Kadir Yalçın
Son aylarda bir seçim tartışmasıdır gidiyor.
Tartışma dediysek; muhataplar, yani hükümet ve burjuva muhalefet ittifakı ve partileri arasında değil, ama iki türlü tartışılıyor.
Birincisi, hükümetin –kağıt üstü olmayan– ortağı parti, MHP, genel başkanı aracılığıyla seçim yasasının değiştirilmesi ihtiyacını gündeme getirdi. Bahçeli’nin bu konulardaki kanıtlanmış etken pozisyonu dikkate alındığında, bu, seçimlerle ilgili ciddiye alınması gerekli bir argüman ve kendi başına, hükümet ittifakının en azından küçümsenemeyecek bir eğiliminin seçimlere “oyunun güncel kurallarıyla” değil, ama yeni koymayı öngördüğü kurallarla gitme tercihine işaret ediyor. Tabii ki kurallar tümüyle değiştirilerek “maç” tatil edilmez ve “atı alan Üsküdar’ı geçti” özdeyişini hatırlatarak, bir “hükmen galibiyet” kararı verilmezse!
Ve ikincisi, seçim, bir talep olarak ileri sürülmüyor, ama burjuva muhalefet tarafından sürekli gündemde tutuluyor. Hükümet partileri ve ittifakının giderek zayıflayan halk desteğiyle güç kaybediyor oluşundan, olağan koşullar ve sıradan hükümetler konu olduğunda varılabilecek sonuca varan burjuva muhalefet, bu hükümetin ömrünün sonuna yaklaştığı ve “gidiciliği” öngörüsüyle her taşın altından “seçim” bulup çıkararak, gönlünden geçeni dile getiriyor. Yerine göre, ya AKP (ve ortağının) derinleşen krize ve halkın çalışma ve ondan da çok yaşam koşullarının zorlaşmasına bir çözüm oluşturamamasından hareketle “yönetemez” hale geldiği ve seçime gitmekten başka çaresi olmadığını ve bir “erken seçim”den kaçınamayacağını ya da genelleme içinde “eninde sonunda sandığın ortaya geleceğini”, AKP hükümetinden gördükleri zararlar dolayısıyla hemen herkesin “ kime oy vereceğini bildiğini” ve “işte o zaman AKP’nin gideceğini” dile getiriyor. Dile getirmenin ötesinde, bu, fikri sabit halini almış bir genel yaklaşım ve tutum olarak burjuva muhalefetin son aylardaki görüntüsünü veriyor.
Peki bir seçim ihtimali bakımından ne söylenebilir?
AKP VE CUMHUR İTTİFAKI DESTEK KAYBEDİYOR
Destek kaybı yaşayan ittifak partilerinin aynı ölçüde güç de kaybedip etmedikleri bununla bağlı, ancak aynı zamanda ayrı bir sorundur; fakat hem AKP hem de ortağı MHP ve toplam olarak “Cumhur İttifakı”nın desteklerinin azalmakta olduğu tartışma götürmez.
Son aylarda yapılan hemen istisnasız bütün anketlerin gösterdiği budur ve destek kaybı küçümsenecek türden görünmemektedir ki, bu, yüreğini hoplattığı burjuva muhalefeti bunca seçimden söz etmeye sevk eden başlıca faktör durumundadır. Kimi anketler hükümet partilerinin destek kaybını görece az kimileriyse oldukça fazla göstermekte, ancak tümü hükümet etmekte olan ittifakın muhalefettekinden az desteğe sahip olduğu ve azınlığa düştüğünde ortaklaşmaktadır. Net gerçeği belirtmeseler bile, bu anketler yine de az çok burjuva partiler arasındaki siyasal güç dengesi konusunda bir fikir veriyor. Yapılan araştırmalarda, iki ittifak arasındaki karşılaştırmada fark, muhalefet lehine 5 ile 15 puan arasında oynuyor görünüyor.
Araştırmaların gösterdiği önemsenmesi gereken bir diğer sonuç da siyasal şahsiyetlerin halkta revaç bulma ya da beğenilme yüzdeleri ve bu açıdan da köprülerin altından epey su aktığıdır. Zamanında yüzde ellinin üzerinde oyla bile seçim kazanan ve tüm seçim başarıları karizmasına yorularak “alanlara inmesi”ne kararlaştırıcı bir nitelik vehmedilen Erdoğan, kimi araştırmalarda üçüncülüğe kadar düşmüş durumda ve kategorik olarak üstelik genellikle altlarında yer aldığı CHP’li iki büyükşehir belediye başkanından birden ayırt edilemez bir pozisyonda.
Bu araştırmaların bütünüyle güvenilmez sayılmaları için bir neden yok. 7 Haziran Seçimlerinin ortaya koyduğu gibi, AKP daha 2015’te çoğunluğu kaybetmişti ve o gün bugündür tabanındaki kayıplar sürüyor.
AKP 2011 seçimlerinde yüzde 49.83 oy toplayarak TBMM’de sağladığı tek başına çoğunluğu, 4 yıl içinde 9 puan birden kaybedip yüzde 40.87’ye gerileyerek elinden kaçırmış, ancak yine de Kürtlere karşı savaşa başvurarak, birkaç ay içinde yenilediği 1 Kasım seçimlerinde belirli bir toparlanmayı sağlayabilmişti. Toparlanmasını pekiştirici diğer bir manevra ise, kendisine yönelik söylemediğini bırakmayan MHP ile ittifaka gitmesi oldu. Dolayısıyla günümüzde geçerliğini koruyan bu ittifak ve iki partinin bir arada toplam desteği açısından bakılır ve MHP’nin muhalefetten hükümet bloğuna geçişi dikkate alınırsa, bugünden çekilecek fotoğrafta 2015’te henüz çoğunluk kaybedilmemiş sayılabilecektir: O günkü pozisyonları farklı olsa bile, 2015’in 40.87’lik AKP’sine aynı günün 16.29’luk MHP’si eklendiğinde, günümüzün egemenliği elinde tutan ittifakı bakımından 57.16’lık bir toplam desteğe ulaşılmaktadır ki, çoğunluğu temsil edeceği ortadadır. Anketlere göre bugünse durum tamamen değişmiştir ve kendileri açısından iyimser bir yaklaşımla AKP desteği yüzde 35’in, MHP’nin ise 10’un altında görünmekte ve toplam destekleri yüzde 50’nin en az 5 puan eksiğini göstermektedir. 2015’ten bu yana 15 puandan fazla bir kayıptır, görünen.
