Ender Şiar Argın

‘Eleştirel Kuram’ ya da ‘Eleştirel Toplum Teorisi’, Frankfurt Okulu teorisyenlerinin “kapitalist toplumun ideolojik eleştirisi” olarak tarif ettikleri yorum ve teorilerinin, bu şekilde anılmasını tercih ettikleri isimdir. 1923’te Frankfurt’ta kurulan Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü altında bir araya gelen bir grup teorisyen ve felsefi görüşlerinin yarattığı ekol, bugün Frankfurt Okulu adıyla anılıyor. Kuruluşundan bir asır sonra dahi kendisini Frankfurt Okulu’na mensup sayan birçok akademisyen, sosyolog, sanat-edebiyat eleştirmeninden söz edebilmek, Frankfurt Okulu’nun ana hatlarının bugün tekrar hatırlatılmasına dair bir ihtiyacı öne çıkarıyor.

Eleştirel Toplum Teorisi’ni, Theodor Adorno, Max Horkheimer, kısmen de Herbert Marcuse özelinde ele almak, ortaya çıkış koşullarını yeniden hatırlamak, başarısız bir girişim olan ‘değiştirici’ bir toplum teorisi olma iddiasını, yarattığı etkiyi ve görkemli çöküşünü incelemek bu yazıdaki temel amacımız olacaktır.

Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü 1923’te kurulmuş, 1924’te de çalışmalarına başlamıştır. Enstitünün ilk yöneticileri arasında Felix Weil, Friedrich Pollock ve Carl Grünberg sayılabilir. Yazının konusu ve kapsamı gereği Grünberg sonrası, yani Horkheimer’ın yöneticiliğe getirildikten sonraki dönemi (1930’lar ve sonrası) inceleyeceğiz. Ancak Weil ve Grünberg’in enstitünün amaçları ve çalışma yöntemlerine ilişkin konuşmaları ve ilk yazıları Frankfurt Okulu’nun iddiasını anlamak açısından önemlidir. Öyle ki Weil enstitünün genel eğilimini özetleyen ilk belge olarak tarihe geçen ‘Toplumsal Araştırmalar Enstitüsünün Oluşturulmasına İlişkin Memorandum’da kurumun esas hedefini, ekonomik temelden kurumsal ve düşünsel üstyapıya kadar, “bütünselliği içinde toplumsal yaşamın bilgisi ve kavranması” olarak açıklar.[1] Grünberg ise yönetici pozisyonuyla yaptığı açılış konuşmasında enstitünün Marksizme olan ilgisini açıkça ortaya koyar. “Marksizmin yandaşlarından” olduğunu kabul etmekte sorun görmeyen, enstitünün öncelikli amacını “her şeyin ötesinde, işçi sınıfı hareketinin incelenmesi ve sunulması” olarak ortaya koyan Grünberg, “sorunlarımızı çözmede anahtar olarak öğretilen yöntem Marksist yöntem olacaktır” diyerek enstitünün tarihsel materyalizme (ve toplamda Marksizme) olan ilgisini vurguluyordu.[2] Ancak Weil de Grünberg de -Horkheimer sonrası dönemde açıkça kanıtlanacağı gibi- Eleştirel Toplum Teorisi’nin güncel politika ve toplumsal pratikle olan bağını oldukça belirsiz bırakıyordu. Hatta Weil, çalışmaların “parti politikasına ilişkin düşüncelerden bağımsız” ilerleyeceğini vurgularken Grünberg de benzer şekilde enstitünün Marksizm ile kurduğu ilişkinin “bir parti politikası anlamında olmayıp, kesinlikle bilimsel bir anlamda” olacağını söylemeyi ihmal etmiyordu.[3] Bir ‘toplum teorisi’ olma iddiasının gerçekleşememesinin en temel sebebi olan teori-pratik bağının kurulamaması Frankfurt Okulu’nun en önemli paradoksu olarak karakteristik bir nitelik taşır. Yazının ilerleyen bölümlerinde bu ‘kopukluğun’ nedenleri incelenecek, Eleştirel Toplum Teorisi’nin bir ‘toplum’ teorisi olma girişiminin başarısız sonuçlandığı iddia edilecek, akademik-üstyapısal niteliği vurgulanacaktır.

HORKHEIMER SONRASI DÖNEM

1931’de resmen enstitü müdürü olarak atanan Horkheimer tanıdık bir başlıkla açılış konuşması yaparak Frankfurt Okulu’nun temel amaçlarını ve iddiasını yineler: “Toplum Felsefesi’nin Bugünkü Durumu ve Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün Amaçları.” Konuşmada Horkheimer ortak çalışmanın güncel ve düşünsel sorunlar etrafında örgütlenmesi gerektiğini vurgular. “Bir bütün olarak insanlığın tüm maddi ve manevi kültürünü kapsamak” hareket noktasıdır. Eleştirel teorinin odaklandığı soru Horkheimer tarafından şöyle ilan edilir:

Belirli bir toplumsal grup içinde, belirli bir tarihsel dönemde, söz konusu grubun ekonomik rolü, bireylerinin ruhsal yapısındaki değişmeler ve bir bütün olarak söz konusu grup üzerinde biçimlendirici etkiye sahip toplum ürünü olan düşünce ve kurumlar arasında ne gibi bağıntılar kurulabilir?[4]

Okulun Horkheimer tarafından atılan temelleri Marksizme oldukça ‘sadık’ görünüyordu. Hatta Marksizmin -tarihsel materyalist dünya görüşü, ekonomik ilişkilerin son tahlilde belirleyiciliği vb.- önemli dayanakları benimsenip eleştirel kurama ‘içsel’ ve ‘yapısal’ bir konum olarak atfedilmeye çalışılıyordu. Toplumsal gerçekliğin ‘yetkin’ bir kavranışı açısından ‘ekonomik altyapı’nın incelenmesi gerekliliği zorunlu bir yöntem olarak ifade ediliyordu. Toplumu inceleme amaçlarında başvurulacak tek yetkin yöntemin Marksizm olduğu konusunda Horkheimer’da bir soru işareti yok gibidir. Ancak toplumu açıklamak için geliştirilen eleştirel teori Grünberg ve Weil’de olduğu gibi akademik ve felsefi sınırlılıkları aşmaktan uzaktır. İçsel bir dina

mik olarak geliştirilmeye çalışılan Marksizmin ‘dünyayı değiştirme eylemi’yle olan ilişkisi çoğunlukla görmezden gelinir.

