinlikleri daha da artmıştır. Tekellerin çıkarları yönünde özelleştirme politikasının hızlandırılmış uygulama biçimiyle öne çıktığı yıllar veri alınarak yapılan değerlendirmede “yeni” olarak gösterilen gelişmeler ise, kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin artı-değer sömürüsü ve kâr için başvurduğu araç ve yöntemlerin biçimlerinden olup nitelik değişimini işaret etmezler. 

Amin’in “ultra emperyalizm”den söz ederek bunun gerçekleştiğini ileri sürdüğü dönem, emperyalist büyük güçler arası ilişkilerin daha fazla gerginleştiği bir dönemdir. Küba, Rusya, Çin ve Vietnam gibi birkaç ayrıksı örnek dışında” dünyanın “bir tek emperyalizm” haline geldiğini düşünüp savunabilmek için emperyalist kapitalist devletlerin pazar ve etki alanları için birbirlerinin çıkarlarına da zarar verecek şekilde giriştikleri mali, ekonomik ve diplomatik dalaverelerle askeri eylemleri hiç mi hiç görmemiş olmak gerekir. Ortadoğu gibi, hemen tüm emperyalist devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda ilişkiler geliştirme, etki altına alma ve kaynak transferini gerçekleştirme hesaplı müdahalelerine sahne olmuş bir “bölge”nin durumundan haberdar olan Amin, ekonomik, askeri ve politik gelişmeleri değil, inanmak istediği ve inandığı varsayımsal kabulleri esas alıyor. Alman, İngiliz, Fransız veya ABD emperyalizmi diye “bir şeyin artık olmadığını” söyleyebilmek için ise, bu emperyalist güçler arası çelişkilere göz kapamak, şu 2000’li yılların kavga ve gürültüsünü hiç duymamış olmak gerekir.

v.

Antoni Negri ve Michael Hardt, “İmparatorluk” adlı eserlerinde, kültürel değişimin son on yıllardaki “değişimi”nden de söz ederek yeni bir “küresel düzen”in oluştuğunu, onun da “yeni bir yönetim mantığı ve yapısı”nı; ”yeni bir egemenlik biçimi”ni yarattığını belirterek dünyayı yöneten bu gücün (“İmparatorluk”) her yerde ve her şeye hakim olarak bulunduğunu ileri sürdüler. Bu durumda öngördükleri sözümona mücadele ise somut bir hedefe karşı olmaktan çıkarak soyut-genel haline geliyordu! Negri ve Hardt’a göre, burjuva “ulusal devletler”, uluslararası büyük şirketler karşısında etkisiz duruma gelmişti ve bu dev şirketler arası çıkar çatışması da giderek ortadan kalkmaktaydı. Negri’nin, burjuva “ulusal devlet”lerin “çağımızdaki” yeri ve rolünü olumsuzlamasının nedeni ise, bu devletlerin işçi sınıfı ve emekçilere karşı sınıf hakimiyetinin aygıtı olmaları değil uluslararasılaşmanın “engeli” olmaları varsayımıydı. Bu tutumuna uygun düşecek şekilde AB’ye ilerici bir rol atfederek anayasasını destekledi. Hardt ile birlikte Negri’ye göre emperyalizmden “imparatorluğa”; modern kapitalist toplumdan “postmodern toplum”a geçiş söz konusuydu. “Bugün biz”, diyorlardı Negri ve Hardt, “İmparatorluğun modern iktidarın zalim rejimlerini ortadan kaldırdığını ve aynı zamanda özgürlük potansiyelini çoğalttığını görüyoruz.

Negri ve Hardt’ın “imparatorluk” düşleri ve yükledikleri misyon, “küreselleşme”yi “yeni demokratik dünya düzeni”nin biçimlenişi olarak reklam eden liberal burjuva-küçük burjuva söyleminden farksızdı. Kendileri de bunu, eserlerinin Türkçe baskısına önsözlerinde “Biz İmparatorluk terimini çağdaş küresel düzeni adlandırmak için, emperyalizm terimine karşı kullandık. Bir başka ifadeyle, kalkış tezimiz emperyalizmin artık küresel iktidar yapılarını anlamakta yeterli kavram olmadığıdır” şeklinde dile getirmekteydiler.[11]

Bu liberal vaazların özgünlüğü, kapitalist sömürü ilişkilerini ve kapitalist emperyalizmin dünya işçi ve emekçileri için teşkil ettiği yaşamsal büyük tehdidi gizlemesidir. Burjuva iktidar zalimliğinin ortadan kaldırılmasını kapitalist uluslararasılaşmanın ileri bir düzeyine havale edip bunun kendiliğinden gerçekleşeceğini iddia eden bir anlayışın emperyalist burjuva çevrelerde sempati görmesi ve güler yüzlü kucaklanışı boşuna değildir. Dünyanın hemen her yanında etkinliğini sürdüren ve pazar ve etki alanları için birbirlerinin boğazlarını sıkma ya da bütünüyle kesme eğilimleriyle değil sadece fiili eylemleriyle de piyasada ekonomik, mali, askeri ve diplomatik ‘gövde gösterisi’ yapan birkaç büyük emperyalist devlet ve trilyonları bulan varlıklarıyla çok az sayıda devasa büyüklükte tekel ‘göz önünde’ iken, “merkezsizlik” iddialı otonomcu demokratizm reklamı yapmak ve sonra da AB’nin yönetici kurumlarından “aferin!” almak az şey olmamalı!

vi.

İlhan Uzgel, bir süre önce, Gazeteduvar’da iki bölüm halinde yayımlanan makalesinde[12] (bu makalede dile getirdiği görüşlerin ilk versiyonu yazar tarafından yaklaşık iki yıl önce, 28 Ağustos 2017’de yayınlanmıştı[13]), “emperyalizm” ve “küreselleşme” ilişkisi, “farklılığı” veya “özdeşliği” sorununu bir kez daha ve üstelik, Türkiye’de konunun gerektiği gibi dikkate alınıp üzerinde fazlaca durulmadığını ileri sürerek tartışmaya açtı.[14] Bu tartışmayı sonraki bir makalesinde de sürdürdü. İlhan Uzgel “küreselleşme” kavramını olumlamak üzere kullanmaz. Onu liberal yazarların yaptığı gibi, yani emperyalizmin üstünün örtülmesi ve bu anlamda onun sömürücü doğasının gizlenmesi yönünde ele almaz. Ancak “küreselleşme”yi oturttuğu kapsam, atfettiği özellikler ve kavramı emperyalizmle karşıt anlam içerecek tarzda kullanması bakımından sorunlu bir yaklaşım gösterir.

Amacının “sıkıcı teorik tartışmalar yürütmek” olmadığını belirten İlhan Uzgel, “Küresel sistemin bir yol ayrımına geldiğini, ABD’nin hegemonik konumunu restore etmeye çalıştığını ve küreselleşmeyi yeniden tartışmaya açtığını” ileri sürüyordu. Trump’un “küreselleşme ideolojisini reddettiğini çokça dile getirmek” suretiyle kafa karıştırıcı bir durumun ortaya çıkmasına yol açtığını; oysa, “ABD’nin yalnızca 1990’larda hız kazanan küreselleşme sürecinde değil bütün 20. yüzyıl boyunca, Wilson ilkelerinde de açıkça duyurduğu gibi, her zaman serbest ticaretten yana” olmuş olduğunu; 1990’larda “küreselleşme ABD”dir diyen “ABD sistemi”nin daha sonra , “ilk kez küreselleşmeye doğrudan karşı çıktığını söyleyen birini” -yani Trump’ı- başkan seçtiğini; bunun da çelişkili bir duruma yol açtığını belirten yazara göre, gelinen yerde ABD, karşı karşıya kaldığı sorunların da etkisi altında, “küreselleşmeyi yavaşlatarak Çin’i ve kısmen de müttefiklerini geriletmeye” çalışmaktadır. ABD ekonomisi ve sermayesinin “küreselleşme”den faydalanarak maliyetleri düşürdüğünü; “1990’larda eski Sovyet ve Doğu Avrupa coğrafyası”nın, “2000’lerde ise, Çin’in küresel kapitalizme daha fazla açılması”nın ve “Üçüncü Dünya’nın bazen zor araçları kullanılarak neoliberalizme geçmesi”nin, “küresel kapitalizm için yeni coğrafi alanlara açılma, sermayeye yeni yatırım ve pazar olanakları sağlaması açısından kurtarıcı nitelikte” olduğunu belirten yazar 2010’larda durumun değiştiğini ileri sürüyordu.

Uzgel, değişen olgu olarak Trump yönetimindeki ABD’nin, “küreselleşmeyi yavaşlatma siyaseti”ne işaret ediyor. “Önce Amerika” söylemiyle Trump’ın, AB ve Çin’in “ABD ile ticarette adil olmayan” avantajlar için paralarının değerini düşürme taktiğine başvurduklarını belirterek bu yeni siyaseti ilan ettiğini; ancak sıcak paranın dolaşımı ve özelleştirmenin devamının yanı sıra, diğer ülkelerin ABD ihraç ürünlerine gümrük uygulamaması vb. gibi konularda “serbestlikten yana” olmayı sürdürdüğünü söyleyen Uzgel, ABD ve Trump yönetiminin “küreselleşmeye mesafeli bir yöne girdiğini ve bunun savunuculuğunu artık Çin ve Hindistan’ın üstlendiğini” ileri sürüyordu. “Küreselleşme”, diyor Uzgel, “bir yanda neoliberal bir birikim rejimi öte yanda teknolojik imkanların ticaret, üretim ve finans alanlarında sağladığı dönüştürücü imkanlar ile kapitalizmin büyük bir hızla yerkürenin her bir noktasına yayılması anlamına geliyor. Bu anlamda emperyalizmi de içeren çok daha kapsamlı bir olgu, kapitalizmin tarihsel evrimi içinde kapitalizmi küresel ölçekte yeniden organize etme çabasının bir ürünüyle karşı karşıyayız.[15]

Günümüz küresel kapitalizmin(in) ve jeopolitiğinin aldığı biçim doğrultusunda emperyalizm ve küreselleşme kavramlarının yeni koşullar ve dönüşümler altında yeniden tanımlanması gerektiğini” savunan yazar, “küreselleşmeyi emperyalizme eşitleyen yaklaşım”lara karşı çıkıyor ve emperyalizmin, günümüzde de “içeriğini korumakla birlikte biçim değiştir”diğini savunuyor. Lenin’in 1916’da yazdığı emperyalizm kitabında ileri sürdüğü görüşlerin ağırlıklı olarak “merkezi kapitalist ülkeler arasında yarattığı gerilim ve savaş olgusu”nu içerdiğini ileri süren Uzgel, 1945 sonrasında diyor, “sosyalist bir blokun varlığında kapitalist merkez içi bir çatışma üzerine emperyalizm teorisi inşa edilemez” olduğu gibi, 1990’lar ve sonrasındaki emperyalizm tahlili ve tanımı da yapılamaz! Gerekçesi, “1970’lerin sonunda başlayan ama 1990’larda hız kazanan neoliberal küreselleşme”nin, “emperyalizmin hem biçim hem de içeriğinde bazı önemli dönüşümler yarattı”ğıdır!