Anormallik yoktur. Öncesi bir yana bırakılsa bile, son iki yıldır araya ciddi bir ekonomik krizle bu krizi ve sonuçlarını ağırlaştıran bir salgın girmiştir ki, ikincisinin birincinin sonuçlarını daha da tahammül edilmez kılan faturası da katıldığında, –kağıt üzerinde hükümet ortağı olmasalar bile– bu iki hükümet partisine yönelik hoşnutsuzluk ve öfkeyle birlikte tepkilerin yükselmemesi anormal olurdu. Tekellere ve tekelciler başta olmak üzere yandaşlarına destek sağlamakta üstüne olmayan, ama dinci ve şoven milliyetçi propagandanın gözüne vurarak etkilemeye çalışmanın ötesinde halkı dert ve talepleriyle çalışma ve yaşam koşulları bakımından zerrece dikkate almamakta kendisinden öncekilerin tümünü aratan bu hükümet ve dayanağı partilerin güç kaybediyor olmaları tamamen anlaşılır şeydir. Oynanıp yarı yarıya düşürülmeye çalışılan işsizlik, enflasyon ve zam rakamları, sözde yasaklanan ama tavan yapan işten çıkarmalar, bir kez 1000 TL’lik yardım bir yana yalnızca kredi ve borç teklifleri ama günde 39.24 TL’ye geçinme dayatması ve köprü vb. geçişlerinde tekellere vaat edilmiş hazine garantili ödemeler sürerken, muhalif belediyelerin bağış ve yardımlarının engellenmesi, eksiye düşmüş döviz rezervleri ve “kefen parası” bile tüketilmiş tamtakır bir hazineyle adım atılamaz hale gelinmesi türünden “başarıları” ile değişik bir sonuç olanağı zaten yoktu.
AKP VE CUMHUR İTTİFAKI HALA ÖNEMLİ BİR GÜCE SAHİP
Ancak hükümet partilerinin destek kaybediyor oluşları madalyonun bir yüzünü oluşturuyor. Madalyonun diğer yüzünde birbirine bağlı iki başlıca fenomen bulunuyor.
İlki şu ki, MHP tarafından desteklenen ve asıl dayanağı AKP olan tek adam hükümeti ortalama bir sıradan hükümet değil. Gelişi ortalama hükümetlerden farklı oldu, gidişinin de farklı olacağı bar bar bağırıyor. Hiç değilse ağırlıklı olasılığın böyle olduğu görülüyor. Başta sık sık kendisini açıkça ortaya koyduğu darbelerden de beslenerek uzun yıllar belirleyici söz sahipliği yaptığı rejimin “temel direği” olagelmiş askeri ve sivil bürokrasi olmak üzere, tüm devlet kademeleri ve işleyişleri olmak üzere, anayasa değişikliği de içinde, devletin yapısıyla nizamının tozunu atarak giriştiği kendisine uygun biçimde yeniden düzenlemenin sonuna gelmekte olan olağan-dışı bir hükümetle karşı karşıyayız. Yalnızca devlet yeniden düzenlenerek değil, ama elde demokratik hak ve özgürlük adına ne kalmış ve varsa, 12 Eylül ve Eylülcülerle yarışıyormuşçasına tümünün üzerinden silindir gibi geçme kararlılığında olan, faşist bir diktatörlük kurma sürecinde belirli bir mesafe kat etmiş ve saldırı düzeni almış bir hükümet var karşımızda. Bunu, attığı her adımıyla yeniden ve yeniden kanıtlıyor. Fazlasını yapabileceğini defalarca ortaya koyarak, burjuva muhalefete fiili darbelerle gözdağı vermeyi de kapsayan, ancak kuşkusuz asıl olarak işçi sınıfı ve emekçi halka karşı konumlanmış, “bu kadarı da olmaz” denilen her adımı atarak hiçbir şeyi yapmaktan çekinmemiş, nihai bir hesaplaşmayı göze almış olmakla kalmayan, ama buna hazır olduğunu uzlaşma tanımaz her adım ve tutumunda tekrar tekrar göstermiş bir iktidar bloğudur, söz konusu olan. Bu temel faktörün ayırdına varılmadan sıhhatli bir siyasal değerlendirme yapılamaz.
AKP tekelci burjuvazinin neoliberal bir partisidir, ancak siyasal İslamcı bir hareket ve örgüt üzerine oturarak hükümeti ele geçirmiştir. Partinin çekirdeği, çok sayıda tarikatla içli dışlı olan İslamcı bir merkezi gruptan oluşuyor. Kişisel ve zümresel etkilerle iç içe girmiş olan bu İslamcı grubun partinin asıl dayanağı oluşu ve yönlendiriciliği Gülen’le ittifakı kolaylaştırmış, ancak sert ayrılığın ardından aynı zeminde yürüyüşün sürmesini de mümkün kılmıştır. Kişi ve zümre çıkarları üzerinde bir ortaklık oluşu ve sonuçta farklı çıkarlara rağmen halk karşısında ortak çıkarlar etrafında birleşmesi, tek kişiye biatın yanı sıra özel mali, ticari, iktisadi çıkarların yön verdiği dünyevi uygulamalarla ideolojik “çimento” durumundaki yüceltilmiş İslam arasında oluşan uyuşmazlıklarla büyüyen mesafeler tarafından giderek zayıflatılmasına rağmen henüz az-çok dayanıklı görünmektedir. Kimsenin elinde toplumsal olgu ve etkileri ölçmeye elverir bir eczacı terazisi yoktur, ancak yine de kaba bir hesapla anketlerin günümüzde yüzde 35’e gerilediğini gösterdiği AKP oy desteğinin çok da küçük olmayan belirli bir bölümünün bu İslami etken dolayısıyla oluştuğu ve “İslami değerlerle” yönlendirilebildiği söylenebilir. Bu “çekirdek” de giderek belirli bir güç kaybına uğramakta ve zayıflamaktadır. Bir neden İslam’a yüklenmiş değer ve ilkelerle hükümetin siyaset ve uygulamaları arasında giderek daha çok açılmakta olan küçümsenmez makassa[1], bundan daha da önemlisi, kriz ve sonuçlarının İslami yoksul taban açısından da kötüleştirdiği çalışma ve özellikle yaşam koşullarının yıkıcı etkisidir. Eskiden bol keseden dağıtılan “yardımlar”ın, yönetimin elinde ve avucunda olanları tüketmesiyle kısıtlanıp eskisi gibi dağıtılamaz olmasıyla yıkıcı etkisi katlanan krizin AKP ile İslami tabanı arasındaki ilişkiyi de ciddi ölçüde sarsıp zedelemekte olduğu tartışma dışıdır. Babacan’ın DEVA Partisi net olarak olmasa bile, Davutoğlu’nun Gelecek Partisi, daha özel kişisel/zümresel çıkarların yanı sıra –bütünüyle onunla sınırlı olmasa da– AKP ile İslami taban arasındaki ilişkinin zedelenmesi üzerine oturtulmaya çalışılmaktadır. CHP’nin kuşkusuz merkezi bir yönelimi olan ve en son Ayasofya’da namaz kılma tutumuyla M. İnce’nin katıldığı E. İmamoğlu ve M. Yavaş gibi isimlerin tutumlarında yansıyan sağ muhafazakarlığa, İslam ve İslamcılığa doğru açılımlarının da tek amacı bununla sınırlı olmamasına karşın, önemli ölçüde AKP’nin bu taban üzerindeki etkisinin verdiği açıklara dayandırılarak, sözü edilen ilişkinin zedelenmesini büyütüp giderek artacağı umulan kopuşlara yöneltmeye yönelik olduğu söylenmelidir.[2]
AKP’nin, siyasal İslamcılıkla ardında pekiştirmeye verdiği önem hiç azalmayan İslami tabanın yanı sıra ırkçılık ve faşizmi de kapsayarak ve şoven milliyetçi damarı güçlendirerek harekete geçirdiği, çoğu durumda dincilikle birleşen gericilik, geleneksel olarak sağcı ve muhafazakar eğilime sahip bir tabanı etrafında toplamasını sağlamıştır ve kendisini burjuva hukuku, yasaları ve meşruiyetiyle bağlı görmeyen ve demokratik hakları saldırı konusu edinen, yayılmacı ve militarist AKP gericiliğinin temel bir bileşeni olan bu eğilim, MHP ile kurduğu ittifakın ardından daha da gelişmiştir. Dolayısıyla dinciliğin yanında bu partinin ikinci bileşeni durumundaki ırkçı, demokratik hak tanımaz, şoven milliyetçi gericilik, çeşitli sağcı gerici hükümetlerin muhafazakarlığından sert ve yoğun bir gericiliktir ki, bu, siyasal İslamcılığın yanında, bugünkü hükümeti, sıradan sayılabilecek hükümetlerden ayırt eden temel bir farklılık unsurudur. Önceki muhafazakar hükümetler İslam’ı kullanmaktaydılar, ancak AKP din istismarı yapmakla kalmamaktadır, ama siyasal İslamcı ve en küçük demokratik hakka bile tahammül göstermeyen, ırkçı, aşırı otoriter, gerici militarist bir partidir. Ancak tıpkı siyasal İslam’la tabandaki dindarın birbirinden farklı durum ve pozisyonlarında olduğu gibi, dorukların ırkçı faşist yönelimiyle tabanın geleneksel muhafazakarlığı arasındaki mesafe epey büyüktür. Geçmişte merkez sağ partiler etrafından toplanan bu geleneksel sağ ve muhafazakar eğilimli kitle, aralarında çok sayıda işçi ve emekçi olmak üzere, günümüzde gerek dini gerekse milliyetçi eğilimleri nedeniyle, siyasal İslam’la belirli bir yol alıp ana kitleyi etkisi altına almak üzere merkeze açılan AKP etrafında toplanmış, bu eğilim, yardım dağıtımlarıyla da kolaylaştırılıp güçlendirilmiştir.
