Yücel Özdemir
Emperyalist devletler arasındaki çıkar çatışmaları, çelişkiler ve ittifakların yenilenmesi yönündeki süreç hızlanarak derinleşmeye devam ediyor. Bugüne kadar kamplaşmadaki taraflar çoğunlukla, genellenerek “Batı” ve “Doğu” diye tarif ediliyordu. “Batı”dan kastedilen NATO şemsiyesi altında bir araya gelen, geçmişte komünizme karşı birlikte hareket etmiş ABD ve Batı Avrupa devletlerinin oluşturduğu ittifaktı. “Doğu”dan kasıt ise, daha çok Rusya ve Çin.
Uzun bir süre bu şekilde tarif edilen emperyalist kamplaşmanın, gelinen aşamada aslında tam da gerçeği ifade etmediğini, son yıllarda NATO üyesi ülkeler arasındaki tartışmalar ve geleceğe dair farklı planlar yeterince ortaya koyuyor. Özellikle Donald Trump’ın ABD Başkanlığına seçilmesiyle birlikte çelişkiler hem daha yalın şekilde görülmeye başlandı, hem de hızlandı. Ancak bugün sertleşen Avrupa ile ABD arasındaki (transatlantik) çelişkiler, Trump’la başlamış değil. Uzun bir süredir Avrupa ile ABD arasında çıkar farklılıklarından kaynaklanan çelişkiler kendilerini farklı vesilelerle ortaya koymaktaydı. Irak işgali öncesinde Almanya ve Fransa’nın ABD ve İngiltere’yle hareket etmeyi reddederek, Rusya ve Çin ile birlikte işgale karşı çıkması, denilebilir ki, “Batı” cephesindeki ilk büyük ve önemli yarılmaydı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB’ye karşı Batı Avrupa’daki kapitalist devletleri kontrolü altına alan ABD, SSCB’nin dağılmasından sonra da bunun aynen devam etmesini istiyordu. Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin yıkılması zaferinin büyük bir bölümü ABD hanesine “başarı” olarak yazıldığı için, kurulan “yeni dünya düzeni”nde de ABD’nin egemenliğinin bütün ülkeler tarafından kabul edilmesi ve ona göre hareket edilmesini dayatıyordu. Bir süre bu şekilde devam eden transatlantik ilişkilerde, ABD, kimi çelişkilere rağmen, hep üstten bakan, hesap soran ve diğerlerini kendi çıkarlarına bağlayan güç konumundaydı.
Vladimir Putin’in 2000 yılında devlet başkanlığı koltuğuna oturmasından sonra Rusya, ekonomik, askeri ve siyasi olarak ABD ve müttefiklerine teslim olma niyetinde olmadığını göstererek, adım adım karşı hamleler yapma politikasını geliştirdi. Denebilir ki, Putin ilk önemli ve ciddi çıkışını, 2007’de katıldığı 43. Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptı. Sadece Alman basını değil dünya basını tarafından da “Yeniden Soğuk Savaş” olarak tanımlanan konuşmasında, Putin, “Günümüz dünyasında, tek kutuplu dünya kabul edilemez olmakla birlikte, aynı zamanda bunun imkansız olduğu kanaatindeyim” demişti.[1]
SSCB’nin dağılmasından sonra tamamen teslim alındığı sanılan Rusya, ekonomik sorunlarına rağmen, ayrı bir güç olmak istediği mesajını vermişti. Zira bunu yapmadığı takdirde, batılı emperyalist devletlerin SSCB’den kopan cumhuriyetleri talan ederek teslim almalarına benzer bir durumunun kendi başına geleceğinin farkındaydı. Bu nedenle, geçmişte Çin ile girmiş olduğu yakın ittifakı güçlendirmeye özen gösterirken, eski nüfuz alanlarında yeniden etkili olma çabası içine girdi, ancak çok fazla başarılı olamadı. Ama bu süreçte müttefiklerini çoğaltmaya da özel önem verdi. Avrupa ülkeleriyle başta enerji olmak üzere değişik alanlarda ekonomik ve ticari ilişkilerini güçlendirirken, ilişkileri geren taraf olmamaya özen gösterdi. Gerhard Schröder’in Başbakanlık yaptığı yıllarda (1998-2005), Almanya-Rusya ilişkilerinin gelişmesinde önemli bir ivme yakalandı. Bunun sonucu olarak, Rusya ile Almanya arasında Baltık Denizi altından doğrudan doğalgaz akışı sağlayan ve tarihi stratejik öneme sahip Kuzey Avrupa Doğalgaz Akımı hayata geçirildi. Daha sonra, Donald Trump’ın son NATO Zirvesi’nde sert tepki gösterdiği Kuzey Avrupa Doğalgaz Akımı II’nin temeli atıldı. Schröder, doğal gaz hatlarını yapan konsorsiyumun önemli yöneticilerinden biri oldu. Ancak, daha sonra, Angela Merkel’in Başbakanlık koltuğuna oturmasının ardından, Almanya’nın dış politikasında ibre kısmen yeniden ABD’den yana dönmeye başladı. Koalisyon içinde Sosyal Demokratların kimi çekincelerine rağmen…
Eski nüfuz alanlarının çoğunu batılı emperyalist devletlere kaptıran Rusya, batıyla çelişkileri olan Irak ve Libya rejimlerine yeterince sahip çıkmadı. Daha doğrusuş ABD’yi ve müttefiklerini engelleyebilecek güce sahip değildi. Bir diğer nüfuz alanı Ukrayna’yı elinde tutmak için yoğun bir çaba harcadı, ancak buna da gücü yetmedi. Zira, karşısındaki “Batı cephesi”, aralarındaki çelişkilere rağmen Ukrayna’da tam anlamıyla ittifak yaptı. Sonunda, kurtarabileceğine inandığı topraklara el koydu (Kırım), bir kısmına ise (Donbas ve Lugansk) sahip çıkarak, batının ele geçirmesini engelledi. Ancak, Ukrayna’nın genelinde batıyla girdiği mücadeleyi kaybetti ve böylece NATO’nun askeri olarak doğrudan Rusya sınırına yanaşmasını engelleyemedi.
Ukrayna’nın büyük bölümünü kaybederken, benzer bir durumun yaşandığı Suriye’de ise yedi yıldır süren savaşı kazanmış görünüyor. Denebilir ki, SSCB’nin yıkılmasından sonra girdiği pek çok mücadeleyi kaybeden Rusya, ilk kez, ele geçirilmek istenen eski nüfuz alanlarından birisini korumayı başarmış görünüyor. Bu, aynı zamanda, Rusya’nın ABD karşısında kendisine güvenerek, dünyanın paylaşım mücadelesinde güçlü bir aktör olduğunu ispatladığı anlamına geliyor. Başka bir deyişle, attığı adımlar, yaptığı hamlelerle birlikte emperyalist paylaşımda var olduğunu ve kendi çıkarlarını savunmak için savaşa da hazır olduğunu gösteriyor.