Küreselleşme ile emperyalizm arasında bazı önemli temel farklar” olduğunu belirten Uzgel, bunları beş maddede özetliyor. Yazarın sıralaması esas alınarak belirtilirse, bu “önemli temel farklar”; a-)emperyalizmin ulusal ekonomilere dayalı ve merkezi kapitalist ülkeler arasındaki çatışmacı bir mücadeleyi öngörmesi, hatta kaçınılmaz bulması”, ve fakat küreselleşmenin ise “tersine, sermayenin ulusal niteliğinin aşılarak ulus aşırı bir hale gelmesi ve dünya sisteminin jeopolitik çekişmeden mümkün olduğunca uzaklaşarak sermayenin hakimiyetinde bir dünyayı öngörüyor” olması; b-) emperyalizmin “özellikle 19. yüzyıl deneyimi daha çok ilkel birikim mantığı üzerine kurulu” olup “doğal kaynakların talan edilmesi, emeğin ağır sömürüsü ve en önemlisi, genellikle tek bir emperyalist gücün, belli bir toprak parçası üzerinde egemenlik kurarak orayı doğrudan yönetmesi, bunun için gerektiğinde askeri yöntemleri kullanması” iken, yazar, bu ilişkinin ekonomik yıkıma yol açtığını belirterek “kolonizasyon zaten maliyetli olduğu için 1960’larda bitmiştir” diye ekler. “Küreselleşme”nin ise “küresel ekonominin yeniden örgütlenmesini gerektir”mesi nedeniyle “kaçınılmaz olarak ekonomik bir gelişmeye neden olmakta” oluşu ve “toplumsal dönüşüm yaratabilme”si (Uzel buna kanıt olarak ülkelerin ekonomik büyüklükleri arasındaki oran farkının yıllara göre değişmesini gösteriyor ve örneklerden biri olarak Türkiye ile Almanya ekonomik büyüklüğü arasındaki karşılaştırmada 2000’de aradaki fark 7 kat iken bunun 2016’da Türkiye’nin büyümesi nedeniyle 4 kata inmesine işaret ediyor) ve bunun “çevre ülkelerinin merkez karşısındaki politik ve stratejik konumu”nun “güçlenmesi”ne yol açması; c-)Küreselleşme” ile birlikte “ klasik emperyalizm ve kolonyalizm dönemindeki toprak kontrolünün aşılması”, yani “geçmişte emperyalist bir güç, kendi ülkesinden olmayan bir sermayenin kontrolü altında tuttuğu bölgeye girmesine izin vermez” iken, bu tür “nüfuz bölgelerinin, kapanmacı eğilimlerin aşılması çabası” olup hedefi de “açık bir küresel ekonomik düzende zaten ulusal kimliği olmayan şirket rekabetini öne çıkarmak” olan “küreselleşme sürecinde ise hiçbir ülke”nin, “belli bir toprağı başka bir ülke sermayesine kapatamıyor” duruma gelmesi; d-)Emperyalizm temelde merkez dışı coğrafyaları hedef alıp, orada yaratılan zenginliği merkez ülkelere taşıyıp, elde edilen artı değerin bir kısmını da alt sınıflara dağıtarak merkezde siyasal ve toplumsal istikrarı sağlamaya yararken, neoliberal küreselleşme”nin “hem merkez hem de çevre alt ve orta sınıflarını neredeyse aynı anda hedef”e koyması ve “bu yönüyle … emperyalizmi de içeren çok daha kapsamlı bir dönüşüm”; “kapitalist ilişkileri yerkürenin her noktasına yaymaya çalışan, günlük hayatı sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çalışan bir süreç” olması ve aynı nedenle de “Batı’da giderek negatif bir anlama sahip ol(ması)”; ve e-) Küreselleşme ile emperyalizm arasında bir ilişki olmakla birlikte bunların farklı olgular olup diyelim “küreselleşme içinde emperyalizm mümkün olduğu gibi, küreselleşme için de emperyalizme başvurulabilir” olması (Uzgel buna, Irak’ın küreselleşme koşullarında işgal edilmesini örnek gösteriyor).

Uzgel, 12 Ağustos 2019 tarihli makalesinde de kaldığı yerden devam ederek “küreselleşme”nin sermaye devletiyle ilişkisi üzerinden tartışmayı sürdürdü. “Küreselleşmenin devlete karşı ve onu kapasite olarak zayıflatmaya, toprak olarak bölmeye odaklandığı görüşü”nü eleştiren ve “küreselleşme” ile burjuva devletini “karşıt” gösteren anlayışlara karşı çıkan Uzgel’e göre, “oysa,küreselleşme bu kesimlerin tam da savundukları devlet tarafından uygulanan bir süreçti. Finansallaşmanın ağırlık kazandığı ve finansal hareketlerin serbest hale geldiği, üretim ve tüketim için ulusal sınırların öneminin olmadığı bir süreçti. Burada devletin bunun koşullarını sağlaması, Soğuk Savaş dönemi kalkınmacı devletinin bu yönde dönüşmesi önemliydi. Yabancı sermayenin giriş çıkışı, yatırım koşulları, hukukun üstünlüğü (yerli ve yabancı sermayenin malına, gelirine el konmayacak ve kâr transferine dokunulmayacak) şeffaflık ve hesap verilebilirlik (rüşvet maliyetleri yüksek olmayacak, açık ihalelerde güçlü büyük sermaye avantaj elde edecek) sağlanacaktı. Bunları da devlet gerçekleştirecekti.” Yazar, 2008 krizinin, “devletin kapitalizmin sorunlarını, krizlerini çözme sürecinde ne kadar kritik bir yere sahip olduğunu bir kez daha” gösterdiğini belirterek devletin “küreselleşme”nin karşıtı değil gereklerini yerine getirici olduğunu savundu.

“KÜRESELLEŞME” SÖYLEMİNİN ÖRTTÜĞÜ  

Yukarıda “küreselleşme” kavramının üzerinde tam bir anlaşma sağlanmamış olsa da kullanıcılarının ve hatta “yeni bir teori”nin dayanaklarına dönüştürmeye çalışanların çoğunlukla, sermayenin uluslararası artan hareketliliğini veri alarak bunu “sınır ötesi karşılıklı ekonomik bütünleşme”, “ulusal ekonomilerin dünya piyasalarına dahil olması” ve farklı devletlerin ve toplumların “karşılıklı bağımlı hale gelmesi” olarak tanımlanmaya çalışıldığını; bunun da “yeni ortaya çıkmış” bir durum olduğunu; ancak yeni olduğu ileri sürülen gelişmelerin özü itibariyle, kapitalist uluslararasılaşmanın engellenemez bir özelliğinin daha ileriden ve daha çarpıcı sonuçlarıyla görünür hale gelmesinden ibaret olduğunu belirtmiştik.

Küreselleşme” söylemi kapitalist gelişmenin tarihsel sürecinde ortaya çıkan başlıca olguları, kapitalizmin tekelci aşamaya varmasını ve tekellerin ve mali sermayenin hakimiyeti koşullarında dünyanın toprak olarak, pazar ve etkinlik alanları olarak paylaşımı için süren kıyasıya rekabet ile birlikte meydana gelen çatışma ve savaşlar dahil emperyalist kapitalizmin karakteristik özelliklerini belirsizleştirici bir içeriğe sahiptir. Bu söylem ona başvuranların iradi seçiş amaçlarından bağımsız olarak emperyalizmi ‘örtme’ işlevi görmektedir.

Küreselleşme” kavramı, “ulusal sınırların ortadan kalktığı”, bütün ülkelerin “karşılıklı bağımlılık ilişkileri içine girdikleri” ve dünyanın “küresel bir köye dönüştüğü” yeni bir dönemi tarif etmek üzere burjuva popüler kullanıma sokuldu. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Doğu Avrupa’daki “Halk Demokrasisi Devletleri”nin kapitalist “Batı”ya iltihakı aracıyla yağmaya açılması, bu yeni dönemi haber veren en önemli gelişme olarak gösterildi ve adına “yeni dünya düzeni” denilen kapitalist dünyanın insanlığın yeni bir dönemine yol alacağı; bunun önündeki “komünist engelin aşıldığı” propagandası, iletişim teknolojisinin sağladığı olanaklar kullanılarak yaygınlaştırıldı. Bu yeni dönem sözüm ona yeri bir başkasıyla asla değiştirilemez olan yeni bir “refah, huzur, barış ve kalkınma dönemi”ydi; insanlık, komünizmin ve komünist Moskova’nın neden olduğu çatışmalardan kurtulup savaşsız bir dünyaya yol alacak; nihayetinde mutluluğa erecekti!

Küreselleşme”yi “karşılıklı bağımlılık ilişkileri” olanağıyla herkesin yararına gösterenler olduğu gibi, “küreselleşme”nin ulusal çıkar ve ulusal devletlerle karşıt bir gelişme olduğunu, “ulusal devletlerin egemenliğini aşındıran” ve “ulusal olmayan şirketler”in çıkarına işlediğini ileri süren sağ milliyetçi ve liberal sol ulusalcı çevrelerin olduğu da bir vakıadır. Ancak buradan hareketle ve örneğin Trump’ın “Önce Amerika!” diye nara atmakla kalmayıp sermaye yatırımlarının ülke içinde yoğunlaştırılmasının yanı sıra Çin ve Almanya başta olmak üzere güçlü ekonomilere sahip ve Amerikan pazarına yatırım yapan güçlere karşı vergi duvarları örme politikasına bakarak herhangi büyük emperyalist gücün kendi ülkesinin toprakları dışındaki pazarlara yönelik ele geçirme ve denetleme politikalarından ve buna bağlı zor yöntemlerinden vazgeçtiğini sanmak, kapitalist emperyalizmin gerçekliklerine aykırı düşer. Emperyalist olanları başta olmak üzere kapitalist ülke devletlerinin dışarıya ilgilerinin maddi temeli iradi olarak ortadan kaldırılamayacak denli etkin ekonomik-mali gereksinmelerle; daha fazla kâr için pazar ihtiyacıyla, pazarlarda rakipleri geride bırakarak etkin olma hedefiyle bağlıdır. ABD ya da diğer emperyalist devletler olsun, kendi ülkelerine yatırımları artırmaları, “dışarı”ya ilgilerini kesmek bir yana, dışarıdaki, yani dünya genelindeki rekabette daha önde olmak için, güçlendirilmiş içerinin kuvvetini daha etkin tarzda kullanmayı öngörür. ABD emperyalizminin, bir yandan diğer güçlü emperyalist devletlere karşı ekonomik-mali yaptırımlara girişmesi, diğer yandan özellikle çeşitli uluslararası mali sermaye kuruluşları ve NATO aracıyla Batılı kapitalist “ittifak” üyelerini bu “ortaklıklar için daha fazla harcamalarda bulunma”ya zorlaması, bunların hiçbiri “küresel pazar”da daha etkin olma hedefine karşıt ve aykırı düşmez. Nitekim “sıcak para akışı” da, askeri-mali ve ekonomik genişleme politikaları da devam ediyor.