Şimdi AKP’nin sosyal ve ekonomi politikalarının çıkmaza saplanmasıyla da ağırlaşan kriz koşullarında hem dindar hem de geleneksel muhafazakar tabanda kopmalar başlamış durumda. Henüz hızlı değil, ancak müdahale edilip kopma eğilimi tersine çevrilmezse hızlanacağı tartışma götürmez. Gelecek Partisi gibi, DEVA Partisi de, bu kopuşlar üzerine oturuyor ve geleceğini onlar üzerine kuruyor.
Kopuşlar, henüz kitleselleşerek hızlanmamasının yanında, destek kaybına yol açmasına ve bu kayıplar belirli bir güç kaybını da koşullamasına karşın, AKP (ve ortağının) esas olarak gücünü koruyarak henüz siyasal arenada dominant güç olmayı sürdürmesinin ikinci ve herhalde belirleyici etkeni, bu partinin desteğini yitirdikçe, gerilemesini ve güç kaybını engellemek, ama daha da çok kayıplarını zorla telafi etmek üzere saldırganlaşması ve buradan ilerlemesini mümkün kılacak araçlara sahip olmasıdır.
GÜCÜN KAYNAĞI
Karşısında ayağa kalkmış kitleler ya da kitleleri ayağa kalkmaya yöneltebilen gerçek bir siyasal toplumsal muhalefet olmayışı ya da devrimci muhalefetin zayıflığı, zar zor alternatif haline gelen burjuva muhalefetinse –halkın ihtiyaç ve taleplerini karşılamadığı için– ikna edicilik düzeyinin düşüklüğüyle tek adam yöntemini eleştirmekle yetinip karşısına dikilmekten çekinmesi, AKP ve yönetiminin gücünün dış kaynağı durumunda. Gidişat kitlelerin sokağa dökülmesine götürebilir olmasına ve az da olsa burjuva muhalefetin tasfiye edilme tehlikesinden kaçınabilmek için yüzünü halka ve mücadelesine dönebilme ihtimali bulunmasına karşın, ekonomik koşullar bakımından zayıflatıcı etkide bulunsa bile, bugünkü durum, siyasal bakımdan AKP ve tek adam yönetimini şüphesiz uğraştırmakta, attığı her adım yeni kesimlerin üstelik artarak karşısına dikilmesine götürmekte ve zayıflatıcı olmaktadır, ama henüz gücünü kırıcı değildir. Baskıyla da önü kesilmekte olan halkın mücadele düzeyinin gelişkin olmayışı ve burjuva muhalefetin acizliği dolayısıyla tek adam yönetiminin, destek kaybetmesine rağmen hala ciddi ölçüde tökezlemediği ve esasta gücünü korumakta olduğu görülmektedir.
Bir neden, AKP (ve ortağının) sıradan burjuva partiler olmayıp, hak tanımaz, aşırı milliyetçi, yayılmacı/militarist ve dinci ideolojiye dayalı partiler olmalarıdır. Siyasal biçim ve görünümleri değişse de, siyasal İslamcı hareket, küçümsenmez bir geçmişe ve tarihsel sosyal ve siyasal köklere sahip, Osmanlı’ya dayanaklık etmiş, ardından yeraltı koşullarından da geçmiş, emperyalizmin olduğu kadar burjuva gericiliği ve 12 Eylülcüler türünden faşist darbeciler tarafından desteklenip onların koltukları altında palazlanmış bir hareket ve örgütsel güçtür. Üstelik köklü dünyevi bir gelenek, örgütlenme ve güce sahip olduğu gibi, bu gücü, inananlarının inanç ve önyargılarında dayanaklar edinmiş dünyevi olduğu kadar uhrevi etkenlerle pekişmiştir. Önde gelen biri “Şeriat” olan kendi kavram ve literatürü olan ve inançlarla önyargılardan da güç alan bütünsel bir sisteme sahiptir ve hele kendi “oyun alanı”nda üstesinden gelinemeyecek bir hareket olan siyasal İslam, Türk-İslam sentezine dayalı olarak ırkçılık ve milliyetçilikle[3] de iç içe geçip AKP ve tek adam yönetiminde vücut bulduğunda, güçten düşürücü etken ve çelişmelerine rağmen, yine de belirli bir dayanıklılığa sahip bir güç oluşturuyor. O nedenle, tabandaki dindarlar üzerinde az çok istisnai etkileri bir yana, CHP’nin sağa/İslama açılışıyla, İmamoğlu’nun adının Ekrem ve bunun Muhammed’in bir sıfatı oluşuyla ve birkaç İslami gösterisiyle bir çırpıda bu gücün –bırakınız üstesinden gelinmesini– aşındırılarak değişik bir kanala aktarılıp akıtılması ancak hayal olabilir.