BATI İTTİFAKINDA ARAYIŞLAR
Rusya’nın yeniden paylaşım sürecine açık olarak müdahil olduğu bu dönemde, AB’nin önemli ülkeleri, Almanya ve Fransa da, Soğuk Savaş yıllarında birlikte hareket ettikleri ABD’nin kanatları altından çıkmanın güçlü mesajlarını verdiler. Geleneksel Anglosakson ilişkiler bağlamında ABD ile daha yakın bir ittifak içinde olan İngiltere, geçmişten koparak diğer Avrupa ülkeleriyle birlikte ortak hareket etmeye yanaşmadı. Atlantik’in diğer yakasıyla her gerilim yaşandığında, Almanya ve Fransa’dan çok, ABD ile birlikte hareket etmeyi yeğledi. Irak Savaşı’ndaki tutumu da bu yönde oldu. AB’nin gelecek mimarisi açısından İngiliz burjuvazisinin izlediği politika, daha çok ortak pazarın korunması, ancak siyasi ve ekonomik entegrasyonun dışında kalma şeklinde oldu. Bu nedenle, İngiltere’nin Brexit kararıyla AB dışına kalması da, pek çok şeyin yanı sıra, yıllardır izlenen bu politikanın sonucuydu.
AB’nin kendi başına siyasi ve ekonomik bir güç olmasının önüne engeller koyan, ayrıcalıklar talep eden ve bunları çoğunlukla da elde eden İngiltere, gelinen aşamada verdiği Brexit kararıyla, geride kalan Almanya ve Fransa’nın zorunlu ittifaklarını güçlendirmesine de yol açtı. Zira, tek başına hareket ettiklerinde, ABD, Rusya ve Çin karşında fazla şanslarının olmadığının farkındalar. Bu nedenle, askeri, ekonomik ve siyasi açıdan, İngiltere’nin ayrılması bu açıdan işlerini de kolaylaştırdığı için, AB’de her açıdan entegrasyon sürecinin hızlı şekilde gerçekleşmesini istiyorlar.
Bu temelde atılan adımlar konusunda iki ülke arasında görüş farkları olmakla birlikte, günümüzde asıl belirleyici durumda olanın Almanya olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dünya üzerindeki çıkarları bakımında Avrupa Birliği’ni kendisine kalkan olarak kullanmayı temel bir strateji haline getiren Alman burjuvazisi, tek başına “Alman yolu”dan gitmesinin sakıncalı olduğunun farkında. Bu nedenle, AB’yi bir arada tutmak için, kimi zaman bazı tavizler vererek, belirlediği politikayı uygulamaya devam ediyor. Almanya’nın dünya genelinde atmayı planladığı adımların çoğunu “AB” olarak paketleyerek servis etmesine, henüz AB içinde itiraz edebilecek ciddi bir güç bulunmuyor. Ancak yakın gelecekte, başta İtalya, Macaristan, Polonya… gibi sağ popülistlerin işbaşında olduğu ülkelerde bu itirazın yükselmesi bekleniyor. Sağ popülizmdeki yükselişin AB’yi milliyetçi temelde bölme ve dağıtma tehdidi her geçen gün biraz daha büyüyor. Şimdiden bu yönde pek çok analiz yayınlanmaya başladı.
10 yıl önce 15 Eylül’deki Lehman Brothers’ın iflasının başlangıç olarak kabul edildiği dünya ekonomik krizi ve ardından yaşanan Avrupa’daki “borç krizi”ne, bugünden geriye dönülüp bakıldığında, Almanya’nın rakiplerine göre, ekonomik olarak güçlendiği görülüyor. Bu güçlenme, doğal olarak uzunca bir süredir Alman burjuvazisinin dünya politikasında daha etkili rol oynama isteğini tetiklemekle kalmıyor, ama yeniden güçlendiriyor. Bir taraftan NATO bünyesinde askeri harcamalar artırılır ve Rusya sınırında askeri yığınak yapılırken, diğer taraftan ise AB içinde ayrı bir askeri gücün oluşturulmasının somut adımları atılmış durumda.
13 Kasım 2017’de Brüksel’de AB üyesi ülkelerin Savunma ve Dışişleri Bakanlarının onayladıkları “Daimi Yapısal İşbirliği Savunma Anlaşması” / “PESCO” (Permanent Structured Cooperation), yeniden paylaşım sürecinde, AB’nin askeri ihtiyaçlarını karşılamak üzere uygulamaya konuldu.[2] “AB’nin NATO’su” sayılabilecek bir askeri yapılanmanın hedeflendiği anlaşmayı AB Dışişleri Yüksek Komiseri Federica Mogherini “tarihi bir an” olarak nitelendirmişti.
Anlaşma, imzacı ülkelere 20 ayrı şart dayatıyor. Bunların başında, askeri harcamaların düzenli şekilde arttırılması ve yurtdışı operasyonlarına asker verilmesinin zorunlu hale getirilmesi geliyor. Üye ülkeler PESCO çerçevesinde alınan kararları uygulamakla yükümlü. Tek tek operasyonları onaylamayan ülkeler ise ancak dışında kalabilirler, kararı bloke etme hakkına sahip olmayacaklar. Der Spiegel’de yer alan habere göre, PESCO’nun bir eğitim merkezi ve bölgelere göre ortak savaş birlikleri olacak. Şu anda var olan Visegrád-Grubu (Polonya, Çekya, Slovakya ve Macaristan) ve Weimar Battlegroup (Almanya, Fransa ve Polonya) da, PESCO’ya bölgesel grup olarak dahil edilecek. AB ülkeleri, 2016’ta savunma harcamalarına toplam 334 milyar dolar ayırmışlardı.[3]
Alman-Fransız ittifakının sonucu olarak ortaya çıkan “PESCO”, asıl olarak, paylaşım sürecinde askeri açıdan ayrı bir güç olarak sahaya çıkma planından başka bir şey değil. Fransa ile birlikte, uzun zamandır üye ülkeler arasında askeri işbirliğinin sağlanması için çaba harcayan Almanya, şimdi istediği yönde önemli bir adımın atılmasını sağlamış durumda. Bunda Fransa Cumhurbaşkanlığına Emmenual Macron’un seçilmesinin de büyük rolü oldu. Önceki Cumhurbaşkanı François Hollande bu konuda hep ağır davranmayı tercih etmişti. Ancak, İngiltere’nin geçen yıl Brexit kararı almasından sonra, iki ülke arasında askeri yönde işbirliğinin artırılması konusunda görüş birliğine varıldı.