GELENEKSEL TEORİYE KARŞI ELEŞTİREL TEORİ

1937’de Frankfurt Okulu’nun manifestosu sayılan ve Horkheimer tarafından kaleme alınan “Geleneksel ve Eleştirel Teori” isimli makalede enstitünün temel amaçları yinelenir ve Eleştirel Toplum Teorisi bu makalede genel hatlarıyla formüle edilir. Aynı makalenin dipnotunda Horkheimer ‘eleştirel’ kavramının Kantçı bir eleştirellik anlamıyla kullanılmadığını vurgular, “tam olarak, saf aklın idealist eleştirisi anlamında değil, ekonomi politiğin diyalektik eleştirisi anlamında” kullanıldığını açıklama gereği duyar.[5] Horkheimer’ın ‘geleneksel teori’ olarak formüle ettiği teorilerin saf bir entelektüel faaliyet olarak görülmesi ve eleştirel teorinin geleneksel teorinin yapamadığı pratik faaliyetin (sınıf mücadelesinin) parçası olma iddiası aynı manifestonun önemli noktalarından biridir. Teori kavramının özerkleştirilmesi Horkheimer’a göre ideolojik, şeyleşmiş, tarih-dışı bir kategori meydana getirir. “Toplumun bir bütün olarak dönüşümünü zorlayan […] teorinin dolaysız sonucu, bağlı olduğu savaşımın kesinleşmesidir.[6] Teorinin, ‘eleştirel’ olmanın yanında ‘muhalif’ olma iddiası, söz konusu sınıf savaşımına ‘bağlı’ olup olmamasındaki tutumuyla açıklanır. Horkheimer’ın kavrayışında geleneksel teori ile eleştirel teoriyi birbirinden ayırt eden nokta, teorinin toplumsal yeniden üretime yardımcı olup olmadığına veya bunun tam aksine onu yerle bir edip etmemesine göre belirlenir. Bu eleştirel tutumun esas amacı da ‘mevcut toplumsal pratiği’ aşmak, yani mevcut toplumsal düzeni değiştirmektir. Eleştirel kuramcı “tek kaygısı sömürüsüz topluma yol açacak bir gelişmeyi yükseltmek olan kuramcıdır.[7]

Horkheimer’a göre geleneksel teori pozitivizmin sınırlılıklarını aşmaktan uzaktır. Geleneksel teorinin temel tezleri ve aşırı felsefi tarzı, uzmanlaşmış bilimlerden, özellikle de pozitif bilimlerden kaynaklanır ve yine onlara uygulanır. Bu nedenle geleneksel kuram insanla ilişki kurmaktan uzaktır. Böylece bilimin toplumsal alandaki işlevi bir yanılsamaya sebep olur. “[…] bu tasarımda bilimin gerçek toplumsal işlevi, kuramın insan varoluşunda ne anlama geldiği değil, sadece tarihsel koşullarda içinde üretildiği yalıtılmış alanda ne anlama geldiği görünür. Oysa hakikatte, toplumun yaşamı, değişik üretim dallarının toplam çalışmasından oluşur.”[8]

Burada Frankfurt Okulu’nun en çok üzerinde durduğu meselelerden ‘pozitivizm eleştirisi’ne yüzeysel de olsa değinmekte fayda var. Frankfurt Okulu teorisyenlerine göre pozitivizm, ‘doğru’ bir toplumsal yaşam kavrayışına ulaşamayan yetersiz bir yaklaşımdır. Ayrıca yalnızca var olan olguyla ilgilenmek, pozitivizm açısından mevcut toplumsal düzeni onaylama mevzisini ifade eder, herhangi bir toplumsal dönüşümü engeller ve bir ‘tahakküm’ biçimine ve onun yeniden üretimine katkı sağlar. Pozitivizmin bu bağlamda eleştirisi Frankfurt Okulu üyeleri açısından ileride tekrar değineceğimiz gibi, “geç kapitalizm”, “araçsal akıl”, “kapitalist rasyonelleşme” eleştirileriyle birleşir.

Therborn’a göre eleştirel teori, topluma ve insana bakışıyla, Alman idealizmi ile olan uyumunu açıkça ilan eder. Çünkü pozitivizm -ya da geleneksel teori- faaliyet halindeki insanları mekanik belirlenimcilikteki olgular ya da nesneler olarak görürken eleştirel teori tam karşısına konumları; insan tarihin öznesi ve yaratıcısı olarak görülür. Aslında eleştirel teorinin doğruluk kavrayışı da klasik Alman felsefesiyle aynıdır. Horkheimer’a göre doğruluk insan gerçekliğinin özünde içerilen metafizik bağlamında nesneldir; ‘doğru istenç’ ve ‘doğru düşünme’, doğru bir toplumsal teorinin temelidir. Horkheimer’dan bir alıntıyla bu uyumu tarif etmek yerinde olacaktır:

[Eleştirel Teoriye] göre, yalnızca bir doğru mevcuttur; dürüstlük ve tutarlılığın, rasyonelliğin, barış arayışının, özgürlük ve mutluluğun olumlu teyidi öteki kuramlar veya pratiklerle aynı anlamda tartışılmamalıdır.[9]

Therborn, epistemolojik bakış açısıyla ele alındığında eleştirel ve geleneksel teori arasındaki farklılığın, klasik felsefe ve modern bilim arasındaki farklılığa dönüştüğünü ifade eder. Eleştirel teorinin epistemolojik temeli de Therborn’un ifadesiyle ‘metafiziksel bir hümanizm’den başka bir şey değildir.[10]

EKONOMİ VE KAPİTALİZM ELEŞTİRİSİ

Bir sonraki yazıda Adorno ve kültür kuramı özelinde kapitalizm-ideoloji eleştirisini(ekonomi-politik eleştirisiyle birlikte) daha detaylı inceleyeceğimiz için burada Frankfurt Okulu açısından toplamda ekonomi-politik eleştirisinin eleştirel kuramdaki yerine dair birkaç vurguyu öne çıkarmak yeterli olacaktır.