Çoğu partiyi, hele 18 yıldır hükümet etmekte olan bir partiyi silkeleyip dağıtabilecek nesnel koşullar ve AKP’nin izlediği bu koşulların etkilerini ağırlaştırıcı iç ve dış politikalar, yolsuzluk ve adaletsizlikler, evet eskisine göre zayıflatmıştır, ama herkes görmektedir ki “pes” ettirici bir etkide bulunamamıştır; şimdilik henüz ciddi bir güç toplayamayan iki partinin doğumuna ve –örneğin kişisel vb. başka nedenlerle birlikte– parti içinde dışarıya da yansıyan çekişme ve tartışmalara neden olsa bile, AKP’nin mihrabı az çok sağlam durmaktadır. Başta pandemiyle birleşerek giderek daha da tahammül edilemez hale gelip bu partinin tabanında da isyanları teşvik ederek bir ucundan patlamasına neden olmaya başlayan kapitalizmin krizi olmak üzere, ekonomik koşullar destek kayıplarına yol açarak zayıflatıcı rol oynarken, üzerine oturduğu, başlıca dini ve milli hamasete dayalı propaganda ve uygulamalarla ikna ediciliği güçlendirilen siyasal İslamcı, ırkçı faşist eğilimli hareket ve örgüt yapısı dayanıklılık ve direngenlikle buna karşı koymaktadır. Üstelik sözü edilen yapı, yalnızca aralarında burjuva muhalefetin teşhiri de bulunan zayıflatıcı etkenlere karşı koymanın değil, bilinen cihatçılık ve fetihçiliğinin yanı sıra göksel ve dünyevi egemenliği birleştirmeyi esas alan kadim amacıyla, çok önceden, tamamen ele geçirerek devlete bildiği nizamı verme hedefini gerçekleştirmek üzere, aktif savunma olarak saldırının ötesinde, faşist bir diktatörlük inşasının taşlarının döşendiği genel bir saldırı halindedir.
Hiçbir siyasal hareket, şüphesiz halkın onayını almadan ve bu tür bir onaylanmayı hiçe sayarak yönetemez; böyle bir kibirli tutum çöküşe götürücüdür, hemen olmasa bile kısa sürede devrilmeye varır. Bunun ayırdında olarak, bu temel etkeni başkalarından belki de daha çok Erdoğan yönetiminin hesaba kattığı ve anket üzerine anket yaptırıp verileri değerlendirerek halkın nabzını tutmaya ve adımlarını kararlaştırmaya önem verdiği bilinmektedir. Öte yandan, bu amaçla kullanabileceği argümanların giderek tükenmekte olduğu ve –hele bilinen etkileriyle bugünkü nesnel koşullarda– eskisi kadar işe yaramadığına da tanık olmaktayız. Artık ne Suriye ve Irak’la Libya’daki milli “başarılar” propagandası ne de son örneği Ayasofya olan dini ataklardan umulan büyüklükte takviye güç elde edilememekte ve giderek çıplak zor ihtiyacı ve güç kullanımı öne çıkmaktadır. Burada, gücün ikinci kaynağına geliyoruz.
Bu, devlet nizamının yenilenmesinin bir sonucu olarak, bütün “sopalar”ın tek elde toplanmış olmasının yanı sıra sıradan değil ama “aşağıdan” gelen kitlesel bir hareket ve ideolojik argüman ve dayanakları güçlü bir yapı olarak küçümsenmemesi gereken bir kitle tabanına da sahip olan iktidar iplerini elinde tutan parti ve ittifakın, kendisini ve korumasını, dinci faşist yarı-militer sivil örgütlenme ya da “sopalar”la da tahkim etmiş oluşudur.
Burjuva devletlerde sivil ve özellikle askeri bürokrasi içindeki “aykırı” örgütlenmelerin zeminini oluşturmak üzere didişme ve rekabetin sonu yoktur ki, son örneğine bugünkü yönetimle içtikleri su ayrı gitmeyen FETÖ denen yapının darbe girişiminde tanık olunmuştur. Hele tek adam yönetimi türünden aşırı merkezileştirilmiş örgütlenmeler bakımından bu rekabet kaçınılmazdır ve zor olacağı sanılıp öyle görünen bir takım iç değişim ve dönüşümler, koşulları bir araya geldiğinde üstelik büyük bir hızla oluşabilmektedir. Sudan’da Ömer Beşir’in yerini savunma bakanıyla genel kurmay başkanı etrafında oluşan ekibin alması yakın bir diğer örnektir ve bu ülkedeki gelişmelerin gösterdiği gibi bütün bir bürokrasi hiç vakit kaybetmeden yeni ekip etrafındaki yeni “düzenleme”ye ayak uydurabilmektedir.
Bu böyledir, ama bu tür gelişmeler her an gerçekleşmediği ve gerçekleşmeyeceği gibi, ancak işlerin içinden çıkılmaz hal almasına bağlı olarak düzen ve devletin bekası gözetilerek gidişatın son raddelerinde patlak verebilecek bu ihtimal bir yana, eski güç merkezlerini çözüp dağıtmış olan tek adam yönetimi, her kurum ve örgütün başına yerleştirilmiş sadık bendeleriyle duruma oldukça hakim ve tüm müdahale ve bastırma aygıtını özel çıkarları hizmetinde kullanabilir görünmektedir.
Meclis araştırması, gensoru ve yasa çıkarmada Meclis Gruplarının dakikalarla sınırlandırılmış konuşmalarının ötesinde tartışmalara olanak tanınmayan, neredeyse yalnızca çoğunluk oylamalarına dayanılarak gerçekleştirilen bir Meclis işlevselleğiyle yasamayı büyük ölçüde yürütme güdümüne alan bu yönetim, devlet işlerinin büyük çoğunluğunu cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yürütmektedir. Rejim değişikliğinin ikinci bir yönü olarak, yargının henüz kağıt üzerinde olmasa bile fiilen yürütmeye bağlanmış olduğuna, her gün –son örneği Man Adası ile ilgili olan– yeni bir mahkeme kararıyla tanıklık ediyoruz. RTÜK başta olmak ve aralarında MB, TÜİK gibileri de bulunmak üzere, bütün “üst kurullar” emre amadedir ve bu emir-komuta zinciri halkın onayının sağlanması gözetilerek kullanılmaktadır. Ancak asıl önemlileri, TSK, Jandarma, Emniyet, MİT ve Özel Harekat Birlikleri olmak üzere silahlı örgütlerdir ve buralar, dinci faşist ideoloji de kuşandırılarak ve ince elenip sık dokunan elden geçirme ve yenilemelerle –partizanlığın ötesinde– AKP ve tek adam yönetiminin gücünün bir kaynağı ve dayanağı kılınmışlardır. Uzatmak gerekmiyor. SADAT ve deşifre olmuş Osmanlı Ocakları örnekleriyle yandaş TV kanallarında üzerlerinden boşboğazlık ve gevezelik edilebilecek denli “aşağılar”a doğru yaygınlaştırılmış yarı-militer örgütlenmeler cabasıdır ve gücün ve rejimin sözü edilen otoritarizminin ihmal edilemeyecek kaynaklarındandır.
SEÇİM VE PARLAMENTONUN İŞLEVLERİ
Engels’in “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri”ne yazdığı önsözde yer alan seçimlere ilişkin ünlü görüşü bilinir.
“Bismarck halk çoğunluğunun ilgisini kendi planlarına çekebilmenin tek yolu olarak genel oya başvurmaya zorlanınca, işçilerimiz bunu hemen ciddiye aldılar ve August Bebel’i ilk, kurucu Reischtag’a [imparatorluk Meclisi] temsilci gönderdiler. Ve o günden sonra genel oyu, kendilerini bire bin kazançlı çıkaran ve bütün ülkelerin işçilerine örnek olan bir tarzda kullandılar. Genel oy Alman işçileri tarafından, Fransız Marksist programının ifadesiyle, bir kandırma aracı olmaktan çıkarılarak bir kurtuluş aracına çevrildi.