Macron, göreve başladıktan sonra Sorbonne Üniversitesi’nde AB konusunda yaptığı temel konuşmada, gelecek planları konusunda önemli ipuçları vermişti. Bunların başında AB ordusu geliyordu. Macron, söz konusu konuşmasında, “2020’de faaliyete başlamasını umduğu ortak savunma gücünün NATO’nun yerini almak yerine NATO’yu destekleyen bir yapıda olması ve AB’nin ortak askeri gücü olarak hareket etmesi” gerektiğini savunmuştu. Macron, ortak bir savunma bütçesi ve politikası geliştirmek gerektiğini, ayrıca Avrupa askeri eğitim akademisi kurmak istediğini de ifade etmişti.[4]
Geleceğin en önemli sorusu ise, NATO ile PESCO arasındaki ilişkinin nasıl olacağı. İmza töreni öncesinde yapılan açıklamalarda, ABD Başkanlığına Donald Trump’ın seçilmesinin ve İngiltere’nin AB’den ayrılması kararının, PESCO’nun kuruluş sürecini hızlandırdığı ifade ediliyordu. Dolayısıyla siyasi ve ekonomik yarılmanın yanında oluşan askeri yapılanmaya yeni gerekçeler de bulunmuş oldu.
Almanya eski Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier ve Savunma Bakanı Ursula von der Leyen, Şubat 2014’de katıldıkları 50. Münih Güvenlik Zirvesi’nde, Almanya ve AB’nin artık dünya politikasında askeri olarak etkili rol alması gerektiğini ilan etmişlerdi.
Son olarak, geçtiğimiz Mayıs ayında, Almanya Başbakanı Angela Merkel de, Münih’te bir bira çadırında yaptığı konuşmada Almanya’nın dünya politikasında nasıl bir rota izlemesi gerektiğini şu şekilde özetlemişti: “Başkalarına güvendiğimiz dönem bir parça geride kaldı. Bunu son günlerde gördüm. Ve bu nedenle sadece şunu söyleyebilirim: Avrupalılar olarak kaderimizi gerçekten elimizde almamız gerekiyor.” Ve devam etmişti: “Elbette ABD ile dost kalacağız. Ancak Avrupalılar olarak kendi kaderimizi belirlemek için kendimiz mücadele etmeliyiz.”[5]
Açıktır ki; bu sözlerin adresi ABD ve lideri Donald Trump’tan başkası değil. Zira Merkel, Kanada’da yapılan G 7 Zirvesi’nde de, Trump’un istediklerine karşı çıkmış ve tutum almıştı.
Uzun süredir özlemi çekilip belli edilen dünyanın etkili bir gücüne dönüşme arzusu, sonunda, Almanya tarafından, yazılı bir belge haline getirildi. Federal Dışişleri Bakanlığı tarafından kurulan çalışma grubunca hazırlanan Strateji Belgesi, Dışişleri Bakanı Heiko Maas tarafından Handelsblatt gazetesine yazılan bir makale ile ilan edildi. Makalede, Maas açık olarak, ABD’nin kırmızı çizgileri aşması durumunda karşısında bunu dengeleyecek bir gücün olması gerektiğini savunarak, ABD ile ilişkilerde artık “stratejik ortaklık” yerine “dengeli ortaklık”tan (Balancierten Partnerschaft) söz etmekteydi.[6]
Yazıda, İran ve Rusya konusunda ABD’nin belirlediği politikaya itiraz ediliyor ve muhtemel ambargoların aşılması için somut öneriler yapılıyordu. Bunların başında, ABD’den bağımsız küresel para transfer ağının kurulması, vergi ödemeyen ABD’li dijital tekellerden vergi alınması geliyordu. Rusya ve İran ile ilişkiler üzerinden tarif edilen bu yaklaşıma, Türkiye’yi de eklemek mümkün. Zira, Türk-Amerikan ilişkilerinin gerilmesi, Almanya için yeni bir şans olarak ele alınmaya başlandı. Son birkaç yıldır gerilimli olan ilişkilerin normalleştirilmesi için adımlar atıldı, atılmaya devam ediliyor. Bu çerçevede daha önce insan hakları ve basın özgürlüğü konusunda yöneltilen eleştiriler bir yana bırakılarak, Erdoğan Berlin’e davet edildi ve askeri törenle karşılandı. Bu adımlar, Türkiye’den çok, Almanya’nın Türkiye ve bölgeye dair siyasi ihtiyaçlarından ötürü atıldı. Türkiye’nin, giderek Rusya’ya yaklaşması yerine, Almanya/AB ile bağlantılı kalmasının sağlanması için ciddi planları yapılıyor.
Denebilir ki; Dışişleri Bakanlığı tarafından ABD’ye dair hazırlanan belge, bugüne kadar siyasetçiler tarafından söylenenleri resmi devlet görüşü haline getiriyor ve genel olarak bundan sonra izlenecek politikanın çerçevesini belirliyor. Çünkü, Almanya ekonomik gücüne rağmen siyasi ve askeri açıdan ABD’nin himayesinde kaldıkça, paylaşım sürecinde etkili olamayacağı ve istediklerini elde edemeyeceğinin farkında. Trump’ın Avrupa’ya karşı takındığı yaptırımcı ve başta çelik ve alüminyum olmak üzere değişik ürünlerden daha fazla gümrük vergisi almaya dayalı politikası ise, bu süreci hızlandırıyor ve Almanya’yı yeni partnerler arayışına yönlendiriyor. Eskiden bu arayışlar gündeme geldiğinde, ülke içinde önemli bir kesim, ABD ile birlikte hareket etmenin zorunluluğundan söz ederek karşı çıkardı. Ancak Trump’ın açıklamalarından sonra ABD ile birlikte hareket edilmesi gerektiğini savunanların sayısı alabildiğince azaldı.
TRANSATLANİK İLİŞKİLERDE ÇIKAR FARKLILIKLARI VE PAYLAŞILAMAYANLAR
Almanya’nın merkezinde olduğu Avrupa’nın, ABD ile ilişkileri her açıdan sorgulama ve yeniden düzenleme niyetini açık olarak ortaya koyduğu bu politikası, elbette aralarındaki çıkar farklılıkları ve pazar paylaşımına ilişkin çekişmelerden kaynaklanıyor. Avrupa tekellerinin bazı alanlarda ABD tekellerinden daha fazla mesafe kaydedip güç kazanması, doğal olarak, daha fazlasını elde etme isteğiyle pazar paylaşım mücadelesini kızıştırıyor. ABD tekellerinin belli alanlarda Avrupalı tekellerle rekabet gücünün zayıflaması nedeniyle Trump’ın “korumacılığa / protektionizme” dayalı “America first” (Önce Amerika) politikasını savunduğu biliniyor.