Holz’a göre Frankfurt Okulu ve Eleştirel Teori kendisini başlangıç dönemlerinde, dünyayı değiştirmenin bir aracı olarak (Marx’ın 11. tezi anlamında) anlıyordu.[11] Frankfurt Okulu teorisyenleri açısından da ekonomi politiğin eleştirisi Eleştirel Toplum Teorisi’nin temel dayanaklarından biriydi. Horkheimer, ideolojiye saldırıyı içeren bir eleştirinin, eğer bu saldırı ekonominin analizine dayanmıyorsa tutarlı bir eleştiri olamayacağını belirtiyordu. Başlangıç noktası açısından ise Marx’ın ‘meta’ kavramı oldukça makul görünüyordu. ‘Kapitalist rasyonalizasyon’ temel odak noktasıydı. Rasyonalizasyon kavramı Max Weber’in çalışmalarının ana kavramlarından birisidir. 19. ve 20. yüzyıl kapitalist toplumlarındaki ilerlemelerden yola çıkarak Weber, dinde ‘reformasyon’, siyasal alanda ‘bürokrasi’, ekonomide ‘kapitalist şirket’ gibi alanlara yoğunlaşmış, ‘kapitalizmin ruhu’nun izini sürmüştü. Lukacs ise rasyonelleşme kavramıyla ‘şeyleşme’ kavramını genelleştirerek, Marx’ın meta fetişizmi ve yabancılaşma kavramlarıyla ilişkilendiriyordu. Frankfurt Okulu için -özellikle Horkheimer ve Adorno’da- esas ilham kaynağı da Lukacs ve ‘şeyleşme’ kavramıydı. Lukacs, şeyleşme kavramı ile insan ilişkilerinin ‘şeyler’ arasındaki ilişkiye indirgenmesini kastediyor, bu durumun modern kapitalist toplumun ayırt edici özelliği olduğunu iddia ediyordu. Adorno ise Lukacs’ın şeyleşme kavramından esinlenerek ‘totalite’ kavramına ulaşıyordu.[12]

Adorno’nun kapitalist toplum eleştirisi, mevcut toplumun ‘tüketim hastalığı’na dönüşmesi temelinde incelenir. Bireylerin değil, nesnelerin ilişkilerinin belirleyici olduğu bir toplumsal sistem tarif edilir. Çünkü Adorno’ya göre bireyler de adeta nesnelerin birer uzantısı haline gelmiş, kullandıkları nesnelerin esiri olmuşlardır.[13] Buradaki dönüşümü de ‘bütünlük’ kavramına olumsuz bir evrensel konum atfederek ‘totalite’ kavramıyla açıklar. Şeyleşmiş ilişkilerin toplamı totalite’yi meydana getirir. Adorno’nun Marx eleştirisi de bu kavramsallaştırmalar açısından belirleyicidir. Kapitalist sömürü ilişkileri, ‘son kertede’ bu sömürü ve üretim ilişkilerinin toplumsal yaşamdaki belirleyici rolü ve etkisi göz ardı edilir. Değişim ve ona bağlı olarak tüketim sürecinin, ‘üretim’ sürecine göre daha ‘belirleyici’ olduğu iddia edilir.[14]Üretim ilişkilerindeki değişmenin kendisi de, büyük ölçüde, sadece üretimin yansıma biçimi ve gerçek yaşamın karikatürü olan “tüketim alanında” olup bitenlere, demek insanların bilincinde ve bilinçdışında meydana gelen değişmelere bağlıdır.”[15]

Adorno’ya göre bilinçte meydana gelen bu değişimler, insanların bir makinenin parçalarından ibaret olmalarına neden olur. Artık onların eylemine bağlı hiçbir şey yoktur ve bir ‘özne’ gibi davranma kapasitesine sahip değillerdir.[16] Şeyleşmiş ilişkilerin yarattığı totalite, bireylerin zihnine ‘şeyleşmiş bilinç’ olarak yansır. ‘Şeyleşmiş bilinç’ ve ‘araçsal akıl’ kavramları, kapitalist toplum eleştirisini derinleştirmek üzere kullanılır ve ‘rasyonalizasyon’ kavramı eleştirinin temel kavramlarından biri haline gelir. Bir sonraki yazıda, bu kavramların içeriğini daha derinlikli inceleyeceğiz.

Bottomore’a göre Weber ile Frankfurt Okulu arasındaki benzerliğin önemli bir yanı modern kapitalist toplum yorumlarında ortaya çıkan karamsarlıktır. Weber’e göre de toplumsal yaşamı tahakküm altına alan ‘araçsal akıl’dır. Akıl, yukarıda bahsettiğimiz şeyleşmiş ilişkilerin ve değişim sürecinin bilinçte meydana getirdiği değişiklerle nesnel kullanımını yitirir, yani araçsallaşır. Bireysel yaratıcılığın bastırılması, kişisel değerlerin silikleşmesi “demirden bir kafes” durumu yaratılması kapitalist toplumun şeyleşmiş ilişkilerinin sonucudur.[17] Okulun bir diğer üyesi Marcuse da “Tek Boyutlu İnsan” isimli eserinde benzer bir toplumsal yapıyı tarif eder.[18] İşçi sınıfının iktidar mücadelesi de bahsi geçen ‘araçsallaşmış’, ‘şeyleşmiş’ ilişkiler ve üretim süreciyle birlikte ortadan kaybolur ve işçi sınıfı ‘muhalefet’ olma iddiasını yitirir. Bu meseleye aşağıda tekrar döneceğiz.

Adorno ve Frankfurt Okulu’nun kapitalizm eleştirisinde Weberci anlayışla olan yakınlığı, Therborn’a göre pozitivizm ve idealizm dışında Weber’in toplum kuramının bir üçüncü seçenek olarak görülmesiyle açıklanabilir.[19] Marksizm, Adorno için hiçbir dönem üçüncü bir seçenek olarak görülmemiş, ‘pozitivist bir ideoloji’ olarak değerlendirilmiştir. Marksizmin “dogmatikleşip taşlaşarak bizatihi mevcut ilişkilerin ideolojisine dönüştüğü”[20] iddia edilir. Adorno’nun okulun diğer üyelerine göre Marksizme oldukça mesafeli olduğu söylenebilir.