Küreselleşmenin sona erdiği” söylemi ABD yönetimi açısından, kendi çıkarlarını öncelemek üzere her bir diğer ülke ve devletle ilişkilerini, rakiplerinin pazar ve etki alanlarını sınırlamayı ihmal etmeksizin yeniden düzenleme istemini ifade eder. Çin ve Alman ihraç mallarına konan yüksek oranlı vergi engelleriyle Rusya’nın ambargolarla ve askeri yönden kuşatılmasına yönelik uygulamalar gerginliğin ve zorun silahsız biçimlerinin gösterenidirler. Trump’ın söylemi, ABD’nin uzun on yıllardır sürdürdüğü dünya kapitalizmine jandarmalık rolünün kendisine pahalıya patlaması ve kapitalist eşitsiz gelişmenin sonuçlarıyla bağlıdır.

Ekonomi-politika ilişkilerini biri, insanın, yaşamını üretim etkinliğinden bağışık diğeri tümüyle iradi olan birbirlerine dışsal iki alandan etkileşimde bulunan ögelerin ilişkisi olarak alan mekanik kaba materyalist ve idealist anlayışlara göre, “küreselleşme” olarak adlandırılan uluslararasılaşmanın ileri düzeyi ve bu yöndeki gelişmeler ya insan grupları, sınıflar ve kurumlarıyla ilişkisiz ve bütünüyle kendiliğinden ekonomik-mali işlemlerin bir sonucudur ya da örnek olsun şimdilerde Trump gibilerinin aldıkları mali ekonomik kararlarla sona erdirilebilir türden iradi belirlemelerle bağlıdır. Bu tür anlayışların ortak paydası tek yanlılıktır. Maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimini; ekonomik ilişkileri, sermayenin genişleyen yeniden üretimi; bunun gereklerinden olan üretim araçlarının ve tekniklerinin geliştirilmesi; artı-değerin ortaya çıkması (sağlanması-üretilmesi) ve artırılması; bununla bağlı olarak daha geniş pazar arayışı ve pazarlar üzerine rekabet; sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması vb. olgu ve gelişmeler ya tümüyle kendiliğinden bir gelişme bağlamında görülür ya da kişi ve kurumların; şirketlerin ve devlet yönetimleriyle politikacıların düşünce ve eylemlerinin ürünü sayılır.

Gelgelelim ekonomik toplumsal olgu ve gelişmeler, “ülkesel” ya da “küresel” ölçekte olsunlar, ne salt insan güdüleriyle ve “kötü”-“hırslı” politikacıların kararlarıyla bağlıdır ne de insan unsurunu ve etkinliğini (maddi ve düşünsel) dışlayan varsayımsal gidişatın ürünüdürler. İnsan bireylerini belirli düşünceyle harekete yönelten güdülerin, varılan sonal sonuçlar açısından ancak ikincil bir önemi olduğunu belirten Engels, “tutarsızlık-diyordu-ülküsel devindirici güçleri tanımakta değildir, ama onların belirleyici nedenlerine kadar daha ilerilere gitmemektedir.” Bu “ileriler”e doğru araştırma derinleştirildiğinde, farkına varılacak olan, insanların eylemlerini-ve tabii ki kararlarını-belirleyen güdülerin ardındaki asıl güdüleyici güçlerin, yani “gerçekte tarihin sonal devindirici güçlerini meydana getiren devindirici güçleri”n varlığıdır.[16] Bu güçlerin hayat alanı maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Basitçe, yaşam gereksinmelerinin üretilmesinde durulan yer ve üretim araçlarıyla ilişkiler, “büyük yığınları, tümüyle halkları ve her halk içinde de bütün kitlesiyle sınıfları harekete geçiren güdüler”in doğum alanıdır. Sınıfların ve onların temsilcilerinin tutum ve politikasında belirleyici olan asıl etken bu ekonomik temel üzerinden şekillenir. Bu böyleyse ama, ABD’nin ya da bir başka emperyalist -ve kapitalist- devlet yönetiminin politikaları Trump, Putin veya Erdoğan gibi belirli kişilik özellikleriyle öne çıkan devlet yöneticilerinin tutum ve güdüleriyle açıklanamazlar. Dolayısıyla da, Trump’ın “küreselleşmeyi sona erdirme”sinden veya bir başkasının başlatmasından söz etmek safsatadan başka bir şey ifade etmeyecektir.[17] Mali sermayenin egemenliği koşullarında, devlet yöneticilerinin aldığı kararlar her şeyden önce o ülke “kökenli” kartel, tröst, tekel kuruluşlarının çıkarlarıyla bağlıdır. Dolayısıyla da “küreselleşme”, bir siyasal merci ya da gücün başlatılmasına veya gerekli gördüğünde bitirilmesine karar vermesiyle bağlı salt iradi bir süreç ya da gelişme olarak ekonomi dışı faktörlere basitçe indirgenemez. Bu böyleyse ama, “Sonuçta küreselleşmeyi başlatan ‘yer’ kendisine yeterince fayda sağlamadığını görünce onu yavaşlatmaya, dönüştürmeye, revize etmeye çalışıyor” diye yazmak, olanın ve yapılanın “genel olarak sermayeye, ABD hegemonyasına yarayan bir süreç olduğu için devam ettiğini, uymadığı yerlerde müdahaleye açık olduğunu” gösterdiğini söylemek, ekonomik unsuru da unutmamış görünse dahi, sorunu politika çerçevesine daraltmak demektir. Sözler, açıklamalar değil, nedenleri, etken ve hedefleri önemlidir. Söz konusu olan ekonomik-toplumsal sistemler; ekonominin işleyişi ve sermaye hareketi ise, gelişme ve değişikliklerin ekonominin işleyiş yasalarıyla bağlı oluşu kaçınılmazdır. Sorun müdahale edilebilir olup olmamak değil, müdahaleyi ihtiyaç haline getiren ve olanaklı kılan etkenler ve koşullardır.

Kuşkusuz ekonomi ve politika ilişkileri koparılamaz ve devletin gerek kriz koşullarında gerek normal gelişme koşullarında ekonomi dışı kaldığı, “elini ekonomiden tümüyle çektiği” yönündeki safsataların hiçbir değeri yoktur. Genel olarak burjuva devleti, özel olarak emperyalist ülkelerin yönetimleri ekonomi ve ekonomik gelişmelerin sadece bazı liberallerin “ekonomiden elini çeksin” anlayışlarında ifadesini bulan dıştan müdahalecileri olmayıp kapitalist ekonominin ürünü ve onun çıkarsal ifadesinin temsilcisidirler. Devlet işletmeciliği gibi gizlisi saklısı olmayan ekonomik girişimler bir yana, sermaye devleti, adı üzerinde sermayenin ekonomik olanları başta olmak ve tüm diğerlerine zemin oluşturmak üzere çıkarlarının savunulması için oluşturulan bir aygıt, diğer sınıf ve kesimlere karşı bir zor aygıtı ve baskı aracıdır. 2008 krizi döneminde de tüm burjuva devletleri tekelci büyük şirketler başta olmak üzere bankaların ve holdinglerin kasalarına milyarlarca dolar ve avro aktardılar. Devlet, evet devletçi politikaları uygular ve fakat bu ikisi (devlet ve devletçilik) -yazarın da belirttiği üzere- aynı şey değildirler ve evet, adına “neoliberal ekonomi politika” denen uygulamalar da burjuva devletlerinin marifetiyle pratiğe geçirildiler. Temelinde ekonomik nedenlerin olduğu, pazar ve etki alanları üzerine rekabetle dolaysızca bağlı olan ve devlet yönetimlerince ilan edilen “ticaret savaşları” da, emperyalist güçler arası rekabetin sertleşmesinin işaretidir. Bunun bütün taraflara değişen düzeylerde bedelinin olması kaçınılmazdır. “Ambargo kararları” bağlantılı olarak diğer ülkelerle ticareti de etkileyecek ve bu da ilişkileri gerginleştirici işlev görecektir.

Uzgel’in bir diğer yanılgısı, -aynı şey Samir Amin için geçerlidir- “kapitalistleşmeyle birlikte ve kapitalizme dahil oldukça çatışma ihtimali”nin azaldığını sanmasıdır. Göz önündeki çatışmaların, sertleşen rekabetin, “ticari savaşlar”ın ve geri-bağımlı ülkelerde sürdürülen yıkımın kapitalizm dışı görülmesi mümkün değildir. Kapitalizm girdiği yere, evet, “kendi sermaye mantığını dayatır. Bunun da temelinde sermaye birikimi ve aktarımı süreçleri vardır.” Ve olağan durumda, “normal burjuva mantığı” çatışma süreçlerinin zararlarını da idrak eder. Ancak ekonomik olanın çatışma olasılığını azaltacağını söylemek için kapitalist emperyalist devletler arası bütün önceki çatışma ve savaşlar bir yana, “küreselleşme süreci” olarak gösterilen son on yıllardaki büyüklü-küçüklü çatışmaların, ülkelerin kültürel, sosyal ve ekonomik yıkımına yol açan saldırı ve işgallerin kapitalizm ve sermaye egemenliğinden bağımsız sayılması gerekir ki bu tümüyle yanlıştır. “Günümüzde çatışma ve iç savaş yaşanan bütün bölgeler neoliberal küreselleşmeye dahil olmayan, bu sürecin dışında kalan ülke ve coğrafyalardır” diye genelleştirerek kestirimde bulunurken de yazar yukarıdaki yanlışı sürdürmesi bir yana, “küreselleşme” diye tarif ettiği “dünya pazarı”nı da bu kez oluşmamış göstermektedir. Uzgel’e bakılırsa Suriye, Libya, Afganistan, Sudan, Ukrayna, Yemen ve hatta Lübnan ve Filistin “küresel kapitalizm” dışıdırlar ve oralarda yaşananların da “küreselleşme”yle alakası yoktur!