Görevi devralır almaz Transpasifik Serbest Ticaret Anlaşması’ndan (TTP)[7] çekilen Trump, ardından ABD ile AB arasında yıllarca imzalanması için pazarlıkların yapıldığı Transatlantik Serbest Ticaret ve Yatırım Anlaşması’nı (TTIP) da iptal etti. Her iki adım da, “America first” politikasının ürünüydü.
ABD’li tekellere, Avrupa’da da ABD’deki çalışma koşullarını uygulama imkanı tanıyan, kuralsız rekabetin önünü açan TTIP, başta Almanya olmak üzere birçok ülkede, yüz binlerce insan tarafından defalarca protesto edilmiş, Obama yönetimiyle AB ülkelerinin yöneticileri buna rağmen geri adım atmaya yanaşmamışlardı. Anlaşmanın, ticari açıdan ABD tekellerinden çok Avrupa menşeili tekellerle AB’nin işine yarayacağından hareket eden Trump’ın iptal kararının arkasında, elbette ABD’nin Avrupa karşısında verdiği ticaret açığı yatıyor. Federal İstatistik Dairesi’nin verilerine göre, 2017 yılında Almanya’dan ABD’ye toplam 113 milyar Euro’luk mal satılırken, ABD’den 57,8 milyar Euro’luk mal ithal edildi. Satın alınanların başında 6,3 milyar Euro ile otomobil geliyor. Verdiği büyük açık nedeniyle Almanya ve Çin’den[8] yaptığı ithalatın ABD ekonomisinin baş düşmanı olduğuna inanan, bu nedenle de bir televizyon kanalına verdiği demeçte her iki ülkeden açıkça “düşman” olarak söz eden Trump (ve yakın çevresi), bu nedenle her iki ülkenin tekellerine ABD pazarını sınırlandırmayı öncelikli politika haline getirmiş görünüyor.
Federal İstatistik Dairesi’nin rakamlarına bakıldığında, 2008 ekonomik krizinden sonra Almanya’nın ABD’ye ihracatında istikrarlı bir artışın olduğu görülüyor. Krizin başladığı 2008’de ABD’ye 71 milyar Euro’luk ihracat yapan Almanya, krizin etkisini hissettirdiği 2009’da ancak 54 milyar Euro’luk ihracat yaptı. Sonraki yıllarda ise sürekli bir artışla, ihracat miktarı, 2015’te 113 milyar Euro’ya kadar çıktı.[9]
ABD’nin Almanya ve Çin’e karşı verdiği ticaret açığı elbette yeni değil. Almanya, en çok ihracatı ABD’ye yaparken, Çin, Hollanda ve Fransa’dan sonra dördüncü ihracat ülkesi konumunda. Yine Almanya, 2016 verilerine göre, 373 milyar dolar ile, İngiltere, Japonya ve Fransa’dan sonra ABD’ye en fazla doğrudan yatırım yapan dördüncü ülke konumunda.
Verilere bakıldığında, Trump’ın “korumacılık” politikası, asıl olarak ABD sermayesini rekabetten korumaya yönelik. Dolayısıyla, TTIP’in iptal edilmesinin arkasında, asıl olarak ticari kaygılar bulunuyor.
Halbuki, Obama yönetimi, TTIP ile, Avrupa ile vergileri karşılıklı kaldırarak, ABD ekonomisine nefes aldırmayı amaçlamıştı. Bu hamle sadece ekonomiyle de sınırlı değildi. Atlantik’in iki yakası arasında “ekonomik entegrasyon” yönünde atılacak adımlar, aynı zamanda, siyasi açıdan da “kader birliği”ne zemin hazırlayacaktı. Başka bir deyişle, TTIP, askeri ve siyasi açıdan kurulmuş olan “stratejik ortaklık”ın ekonomik açıdan temellendirilmesi anlamına geliyordu. Trump’ın kararı, bu açıdan “stratejik ortaklık”ın sorgulanmasını hızlandırdı.
ÇELİK VE ALÜMİNYUMA GÜMRÜK VERGİSİ NE ANLAMA GELİYOR?
“Korumacı” politikasında ısrar eden ve ABD pazarını rakiplere kapatma politikasını izleyen Trump, ilk önemli hamlesini “ulusal güvenliği” gerekçe göstererek çelik ve alüminyumda ithal vergilerini yükselterek yaptı. 1 Haziran’dan itibaren geçerli olmak üzere; Çin, AB, Kanada, Meksika’dan ithal edilen çelik ve alüminyuma yüzde 25 ve yüzde 10 gümrük vergisi kondu. Buna tepki gösteren AB; 22 Haziran’dan itibaren, ABD’den ithal edilen mısır, barbunya, pirinç, mısır gevreği, fıstık ezmesi, yaban mersini, portakal suyu, viski, puro, sigara, tütün, ruj, kot pantolon, nevresim, ayakkabı, lavabo, merdiven, vantilatör, motosiklet, yat, tekne, tüp ve çelik gibi yüzlerce farklı ürüne yüzde 25 gümrük vergisi koydu.
Trump’ın “ticaret savaşı” kararının arkasında da, yine, Almanya ve diğer ülkeler karşısında verdiği ticaret açığını kapatma ve ABD tekellerini koruma bulunuyor. Zira çelik ve alüminyum ithalatının eskisi gibi devam etmesi durumunda ABD’nin verdiği açığın devam edeceği ve içerideki üretimin de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağı, bunun da ordunun ihtiyaç duyduğu araç gereçlerin yapımını tehlikeye düşürebileceği ileri sürülüyor.
Nitekim ithalat vergisinin artırılmasından üç ay sonra, ABD’de çelik üretiminin yüzde 30 arttığı açıklandı.[10] Ancak ülkede daha önce tonu 660 dolardan satılan çeliğin fiyatıyla 900 dolara kadar çıkmıştı. Bunun üzerine, en çok çelik üreten tekeller arasında yer alan United States Steel ve Arcelor Mittal’de örgütlü Çelik İşçileri Sendikası, elde edilen aşırı kârdan pay talep etmeyi ve ücretlerin artırılmasını gündeme getirdi. Ancak her iki tekel de uzun vadede ücretlerde artışa yanaşmadı. US Steel her işçiye bir seferliğine 15 bin dolar, bu yıl için ise 6 bin dolar ödeme ve gelecekte ücretleri artırmama teklifinde bulundu.