Frankfurt Okulu’nun ekonomi politik eleştirisi Marx’ın kuramının büyük bir bölümünü görmezden gelen Weberci bir okumadan öteye gidememiştir. Kapitalizmin temel dinamikleri, tekelci kapitalizmin analizi somutluktan uzak biçimde ele alınmış, temel ekonomik ilişkiler ve yeniden üretim ilişkilerinin hegemonik etkisi detaylı olarak ortaya koyulamamıştır. Ekonomi politik eleştirisi Frankfurt Okulu için üstyapısal ve felsefi nosyonda kalmış, sistematik, ayrıntılı kapitalist ekonomi, sınıf yapısı ve hareketlerin gelişiminin analizi gerçekleştirilememiştir. Yeniden üretim mekanizmalarıyla temel ekonomik ilişkiler(sömürü ilişkileri) arasındaki diyalektik ilişki görülememiş, ya da görmezden gelinmiştir. Değişim ve tüketim sürecinde ortaya çıkan ideolojik manipülasyon süreçleriyle sınırlı kalan, bu ideolojik manipülasyon süreçlerinin işbölümü ve sömürü ilişkileriyle olan ilişkisini görmezden gelen, üretim sürecinin sistemli olarak incelenmesine dayanmayan bir ekonomi-politik eleştirisi, aslında ‘ekonomi-politik eleştirisi’ olmaktan uzaktır. Zaten Frankfurt Okulu, ilgi ve çalışma alanları gereği kapitalizmin ekonomi-politik eleştirisinden kaçınmış, ‘ideolojik eleştirisine’ yoğunlaşmıştır. Ancak bir sonraki yazının konusu olacak bu ideoloji eleştirisinin de başarısızlığın nedeni tam da burada yapılan ayrımdır; ideoloji eleştirisinin ekonomi-politik alandan soyutlanmasının karşılığı, tutarsız ve temelsiz bir eleştiri, yani tarih-dışı bir ideoloji eleştirisi olmuştur.

AYDINLANMANIN DİYALEKTİĞİ: TESLİM BAYRAĞI

En geniş anlamda ilerlemeci bir düşünme olarak Aydınlanmanın öteden beri hedefi, insanları korkudan arındırmak ve efendi konumuna getirmek olmuştur. Ne ki tamamen aydınlanmış şu yeryüzü muzaffer felaket alametleriyle parlıyor.[21]

Adorno ve Horkheimer’ın birlikte kaleme aldıkları Aydınlanmanın Diyalektiği isimli kitap, bu sözlerle başlar. Kitap 1944’te kaleme alındığında çok önemli bir etki yaratır ve Frankfurt Okulu ve etkisinde kalan kimi düşünsel akımlar açısından ‘eleştirel toplum teorisi’nin temel eseri olarak değerlendirilir. Kitabın girişine yazılan bu cümleler Frankfurt Okulu’nun toplum, tarih ve bilim eleştirisinde söylediklerini ifade etmek açısından önemlidir. İnsanı hurafelerin zincirlerinden kurtarmaya girişen burjuva aydınlanması olgusallık ve pozitivizmle vücut bulmuş, bilim hakimiyet ve tahakkümün aracı olmuş, insanın özlemleri karşılık bulamamıştır. Şeyleşmiş, metalaşmış ilişkiler insanın kurtuluşuna ‘açık’ bırakmayacak şekilde bir toplumsal totalite meydana getirmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz rasyonalizasyon, araçsal akıl ve şeyleşmiş bilinç kavramlarıyla tahakkümün ve ideolojik saldırının yansımaları incelenmiştir. Bireyin mutlu yaşam koşulları ortadan kalkmıştır. 2. Dünya Savaşı’nda meydana gelen ve Nazilerin 3 milyona yakın insanı öldürdüğü Auschwitz Toplama Kampı sonrasında toplum, ‘modern toplum’ ya da ‘tüketim toplumu’ insanların mutlu olabilecekleri bir toplum biçiminden uzaktır. Adorno için içinde yaşadığımız toplumda çalışmak, toplama kampında çalışmaya benzer.[22]

Doğru bir insanlık durumu yerine, neden insanlık yeni bir tür barbarlığa batıyor?[23] Adorno ve Horkheimer’a göre sorunun cevabı aydınlanmanın kendi gelişim sürecindedir. Aydınlanmanın bireye olan vaatleri Auschwitz’te yıkıma uğrar, tarih bir “çıkmaz sokak”ı andırır.[24] Aydınlanmanın bu gelişim süreciyle Mitoloji ve Antik Yunan felsefesi arasında paralellikler kurulur, Homeros’un destanına atıflar yapılır: “Odysseia aydınlanmanın diyalektiğine tanıklık eder.[25]

Aydınlanma insana özgürlük değil, yeni zincirler getirmiştir, “kendi kendini yıkıma uğratmıştır.” Faşizm ise liberal Aydınlanmanın bu öz-yıkımından başka bir şey değildir.[26] Yazarlara göre, 2. Dünya Savaşı, Nazizm, Auschwitz ve insanlığın gördüğü en ‘korkunç’ görüntüler Aydınlanmanın kendi içsel sonucudur. Aydınlanmanın eleştirisindeki tek yönlü, boşluklu ve salt eleştirel değerlendirmelerin incelenmesi de bir sonraki yazıda planlandığı için burada Aydınlanmanın Diyalektiği’nde öne çıkan zayıflıkları belirtmek yeterli olacaktır.