Küreselleşme” illüzyonunun “şansızlığı”, uyutma seanslarının etkilerini araya fazlaca zaman girmeksizin güçlü sarsıntılarla ortadan kaldıracak yeni krizlerin, yeni mali, siyasi, askeri, diplomatik müdahalelerin gündeme gelmesiydi. 1990’lı yıllar aynı zamanda kriz ve savaş yılları oldular. Eski sosyalist ve halk demokrasisi ülkelerinin kapitalist emperyalist dünya pazarına yeniden dahil edilmiş olması hem olanaktı hem de ileri sürülenlerin aksine daha güçlü çatışma nedeni. Rusya ve SSCB’nin eski “arka bahçesi”ne girmek için mali, istihbari, diplomatik, politik ve askeri çok yönlü operasyonal girişimler birbirini izledi. Sosyalizm ve işçi hareketinin püskürtülmüş olmasının sağladığı olanakların da kullanılmasıyla emperyalist yayılmacı politika, NATO’nun Doğu’ya doğru ve Rusya sınırlarına dek genişletilmesiyle birlikte daha etkin biçimler aldı. Doğu Almanya’nın (DDR) Batı tarafından kapitalist emperyalist “birlik”e yeniden ilhakı, ABD ve NATO güçlerinin desteğinde yürütülen yıpratma, çözme ve teslim alma politikasıyla gerçekleştirildi. Balkanları ve Doğu Avrupa’yı “yaşam alanı” olarak gören Alman politikası, Yugoslavya’nın parçalanmasına yol açan NATO müdahalesinde yer almasını sağlayıp Hırvatistan ve Slovenya’nın etki alanına alınması sonucu doğururken, Amerikan emperyalizmi de Bosna-Hersek ve Kosova gibi diğer parçalar üzerinde etki sahibi oldu. I. Körfez savaşı (1990-91), Yugoslavya’nın NATO bombardımanlarıyla (1999) iç savaşa sürüklenmesi ve parçalanması, Ruanda’da Tutsi ve Huti ‘kabileleri’nin birbirine kırdırılması, Arjantin, Meksika, Brezilya, Türkiye, Rusya ekonomik krizlerinin patlak vermesi, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü aracıyla çok sayıda ülkenin yağmalanmasına neden olacak “kurtarma planları”nın dayatılması; işsizlik ve yoksulluğun kitlesel boyutlarda ‘tavan yapması’ vb. gelişmeler, burjuvazi ve yardakçıları olan liberal ideologları yalanlayan gelişmelerden bazılarıydı. 1990 Körfez Savaşı, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu politikalarının ‘etki alanı’nda gerçekleşti. 1979 “İran İslam Devrimi” ile büyük bir darbe alan ABD, Saddam yönetimini destekleyerek İran’ı baskılama ve zayıf düşürme politikası izledi. Sonraki yıllarda ilan ettiği ancak uygulanması ciddi sorunlara yol açıp ciddi engellerle karşılaşan “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi” kapsamında “genişletilmiş saldırı”lar için koşullar hala uygun olmadığından, “mevzi tutma” politikalarıyla hedefi “daraltma”ya çalıştı. Ne var ki çelişkilerin boyutu büyümekteydi ve “önleyici savaş” stratejisiyle alan müdahalesi, önceliği, yeniden güç toplayan Rusya’yı kendi bölgesinde zayıf düşürüp sınırlamak olan yeni müdahaleler gündeme geldi. Bütün bu gelişmeler, “küreselleşme” ile zor yöntemlerinin ihtiyaç olmaktan çıkmadığını, bölgesel ve yerel ölçekte savaş ve işgallerin sürdüğünü, uluslararası ölçekte bir savaşın imkansız olmadığını göstermektedir.  

Uzgel’in de aralarında yer aldığı bazı yazarların “küreselleşme” kapsamında değişim gösterdiği gerekçesiyle 1980’ler sonrasının bir olgusu olarak gösterdikleri bir diğer sorun sömürge sistemi ve politikalarındaki değişimdir. Buna göre, “küreselleşmeyle birlikte gerçekleşen karşılıklı bağımlılık ilişkileri”, “zenginliklerin aktarılması” yöntemlerinde temelli bir farklılığı nedenleyerek zor politikasını gereksizleştirdiği gibi, her bir emperyalistin kendi sömürgesine ya da etkinlik alanına diğerlerinin girişini engelleme politikası da uygulanamaz duruma gelmiştir! Emperyalizm-sömürgeler ve bağımlı ülkeler ilişkilerinin bu ele alınış “mantığı”, etki alanı kavgasını azımsayıp görmezden gelmekle kalmamakta; sömürgecilik politikasının değişimindeki etkenleri de tek yanlı ve salt burjuvazinin “seçki” ya da “olanak tercihleri”yle bağlı saymaktadır.  Uzgel, “merkez dışı coğrafyalar”da yaratılan zenginliklerin “merkeze taşınması” politikası olarak nitelediği eski sömürgeciliği, “çevre”nin “orta ve alt sınıfları”nı açıkça hedefe koymaz göstermekte; farklı olarak “neoliberal küreselleşme” sürecinde -yani kapitalist uluslararasılaşmayı 1980’ler ve sonrasına çektiği süreçte, “hem merkezde hem de çevrede orta ve alt sınıfların hedefe konduğu”ndan sözetmektedir. Bu bakış açısının açmazı, yaratılmış bir zenginlik varsa, onun “alt sınıflar” olmaksızın yaratılamayacağını ve öyleyse onların da sömürgeciliğin biçimleri ne olursa olsun hedefe konduklarını görmezden gelmesidir.

Kuşkusuz bütün diğer alanlarda olduğu gibi sömürge-sömürgeci ilişkileri ve politikaları da değişim geçirmiştir. Ancak bu değişim yukarıdaki türden liberalleşme ve serbestleşmenin ürünü değildir. Eski tip sömürgecilikte meta değişimi olmakla birlikte modern kapitalist üretim henüz oluşmamıştı. Kapitalizmin tekelci aşamasıyla birlikte sömürge ülkelerin ekonomik gelişmesi, bir yandan içeride cılız da olsa gelişen kapitalist ilişkiler diğer yandan sermaye ihracı sonucu farklılaştı. Emperyalizmin bütün eski ilişkileri değiştirdiğini belirten Lenin, belli başlı niteliğinin sermaye ihracı olduğuna dikkat çekerek kapitalist üretimin “Avrupa mali sermayesine bağımlılıktan kurtulması olanaksız hale gelen sömürgelerde, gittikçe artan bir hızla kök salmakta” olduğunu (bu, sömürgelerin kurtuluşunu bir dizi ayaklanma ve devrimle koşullar) belirtirken, sömürge politikasının tarihsel geçmişine de işaret ediyor ve değişiminin kaçınılmazlığını vurguluyordu. Kuşku yok ki, “Sömürge politikası da, emperyalizm de, kapitalizmin çağdaş döneminden, hatta kapitalizmden önce vardı. Kölelik üstüne kurulu bulunan Roma, bir sömürge politikası izliyor ve emperyalizmi uyguluyordu. Ama ekonomik ve toplumsal biçimler arasındaki farkı görmezden gelerek ya da arka planlara iterek, emperyalizmin ‘genel düzeni’ üzerine fikir yürütmek, tıpkı ‘Büyük Roma’ ile ‘Büyük Britanya’ arasında kıyaslamalara girmek gibi birtakım boş palavralara ve bayağılıklara düşürür kişiyi. Çünkü kapitalizmin eski evrelerindeki sömürge politikası bile, mali sermayenin sömürge politikasından temel ayrılıklar göstermektedir.[18]

Bu değişimin nedenlerinden biri de sömürge ve bağımlı ülke halklarının mücadelesi, “alt sınıflar”ın kapitalist ülkelerde ve diğerlerinde yükselttikleri itirazdır. Ekonomik toplumsal gelişmenin uluslararası boyutlarda yol açtığı değişimle birlikte işçi sınıfı mücadelesi ve ulusal kurtuluş savaşlarının yayılması, başka bir birçok alanda olduğu gibi sömürge politikasında da değişime yol açtı. Eski tip sömürgeciliği sürdürmek giderek zorlaştı. Bağımlılık yeni biçimler aldı. Siyasal bakımdan bağımsız olan ancak ekonomik mali ve diğer çeşitli bağımlılık ilişkileriyle emperyalist hakimiyetin sürdürülmesi, emperyalist devletler için daha “ucuz”du! Üretimin ve sermayenin uluslararasılaşmasının daha ileri düzeye ulaşması, onu duvarlar çekerek ya da askeri eylemlere sınırlamayı daha da zorlaştırdı. Ancak bu durum ne “ulusal devlet”lerin işlevsizleşmesinin göstergesiydi ne de onların “kendilerinin etkinlik alanlarına başkalarını sokmama politikası”ndan vazgeçmelerinin. Ne var ki, bütün büyük tekelci şirketlerin ve emperyalist kapitalist devletlerin faal oldukları bir dünya pazarında, şu ya da bu gücün “yasakladım giremezsin!” kanunu tek yanlı ve tek güç yararına işlevli olma mutlak gücüne sahip değildir.

EMPERAYLİZM “KÜRESELLEŞME”NİN NERESİNDE?

Emperyalizm üzerine yazından söz edildiğinde ilk akla gelenler Hobson, Hilferding, Lenin, Kautsky, Luxemburg ve Buharin’dir. Lenin’in 1916’da kaleme aldığı “Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eseri ise -kendisi bunu bir broşür olarak da niteler- sadece Marksist devrimci “sol“un değil, konu üzerine yazan ya da ilgi duyan hemen her kesim ve görüşten ekonomist, politikacı ve sosyoloğun da en çok üzerinde durduğu, alıntıladığı ve değerlendirmelerinde başvurduğu başlıca kaynak olmuştur.

Marx ve Engels’in kapitalizm analizini esas alan Lenin, onların, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi ve bununla bağlı olarak tekellerin ortaya çıkışına dair açıklamalarını işaretle, kapitalizmin tekelci aşamaya yol almasının bir tür tarihçesini de göz önüne getirerek serbest rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçişin ve emperyalist aşamasına ulaşmış kapitalizmin kazandığı yeni özellikleriyle birlikte yetkin bir açıklamasını yaptı. Hobson ve Hilferding’in eserlerinde, emperyalist kapitalizmin başlıca karakteristik özelliklerine dair görmezden gelinen ya da eksik bırakılan yönleri de açıklığa kavuşturan Lenin, kitabının Fransızca ve Almanca baskılarına 6 Temmuz 1920’de yazdığı önsözde, kapitalist dünya ekonomisinin Birinci Emperyalist Dünya Savaşı öncesindeki “tüm tablosunu çizme” görevine işaret ederek, bu tabloda öne çıkanlar üzerinde duruyor ve bu görevin devam ettiğini söylüyordu.

Kapitalist emperyalizmin tüm temel özelliklerini ele alan Lenin, “Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasındaki bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir” diyordu.[19] Üretimde ve sermayede yoğunlaşma ve ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekellerin ortaya çıkması; banka sermayesi ve sanayi sermayesinin kaynaşmasıyla mali sermayenin ve bu temel üzerinde mali oligarşinin oluşması; sermaye ihracının meta ihracından ayrı olarak “özel bir önem kazanması”; dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birliklerin kurulması; en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi; bunlar emperyalist kapitalizmin özellikleriydi.