Resmi verilere göre, Almanya’nın 1,3 milyon tonla en çok çelik sattığı ülkeler sıralamasında, AB iç pazarını saymasak, ABD ilk sırada yer alıyor. Buna rağmen, Amerikan gümrük vergilerindeki artırımların Alman ekonomisinde bir sarsıntıya yol açması beklenmiyor. Ancak, alternatif yeni pazarlar bulunmadığı takdirde, 85 bin işçinin çalıştığı çelik sektöründe daralma olması bekleniyor ve bu da dış Pazar arayışını acilleştirip ciddileştiriyor.
OTOMOBİLE GÜMRÜK VERGİSİ Mİ?
Asıl önemli olanın, Trump tarafından sık sık gündeme getirilen, ancak bugüne kadar uygulanmayan otomobillerden alınan gümrük vergisinin yükseltilmesi olduğunu ise hem Almanya hem de ABD biliyor. Zira böylesi bir adımın dünya ekonomisinde yaratacağı sarsıntı çok daha büyük olacak. Bu nedenle Almanya başta olmak üzere AB ülkelerinin tepkisi de çok daha sert olacağı açık.
ABD ile AB arasında Dünya Ticaret Örgütü bünyesine varılan anlaşmaya göre, AB, ABD’den ithal edilen arabalardan yüzde 10 gümrük vergisi alacak. ABD ise, otomobillerden yüzde 2.5, pikap ve yük araçlarından yüzde 25 gümrük vergisi alıyor.
Bu anlaşmayı açıkça “aptalca” bulan Trump, otomobillerden alınan vergileri yükseltme tehdidinde bulunuyor. Bu tehdidin birinci adresi ise, elbette “otomobil ülkesi” Almanya. Yılda 1.4 milyon araba satan Almanya, bunların dörtte birini ise doğrudan ABD’de üreterek piyasaya sürüyor. ABD’de üretilen araçların çoğu yurtdışında satılıyor. Basında yer alan haberlere göre, Alman otomotiv tekeli BMW, bu nedenle ABD’de yurtdışına en çok araç satan tekel konumunda. Buna karşılık ABD’nin Avrupa pazarında sattığı araba sayısı ise çok az.
Eurostat ve ABD Ticaret Bakanlığı’nın Temmuz 2018 verilerine göre, AB, 2017’de ABD’ye 37.4 milyar Euro’luk araç ihraç etti. Bu rakam, AB’nin toplam araç ihracatının yüzde 30’una denk geliyor. Bu miktar, ABD’nin toplam otomotiv ithalatının yüzde 25’i. Öte yandan ABD, 2017’de AB’ye 6.3 milyar Euro’luk araç ihracatında bulundu. Bu rakam ABD’nin küresel otomotiv ihracatının yüzde 20’si, AB’nin küresel ithalatınınsa yüzde 15.3’ü demek. AB’ye üye ülkelerin otomotiv tekelleri, ABD’de 2.9 milyon araç üretiyor ve bu ABD’nin toplam araç üretiminin yüzde 26’sına denk geliyor.
Bunun büyük bir bölümü elbette Almanya’ya ait. Ward’s Automotive Group tarafından yayınlanan verilere göre, 2017 yılında ABD pazarında Mercedes 372 bin 238 (ABD’nin ithal ettiği: 228 bin 988), BMW ve Mini 363 bin 409 (ithalat, 249 bin 303), VW 339 bin 676 (ithalat, 37 bin 101), Audi 226 bin 511 (ithalat, 175 bin 241), Posche 55 bin 420 (ithalat, 55 bin 420) araç sattı.[11]
Verilere bakıldığında, VW’nin ABD’deki üretiminin çok fazla olduğu, Posche’nin ise hiç üretim yapmadığı görülüyor. Bu durum, her iki açıdan da ABD pazarının Alman otomobil tekelleri için oldukça verimli olduğunu gösteriyor.
AB ile bu ticaret savaşına giren Trump’ın en önemli hedefi ise Çin. 24 Eylül’de yürürlüğe giren kararnameye göre, Çin’den ithal edilen 200 milyar dolar değerindeki ürüne yüzde 10 gümrük vergisi konuldu. Çin tekelleri tarafından ihraç edilen binlerce ürün için geçerli olacak gümrükler vergileri, ABD firmaları tarafından Çin’de üretilen ürünler için de geçerli olacak. Söz konusu ürünler için gümrük vergisi 1 Ocak 2019’dan itibaren yüzde 25’e çıkarılacak. ABD’nin Çin’den gelecek ürünler için yürürlüğe koyduğu gümrük vergilerinin özellikle elektrik ve elektronik sektörünü etkilemesi bekleniyor. Ev aletleri üreten Midea firmasının ihracatının yüzde 40’ı, elektronik (kamera, cep telefonu vb.) aletler üreten TCL firmasının ihracatının ise yüzde 44’ü ABD’ye yapılıyor.[12]
Çin, bu hamleye, 60 milyar dolar değerindeki Amerikan ihraç ürününe gümrük vergisi koymakla yanıt verdi. Yürürlüğe girdiğinde, bu karardan, ABD’de Alman tekelleri tarafından üretilip Çin’e ihraç edilen ürünler de etkilenecek. Alman BMW tekeli, her yıl ABD’deki fabrikalarında ürettiği 290 bin aracı (bunlar arasında büyük yük araçları da bulunuyor) Çin’e satıyor.
Gümrük vergilerini yükseltme kararlarının asıl amacının, Çin’le olan ticaret açığını kapatma ve ABD tekellerini devlet eliyle koruma olduğu açık. Zira, dünyanın iki büyük ekonomisi arasında süren rekabette ABD’nin Çin’e karşı verdiği açık yıldan yıla büyüyor. İki ülke arasındaki ticaret hacmi, bu yılın ilk altı ayında, bir önceki yılın ilk altı ayına göre yüzde 13.1 artarak, 301 milyar dolara ulaştı. Çin’in satışlarında yüzde 13.6, ABD’nin satışlarında ise yüzde 11.8 artış oldu. ABD Ticaret Bakanlığı’nın 2015 verilerine göre, ABD, Çin karşısında 367 milyar dolar, AB karşısında 157 milyar dolar (Almanya karşısında 75 milyar dolar), Kanada karşısında 21 milyar dolar, Meksika karşısındaysa 68 milyar dolar açık verdi. Bu veriler, ABD’nin neden söz konusu ülkelere karşı gümrük vergileri uygulamaya başladığını açıkça ortaya koyuyor.
ABD’nin gümrük vergilerini yükseltme politikasına karşı, Çin ise, 1 Temmuz’dan itibaren otomobillerden aldığı gümrük vergisini yüzde 25’ten 15’e düşürdü. Merkel’in Peking’e yaptığı ziyaretten birkaç gün önce alınan bu karar, en çok Alman otomobil tekellerinin işine yarayacak. Yılda 28.9 milyon araba satışıyla Çin bugün dünyanın en büyük pazarı. Özellikle de pahalı arabalar için. 2017’de, Almanya Çin’e, 200 bin VW, 160 bin Mercedes, 70 bin Porsche, 50 bin Audi marka araba sattı. Çin’in bu kararı, ABD’de daralma ihtimali güçlenen pazarın Çin’de kısmen açılmasına ve Çin-Almanya yakınlaşmasının hızlanmasına yol açabilir.