“Öyle ki genel oy bize her üç yılda bir sayılarımızı öğrenme imkanını sağlamaktan; oylarımızın düzenli bir biçimde ve beklenmedik bir hızla artması sayesinde işçilerin zaferin kesinliğine inançlarıyla hasımlarının maneviyat bozukluğunu aynı ölçüde arttırarak bizim en etkin propaganda aracımız olmaktan; kendi gücümüz ve bütün hasım partilerin gücü hakkında bizi doğru bilgiyle mücehhez kılmaktan, ve böylece eylemlerimiz için elimizde eşsiz bir miyar olarak bizi zamansız ürkeklikten olduğu kadar zamansız ataklıktan da alıkoymaktan öte hiçbir işe yaramamış dahi olsaydı –genel oydan tek kazancımız bundan ibaret dahi olsaydı, bu bile bize yeter de artardı. Oysa genel oy bundan çok daha fazlasını yaptı. Seçim ajitasyonunda, halkın bizden hala uzak durduğu yerlerde yığınlarla ilişki kurabilmemiz, bütün diğer partileri saldırılarımız karşısında kendi görüşlerini ve eylemlerini halk önünde savunmaya zorlayabilmemiz için elimizde mükemmel bir araç oldu; bundan başka, Reichstag’daki temsilcilerimiz için, parlamentoda hasımlarına ve parlamento dışında yığınlara, basında ya da toplantılarda mümkün olandan çok daha büyük bir otorite ve özgürlükle seslenebilecekleri bir platform sağladı.”[4]
Konumuz açısından gerekli yönleriyle çözümlersek şunları söyleyebiliriz. Bir; burjuva yönetimler ya da genel olarak burjuvazinin, halkın ilgisini kendi planlarına çekebilmek ve onayını almak üzere –ister zamanında, ister erken veya geç olsun– başvurdukları seçimler ve aracılığıyla oluşan parlamento kapitalizm ve burjuvazinin egemenliği koşullarında burjuvaziye ait bir olgu ya da “silah”tır. Ancak, iki; işçiler, “genel oy”a bir hak olarak yaklaşıp onu yararlı bir şekilde kullanabilir ve aldatıcı bir araçtan kurtuluşlarının bir aracına dönüştürebilirler ve böyle yapmalıdırlar ki, zaten çoğu burjuva demokratik hak ve özgürlük burjuvazinin ihsanı olarak verilmemiş, ama sömürülen yığınların parlamenter alanı da kullandıkları mücadeleleriyle kazanılmıştır. Üç; “genel oy” ve seçimler, kapitalizm ve burjuva egemenliği koşullarında, burjuva iddiada olduğu gibi –demokratik özgürlüklerin gerçekleşmesinin önünde kapitalist mülkiyetten kaynaklanan engeller bulunan[5] ve burjuva okul, cami/kilise, kışla, medya vb. aracılığıyla durmaksızın çarpıtılma işleminden geçirilme konusu olan– emekçi halkın iradesini tam olarak yansıtmaz. Dört; ne “sandık” demokratik hak ve özgürlükler ihmal edilerek tek başına bu iradenin tecelligahıdır ve ne de burjuvazinin sandıktan çıkan “irade” ile oluştuğunu iddia ve propaganda ettiği parlamento, görüntünün ötesinde, burjuvazinin egemenliği ve iktidarının kaynağı ve temel dayanağıdır. Beşincisini de biz ekleyebiliriz ki; seçimler ve parlamento, bu ikisini görüntünün görüntüsü kılmak ve belki de müzeye kaldırmaya, örneğin bir faşist diktatörlük kurmaya yönelmiş hükümetler karşısında yararlanılabilir bir “silah” olmanın ötesinde, bugün olduğu gibi politik bir önem kazanabilir; ancak bu, ilk dört maddede sayılanları geçersizleştirici bir rol oynayabileceği ve kendine güvensizlik ve çekingenlik ya da kapitalist düzen ve burjuva devletin işlev eksilme veya kaybından kaçınma türünden “beka” içerikli herhangi gerekçelerle gözlerin seçim ve sandıktan başka şey görmez olmasını haklı kılabileceği anlamına gelmez. Üstelik Engels’in döneminden farklı olarak burjuva demokrasisinin iyice güdükleşerek çok daha biçimsel hale geldiği günümüz sermaye dünyasında, parlamento dışı mücadeleler göz ardı edilerek, seçimler üzerine sağlıklı ve verimli bir tartışma hiç yürütülemez.
Burjuvazinin egemenliğinin asıl dayanağı sermayenin gücü ve egemenliğidir. Burjuvazi, bütün temel üretim ve dolaşım araçlarının mülkiyetine sahip bir sınıf olarak, öncelikle iktisaden egemendir. “Sopa” olarak burjuva devlet ise, iktisadi egemenliğin dış ya da siyasal koşullarını sağlar ve bu egemenliği garanti eder. Ve bilinir ki, burjuva devlet, asıl olarak iki temel kurumuyla siyasal olarak sınıf iktidarını gerçekleştirir: militarizm ve bürokrasi. Bu ikisini tamamlayan diğer ikisi, devletin finansmanını sağlayan maliye ile bütün egemen siyasal uygulamaları onaylanan hukuk ve aracı olarak yargıdır. Burjuva fraksiyonlar arasındaki siyasal rekabet ve mücadelenin arenası olmanın ötesinde, burjuvazi açısından emekçilerle arasındaki ilişki bakımından parlamentoya düşen ise, görüntüyü kotarmak; ve halkın, “iradesi”nin belirtisi olan “oyu”yla belirlediği “vekilleri” aracılığıyla “kendi kendisini yönettiği” ve böylelikle –kuşkusuz burjuva içerikli– “demokrasi”nin işlediği yanılsamasıyla avunarak burjuva egemenliğinin devamına onay vermesini sağlamaktır. İktidarın asıl kaynağını görünmez kılmak amacıyla örtü görevi görme ve halkın “ben yönetiyorum” zehabına kapılması için aldatılması işlevi dolayısıyla, parlamentolar, örtü görevine atıfla –kapitalist egemenliğin edep yerini örten– “incir yaprağı” ve ülkelerin kendisi aracılığıyla yönetildiği intibaı verilmesi için sonu gelmez gevezelikler olarak düzenlenmiş uzun tartışmalara atıfla “domuz ahırı” olarak tanımlanagelmiştir.
Ancak militarizm ve bürokrasinin devletin iki temel kurumu olduğu gerçeği, seçilip gelerek parlamentolarda çoğunluk oluşturmuş parti ve kurduğu hükümetlerin işinin militarist ve bürokratik “koridor” ve kulislerde saptanan politikalara halk indinde onay sağlamakla sınırlı işleve sahip basit oyuncaklar oldukları anlamına gelmeyeceği gibi, halk kitleleriyle ilişkiler bakımından önemli roller üstlenmedikleri anlamına da gelmez. Dolayısıyla işçi sınıfı ve emekçiler bakımından parlamentolarda liberal reformist ya da dinci ve ırkçı faşist partilerin hangisinin etkin olduğu ve olacağının hiçbir öneminin olmadığı da ileri sürülemez.