Aydınlanmanın Diyalektiği, Frankfurt Okulu açısından önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Çünkü kitabın yazıldığı tarihe kadar dahi Frankfurt Okulu’nun dünyayı değiştirme, toplumsal bir teori olma iddiası henüz kaybolmamıştı. Ancak Aydınlanmanın Diyalektiği bu iddianın ortadan kaybolması için yeterli koşulları hazırlar. Kitapta genel olarak kapitalizmin geldiği aşama, emperyalizm koşulları, toplumsal çelişkilerin ‘rasyonel’ diyalektiğin kategorileriyle kavranması, kapitalist hegemonyadan çıkış yolları, toplumsal yaşamda köklü bir dönüşüme yol açacak örgütlenme modelleri, tahakkümden kurtulmuş bir toplum ve yapıcı bir toplumsal pratik iddiası, Adorno ve Horkheimer’ın gündeminde değildir. Holz’a göre Frankfurt Okulu ilk dönem iddialarından giderek uzaklaşmış, Aydınlanmanın Diyalektiği’nde “toplumun kendi işleyişinden hep yeniden ve yeniden doğurduğu irrasyonellikler karşısında teslim bayrağını çekmişti.[27]

Frankfurt Okulu’nun pozitivizm eleştirisi Aydınlanmanın Diyalektiği ile devam eder. Teorisyenlere göre pozitivizme ve bilime hak ettiği onur faşizmle bahşedilmiş, “totaliter düzen […] her yönüyle hesaplamacı düşünceye yatırım yapmış ve böyle bir bilimi savunmuştur.[28] Bilimsel bilgiye ve doğa bilimlerine bu türden bilinemezci, septik yaklaşım, Aydınlanmanın Diyalektiği ile birlikte Adorno’da daha görünür olan ‘kuşkucu’ eğilimleri öne çıkarır. Marksizm de, bilimsel bilgiye ‘ampirik’ yaklaştığı gerekçesiyle kuşkuculuktan payını alır. Aydınlanmanın Diyalektiği ile birlikte Frankfurt Okulu-Marksizm arasındaki zayıf bağlar da iyice görünmez hale gelir. Frankfurt Okulu’nun bu yaklaşımı günümüzün ‘bilim’ ve ‘gerçeklik’ eleştirisi için güçlü bir temel oluşturmuş, post-modern ve bilinemezci kuramlara esin kaynağı olmuştur.

Kapitalist toplumun yapısal ve içsel çelişkileri, değişim eğilimleri ve dinamikleri Frankfurt Okulu açısından yalnızca düşünsel bir arayış halinde inceleme alanı olmuştur. Marksist bilimsel kavramlardan kapitalist toplumun felsefi (ideolojik) eleştirisine geri çekiliş daha görünür hale gelmiştir. Diyalektiğin ‘karşıtların birliği ve savaşımı’ yasası tahrip edilmiş, salt olumsuzluk ve eleştirelliğin sonucu olarak ‘negatif diyalektik’ yeni toplumu açıklamanın yasası haline gelmiştir. İnsanlıktan ve toplumdan umudu kesmek, seçkin bir bireycilik ve akademiyle bütünleşme için bütün koşullar oluşmuştur. Temel vurgularsa şunlar olmuştur: Auschwitz, Nazizm, Stalinci ‘totaliterizm’, tüketim toplumu ve rasyonalizasyon…

AKADEMİK-FELSEFİ KONUM VE ÇÖKÜŞ

Frankfurt Okulu’nun etkinliklerinin ve çalışmalarının bütün odağını toplumsal dönüşüm kaplasa da, nihai olarak düşünsel ve akademik nitelikte olmaktan öteye gidemez. Eleştirel toplum teorisi somut, devrimci, değiştirici bir mücadelenin parçası olamamış, Horkheimer’ın manifestosunda özellikle vurgulanmasına rağmen işçi hareketiyle görünür bir bağ kuramamış, 68 öğrenci hareketinden bile uzak durmuş, toplumsal pratikten daima soyutlanmıştır.

İşçi sınıfına olan güvensizlik ve koyulan bilinçli mesafe bu kopukluğun temel yönlerinden biridir. İşçi sınıfının dünyanın dönüştürülmesi mücadelesindeki rolüne dair kuşkulu ve ikircikli yaklaşım, modern toplumda herhangi bir gücün özgürleştirici ve devrimci mücadelesine olan inançsızlık ve karamsarlık Frankfurt Okulu’nun akademik niteliğini görmek açısından oldukça önemlidir. Aydınlar, sosyal bilimciler ile işçi hareketi arasındaki bağ nerede, hangi koşullarda kurulacaktır? Frankfurt Okulu’nun en belirsiz bıraktığı sorulardan biri de budur. Bottomore’a göre bu etkileşimin gerçekleşeceği yer kesinlikle üniversite ve onun araştırma enstitüsü değildi![29]

Adorno, sınıf mücadelesi ve işçi sınıfına güvensizlik konusunda yine diğer üyelerden bir adım öndedir. Ona göre “baskı altındakiler kendilerini artık sınıf olarak deneyimleyemezler[30] ve sınıflı toplumun yapısı, üretim ilişkileri ve sınıfsal çıkarlar ‘tüketim toplumu’nca gizemleştirilir. İşçi sınıfının toplumsal bakımdan güçsüzleşmesi, totalite ve bütünleşmenin zaferi, işçi sınıfı bilincinin söz konusu olmasına izin vermez. Marcuse ise hala kapitalist dünyanın temel sınıfları olarak burjuvazi ve proletarya tarifi yapıyordu, ancak onda da bahsi geçen tahakküm ‘belirli bir sınıfın tahakkümü’ olarak kabul edilmekten uzaktır. Tek Boyutlu İnsan’da Marcuse’un çizdiği toplum yapısına göre burjuvazi ve proletarya tarihin etkin araçları olarak ortadan yavaşça kaybolmuşlardır. Mevcut sınıfların yapısı ve işlevleri öyle dönüşümlere uğramıştır ki “[…] Kurumsal mevcut durumun (statükonun) korunmasına ve geliştirilmesine öncelik taşıyan bir çıkar, eski düşmanları çağdaş toplumun en ileri bölgelerinde birleştirir.[31]

Bütün bu yorumlarda eksik olan kapitalist üretim ilişkilerinin ve sermayenin merkezileşmesi sürecinin incelenmesidir. Frankfurt Okulu’nun tezleri somut verilere ve gözlemlere dayanmaktan uzaktır. Sermayenin merkezileşmesi ve tekellerde toplanması, ekonomik ilişkilere devlet müdahalesinde meydana gelen değişimler, işçi sınıfının toplumsal konumu ve ilişkilerinin incelenmesi, ara sınıf ve tabakaların kapitalist tekelleşme sürecindeki sınıfsal pozisyonu, kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal yaşamın her alanına doğru yayılma süreci vd. hakkında Frankfurt Okulu’nun yorumları oldukça dayanaksız ve bilimsellikten uzaktır.