Emperyalizmi “kapitalizmin en yüksek aşaması“, “kapitalizmin tepe noktası” olarak da tanımlayan Lenin, kapitalizmin karakteristik temel özelliklerinin (meta üretimi ve artı-değer üretimi) tekelci kapitalizm döneminde de geçerli olduğunu ve fakat sermayenin merkezileşmesinin devasa boyutlara ulaşıp tekellerin ve kartellerin oluşmasıyla, sanayi ve bankaların (sanayi ve banka sermayesinin) iç içe girip kaynaşmasıyla oluşan mali sermaye ve mali oligarşi yararına sonuçların ortaya çıktığını belirterek milyarları çekip çeviren tekellerin “siyasal rejimden ve daha başka ‘ayrıntı sorunları’ndan bağımsız olarak karşı konulmaz bir biçimde toplumsal yaşamın bütün alanlarına” sızma gücüne dikkat çekiyordu.[20] Büyük bankalar örneği üzerinden “bütün ülkeyi kaplayan sık bir mali kanallar şebekesinin bütün sermayeleri ve gelirlerini merkezileştirerek binlerce işletmeyi tek bir ulusal kapitalist örgüte ya da tek bir dünya kapitalist örgütüne dönüştürerek hızla yayıldığı”nı[21] belirten Lenin, “üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak tekeller; sanayiin ve bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi-işte mali sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın özü[22] diye vurgulamaktaydı.

Lenin’in dikkat çektiği bu gelişmeler yüzyıl sonra, günümüzde devasa boyutlara varmıştır. Teknolojik gelişmenin ve internet kullanımının sağladığı avantajlarla paranın oradan oraya “sanal akışı” kolaylığıyla birlikte bankaların rolü daha da artarken mali sermayenin etkinlik alanı genişledi ve daha fazla güç kazandı. 1955’te dolaşımdaki kağıt para miktarı 14 milyar mark iken, 1973’te 475 milyar marka yükseldi. Bu miktar 2015 yılı itibariyle 80.9 trilyon dolar civarındadır.[23] Sadece birkaç büyük bankanın varlık toplamı Çin gibi hızla gelişen bir ülkenin GSMH’sinden daha büyüktür. Kuruluşu 1984 gibi nispeten geç bir döneme denk gelen ICBC (Industrial & Commercial Bank of China /Çin Sanayi ve Ticaret Bankası), 3.1 trilyon dolarlık değeri ile dünyanın en değerli finansal şirketlerinden biri haline gelmiştir. 1954 yılından itibaren bir devlet bankası olarak faaliyet yürüten bir diğer Çin finans kurumu China Construction Bank’in (CCB) büyüklüğü 2.5 trilyon dolar civarındadır. 1799 yılında kurulmuş olup, 2000 yılında JP Morgan ve Chase Manhattan birleşimiyle oluşan Amerikan JP Morgan Chase, 2.4 trilyon dolar büyüklüğe sahiptir. Agricultural Bank of China 2.4 trilyon dolar; ABD finans kuruluşu Wells Fargo 1.6 trilyon dolar büyüklüğe sahiptir.  

1907 yılını veri alarak elektrik sanayindeki Alman ve Amerikan şirketlerinin faaliyetlerini irdelediği bir bölümde, “Fiilen tek ve dünya çapında bir nitelik gösteren, milyonlarca sermayeyi çekip çeviren, dünyanın her köşesinde ‘şubeleri’, temsilcilikleri, ajansları, ilişkileri bulunan bu tröste karşı rekabet etme zorluğu apaçık ortadadır” diye yazan Lenin’in dikkat çektiği tekelleşme ve piyasanın dünya çapında etkinlik gösteren tröstlerce “zaptı”, günümüzde daha çarpıcı örnekleriyle gerçekleşmiştir. Birkaç büyük tekelin devasa serveti dünya nüfusunun yarısından fazlasının tüm gelirleri toplamından daha fazladır. Üretim araçları, üretim ve pazar ilişkilerini denetleyen büyük tekeller, aralarındaki sıralama değişse bile, yüzlerce milyar dolarlık servetleriyle sözcüğün geniş anlamıyla ilişkileri belirleyici rol oynamaktadırlar. General Electric 646.6 milyar dolar; Warren Buffett’in sahibi olduğu Berkshire Hathaway 493.4 milyar dolar¸ Royal Dutch Shell 358 milyar dolar büyüklüktedir. Dünya tarımının çok büyük bölümü dört büyük uluslararası şirket (Cargill, ADM, Bungeve Louıs Dreyfus)tarafından denetleniyor.İngiltere, Amerika, Çin, Hindistan ve İsrail’e ait olan bu tekeller tahıl ticaretinin yüzde 75’ini yönetirken, kiralama veya satın alma yoluyla 203 milyon hektar alanı ellerinde tutuyorlar. İletişim araçları üretimi sanayinin önemli bir dalı haline geldi. İnternet ağlarıyla uluslararası alanda ülkeleri saran Apple, Microsoft, Alphabet, Facebook ve Amazon, IBM, Intel, Tesla gibi “marka”lar kapitalizmin büyük tekelleri arasına yerleştiler. Uluslararası alanda yeni kriz ve savaş olasılıkları durumunda üzerine en çok kavga edileceklerin başında yer alan enerji kaynakları alanında, beş altısı en büyük paya sahip olmak üzere 20 civarında büyük enerji tekeli dünya piyasasını denetliyor ve toplamında yüzlerce milyar dolarlık ciro yapıyor. Suudi Arabistan petrol şirketi Saudi Aramco’nun günlük kârının bir milyar doları aştığı belirtiliyor. Onu yıllık kârının 40 milyar dolar civarında olduğu ileri sürülen Rus tekeli Gazprom izliyor. ExxonMobil, PetroChina, BP, Royal Dutch Shell, Total, Enron diğer büyükler arasında ön sıralarda yer alıyorlar. Kimya, ilaç ve demir çelik sanayinde yine birkaç büyük tekel pazarın yüzde 80’ninden fazlasını denetlemektedir. Dünya otomotiv piyasası beş altı büyük tekelin denetimindedir. Kendi aralarında da gizli anlaşmalar yaparak “kartel” oluşturan Alman otomobil şirketleri (VW, BMW, Daimler, Audi ve Porsche), Mitsubishi, Ford, Toyota, Nissan, Renault dünya otomobil piyasasının en büyükleri durumundadırlar.[24] Dünya çelik üretiminin büyük bölümü ABD, Çin ve Alman şirketlerince gerçekleştirilmektedir. Thyssen Krupp Steel (TKS), Mittal ve Arcelor bunların en büyükleridir. İlaç sanayinde Roche Group (İsviçre), Pfizer Inc (ABD), Sanofi-Aventis (Fransa), Johnson&Johnson (ABD), Astrazeneca Plc (İngiltere), Glaxosmithkline Plc (İngiltere), Bayer AG (Almanya), Novartis (İsviçre) ve AkzoNobel (Hollanda) tekelleri 300 milyar doların üzerindeki miktarda payı ellerinde tutuyorlar.[25]

Ancak kapitalizm koşullarında farklı ülkelerin, farklı işletme ve sanayi kollarının “eşit olmayan ve kesintili gelişme”si kaçınılmazdır. Lenin’in yüz yıl önce vurguladığı gibi, dünya pazarlarının paylaşılmış olması, “gelişmenin eşitsizliği, savaşlar, iflaslar gibi nedenlerle güçler arasındaki denge bozulduğu taktirde yeni bir paylaşılmaya gidilmeyecek anlamını taşımamaktadır.[26] Kapitalizm diyordu Lenin, “evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç ‘ileri’ ülkenin dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme dönüşmüştür.” Kapitalizmin bu “en yüksek tarihsel aşamasını, yani emperyalizmi karakterize eden” en önemli özelliklerden biri de “asalaklık ve çürümedir.” Kapitalizm, “bugün basit bir ‘kupon kırpma’ işlemiyle bütün dünyayı soyup soğana çeviren, özellikle zengin ve güçlü bir avuç (…) devletini ileriye geçirmiş bulunmaktadır.[27]

Günümüzde az sayıda emperyalist büyük devlet, dünya pazarlarının, hammadde kaynaklarıyla deniz ve kara ticaret yollarının ve araçlarının neredeyse tümüne hakim durumdadır. Mali yönden güçlü devletlerin diğerleri karşısındaki konumu daha da güçlenmiştir. ABD, kapitalist emperyalist sistemin en büyük mali, askeri ve ekonomik gücü olmayı sürdürüyor.IMF’in 2018 verilerine göre 19 trilyon dolar büyüklüğünde GSYİH’ya sahip olan ABD, kendisinden sonraki 12 büyük gücün toplamı kadar silahlanmaya kaynak ayıran (2018 itibarıyla 650 milyar dolar civarında) her kıtada ve 140 ülkede askeri güç bulunduran ve biçimleri değişmek üzere müdahalelerde bulunan bir güçtür. Ancak, kapitalizmin eşitsiz gelişmesiyle bağlı olarak mali sermaye grupları ve emperyalist güçler arası ilişki değişkendir. Bir dönem önde ve güçlü olan bir ülkenin sonraki süreçte başka ülkelerin gerisine düştüğünün en bariz örneği İngiltere ve İngiliz emperyalizminin durumudur. Onun “tahtı”nı elinden alan ABD, 1945’te II. Dünya Savaşı’nın sonunda bütün dünyadaki üretimin yüzde 50’sini gerçekleştiriyordu. Çin ise bu türden bir hesaplamanın içine alınamayacak durumdaydı ve 1980’lerde dahi, dünya GSMH’sinin ancak yüzde 1,7’sini üretiyordu. 2010’na gelindiğinde ise, durum değişmiş ve Çin, dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline gelmişti. Benzer bir değişim, Japonya ve Almanya başta olmak üzere, diğer emperyalist devletler açısından da geçerlidir. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) Mart 2019’da yayınladığı raporda, ülkelerin Gayrisafi Yurt İçi Hasılaları (GSYİH) baz alarak oluşturduğu dünyanın en büyük ekonomileri sıralamasına göre, ABD 19 trilyon dolarlık devasa ekonomisiyle dünya ekonomisinin yaklaşık yüzde 25’ini oluşturuyor. Çin, 12 trilyon dolarlık ekonomik büyüklüğe sahip. Japonya 4 trilyondolar ile üçüncü sırada ve onu 3 trilyon doların üzerindeki ekonomik büyüklüğüyle Almanya izliyor.[28]