ABD ile AB arasındaki “ticaret savaşı”nı değerlendiren Süddeutsche Zeitung’dan Nicolaus Piper, şu hatırlatmada bulunuyor: “Bugünlerde olanlardan sonra nelerin olabileceği konusunda uyarıcı örnekler var. 1928’de ABD’deki başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Herbert Hoover, işyerlerini ve tarımı gümrük vergileriyle koruyacağını vaat etti. Seçimleri kazandıktan sonra Kongre üyeleri senatör Reed Smootundder ile milletvekili Willis Hawley’i vaatleri hayata geçirmekle görevlendirdi. İkisi toplam 900 mala gümrük vergisi getiren yasayı hazırladılar ve 17 Haziran 1930’da, hem de ekonomik krizin tam da ortasında yasa yürürlüğe konuldu. Smoot-Hawley felakete gidişi hızlandırdı. Kanada, Fransa ve İngiltere karşı önlemler aldı. Sonunda dünya ticareti diye bir şey kalmadı. Smoot-Hawlet travması ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra atlatılabildi. 1964’te ABD ile Avrupa arasında ‘tavuk savaşı’ yaşandı. Avrupa, tavuklara yüksek gümrük vergileri koydu. ABD’nin buna yanıtı Fransız konyaklarına ve Alman Volkswagen arabalarına gümrük koymak oldu. Çelik, uçak, hormonlu et ve diğer alanlarda çatışmalar oldu ve sonunda bir uzlaşma bulundu. Peki günümüzdeki popülistler dönemindeki ticaret savaşı nasıl etkiler yaratacak? Federal Hükümet’in konuyla ilgili bir uzmanı bu soruyu şöyle yanıtlıyor: ABD ile AB arasındaki büyük ticaret savaşı ancak üçüncü bir tarafı güldürür. O da Çin’den başkası değil.”[13]
ABD’nin iki önemli alana dair artırdığı ya da artırmayı gündeme getirdiği gümrük vergileri, bir yanıyla ABD iç pazarını yabancı tekellere kapatarak ABD tekellerini korumaya alırken, diğer yanıyla ise pek çok alanda Amerika’nın rekabet gücünün sınırlı olduğunu ortaya koyuyor. Daha önce ekonomik alanda rakipleriyle kolaylıkla başa çıkabilen ABD, gelinen aşamada ucuz hammadde ve emek gücü ve üretkenliğinin yüksekliği nedeniyle Almanya ve özellikle Çin’le rekabet edemez duruma gelmiş bulunuyor. Kendi pazarını koruyup yeniden güç kazanma hesabı yapan ABD tekellerinin, bir sonraki hamlede ise, rakiplerine karşı yeniden dünya pazarlarında hakimiyet kurmak ve rekabette etkili olmak için bütün imkanlarını seferber edeceği bugünden görülüyor. Dolayısıyla bugün gümrük vergilerini yükselten ABD, gelecekte, yeniden gümrüklerin düşürülmesini gündeme getirebilir.
Avrupa’da genel olarak beklentiler bu yönde. Bu politikayı tekellerden koparıp, daha çok Trump’ın bireysel tutumuyla açıklamaya çalışanlar, Trump’ın görevden ayrılması durumunda her şeyin eskisi gibi normale döneceğini, bu nedenle ABD ile bağların koparılmamasını savunuyorlar. Ancak ticaret verilerine bakıldığında, meselenin sadece Trump ile sınırlı olmadığı, ABD tekellerinin bazı alanlarda rakipleriyle rekabet edemediği, bu nedenle de devletin devreye girerek tekelleri koruma altına aldığı görülüyor. Dolayısıyla bir zamanlar sıkça propagandası yapılan “piyasa liberalizmi” ya da “piyasa her şeyi düzenler” şeklindeki kapitalist zihniyetin doğru olmadığı bir kez daha görülmüştür.
AB İLE ABD ARASINDAKİ BİR DİĞER ÇELİŞKİ: İRAN
AB ile ABD arasındaki bir diğer önemli gerilim ya da çatışma noktası da İran’a yönelik politika farklılığı. Uzun yıllar süren pazarlıkların ardından, İran’la 14 Temmuz 2015’te Viyana’da imzalanan nükleer silah anlaşmasının Mayıs 2018’de Trump tarafından tek taraflı iptal edilmesi ve bu ülkeye yönelik olarak yeni yaptırım kararlarının gündeme getirilmesi transatlantik ilişkilerde yeni bir gerilime yol açtı. Özellikle Almanya ve Fransa liderleri anlaşmanın iptal edilmemesi için bizzat Beyaz Saray’a giderek Trump ile görüşmeler yaptı, ancak istedikleri sonucu alamadılar. Anlaşmada ABD’nin yanı sıra Birleşmiş Milletler’in diğer daimi üyeleri Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin’in yanı sıra Almanya ve İran’ın imzası vardı. Çok taraflı anlaşmanın Trump tarafından iptal edilmesine, beklendiği gibi, diğer ülkeler de tepki gösterdi. Avrupa ülkeleri Almanya, Fransa ve İngiltere, ortak bir açıklamayla, Trump’ın kararının kendilerini bağlamadığını ilan ettiler. Çin ve Rusya da Trump’ın kararını tanımayacağını ilan etti. Dolayısıyla, ABD çekildiği halde anlaşma fiili olarak halen yürürlükte.
Trump’ın “tarihteki en kötü anlaşma” ilan ettiği anlaşma konusunda verdiği kararının gerekçesi olarak, nükleer silah üretimini sürdürmesinin yanı sıra, İran’ı, Ortadoğu’daki “terör ve kaos”un sorumlusu ilan etmesi, atılan bu adımın, nükleer silah üretiminden çok, Tahran’ın bölgede artan etkisini kırmaya ve yaratacağı kaos üzerinden bu ülkede rejim değişikliğine yönelik olduğu anlaşılıyor. Karar, bir kez daha, birleşik bir “Batı” kampının olmadığını, asıl belirleyici olanın, ülkelerin çıkarları olduğunu ve her ülkenin bu çıkarlara göre tutum belirlediğini gösterdi. Trump’ın karar alır ve uygulamaya koyarken sözde müttefikleriyle bir istişare etme ihtiyacı bile duymaması da, ABD’nin kendi çıkarları için çekinmeden ayrı davranabileceğini ortaya koyuyor.