Eleştirel kuramcının devrimci rolüne dair söylenen onca söze rağmen Eleştirel Toplum Teorisi kendisini ne eleştirel ne de toplumsal-pratik bir mücadele teorisi olarak biçimlendirebilmiştir. Slater’a göre eleştirel toplum teorisi kendi teorik unsurlarını kitlesel bir politik praksisin bütünlüklü bir teorisi biçiminde kurmayı hiçbir zaman başaramamıştır.[32] Horkheimer’ın bütün dileklerine rağmen böyle bir teori ‘devrimci gerçek’ konumunu üstlenmekten oldukça uzaktır. Kapitalist hegemonyanın kültürel ve psikolojik manipülasyonuna olan ilgi, birçok mekanizmanın açığa çıkarılması açısından kıymetlidir, bu da Frankfurt Okulu’nun bütün düşünsel mirasını yok saymanın haksızlık olacağını söylemek için yeterlidir. Ancak bu dönemde en çok ihtiyaç duyulan ‘pratik kategorilerden’ soyutlanmak, var olan ideoloji eleştirisinin ‘ideolojik mücadeleye’ bile hiçbir somut yol gösterememesine yol açmıştır.[33]

Lukacs’ın okul üyeleri için yaptığı tarif biraz sert olsa bile yadsınamayacak gerçeklerle doludur:

Adorno da dahil, önde gelen Alman entelijansiyasının önemli bir bölümü, benim Schopenhauer eleştirimde ‘bir uçurumun, hiçliğin, saçmalığın yamacında, her tür konforla donatılmış güzel bir otel’ diye betimlediğim ‘Büyük Uçurum Oteli’nde yaşamaya başlamıştı. Ne ki, mükellef ziyafetler veya sanatsal eğlenceler arasında uçuruma bakarak düşüncelere dalmak, sunulan incelikli konforlardan alınan zevkin artmasından başka bir şeye yaramıyordu.[34]

Holz’a göre de Eleştirel Toplum Teorisi politik bir amaçtan yoksun olması nedeniyle,  kaldırmak istediği dünyanın savunusuna dönüşmektedir. “Yıkıcısı olduğunu düşündüğü ideolojiye dönüşmüştür.[35] Horkheimer’ın, enstitünün ilk dönemlerinde geleneksel teoriye olan eleştirileri ve ‘eleştirel teori’nin 1950’lerden sonra geldiği noktaya bakacak olursak, Holz’un yaptığı bu tarif oldukça isabetlidir. Frankfurt Okulu, mevcut dünyayı değiştirme mücadelesine katkı sağlamak üzere yola çıkmış, ancak mevcut dünyanın çelişkileri karşısında bu yolda çabuk yorulmuştur. Sınıfsal bilincin artırılmasının önünde burjuvazinin aldığı önlemler, kapitalist ideolojinin toplumsal yaşamın her alanından yürüttüğü saldırı ve manipülasyon araçları vb. gibi devasa bir ‘cepheye’ karşı aynı ölçüde cevap vermekten uzak kalmış, ‘işçi sınıfının hegemonyası’ ve ‘ideolojik mücadele’ gibi toplumsal mücadele ve dünyayı dönüştürme eyleminin önemli kavramlarına tutunmakta başarısız olmuştur.

ANTİ-MARKSİST BİR GİRİŞİM OLARAK FRANKFURT OKULU

Frankfurt Okulu’nun ‘eleştirel toplum teorisi’ adı altında bir araya getirdikleri temel görüşlerini yansıtmaya çalıştık. Holz’un Frankfurt Okulu Eleştirisi kitabına yazdığı önsözde Çubukçu’nun da işaret ettiği gibi; okulun üyelerinin edebi yönden nitelikli, yazınsal dil ve kavramsallaştırmalar açısından becerikli yönleri, dünyayı değiştirme fikrinden vazgeçmiş salt felsefi-ideolojik bir ‘eleştirel kuram’ın sınırlılıklarını aşıp, sosyal bilimlerde önemli bir ekol oluşturmasının ve ‘sol’ aydın çevrelerde etkili izler bırakmasının önemli sebeplerinden biridir. “Her biri gerçekten parlak düşünürler olan Frankfurt Okulu’nun kurucuları ve sürdürücü teorisyenleri, yaygın ve süregiden entelektüel etkilerini” önemli oranda yukarıda bahsedilen özelliklere borçludur.[36]

Çubukçu’ya göre bugün etkili bir biçimde Marksizmi revize etmeye, yeniden yorumlamaya, güncellemeye girişen, onun ‘indirgemeci’ ve ‘belirlenimci’ yönlerini aşma iddiasında bulunan bilimum sosyal bilim teorilerinin en önemli esin kaynaklarından biri yine Frankfurt Okulu’dur. Marksizmi pratik-politik faaliyet biçiminden ve dünyayı değiştirme eyleminden koparıp akademik, felsefi ve ideolojik bir zemine oturtmaya çalışanlar Frankfurt Okulu’ndan referans almış, Frankfurt Okulu ‘yolu açan’ların ‘yolunu açmıştır.’* “Günümüz postmodern düşüncesinin belli başlı bütün tezlerine kaynaklık eden görüşleri de bu arayışların sonucunda doğmuştur.[37]

Frankfurt Okulu’nun tüm bu yönleri, ABD ve Avrupa entelektüel-akademik çevrelerde okulun görüşlerinin beslenmesinin ve kışkırtılmasının önünü açmış, ‘eleştirel teori’ de yıllar öncesinde doğmuş ve miadını doldurmuş bir kuramdan öte, dünyanın hemen her yerinde etkisini gösteren anti Marksist bir akım haline gelmiştir.[38]

LENİN VE MARX: HEGEMONYA VE PRAKSİS

Frankfurt Okulu’nun temel yönlerini bu yazıda ele almaya çalıştık. Şimdi okul teorisyenlerinin bir türlü kurmayı başaramadığı ve bu yönüyle de Marksizmin karşısında konumlanmasına sebep olduğu teori-pratik bağına dair Marksizmden, kapitalist hegemonyanın getirdiği yabancılaşma ve irrasyonelliği aşmak üzere proletaryanın hegemonyası kavramına Lenin’den birkaç önemli vurguyu öne çıkarmak tamamlayıcı olacaktır.