Sermaye ihracını, emperyalizmin karakteristik özelliklerinden biri ve tekellerin hüküm sürdüğü 20. yüzyıl kapitalizminin “ayırt edici niteliği” olarak işaret eden Lenin, sermaye ihracının, ihraç eden ülkede belirli bir kısmi gerileme nedeni olmakla birlikte ihraç edildiği ülkede kapitalist gelişmeye hız kazandıracağını belirtiyordu. Sermaye ihracı ve dış yatırımlar uluslararası koşullarla, ülkelerin gelişmişlik düzeyi ve iletişim ve ulaşım teknolojisindeki ilerlemelerle bağlı olarak değişkenlik gösterir. Sermaye sadece ucuz işgücü, bol hammadde kaynağı ülkelere değil -buralardan aktarılan kaynaklar hiçbir zaman ihmal edilmemiştir- gelişmiş kapitalist pazarlara da ihraç edilir. Lenin, 1913 yılı itibarıyla dünya toplam yabancı sermayesinin yarıdan fazlasının o günün sömürge, yarı-sömürge ülkelerine ihraç edildiğini göstermişti. 1994 verileri ise, doğrudan yabancı yatırımların yüzde 97’sinin gelişmiş kapitalist ülkeler tarafından gerçekleştirildiğini işaret ediyor ve bunun da ve yüzde 75’nin gelişmiş kapitalist ülkelere yapıldığını gösteriyordu. Ancak sermaye ihracında eğilim kesiksiz şekilde ve aynı yönde yükseliş göstermez. Belirleyici olan elde edilecek kâr ve sağlanacak avantajlardır. Daha çok kâr için ihraç edilen sermaye, nerede daha kolay yoldan ve daha az maliyet fiyatıyla sonuç elde edecekse oraya yönelir. Bu, sermayenin girdiği işlemden kendini çoğaltarak çıkmasının, deyiş uygun düşerse, “yasası”dır! Bu bakımdan, yirminci yüzyıl başlarında, ya da 1980’lerde geri ve bağımlı ülkelere sermaye ihracındaki büyük tutarlara karşın, 2000’li yıllarda emperyalist büyük güçlerin birbirlerinin ülkelerine yönelik yatırımlara daha büyük pay ayırmaları ve önem vermelerinde herhangi aykırılık yoktur.[29] Kaldı ki, bu ‘değişiklik’, geri kapitalist ve bağımlı ülkelere sermaye ihracının (borçlar, krediler ve doğrudan yatırımlar) sona erdiği anlamına da gelmez. Dış borç ve kredilerin önemli bir bölümü hala bu tür ülkeler (Latin Amerika ülkeleri, Türkiye, Yunanistan, Portekiz ve İspanya, Afrika’nın belli başlı ülkeleri vb.) tarafından karşılanmak durumunda olmaya devam ediyor. 

1990’lı yıllarda “sıcak para akışı” yeniden hız kazandı. Kısa vadeli ve her an kaçabilir sermaye (fazla ya da spekülatif sermaye olarak da tanımlanır) giriş-çıkışlarının bu hız kazanmasının önemli bir sonucu bağımlı ve borçlu ülkelerin kaynaklarının bazen birkaç günde büyük tahribatlar yaratarak dışarıya aktarılmasıydı. IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) aracılığıyla çok sayıda ülkenin yüksek oranlı faizlerle kredi ve borç batağına sürüklenmesinde de emperyalist ABD ve AB’nin ‘büyük güçleri’ rol oynadılar. Bağımlı ülkeler yöneticilerine “ekonomik kalkınma programı” adı altında dayatılan borç-kredi “yatırımları”nın sonucu, yüzlerce milyar dolar kaynağın bu ülkelerden dışarıya transfer edilmesi oldu. Bu politika Arjantin, Meksika, Türkiye gibi ülkelerde kriz tetikleyici işlev gördü. Yakın dönem örneği ise Yunanistan’dır. Almanya başta olmak üzere AB’nin emperyalist büyükleriyle Avrupa Merkez Bankası ve IMF’nin yürüttüğü “triumvira operasyonu”yla bu ülkenin turizm gelirlerine, limanlarına ve tarımsal ürünlerine neredeyse tümüyle ipotek konulmuş; yıllar boyunca ödemekle bitiremeyeceği borç altına sokulmuştur.

Ancak “burjuvazinin gitgide artan bir ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve ‘kupon kırpmakla’ yaşadığı, ‘rantiye-devlet’in, tefeci-devletin yaratılması”, kapitalistleri tekel karı için yeni üretim teknikleriyle ürün ihtiyacı yaratma faaliyetinden alıkoymaz. Lenin, emperyalizmin asalaklığı ve çürüme eğiliminden hareketle “kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanma”nın yanlışlığını vurgulamıştı. Burjuvazi, üretimde sürekli “yeni devrim”ler olmaksızın; verim artışını ve kârı artırıcı teknolojik yeniliklere baş vurmaksızın kapitalist sömürü koşullarını ayakta tutamaz. Kapitalizmin dengesiz gelişme yasası emperyalizm koşullarında da işlevlidir. Ve yine Lenin’in deyişiyle “Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük hızla” gelişirken, gelişme eşitsizliği de devam eder.

Küreselleşme” teori ve tezi, bu gelişmeleri, ekonomik temelleri ve tarihsel gelişimi süreçlerini göz ardı ederek son birkaç on yılın olguları arasında gösterirken, emperyalizmin, Lenin tarafından yüz yıl önce işaret edilen karakteristik özelliklerini belirsizleştirici bir değişime tabi tutmaktadır. Emperyalist güçler arası çelişkileri ve tekel grupları arasındaki pazar rekabetini ve sonuçlarını ya yok sayan ya da belirsizleştiren “küreselleşme” söylemi, kapitalizmi, gelişme doğrultusuna işaretle, eşitsiz gelişme yasasından ve kriz ve savaşları kaçınılmazlaştıran çelişkilerinden arınabilir gösteren “ultra emperyalizm” teorisinin yeni bir biçimidir. Kapitalist uluslararasılaşmaya karşılık gelmek üzere kullanıldığında da, “küreselleşme” ileri sürüldüğü üzere 20. ve 21. yüzyılın yeni bir olgusu olarak görülemez. Bir dünya kapitalist pazarının oluşması günümüzün sorunu olmamakla birlikte günümüzde bunun daha önce olmadığı ölçüde ‘daha tam olarak’ gerçekleştiği doğrudur. Kapitalizm, birkaç küçük ve oldukça geri ülke dışta tutulduğunda günümüzde dünya ölçeğinde hakim hale gelmiştir. Çin, Hindistan, Rusya, Türkiye gibi eski köylü ülkeleri, Latin Amerika, Asya’nın ve Afrika’nın çeşitli diğer ülkeleri kapitalistleştiler. Bu durum kapitalist pazarın büyümesi-genişlemesi demekti. Ancak ne uluslararasılaşma 1970’ler ve sonrası 50 yılın gecikmiş bir olgusudur ne de gelişme ve değişimin yol açtığı ileri sürülen “karşılıklı bağımlılık koşulları”, kapitalist ülkeler ve devletler arası ilişkilerde eşitlik sağlayıcı özellik gösterirler. Uluslararasılaşma, makineli üretim temelinde ve ona dayanarak hamle yapmış kapitalizmin çok daha önceleri vardığı bir aşamadır ve kapitalist eşitsiz gelişme, çelişkileri derinleştirici biçimleriyle bugün daha çarpıcı hale gelmiştir.

Bu eşitsiz ve sıçramalı gelişme ve değişim emperyalist güçler arası ilişkilerin eskisi gibi sürdürülmesini zorlaştıran başlıca etkendir. Enerji kaynaklarının ve deniz-kara ulaşım yollarının denetimi özel bir gerginlik nedenidir. Deniz ve hava sahaları üzerine ihlal eylemlerine daha sık aralıklarla baş vuruluyor. ABD’nin Japonya, G. Kore, Hindistan ve Pakistan; Rusya ve Çin’in Hindistan ve İran ile birlikte birbirlerine karşı girişimlerde bulunmaları sonuçlardan bir diğeridir. Bush döneminde, yeni yüzyılın “Amerikan Yüzyılı olacağı” ilan edildi. Afganistan ve Irak saldırı ve işgalleri, emperyalizm üzerine güzellemelerin yapıldığı bir dönem devam etmekteyken gündeme geldiler. “Önce Amerika!” sloganı ve içeriye daha çok yatırım yaparak ekonomiyi güçlendirme uygulaması, ABD’nin büyük rakiplerini sınırlamak ve onları geride bırakarak daha fazla etki sahibi olma hedefiyle giriştiği eylemlerinin ifadesidir.

Buna rağmen, o, bu çok büyük ekonomik ve askeri gücü ve dünya politikasındaki etkisinden hareketle “İmparatorluk” olarak nitelenemez. Bu niteleme, her kötülüğün merkezi ve sorumlusu gösterme gibi sözde bir özgünlüğüne karşın, tekelci kapitalizm koşullarındaki sıçramalı ve eşitsiz kapitalist gelişmenin ve emperyalistler arası çelişkilerin üstünü örtme işlevi görür. Amerikan emperyalizmi kuşku götürmez şekilde dünyanın hala en güçlü ve büyük ekonomisine sahiptir. Buna rağmen ama, bütün diğer büyük emperyalist güçler pazar ve etki alanları üzerine rekabette öne geçme hedefinden vazgeçmiş değillerdir. “Blok”laşma kavramının mevcut durumu karşılamakta yetersiz olduğu günümüzde ilişkiler daha fazla sarsıntılı, ilişkilere ve ittifaklara dair açıklamalar daha çok güvenilmezdir. “İttifak içindeki” büyük güçler arası ilişkilerdeki gerginlik gizlenemez durumdadır. ABD’nin dayatmacı ve saldırgan politikalarını kendi çıkarları yönünden değerlendirme politikasıyla Fransa ve Almanya yöneticileri, dünyanın artık bir tek gücün çıkarları ve politikaları doğrultusunda “düzenlenemeyeceği”ni ilan ederek “uluslararası çıkarları” çerçevesinde dış politika önceliklerini ve askeri politikalarını yenileyeceklerini duyurmaktan geri durmadılar. Trump’ın uygulamaya geçirdiği yüksek oranlı vergi engeli karşılıksız kalmadı. Çin karşı atakla ABD mallarının Çin’e akışını sınırlamaya geçti. Dolar/yen oranındaki oynamayla Amerikan borsalarında yüzde 3’lük düşüşe yol açacak denli yıpratıcı sonuçlar ortaya çıktı. “Karşılıklı bağımlılık ilişkileri” söylemi, eşitsiz ilişkilerin üstünü örterek emperyalist yağma ve baskıyı yok saymaktadır.

ÇIKARILABİLİR BAZI SONUÇLAR

1-) Emperyalizm kavramı, Roma, Osmanlı veya Çarlık Rusyası’nın başka devletler ve halklar karşısındaki hakim konumunu işaret etmek üzere daha önce de kullanılmıştır. Ancak, kapitalist emperyalizm, feodal askeri emperyalizmden farklı karakteristik özellikler gösterir. Temeli kapitalizm olan ve mali sermayenin dünya ölçeğinde etkin hale gelmesini ifade eden kapitalist emperyalizm uluslararası alanda etkiye sahip yeni değişimlere yol açmıştır. Emperyalizm, mali sermayenin egemenliği, sermaye ihracının birinci planda işlev kazanması, dünyanın büyük kapitalist gruplar ve güçlü emperyalist ülkeler arasında pazarlar, hammadde kaynakları ve nüfuz alanları olarak paylaşılması ve yeniden paylaşılması, kıyasıya rekabet ve siyasal gericiliğin güç kazanması gibi karakteristik özellikleriyle belirgin tekelci kapitalizmdir. Günümüzde uluslararası alanda yaşanan gelişmeleri emperyalizmin bu temel özelliklerinden soyutlayarak yorumlamak ve açıklamaya çalışmak emperyalist gericiliğe karşı mücadeleyi zaafa uğratma gibi bir işlev de görecektir. Emperyalizmin kapitalist temelini göz ardı eden bir politika anti-emperyalist mücadeleyi tutarlıca sürdüremez.