Kapitalist ülkelerde iktidarın, seçimlerin araçlık ettiği “halk iradesi” ile belirlenen parlamentonun elinde olduğu ve parlamentoda oluşan çoğunluğa dayalı olarak kurulan hükümetler tarafından yürütüldüğü aldatmacasının prensip edinilip uygulanması, burjuva demokratik partilerin başlıca işlevidir.
Demokratik ya da değil tüm burjuva partiler, halkın onayının elde edilmesi bakımından bu “oyun”a önem verir; –güdükleşmiş olsun olmasın– olağan (burjuva) demokratik koşullarda bu “oyun”un halk iradesince kararlaştırıcısı olduğunu ileri sürdükleri seçimlerde birbirleriyle yarışırlar. İşçi sınıfının seçimlere ve parlamenter süreçlere katılmayı reddetmeyip buraları yararlanmak amacıyla politik mücadelesinin alanları olarak ve üstelik önemseyerek kullanması, seçimler ve burjuva parlamentoların bu işlevini değiştirmez; ancak bu yarış, 4 ya da 5 yılda bir ülkeyi burjuvazinin hangi kesimi ya da fraksiyonunun, diğer bir deyişle hangi siyasal parti ya da partiler koalisyonunun yöneteceğinin kararlaştırılması açısından da bir ihtiyaçtır. Her alanda rekabetin kural olduğu kapitalist toplumda, burjuva siyasal partiler arasındaki ilişkinin düzenlenmesi kadar çok sayıda burjuva partisinden hangisinin ülkeyi yöneteceğinin belirlenmesinin –kuşkusuz burjuva demokrasisinde– başka yolu yoktur. Seçimler, bakanlık koltukları ve onlarla birlikte sorumluluk alanlarındaki devlet olanaklarının “arpalıklar” olarak kullanılmak üzere bir süreliğine “ganimet” sayılıp kimin tarafından kullanılacağını da kararlaştırmanın aracıdır. Tabii ki burjuva demokrasisinde.
Seçimlerin, kendi başlarına, üzerlerinden gelişebilecek başka süreçlerle başka dinamikleri tetikleyici rol oynayabilme olasılıklarının ötesinde, ancak burjuva kesim, fraksiyon ve siyasal partiler arasındaki ilişkilerde, belirgin olarak hangisinin yöneteceği konusunda değişikliklere yol açabileceği, ama parlamentoların burjuva egemenliğinin gerçekleştiği başlıca ve temel kurumlardan olmaması nedeniyle, bunların burjuvazinin sınıf egemenliğini sürdürüp sürdürememesi konulu değişimler değil, yalnızca düzen içi değişiklikler olabileceği tartışma götürmez. Bu, parlamenter mücadelelerin gerek burjuva demokratik gerekse sosyalist içerikli farklı dinamik ve mücadeleleri tetikleyip geliştirebilmesiyle[6] işçi sınıfının parlamenter mücadeleye ve burjuva parlamentolarına katılmasının ve bu aracı kullanarak elde edebileceği kazanımların önemini azaltmaz; ancak gerçek budur. Ve bu yazı bakımından bir dipnot olarak düşülmesi gerekli olan, parlamenter mücadele ve parlamentolara katılımın işçi sınıfına kazandıracakları tartışılabilir olmamakla birlikte, bu yolla “barışçıl bir geçiş” ve işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesi olanağının olmadığıdır. Sınıf partilerinin parlamenter hayallere kapılmasına yer yoktur. Bu yönüyle son acı ders, Şili’deki Allende deneyi ve 1973 A. Pinochet darbesidir.
SEÇİMCİ YAKLAŞIM SONUÇ ALICI MIDIR?
Sonuç alıcı olduğu tarihsel birikime bakıldığında görülebilir. Sermaye egemenliği altında faşist ve Suudilerinki türünden koyu monarşist dinci vb. olanları dışta tutulursa olağan burjuva partilerin asıl olarak parlamenter partiler oldukları ve günümüze dek seçimler aracılığıyla çok sayıda hükümet değişiklikleri olduğu bilinmektedir. Ancak, şerh düşülmelidir ki bu olağan koşullarda böyledir. Öte yandan faşist diktatörlüklerin varlığı koşullarında, burjuvazinin ihtiyacının kalmamasına bağlı olarak Franko sonrası İspanya ve 12 Eylül’ün ardından Türkiye’de yaşandığı türden çoğu kez güdümlü değişiklikler ve halk mücadelelerinin baskısı, ayaklanmalar ya da ayaklanma tehditleriyle darbeler alarak çözülme sürecine giren ya da kurulmasının önü kesilen faşist diktatörlüklerin son darbeyi bu özel koşulların ürünü seçimler yoluyla alması bir yana, seçimlerle faşist hükümetlerin devrildiği görülmemiştir.
Bu, istisnai ulusal ve uluslararası koşullar bir yana bırakılırsa, faşist diktatörlükler kurulmuş ya da kurulmakta olsun, sıra dışı ve –ne kadar demokratik olduğu önemli olmadan, gericiliğinden kuşku duyulamayacak– burjuva demokratik olanlardan farklı karakterde[7] faşist hükümetler söz konusu olduğunda da doğrudur ve tartıştığımız Türkiye örneği bakımından da geçerlidir.
Küçümsenmeyecek sayıda seçim başarıları kazanmasına rağmen, başında Erdoğan’la AKP, pratiğinde görüldüğü gibi[8], seçimler, parlamento ve burjuva demokrasisiyle kaim olmayan sıra dışı bir partidir. CHP’nin bu partiye yönelik eleştirel söylemine bakıldığında bile, hak, hukuk ve adalet tanımayan, dolayısıyla her şeyden önce hukuk önünde eşitlik olan burjuva demokrasisiyle ilişkili olmayan bu partinin, işçi ve emekçilerden başlayarak çıkar karşıtlığı ve uyuşmazlığı halinde olduğu, kendisine ve politikalarıyla uygulamalarına biat etmeyen muhalifleriyle de sınırlı olmadan yurttaşların en sıradan haklarını dahi tanımadığı ortadadır.
Burada, burjuva demokrasisini, yalnızca burjuvalar bakımından kimin yöneteceğinin kararlaştırıldığı bir parlamenter “oyun” olmanın ötesinde, yine yalnızca sermaye sahibi burjuvalar için gerçekleşme olanağı bulunsa ve dolayısıyla sadece onlar için olsa da, demokrasi yapan temel faktöre geliriz: demokratik hak ve özgürlükler sorunu. Bir burjuva devletin biçiminin demokratik olup olmadığını kararlaştıran demokratik hak ve özgürlüklerin geçerli olup olmadığıdır ve burjuva demokrasisi, diğer yönetim biçimlerinden bu hakların varlığıyla ayrılır. Demokratik hak ve özgürlüklerin onaylanıp onaylanmaması, aynı zamanda, herhangi siyasal partinin de demokratik olup olmadığının ölçütüdür.
Bu açıdan yaklaşıldığında, Türkiye ve AKP’nin, tek adam yönetiminin demokrasiyle ilgisizliği tartışılır gibi değildir.