Der Spiegel kararın açıklanmasından sonra olanları şu tepkiyle değerlendiriyordu: “16 ay içinde Trump’ın yaptıkları küçümsenemez. Avrupa; koruyucu gücünü, ortak değerlerin güvencesini ve dünya politikasında ABD ile birlikte oluşturduğu ağırlığını kaybediyor. Peki önümüzdeki iki buçuk yıl (belki de altı buçuk yıl) içinde ne olacak? Daha fazla çatışma için yeterli zaman.”[14] Dergi, çare olarak, Avrupa’nın birlikte hareket etmesini ve provokasyonlara gelmemesini öneriyor.
Nükleer Antlaşma ve İran’a yönelik ambargonun yumuşatılmasıyla birlikte hızla bu ülkeyle ticari ilişkileri başlatan ve kısa zamanda ticaret hacmini iki katına çıkaran Avrupa ülkeleri, İran’ın anlaşmaya sadık kalması durumunda, ticari ilişkileri sürdüreceklerini açıkladılar. Avrupa ülkeleri, Trump’ın kendileriyle müzakere etmeden anlaşmayı tek başına sonlandırmasının, aynı zamanda, İran gibi önemli bir konuda Avrupalı müttefiklerini yok sayma anlamına geldiğini de yüksek sesle ifade ettiler. Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesinden sonra da AB ülkeleri aynı tutumu takınarak, anlaşmanın kendileri için geçerli olmaya devam edeceğini ilan etmişlerdi. Bu yok saymaya karşı AB ülkelerinin daha fazla sessiz kalması beklenmiyordu. Çünkü, dünya artık ABD’nin tek başına her şeyi belirlediği bir dünya değil. Dolayısıyla Avrupa ülkeleri, gelecekte ABD’den farklı olarak, İran ile “eleştirel diyalog” çerçevesinde ilişkilerini sürdürmeye kararlı görünüyor.
Bu politikaları, temel olrak, elbette Molla rejimini çok sevmelerinden değil, İran pazarını elde etme isteklerinden kaynaklanıyor. Uzun yıllar ambargo uygulanan ve şimdi yeniden Kasım’da petrol ticaretinin de katılmasıyla iyice ağırlaştırılacak ambargo altında yaşamaya başlayan 80 milyonluk İran, Avrupalı tekeller için yeni keşfedilmiş “boş pazar” gibi. Üç yıl önce, nükleer anlaşma imzalanır imzalanmaz, başta Alman ve Fransız tekelleri olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin tekeli İran’a akın etmişti. Gidip gelen delegasyonların hedefinde mal satma ve yatırım yapma vardı.
Basında yer alan haberlere göre, Almanya ile İran arasındaki ticaret hacmi, 2016’da bir önceki yıla oranla iki kat artarak, 3 milyar Euro’ya ulaştı. Bunun 2.4 milyarını Almanya’nın İran’a ihraç ettikleri oluşturuyor. Özellikle Çin, İran’da yaptığı yatırımlar ve bu ülkeye ihracatıyla, diğer emperyalist devletlere göre bir adım önde. Alman tekellerinin çoğu, sahada Çin ile rekabet etme zorunda olmaktan şikayetçi.
Görünen o ki, Almanya ve Fransa, İran pazarından kolay çekilmeyecek. Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın, İran ile ticaret yapan tekellerin ABD ambargosundan etkilenmemesi için ayrı bir para transfer sisteminin kurulmasını önermesi de bunu gösteriyor. İran ile yapılan ticarette para yerine mal değişimi öneren de var. Keza, AB ülkelerinin başka ülkelerle yaptıkları ticarette dolar yerine Euro’yu kullanmaları gerektiği yönündeki söylemler de giderek yaygınlık kazanıyor. En son AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, “AB şirketlerinin Euro değil Dolarla mal satması biraz komik oluyor. Avrupalılar olarak her yıl 300 milyar Euro değerinde aldığımız enerjinin yüzde 80’ini Dolar cinsinden ödememiz kabul edilemez. Hem de petrolün yüzde 2’si ABD’den geldiği halde.”[15] dedi. Doların dünya ticaretindeki yerini sorgulayan Avrupa ülkelerinin, gelecekte, transatlantik ilişkilerin seyrine bağlı olarak, bunu daha yüksek sesle ifade etmeleri bekleniyor.
Öyle görünüyor ki, Trump İran’a yönelik yaptırım kararlarını hayata geçirmede ısrar edip bunu ihlal eden ülkeler ve firmalar da oldukça, tansiyon çok daha yükselecektir. Ticaret savaşının önemli bir ayağını da, İran ile ticaret yapan Çin, Alman, Fransız tekeller oluşturacak gibi görünüyor. Avrupa’nın şimdiden bu tekeller için önlem arayışına girmesi de bunun habercisi. Çünkü başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa ülkeleri Trump’ın kararına uymayıp anlaşmaya sadık kalarak İran’la ekonomik ve ticari ilişkilerini sürdüreceklerini ilan ettiler, ancak ABD, ambargoya uymayan şirketleri “kara liste”ye alarak Amerika’daki faaliyetleriyle dış ticaret yapmalarını yasaklayacağı için, birçok Avrupa şirketi çoktan İran’dan ayrıldılar.
GERİLİMLİ İLİŞKİLER NEREYE VARABİLİR?
Transatlantik ilişkilerde çıkar farklılıkları ve pazar alanları konusunda yaşanan çelişkilerin kendisini en fazla hissettirdiği alanların başında elbette ittifak örgütü NATO geliyor. Ticari olarak kıyasıya rekabet içinde olan ülkelerin siyasi ve askeri olarak bir arada bulunmaları daha ne kadar sürebilir, sorun bu, ve bu NATO’da yansıyor. Ticari alandaki rekabete bakıldığında, ABD’nin özellikle Almanya’yı “düşman” ilan ettiği görülüyor. Temmuz ayında Brüksel’de yapılan NATO Zirvesi’nde taraflar arasındaki gerilim bir kez daha açık olarak görüldü.
Merkel’e, NATO’ya katkı çerçevesindeki askeri harcamalarını zaman geçirmeden artırma çağrısında bulunan Trump, Almanya’nın Rusya ile ticari ilişkilerinden de rahatsız olduğunu “North Stream II” doğal gaz hattı yapımını eleştirerek gösterdi ve Almanya’yı “Rusya’nın esiri olmak”la itham etti. “North Stream”, ABD’nin Avrupa’ya satmayı planladığı kaya gazı planlarını bozuyor. Bu nedenle Trump, “ABD ile Rusya enerji alanında rakip” diyor.