2-) Lenin, emperyalizm teorisiyle, Marx ve Engels’in teorisini sadece yeni koşullara uyarlayarak geliştirmedi, onu politik sonuçları doğrultusunda pratiğe geçirmenin yaşamsal önemini de ortaya koydu. Kapitalizmin bu yeni ve “en üst” gelişme aşaması, herhangi ülkede siyasal-sosyal devrim sorununu emperyalist zincirden kopuş sorunu haline getirmişti ve bir dünya devrimine doğru genişlemek üzere tekil ya da birden fazla ülkede devrimin başarıya ulaşması mümkün hale gelmişti. Koşulların bir devrimci durumla yüz yüze getirdiği bir ülkede siyasal iktidarın proletarya ve emekçiler tarafından alınması için savaşımdan kaçınmak ihanet olacaktı. Lenin ve Bolşevikler, dünyanın yeniden paylaşılmasını hedefleyen emperyalist ve gerici burjuvaziye karşı mücadele politikasında ısrar ederek devrim için savaştılar. Lenin, kapitalizmin “en üst aşaması”nın özellikelerini açıklığa kavuştururken, “burjuvaziye karşı devrim mi, burjuvaziyle uzlaşma ve teslimiyet mi” sorusunun yanıtını da vermiş oldu.

3-) Lenin’in 1916’da kaleme alıp 1920’deki önsözlerinde karakteristik özelliklerine dikkat çekmeyi ihmal etmediği emperyalizm, bütün başlıca özellikleriyle daha çarpıcı biçimde günümüzde de işlevli olmayı sürdürüyor. Bu, dünyanın tüm sömürülüp ezilenleri için büyük tehdidin devam etmesi demektir. “Küreselleşme” olarak gösterilen gelişme bu tehdidi azaltmamış artırmıştır. Kuşkusuz dünya, birbirleriyle rekabet içindeki emperyalist devlet ve ülkelerden ibaret değildir. Kapitalist devletlerin büyük çoğunluğu emperyalist karakterde olmayıp emperyalist büyük güçlerle farklı düzeylerde olmak üzere eşitsiz ilişkiler içindedir. Bu ikincilerin de gelişmişlik düzeyleri farklılık gösterir ve aralarında Türkiye gibi bölgesinde emperyal politikalar izleyenleri de vardır. Emperyalistler tarafından el atılmadık toprak parçası kalmadığı gibi, hakimiyet alanları için rekabet uzayın derinliklerine dek vardırılmıştır. ABD’li eski kovboy başkan Reagan tarafından “Yıldız Savaşları” olarak tanımlanan ve yeni süpersonik uçakların, nükleer füzelerin geliştirilmesini de içerecek şekilde sürdürülen faaliyetin Trump’ın lügatindeki adı “Uzay Savaşları”dır. ABD’nin “Orta menzilli balistik füze anlaşması”ndan çekilmesi, Rusya ve Çin’in resti de dahil olmak üzere yeni kitle imha silahlarının üretimini tetikleyicidir. Bu durumda, burjuva-küçük burjuva liberallerinin “küreselleşen dünya” propagandasıyla varlığını ileri sürdükleri “yumuşama”dan söz edilemez.

4-) Kapitalizm istikrarsızlıkla ve krizlerle maluldür. Kapitalist krizlerin kısa aralıklarla ortaya çıkışı ve ciddi boyutlu yıkımlara yol açmaları, borsa ve para oyunlarının yol açtığı kayıpların büyüklüğü, korumacı önlemlerin artırılması ve uygulama alanının genişletilmesi, ticari ve mali ambargolar, güce bağlı ve dayalı rekabetin giderek sertleşmesi, silahlanmaya tarihin hiçbir döneminde görülmedik ölçüde devasa kaynakların ayrılması, lokal ya da bölgesel düzeyde etkili savaşların birçok bölgede devam ediyor oluşu, bütün bunlar emperyalizmin karakteristik özellikleriyle bağlı ancak güncel de olan sonuçlardır. Sorun bir yeni dünya savaşının aktüel olup olmaması değildir. Dünya ve tek tek ülkeler, kapitalist emperyalizm koşullarında yeni büyük savaşlara ve sonuçlarına açık ve mahkum olmaya devam ediyor. Sermayenin yoğunlaşmasının ulaştığı muazzam düzey emperyalist kapitalistleri, pazar ve etki alanları üzerinde güçleri oranında etkili olmak üzere yeni paylaşım kavgalarına sürükler. Bu onların her an savaşacakları anlamına gelmediği gibi, kapitalizm varolduğu sürece savaştan kaçınmanın bir iradi belirleme sorunu olduğu ya da olacağı anlamına da gelmez.

5-) Lenin, tekelci sermaye ile burjuva devlet iktidarı arasındaki organik ilişkiyi hiçbir belirsizliğe pirim vermeksizin göz önüne getirdi. Bu, sadece her bir ülkede burjuva devlet iktidarıyla sermaye ve gruplarını hedefe koymayan bir anlayışın reformist ve uzlaşmacı karakterini görmek açısından değil, farklı büyük tekelci gruplar arası rekabetin onların “menşei olarak” ait bulundukları ülkelerin devlet yönetimleri arasındaki uzlaşı ya da çekişme, gerginlik ve çatışmalar arasındaki ilişkinin anlaşılması açısından da önemliydi. Günümüzde yeterince dikkate alınmayan veya dikkatlerden kaçan bir bağlamdır bu!

6-) Tekelci burjuvazi ve devlet yönetim(ler)i kriz durumunda geriye çekilip yükü kabullenmezler. Aksine kâr oranlarının düşmesini de önlemek üzere verimi artırmaya, ücretleri düşürüp çalışma sürelerini uzatmaya ve daha az işçiyle işi sürdürecek önlemler almaya yönelir; krizin yol açtığı işsizlik ve yoksulluk artışı gibi sonuçlara karşı işçi ve emekçilerin olası direnişlerini de “ülke ve millet çıkarları” üzerine propagandayla ve onun da yetmediği yerde baskıyı yoğunlaştırarak etkisiz kılmaya çalışırlar. Kâr oranlarının düşme eğilimi göstermesi durumunda büyük sermayenin baş vurduğu “çözüm yolları”ndan biri de ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarından yararlanmak üzere dışarıya yönelmesidir. Bu yönelişte siyasal üst kurum olarak devlet işlevsiz değildir. “Kendi ülkesi”nin sermayesi yararına diplomatik, mali ve hatta askeri gücünü devreye sokarak girişimlerde bulunarak sonuç almaya çalışır.

7-) Emperyalist devletlerle uluslararası büyük tekellerin sermaye ihracı için bu girişimleri, ihraç edilen ülkelerin yönetici kesimlerini yedeklemeye yönelik ve satın alma yöntemleri dahil uşaklaştırıcı sonuçları sağlarken, bu ülkelerin işçi sınıfı başta olmak üzere halk kitlelerinin yaşam koşulları üzerinde baskı oluşturma politikalarına da güç verir.

😎 Emperyalizme karşı mücadele, onun kapitalist temelini hedefe koymaksızın sosyalizm yönünde ilerletilemez. Bağımlı geri kapitalist ülkeler egemen sınıflarının işbirlikçi karakteri, proletaryanın sömürü koşullarını tasfiye etme amaçlı mücadelesinin, onların devlet egemenliğini ve onun maddi temel dayanaklarını hedefe koymasını gerekli kılar. Bu gereklilik, bağımlılık koşullarının yok edilmesi ve burjuvazinin siyasal baskı sistemine karşı demokratik siyasal özgürlüklerin kazanılmasını, “çözümü acil sorun” olarak günlük mücadelenin önüne getirme sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.

 9-) Lenin, bağımlı ve geri ülkelerin pazarlarının ele geçirilmesi ve denetimi yoluyla sağlanan kaynağın, emperyalist ülke yönetimlerine, işçi liderlerini satın almak ve işçi aristokrasisi oluşturma olanağını daha kolayca sağladığını belirterek “yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tamamen küçük-burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da işçi aristokrasisi”ni, burjuvazinin “başlıca toplumsal (askeri değil) desteği” olarak nitelemişti.[30] 

Lenin’in bu tespiti, sınıf mücadelesinin ikincil bir soruna indirgenmesi yönünde saptırılarak kullanılmaya çalışıldı. Komünist Enternasyonal’in 2. Kongresi’nde Hindistan delegesi Roy’un, “Doğu’da yaratılan kaynak”ların “Batı’ya aktarılma”sından sözederek “bu kaynak kesin olarak kurutulmadan” Avrupa işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkamayacağı yönündeki ulusalcı görüşü, sonraki süreçte de Asya, Latin Amerika ve Afrika’nın çeşitli ülkelerinde gelişen ulusal kurtuluş savaşlarının başını çeken bazı parti ve liderleri tarafından, sınıf mücadelesini reddetmek üzere savunuldu. Avrupa ülkelerinde devrim olanağı reddeden bu görüş, Lenin’in III. Enternasyonal’in İkinci Kongresi için Haziran 1920’de kaleme aldığı “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin İlk Tasarısı” başlıklı tezler makalesinde dile getirdiği görüşlerin karşıtıydı. Lenin, Hintli delege Roy’un ve sonraları başkalarının dile getirdikleri görüşlerin yanlışlığını da göstermek üzere; “Avrupa ve Amerika emperyalizmine karşı kurtuluş hareketini, hanların, büyük toprak sahiplerinin, molaların vb. durumunun güçlenmesiyle bağdaştırma çabasında olan İslam Birliği ve benzeri akımlara karşı savaşım zorunluluğu”na dikkat çekiyordu.[31]

Bu görüş, tek tek ülke ekonomilerinin dünya emperyalist ekonomi zincirinin halkalarına dönüşmesiyle bağlı olarak sömürgelerin ve ezilen ulusların kurtuluşu sorununun emperyalizmden kurtuluş sorununa bağlanmasının kaçınılmaz ve gerekli kıldığı mücadele hattını ortaya koyması bakımından günümüzde de yol göstericidir. “Burjuva milliyetçiliği ve proleter enternasyonalizmi, kapitalist dünyanın iki büyük sınıf kampına tekabül eden ve ulusal sorunda iki ayrı siyaseti (hatta iki ayrı dünya anlayışını) ifade eden, birbirleriyle bağdaşmaz iki slogandır.” Ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin (yani isterse ayrılma ve kendi devletini kurma veya birlikte yaşamaya karar verme) hakkı savunusu; ulusların ve dillerin tam eşitliği savunusu, her türden ulusal ayrıcalığın ve zorla asimilasyonun reddi, proletarya ve emekçilerin arasına ulusal çitler koyan politikaların reddi ve bütün bunlarla birlikte işçi sınıfının bağımsız gelişmesi ve kent kır emekçileriyle birlikte örgütlü mücadelesini esas alan mücadele hattında tavizsizlik. Ulusal sorunda tutarlı Marksist tutum ancak bu durumda alınmış olur.