Ama bu doğruysa, ki burjuva muhalefetin görüşü de bu doğrultudadır, bundan çıkarılacak sonuç; tüm demokratik hak ve özgürlükleri çiğneyerek faşizmi kurmakta olan tek adam yönetiminin karşısına “seçim de seçim” deyip gözler sandıktan başka bir şey görmemecesine ısrarın, yok “zamanında olacak”, yok “AKP bu kriz koşullarına dayanamaz erken olacak”, yok en son dillendirilmeye başlandığı üzere “2021 Martı ya da seçim yasasının değiştirilmesinin üzerinden bir yıl geçmesi beklenerek Ağustosunda erken seçim” diye hayaller görmenin alemi yoktur! AKP ve ortağının bugünkü koşullarda, kaybedecekleri apaçık belli olan bir seçime gitmeyi tercih etmeyecekleri ve etmedikleri ortadadır.
Sandık ve seçimler, tabii ki olmasın değildir. Oyunun kuralları değiştirilmeden seçimlerin yapılması ve hele AKP’nin sandıktan mağlup çıkarak pılısını pırtısını toplayıp gitmesi tabii ki çok iyi olurdu. Ancak AKP ile ortağı aptal değiller ve yenilgiyle çıkacakları bir seçime gidilmesini tercih etmelerini beklemek saflık olur. Bu ve AKP’nin sürekli olarak attığı saldırgan adımlar dikkate alınmayarak, özgürlük mücadelesi verilmeksizin bir seçim ve dolayısıyla AKP karşısında kazanılacak kolay bir galibiyet beklentisinin gerçekçi olmadığını söylüyoruz. İtirazımız, bu nitelikte bir hükümet karşısında, “leylekten başka kuş tanımayan” ve sokak başta olmak üzere tüm mücadele ve örgüt biçimlerini dışlayarak “tek yol seçim” olarak ortaya konmuş seçimci yaklaşımadır. Oysa mali sermaye ve tekeller dışında kalan bütün sınıf ve tabakalarla[9] tüm hak ve özgürlüklerine saldırı halinde olan, kendininkinden başka kimlik tanımayarak, Alevi, Kürt, kadın, gençlerin ve toplumun ezilen kesimlerinin çıkar ve taleplerini hiçe sayan; ifade, düşünceyi yayma, basın yayın, toplantı ve gösteri, örgütlenme, kendini savunma, hukuk önünde eşit muamele görme, bağımsız ve tarafsız mahkemelerde yargılanma, yaşanabilir bir çevre ve hatta düpedüz yaşam hakkına karşı savaş açmış bir hükümetle, bu hakları sahiplenip savunmanın mücadelesi verilmeden ve asıl olarak demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasını eksen alan bir mücadele yürütülmeden, yalnızca ve sadece sandıkta hesaplaşılabileceğini varsaymak, sonu başından belli –hüsran– bir mücadele ya da aynı anlama gelmek üzere bir mücadelesizlik çizgisi savunmak demektir.
Üstelik, AKP ve ortağı, kitle desteklerinin zayıfladığını görerek, şimdiden, rakip burjuva muhalefetin altında bir oy oranıyla olsa bile seçim kazanabilmenin hesabını yapmaktadır. Bahçeli seçim yasasını değiştirme hazırlığında olduklarını açıklamıştır ve yasalaşan son Baro Yasası değişikliği seçim yasasında ne tür eşitliksizlikler yapabileceklerinin kanıtı durumundadır. Yine, tekrarlanan 2015 Genel ve 2019 İstanbul Yerel Seçimleriyle 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu, savaşa başvurma, olmadık gerekçelerle yenilgiyi kabullenmemeler ve geçersiz oyların geçersiz sayılması dahil, her yol ve yöntemi kullanabildiklerinin örnekleridir.
Sandık ve seçimlerin, kapitalizm ve sermaye egemenliği koşullarında burjuvazi bakımından denenmiş güvenilir araçlar olmaları nedeniyle, burjuva muhalefetçe bunca yüceltildiği anlaşılmaz değildir. Başta “devlet kurucusu olmak”la övünen CHP olmak üzere burjuva muhalefetin burjuva düzen sınırlarının içini mekan tutup, AKP ile mücadeleyi, sandık ve seçimlerden de yararlanarak kendi bağımsız politik mücadelesini ilerletebilecek işçi sınıfı ve emekçi halkı uzak tutmaya çalıştıkları bir burjuva partiler arası ve düzen içi hesaplaşma olarak geliştirmeye yönelik bir politika izlediği görülüyor ve bu anormal değil. Toplamsal mücadeleyi “AKP ile mücadele”den ibaret bir mücadeleye indirgeyerek sandığa hapsetmeye yönelik vurgularının belirleyicisi, şüphe yok ki, muhalefetin 1) kapitalizmi ve burjuva devlet egemenliğini her şeyin üstünde tutan burjuva karakteriyle 2) işçi sınıfı ve emekçi halkın siyasete müdahale ederek mücadelenin kapsamını genişletmesi ve emek ve özgürlükler mücadelesi olarak, tekellere ve mali sermaye egemenliğine karşı düzeni hedef alan bir mücadeleye dönüştürmesinden duyduğu korkudur.
Ancak çaresi yoktur: Güncel olarak, oy oranları bakımından değil, ama gerçek güç ilişkileri bakımından AKP karşısında gücü yetersiz kalan burjuva muhalefetin, tamamen anlamsız hale getirilmek üzere yasası eşitsizliğe dayandırılarak değiştirilecek bir seçimden kaçınarak, bugünkü koşullarıyla bir seçimin yapılması amacına ulaşması bakımından bile, emekçilere ve mücadelelerine başvurmaya ihtiyacı var. Emekçiler ve mücadeleleri olmadan ve burjuva muhalefet, yüzünü onlara dönmeden, kazanacak gibi görünmüyor. Tek adam yönetiminin seçim ve siyasi partiler yasası da içinde olmak üzere yapmayı öngördüğü değişikliklerle halkın mevcut sistem içinde bile tercihte bulunmasını engellemeye ve seçim sonuçlarını tersyüz etmeye yönelik girişim ve saldırılarının devam edeceğini söylemek için kahin olmak gerekmiyor. Tekelci burjuvazinin çıkarları yeterince ve dayanak durumundaki tekellerle eşit düzeyde gözetilmeyen geleneksel kesimlerinin de “saray”a boyun eğdiğinin görüldüğü günümüz koşullarında, bu girişim ve saldırıların püskürtülebilmesinin tek yolu, halkın harekete geçirilmesi ve mücadelesi olabilir.
Ancak işçi ve emekçilerin siyasal mücadeleye müdahale ihtiyacı, yalnızca burjuva muhalefetin AKP karşısındaki başarısının önkoşulu olarak anlaşılamaz; asıl çoktan katlanılmaz hale gelen kapitalist sömürü ve zorbalıktan kurtulmak için işçi sınıfı ve emekçilerin mızrağın sivri ucunu tek adam yönetimine yöneltecekleri bir özgürlükler mücadelesine ve bu amaçla gidişata müdahale edip el koymak üzere siyaset sahnesine çıkmaya ihtiyaçları var. Devrimci sınıf partisine düşen sorumluluk buna ön ayak olmaktır.