Marx’ın kavrayışında insan etkinliği ve bilinci, pratik ve teori birbirinden ayrılmaz kavramlardır. Marksizm bu yönüyle hemen her türlü siyaset felsefesinden ve sosyal bilim teorisinden ayrılan temel bir vurguyu içinde barındırır. Bilimsel sosyalizm kuramı, her dönem sabit kalacak bir teorik bütünlük değil siyasal-ideolojik mücadelenin rotasını her an yeniden belirleyecek bir kılavuzdur. Her yeni somut durumda ‘gerçeklikle mümkün olanın diyalektiği’ yeniden belirlenmelidir, bunun dışındaki her şey kendiliğindenciliktir.[39] Eleştirel teori de toplumsal hareketin bu temel dinamiğini kavramaktan uzak olduğu için kendiliğindencilikten fazlası değildir. Bilimsel sosyalizmin amacı bu yönüyle toplumsal bir pratik olmaktır. Tarih, bilinçli olarak inşa edilir. Çünkü insan etkinliği(işçi sınıfının bilinçli mücadelesi) olmadan sosyalizmi ya da başka bir dünyayı kurmak mümkün olmayacaktır. Ya daha önceki bütün barbarlıkları gölgede bırakan burjuvazinin barbarlığına müsaade edilecek ya da sosyalizm için mücadele edilecektir. Üçüncü bir yol söz konusu değildir. Mevcut üretim ilişkilerinin yasalarını kavrayan, toplumun ve dünyanın bilinçli olarak değiştirilmesinin gerçekçi olanaklarını ve alternatiflerini görebilen tek bilimsel kuram Marksizm, yani bilimsel sosyalizmdir.

Teori, nesnelleştirilmiş bilgidir ve incelediği nesnelerini ilkeler ve nedensellikler üzerinden kavrar ve bu da onu plan ve hedefe göre değişken kılar. […] Pratik teorinin yönlendirdiği etkinliktir, hayata geçirilmiş bilgidir.[40]

Frankfurt Okulu’nun bütün tarihi boyunca, hatta ilk dönemlerindeki ‘Marksist’ kimliğinin eksik yanı tam da burasıdır. Dünyayı değiştirme, mevcut olanı yadsıma iddiasındaki bir tarih-toplum teorisi kendisine, barbarlığı durduracak ve sosyalizmi gerçekleştirecek bir özne belirlemek zorundadır. Ne var ki Adorno ve Horkheimer özelinde Eleştirel Toplum Teorisi bu özneyi belirlemekten her zaman kaçınmıştır. Tarihsel koşullar, bu türden ‘teorik’ kuramların geçersiz olduğunu göstermektedir. Tarihsel bir dönemde, kitlelerin uğruna mücadele ederek kazanabilecekleri hedefler gösteremeyen herhangi bir toplum teorisi ‘siyasal açıdan’ işlevsizleşir. Bu hedefleri bugün Marksizmden daha gerçekçi gösteren bir teori henüz yoktur. Ancak bu koşullarda, teori ile pratiğin birliğinin ideolojik konumu, tarihsel gerçeklik olarak kanıtlanmış olacaktır. Marksizmde teori-pratik sorunu, onun tam karşısında konumlanarak teori-pratik-bütünlük sorunu halini alır.

Felsefe (teori), proletaryanın ruhu olmalıdır ki devrimci pratik, yani özgürleşme sadece dışsal koşulların bir değişimi değil, fakat hiçbir şekilde vazgeçemeyeceğimiz insanın kendisinin de dönüşümü olsun.[41]

HEGEMONYA SORUNU

Lenin’in siyasal yazıları teori-pratik-bütünlük bağını anlamak açısından önemli ipuçları verir. Lenin’e göre işçi sınıfı, ezilen her sınıfın çıkarları için mücadele etmelidir, çünkü bu onun siyasal sosyalist görevidir. “Proletarya, bütün çalışıp sömürülen nüfusa kılavuz olarak toplum hayatının her alanı ve tezahüründe faaliyet gösterdiği ölçüde devrimci olur. Eğer sanayi proletaryası, kendini özel mesleki çıkarları ile ve burjuva toplumundaki durumunu iyileştirme çabalarıyla sınırlandırırsa, insanlığı kapitalizmin boyunduruğundan kurtarma anlamındaki dünya çapındaki devrimci görevini yerine getiremez.[42]

Proletaryanın hegemonyası ile Lenin’de anlatılan, proletaryanın kendi taleplerini ve ekonomik-siyasal hedeflerini toplumun bütün emekçi tabakalarının hedefleri olarak ortaya koymak ve buna uygun bir mücadele hattı belirlemektir. Toplumsal konumlarıyla ücretli emekçiler sınıfına mensup olmalarına rağmen burjuvazinin işlevine sahip olduklarını düşünen bazı sınıf katmanlarının varlığı, modern toplumun iki temel sınıfa bölündüğü temel gerçeğini değiştirmez.

Burjuvazi, iktidara gelirken ve geldikten sonra da kendi çıkarlarını ve taleplerini toplumun geri kalanına hegemonik olarak kabul ettirmekte başarılı olmuştur. “Burjuvazi, yalnızca tarihsel olarak değil, somut her durumda da, kendi sınıf çıkarlarını, kendi düşüncesini ve kültürünü, bütün insanlığın ve bütün ulusun çıkarlarının ifadesi, ulusun düşüncesi, ulusun kültür ve sanatı olarak gösterebilmektedir ve devletin zora başvurarak sağladığı egemenliği, ideolojik özümseme mekanizmalarıyla pekiştirmektedir.[43]

Proletarya da modern kapitalist toplumda burjuvazinin üretim-yeniden üretim ilişkilerinin oluşturduğu hegemonyasından kurtulmak için kendi tarihsel çıkar ve taleplerini toplumun bütün sömürülen kesimlerinin çıkar ve talepleri olarak formüle etmeli, hegemonik olarak toplumsal mücadeleye öncülük etmelidir. Lenin’de işçi sınıfının mücadele biçimlerinden olan ‘ideolojik mücadele’nin de anlamı budur. İşçi sınıfı, bilimsel sosyalist dünya görüşünü hem burjuvazinin ideolojik hegemonyasından ve saldırılarından korumalı, hem de bu dünya görüşünü toplumun geri kalanının da dünya görüşü olarak ortaya koymalıdır. Bunun için de işçi sınıfı, topluma öncülük etmeli, ‘politik mücadele’nin içerisinde ‘ideolojik mücadele’nin de araçlarını geliştirmelidir.