10-)Küreselleşme”yi çatışmaların azaldığı, karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin her ulus ve topluma yarar sağladığı, sermayenin serbest dolaşımı yoluyla gelişmenin önündeki engellerin kalktığı ve “zalimlerin yok edildiği” bir yeni dönem olarak yaldızlamak, emperyalist barbarlığı perdelemek, kapitalist sömürü ilişkilerinin yol açtığı ve açacağı işsizlik, yoksulluk, kriz, savaş gibi olguları yok sayarak işçi sınıfı ve emekçileri aldatmaya ve mücadeleden alıkoymaya çalışmak demektir. “Küreselleşme” söylemi, kapitalist uluslararasılaşmayı “tarif için” olsa bile yanıltıcı, demagojik bir söylemdir. Çelişki örtücü ve burjuvazi hesabına ideolojik etkiyle işlevli bu söylem reddedilmelidir.


[1] Teorik tartışmalarda kavramların kullanılış biçimi önemsiz değildir. Kavramların, o ana dek genel kabul görmüş anlamlarından soyutlanarak farklı biçimlerde kullanılmış olmaları içeriksel olarak revize edildiklerini gösterir. Bu, yeni kavramların oluşturulması gereksiniminden farklı bir tutumun işaretidir. Örnek olsun birileri emperyalizm kavramını “emperyal” ile yer değiştiriyorsa ya aradaki farklılığı önemsiz görüyordur ya da kavramın içeriğini “daha kabul görür” şekilde deforme diyordur. Oysa fark önemlidir ve Türkiye diyelim emperyal (örneğin Ortadoğu’da etki alanını artırma hedefiyle) politikalar izleyen bir ülke iken ABD, Fransa, Çin, Almanya ve Rusya gibi ülkeler emperyalist ülkelerdir. Kapitalist emperyalist dünya sisteminin “global dünya” ya da “küreselleşme” olarak nitelenmesi, anlam bozucu çarpıtma örneklerinden bir diğeridir. “Ulus ötesi ya da ulusüstü şirketler” söylemi uluslararası tekellerin yağmasını yumuşatır. Diğer bir çarpıtma, çok daha genel ve geniş bir kullanım alanı bulmuş olan “İmparatorluk” vurgusudur. ABD emperyalizminin dünya gücüne ve politikasına işaret etmek üzere kullanılan bu işaret edişin sorunu, kapitalist emperyalizm koşullarında, ne denli güçlü olursa olsun bir tek emperyalist devletin bir dünya imparatorluğu kurmasının -varsayımsal olarak mutlak şekilde reddedilemese de- mümkünsüzlüğüdür. Kapitalizmin eşitsiz gelişmesi ve farklı emperyalist güçlerin kendi çıkarları doğrultusundaki politikalarıyla bağlı olarak böylesi bir “uzlaşı“-“birleşim” ya da “kaynaşma” olanaksızdır. A. Negri ve M. Hardt’ın aynı başlıklı kitaplarında ve sınıf karşıtlıklarının reddi üzerinden geliştirdikleri “çokluk” kavramıyla sosyalizmin sınıfla ilişkisini bulanıklaştırdıkları yaygın olarak bilinmektedir. Tekelci gericilik hala onları yeterince ödüllendirmemişse, bu kendi sorunudur.

[2] Kıvılcım, F. (2013) “Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinin Gelişmekte Olan Ülke Türkiye Açısından Değerlendirilmesi”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, 5(1): 219-230, https://dergipark.org.tr/download/article-file/117355, (Erişim tarihi: 15.08.2019), sf. 221.

[3] Luxemburg, R. (1986) “Sermaye Birikimi”, Çeviren: T. Ertan ve Ö. Öztürk, İstanbul: Alan Yayıncılık, sf. 270, 280, 281.

[4] Lenin, V.İ. (1992) Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Çeviren: Cemal Süreya, 9. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, sf. 100.

[5] Lenin, age, sf. 99

[6] Lenin, age, sf. 101

[7] Wood, E. M. (2003) Sermaye İmparatorluğu, Çeviren: Sami Oğuz, İstanbul: Epos Yayınları, sf. 11. 

[8] Wood, age, sf. 13-14.

[9] Wood, age, sf. 14-15.

[10] Amin, S. (2017) “Samir Amin’le bir ’emperyalizm’ tartışması: Ultra-emperyalizm, öncülük, sosyalizm”, http://haber.sol.org.tr/sol-ceviri/samir-aminle-bir-emperyalizm-tartismasi-ultra-emperyalizm-onculuk-sosyalizm-209769 (Erişim Tarihi: 15.08.2019).

[11] Negri ve Hardt’tan aktaran Koşar, A. (2017) Negri, Sınıf ve Çokluk: Postmodern Özne Arayışının Eleştirisi, İstanbul Kor Kitap, sf. 69-70.

[12] Uzgel, İ. (2019) “Küreselleşmeye Trump Freni”, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/07/08/kuresellesmeye-trump-freni/ (Erişim Tarihi: 15.08.2019).

[13] Uzgel, İ. (2019) “Emperyalizm mi, küreselleşme mi?”, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/08/28/emperyalizm-mi-kuresellesme-mi/ (Erişim Tarihi: 15.08.2019).

[14] Üzerine son 20-30 yıllık süreçte çok sayıda kişinin çok sayıda makale yazdığı, kimilerinin yüzlerce sayfa tutan kitaplara konu edinerek tartıştıkları bir sorunun Uzgel ya da başkaları tarafından yetersiz bulunması mümkündür. Önceki tartışmaların yeterli bulunup bulunmaması bu bakımdan tartışma dışıdır. Ancak emperyalizm sorunu önemli olduğu ve sadece “sol” devrimci çevrelerin ilgi gösterdikleri bir sorun olmayıp din istismarcısı ve şoven milliyetçi politik partilerin sahte anti-emperyalist söyleminin etkisi altındaki daha geniş çevrelerde de ilgi gören bir aktüalite gösterdiği için yeni gelişmelerle birlikte yeniden tartışılmasını gerekli kılan kapsama sahiptir. Bu makalenin Uzgel ile tartışma ya da ona yanıt verme gibi özel bir hedefi bulunmuyor. Ancak, makalesinde yer verdiği görüşlerin sadece onun görüşleri olmayıp konu üzerine daha geniş boyutlu tartışmalarda gündeme getirilmiş anlayışlar açısından bir veri teşkil etmesi nedeniyle burada örnek gösterilip irdelenmektedir.

[15] Uzgel, Küreselleşmeye Trump Freni

[16] Engels, F. (1992) Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çeviren: Sevim Belli, 3. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, sf. 48-50.

[17] Kuşkusuz, ekonomiyle bağın üzerini özellikle örterek, ekonomik olguların yaptırımcı karakterini gizleyerek ve sermayenin devlet iktidarını bütün toplumun çıkarlarıyla bağlı göstererek (bu sınıf çıkarlarının üstünü örtmeyi kolaylaştırıcı işlev görür) gelişmelerin politik iktidarların uygulamalarıyla açıklanması, onların ağababalarıyla çıkarlarının korunmasına hizmet edecektir.

[18] Lenin, V.İ (1998) Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, 9. Baskı, Çeviren: M. Erdost, Ankara: Sol Yayınları, sf. 88.

[19] Lenin, Emperyalizm, sf. 95-96.

[20] Lenin, age, sf. 62.

[21] Lenin, age, sf. 38.

[22] Lenin, age, sf. 52.

[23] Dilekçi, C. (2015) “​Dünyada ne kadar para var?”, https://www.fortuneturkey.com/dunyada-ne-kadar-para-var-25271 (Erişim Tarihi: 15.08.2019).

[24] Mandjoo, F. (2017) “Which Tech Giant Would You Drop?”, https://www.nytimes.com/interactive/2017/05/10/technology/Ranking-Apple-Amazon-Facebook-Microsoft-Google.html (Erişim Tarihi: 15.08.2019).

[25] Unctad (2008) World Investment Report 2008, https://unctad.org/en/Docs/wir2008_en.pdf (Erişim Tarihi: 15.08.2019).

[26] Lenin, Emperyalizm, sf. 75.

[27] Lenin, age, sf. 11.

[28] Büyüklükleri gözetilerek yapılan sıralamaya göre; 1-ABD (19.39 milyar dolar); 2-Çin (12.01 milyar dolar); 3-Japonya (4.87 milyar dolar); 4-Almanya (3.68 milyar dolar); 5-İngiltere (2.62 milyar dolar); 6-Hindistan (2.61 milyar dolar); 7-Fransa (2.58 milyar dolar); 8-Brezilya (2.05 milyar dolar); 9-İtalya (1.94 milyar dolar); 10-Kanada (1.65 milyar dolar); 11- Güney Kore (1.54 milyar dolar); 12- Rusya (1.53 milyar dolar); 13- Avustralya (1.379 milyar dolar); 14- İspanya (1.31 milyar dolar); 15- Meksika(1.149 milyar dolar); 16- Endonezya (1.015 milyar dolar); 17-Türkiye (849.5 milyon dolar); 18- Hollanda(825.7 milyon dolar); 19-Suudi Arabistan (683.8 milyon dolar) ve 20- İsviçre (678.6 milyon dolar). Liste Arjantin, Tayvan, İsveç, Polonya, Belçika, Tayland, İran, Avusturya, Norveç ve diğerleriyle devam ediyor.

[29] Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Örgütü (UNCTAD) verilerine göre, 2009’da 1 trilyon 172 milyar dolar olan toplam doğrudan yatırım miktarı 2015’te 2 trilyon 34 milyar dolar ve 2018‘de bir önceki yıla oranla yüzde 13.4’lük düşüş göstererek 1 trilyon 297 milyar dolar olmuştur. Aynı rapora göre, gelişmekte olan ülkelere yönelen doğrudan yabancı yatırım tutarı geçen yıl bir önceki yıla göre yüzde 2’lik artış gösterirken, gelişmiş ülkelerde söz konusu dönemde yüzde 27 oranında gerilemiştir. Rapora göre, gelişmiş ülkelere yapılan doğrudan dış yatırım miktarı 2005’te 588, 2006’da 940, 2007’de 1.289; 2009’da 654; 2010’da 700, 2011’de 817, 2012’de 787, 2014’te 522 ve 2015’te 962 milyar dolar olmuştur. Aynı yıllara göre gelişmekte olan ülkelere dış yatırım, 362, 462, 613, 696, 572, 689, 749, 724, 747, 755, ve 800 milyar dolar olmuştur.

[30] Lenin, Emperyalizm, sf. 14.

[31] Lenin, age, sf. 205.