Bugüne kadar tek adam yönetimi ve izlediği iç ve dış politikalardan hoşnut olmadığı gibi, onu zayıflatıp güçten düşürme olanaklarına sahip olan ama bu olanakları tam olarak kullanmayan iç ve dış sermaye güçleri, emperyalist büyük devletlerle işbirlikçisi yerli tekel grupları tabii ki yok değildir. Yerli ve yabancı unsurlarıyla uluslararası burjuvazinin bu tutumu koşullar ne olursa olsun değişmez ve devam edecek değildir, değişebilir, ama bu değişikliğin pek çok etkene bağlı olduğu da tartışılmaz. Öte yandan gündeme gelmeleri durumunda, bu değişikliğin, sınıfın mücadelesini yedekleyerek saptırma olasılığı kadar, sınıfın bu yöndeki bir değişiklikten yararlanarak mücadelesini geliştirmesi olasılığından asıl olarak hangisinin etkeni olacağını o günkü somut nesnel ve öznel koşullarla verili güç ilişkileri belirleyecek ve sınıf partisi de ortaya çıkmaları halinde bunları değerlendirip gereğini yapacaktır. Ancak altı bir kez daha kalın olarak çizilmelidir ki, sürekli saldırı konusu olan son derece güdükleşmiş mevcut hak ve özgürlükleri koruma ve genişletmenin, yeni kazanımlar elde ederek bunları güvenceye almanın tek yolu, işçi sınıfı ve kent ve kırın emekçilerinin kendi hak ve talepleri için, seçimleri de kapsamak üzere, hayatın her alanında kitlesel mücadelesinin gelişmesi ve bu mücadelenin geliştirilmesinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir siyasal tutum alınmasıdır.
[1] Hele giderek zorlaşan yaşam koşullarının daha da batıcı hale getirerek tepkilerin artmasına yol açtığı saraylar ve Diyanet’in de dahil olduğu lüks araba merakıyla emre amade ondan fazla uçak, helikopter vb. ile yukarıdan aşağıya İslami zenginlerin şatafatlı yaşamı, yanına “etraf” kayırma ve yolsuzluklar da eklenerek, “düşürdüm, düşürüyorum” laflarına rağmen süregiden faizcilikle bir arada ele alındığında, ilkesinin “bir lokma bir hırka” olduğu söylenen “kitaptaki” İslami değerlerle çelişmekte ve bu gidişat, İslamcılığın etkileyip sürüklediği tabandaki samimi dindarları olumsuz etkilemekte ve hem inançlarını hem de AKP’ye verdikleri desteği sarsıcı olmaktadır.
[2] Yönelik olmasına yöneliktir; ancak “yel kayadan ne aparır?” Azeri atasözünde olduğu gibi, bu açılımla, ihmal edilebilir olanın ötesinde ciddi kazanımlar elde edilmesi olası değildir, çünkü hiçbir şeyin aslı varken taklidi para etmez. Tersiyse olası olmakla kalmaz kaçınılmazdır; CHP’nin de el vermesiyle, AKP olmasa bile, genel olarak İslamcılık güçlenir. AKP ile İslamcılık yarışına çıkmak ve buradan parsa toplamayı ummak, tabanını kazanma arayışının en olmayacak, ama arayışçısını gericileştirecek yoludur. Ayasofya’nın cami yapılması kararıyla elleri ayaklarına dolanan ve M. Kemal’e yöneltilmiş “ihanet” suçlaması karşısında bile üç gün ağızlarını açamaz olan, AKP’yi İslam’a da açılarak sağdan kuşatmaya çıkmış CHP’liler, daha bir de Halifelik ve Şeriat dendiğinde ne yapacaklarını bir düşünsünler! Eğer siyasal İslam’la İslami taban arasındaki mesafenin açılması isteniyorsa, bunun yolu, İslamcı muhafazakarlığa heves etmek değil ama “Karun İslam” ve İslamcılıkla “Çulsuz İslam”ın karşı karşıya gelmesini sağlamak üzere, AKP tabanındaki yoksul dindarların dini inançlarına değil, ama çalışma ve yaşam koşulları ve geçim durumlarıyla saray ve malikanelerinden çıkmayıp ellerini sıcak sudan soğuğuna sokmayan yöneticilerin saltanatları arasındaki uçurumu görünür kılmaya yönelik seslenişler yapılmasıdır.
[3] Öte yandan, 2015’te tırmanışa geçen bu Türkçü yönelimi, aynı zamanda onun bir açmazı durumunda da. Yalnızca seçimler açısından “oy” ihtiyacı olarak şekillenmeyen, ama doğu ve güneydoğuda bir güç olmasını sağlayan Kürt nüfus içinde ciddi dayanaklara sahip olması arzusuyla çelişen bu yönelimin AKP’nin gerçek ihtiyaçlarıyla ve öyleyse ırkçılığın İslam’la ne ölçüde bağdaştığı AKP içinde de bir tartışma konusu, ancak AKP’nin bugünkü politika ve tutumunun aşırı milliyetçilik yüklü olduğu yadsınamaz.
[4] Marks Fransa-da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 May Yayınları.pdf, sf. 22-23
[5] Güdüklüğünün ötesinde burjuva egemenliği koşullarında basın özgürlüğü olduğunda da işçiler gazete ve TV yayıncılığı yapmada olağanüstü zorlanırlar; toplantı özgürlüğü olduğunda da bütün salonlar burjuvazinin elindedir ve fahiş fiyatla kiralanır; örgütlenme özgürlüğü var olsa bile, işçiler örgütlenmeye ancak ücretlerinden kısarak oluşturdukları son derece kısıtlı bütçeler ayırabilirler… vb.
[6] Tersinin de olanaklı olduğu ve aynı zamanda güçten düşürüp bastırılmalarının da etkeni olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır
[7] Burada, burjuva demokratik parti ve hükümetlerin faşist olanlara dönüşebilmeleri ve çeşitli demokratik hükümetlerin faşizmin önünü açan gerici politika ve uygulamaları sorunlarını ihmal ediyor ve tartışma dışı tutuyoruz.
[8] Üstelik yalnızca pratiğiyle görülmekle kalmamaktadır. Erdoğan’ın, 1996’da, henüz belediye başkanıyken söylediği, “Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır. Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız… ” ve “Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz.” (Milliyet, Nilgün Cerrahoğlu’na röportaj, 14 Temmuz) şeklindeki sözleri bilinmektedir.
[9] Durumun bu noktayı geride bırakarak, öteden beri tekelci burjuvazinin muhalefetine de imkan tanımama yönünde geliştiği bilinmez değildir. Koç’un elinden Milgem ihalesinin A. Doğan’ın elinden medyasının dayatmalarla alınması ve bilindik tekel grupları dışında hiçbir tekel grubuna devlet ihalelerinden zırnık koklatılmaması ekonomiye ilişkin örneklerken, CHP ve İyi Parti tandanslı gazetecilerin hiç yoktan sebeplerle hapsedilmeleri, CHP’li vekillerin vekillikleri düşürülerek aynı akıbete uğramaları, Kılıçdaroğlu’nun tazminat davalarıyla milyonlarca liraya mahkum edilmesi ve bizzat Erdoğan tarafından CHP zihniyetinin tasfiyesinin dillendirilmesiyse ilk akla gelen siyasal baskı örnekleridir.