Frankfurt Okulu’nun kapitalist toplum eleştirilerinde yaklaşamadığı ya da yaklaşmak istemediği olgu Lenin’de somutlaşan ‘işçi sınıfının hegemonyası’ fikridir. ‘İdeolojik mücadele’ ile Lenin’de vurgulanan, sosyalist-siyasal mücadeleden, doğal olarak da ekonomi-politikten kopuk ve bağımsız değildir. Kapitalist hegemonyadan kurtuluşun yolu işçi sınıfının hegemonyasını kurması ve toplumsal güçlere öncülük ederek siyasal mücadeleyi ilerletmesidir. Salt ideolojik savaşım ve bu anlamda kapitalizmin tarih-dışı ideolojik eleştirisi bir toplum teorisi açısından ne ‘yol gösterici’ ne de tatmin edici olabilir.

Bir sonraki yazıda Adorno’nun kapitalist toplum eleştirisinde öne çıkan ‘kültür endüstrisi’, ‘kitle kültürü’, ‘tüketim toplumu’ kavramlarıyla şekillenen ‘kültür kuramı’ incelenecek, ideoloji eleştirisi daha derinlikli olarak tartışılacak, Marksizm-modernizm-aydınlanma ilişkisine dair Adorno’nun eleştirileri ele alınacak ve ‘meta fetişizmi’ ve ‘yabancılaşma’ gibi modern kapitalist toplumun kavrayışında öne çıkan Marksist kavramlar temelinde bir tartışma yürütülecektir.

Devam edecek…


[1] Slater, Phil (1998) Frankfurt Okulu, Çev. Ahmet Özden, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, sf.16

[2] Slater, Frankfurt Okulu, sf. 17

[3] Slater, Frankfurt Okulu, sf. 18

[4] Horkheimer’dan aktaran Slater, Frankfurt Okulu, sf. 34

[5] Horkheimer, Max (2005) Geleneksel ve Eleştirel Kuram, Çev. Mustafa Tüzel, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, sf.389

[6] Horkheimer’dan aktaran Jay, Martin(1989) Diyalektik İmgelem, Çev. Ünsal Oskay, Ara Yayıncılık, İstanbul, sf. 124

[7] Horkheimer’dan aktaran Therborn, Göran(2015) Frankfurt Okulu, Editör: H. Emre Bağce, Doğu Batı, Ankara, sf. 20

[8] Horkheimer, Geleneksel ve Eleştirel Kuram, sf. 347

[9] Bağce, Frankfurt Okulu, sf. 22

[10]Bağce, Frankfurt Okulu, sf. 23

[11] Holz, Frankfurt Okulu Eleştirisi, sf. 24

[12] Kulak, Önder(2017) Theodor Adorno: Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, İthaki Yayınları, İstanbul, sf. 69

[13] Adorno’dan aktaran Kulak, Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür sf. 75

[14] Adorno’dan aktaran Kulak, Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür sf. 72

[15] Adorno, W. Theodor(2005), Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, İstanbul, sf.13

[16] Adorno, W. Theodor(2005), Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, İstanbul, sf. 13-14

[17] Bottomore, Tom(2016) Frankfurt Okulu ve Eleştirisi, Çev. Ümit. H. Yolsal, Say Yayınları, İstanbul, sf. 50

[18] Marcuse, Herbert(1990) Tek-Boyutlu İnsan, Çev. Aziz Yardımlı, İdea, İstanbul

[19] Bağce, Frankfurt Okulu, sf. 31

[20] Adorno, Theodor ve Horkheimer, Max(2013) Teori ve Pratik Üzerine, Çev. Orhan Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul, sf. 12

[21] Adorno, Theodor ve Horkheimer, Max(2014) Aydınlanmanın Diyalektiği, Çev. Nihat Ülner ve Elif Öztarhan Karadoğan, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul, sf. 19

[22] Adorno ve Horkheimer, Teori ve Pratik Üzerine, sf. 16

[23] Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, sf. 10

[24] Adorno’dan aktaran Kulak, Kültür Endüstrisi Kıskacında Kültür, sf. 10

[25] Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, sf. 68

[26] Bağce, Frankfurt Okulu, sf. 37

[27] Holz, Frankfurt Okulu Eleştirisi, sf. 26

[28] Bağce, Frankfurt Okulu, sf. 38

[29] Bottomore, Frankfurt Okulu ve Eleştirisi, sf. 38

[30] Adorno’dan aktaran Bottomore, Frankfurt Okulu ve Eleştirisi, sf. 47

[31] Marcuse, Tek-Boyutlu İnsan, sf. 10

[32] Slater, Frankfurt Okulu, sf. 161

[33] Slater, Frankfurt Okulu, sf. 164

[34] Lukacs, Georg(2002) Roman Kuramı, Çev. Cem Soydemir, Metis Yayınları, İstanbul, sf. 35

[35] Holz, Frankfurt Okulu Eleştirisi, sf. 33

[36] Holz, Frankfurt Okulu Eleştirisi, sf. 13

*Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış isimli kitabında, Radikal Demokrasi ve post-marksist kuramların gelişmesine öncülük eden Nicos Poulantzas ve sınıf analizi için ‘yolu açan’ sıfatını kullanır.

[37] Holz, Frankfurt Okulu Eleştirisi, sf. 12

[38] Holz, Frankfurt Okuylu Eleştirisi, sf. 14

[39] Holz, Hans Heinz (2017) Felsefenin Aşılması ve Gerçekleştirilmesi – I, Çev. Sadık Usta, İstanbul: Yordam Kitap, sf. 267

[40] Holz, Felsefenin Aşılması ve Gerçekleştirilmesi, sf. 280

[41] Holz, Felsefenin Aşılması ve Gerçekleştirilmesi, sf. 282

[42] Komintern’den aktaran Çubukçu, Aydın(1994), Sivil Toplum Kavramı ve Gramsci, Özgürlük Dünyası, Sayı 65

[43] Çubukçu, Sivil Toplum ve Gramsci