Rusya ile normal ticari ilişkilerin sürdürülmesi, Almanya’nın diğer rakiplerine göre daha fazla güçlenmesine yol açıyor. Dolayısıyla, Trump bu nedenle, “Bizim normal ticari ilişkiler sürdürmediğimiz bir ülkeyle diğerleri de sürdürmesin” diyor. Benzer bir politika İran için de geçerli.
ABD cephesinde, eskiden beri, AB’nin kendi içinde uyumlu olması ve birleşme sürecini ilerletmesinin en çok Almanya’ya yarayacağı bilindiği için bundan hoşlanılmadığı ve bunu engellemek için bölme planlarının devreye konulduğu sır değil. Nitekim, Alman diplomat ve siyasetçiler, Trump’un Almanya’ya yönelik eleştirilerini “AB’yi bölmeye çalışıyor” diye değerlendiriyorlar.
Trump, emperyalist paylaşım kapışmasında ABD’yi en üstte tutmak için çok boyutlu, iç içe geçmiş, kimi zaman çelişkili gibi görünen bir dış politika sürdürüyor. Ancak, emperyalist devletler arasında keskinleşen rekabet, artık ABD’nin eskiden olduğu gibi her şeye tek başına karar veren bir ülke olmaktan çıktığını ortaya koyuyor.
Dünyanın içinde bulunduğu durumu, her yıl Münih’te düzenlenen Güvenlik Konferansı’nın direktörlüğünü yapan Wolfgang Ischinger’in Der Spiegel’e verdiği söyleşide sarf ettiği şu cümleler özetliyor: “Bir paradigma değişimi yaşıyoruz. Sovyetlerin yıkılmasından sonra dünyadaki durum hiç bu kadar tehlikeli olmamıştı. Her şeyden önce karşılıklı güven yok oldu. Dünyada yeni bir siyasi döneme benzeyen gelişmeler yaşanıyor. Rusya’nın yeni rolünü, Çin’in saldırılarını, Suriye’de olduğu gibi dünya çapındaki savaşları Avrupa’dan hissediyoruz. Güvenilir partner Türkiye sallantıda, AB istikrarsızlaşıyor. Ancak hiçbir politikacı dünyayı Trump kadar güvensizleştirmedi. Ocak 2017’den beri görevde ve bütün liberal dünya düzeni tehlikede.”[16]
Her yıl silah tekellerini, siyasetçileri, generalleri ve savaş stratejistlerini Münih’e davet eden bir savaş baronu olarak Ischinger’in bütün bunların nedenleri konusunda söyleyebileceği şey ise yok. Halbuki olanların tümü, onların baş savunucusu olduğu kapitalist emperyalizmin doğasında var. Çünkü, kapitalist emperyalist devletler arasında hiç bitmeyen rekabet, pazar paylaşım kavgası ve daha fazla siyasi egemenlik ve hegemonya isteği, gerilim ve savaşların asıl kaynağıdır. SSCB’nin var olduğu dönemde, batılı emperyalist devletler varlıklarını sürdürebilmek için aralarındaki çelişkileri minimuma çekerek, asıl düşman SSCB’ye ve sosyalizme karşı kader birliği yapmışlardı. Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından “Batı”nın kendi arasındaki sözde uyumunun sırrı, karşıda güçlü bir rakibin, yani SSCB’nin olmasından kaynaklanıyordu. Rakibin çöküp dağılmasıyla, aslında emperyalist ilişkiler ve rekabet normal sürecine girdi ve bugün olanlar da bu normal sürecin sonuçları.
Kapitalist emperyalist rekabetteki dizginsizlik, geçmişte dünyayı iki büyük, pek çok küçük savaşa sürükledi ve sonuçları insanlık için ağır oldu. Bugünkü rekabetin şiddetine baktığımızda, asıl paylaşımın, geçmişte de olduğu gibi, silah ve savaşla olacağının güçlü işaretleri var. Belirli eğilimler görünmeye başlasa da, henüz, Soğuk Savaş yıllarınkine benzeyen bir “denge” sistemine dair bloklaşmalar yok ve kısa zamanda oluşması da beklenmiyor. Daha fazla bölünme ise, kuvvetle muhtemel. “Batı” blokunu şemsiyesi altında toplayan NATO’nun varlığı ve misyonu gelecekte çok daha tartışmalı olacak. Bölünme ve dağılma olasılığı her geçen gün biraz daha artıyor. Belki bir arada kalışı zorunlu hale getirecek yeni bir savaş ya da terör saldırısı bu örgütün ömrünü uzatabilir.
İçinden geçtiğimiz dönemde her emperyalist devletin kendi çıkarlarına göre politika belirleme, koşullara ve somut duruma göre müttefikler saptamaya geçme eğilimi, aynı zamanda ilişkilerin karmaşık olduğu anlamına geliyor. Net olan ise, ABD’nin dünya üzerindeki liderliğinin daha fazla sorgulanır hale geldiği ve eskiden sahip olduğu diğer emperyalistlerle rekabetteki üstünlüğünü kaybetmesidir.
Trump’ın ABD tekellerinin çıkarlarını korumak için izlediği pervasız politikalar çelişkilerin derinleşme sürecini hızlandırıyor ve emperyalistler arasındaki kamplaşmaları tetikliyor.
Bu açıdan bakıldığında, emperyalist devletler arasındaki çıkar farklılıkları, önceki dönemden farklı olarak sadece söz ya da politik ayrılıklarda yansımakla kalmıyor, somut uygulamalarla da kendisini hissettiriyor. Bu gelinen aşamada itibariyle bugüne kadar biriken çelişkiler, bir üst aşamaya sıçrayarak, pazar alanlarını birbirlerinin aleyhine daraltıp ele geçirmeye yönelmiştir.
Günümüzde olanlar bir kez daha Lenin’i haklı çıkarıyor. Karl Kautsky’nin “barışçıl ultra-emperyalizm” görüşlerini eleştiren Lenin, zamanında şunları yazmıştı:
“Kautsky’nin, içlerinde ‘ultra-emperyalizm’in, embriyonunu gördüğü uluslararası karteller (tıpkı laboratuvarın tablet üretiminde bir ultra-tarımın çekirdeğinin görülebileceği gibi), dünyanın paylaşılmasının ve yeniden paylaşılmasının, barışçı paylaşmadan barışçı olmayan paylaşmaya, ve tersi bir duruma geçişin örnekleri değil midir? Eskiden, örneğin, Uluslararası Ray Sendikası ya da Uluslararası Deniz Ticaret Tröstü içinde, Almanya’nın da katılmasıyla dünyayı rahatça paylaşmış olan Amerika’ya ve başka ülkelere ait mali sermaye, şimdilerde, hiç de barışçı olmayan usullerle işleyen yeni güç ilişkileri içinde, bir yeniden paylaşma çabası içinde değil midir? Mali-sermaye ve tröstler, dünya ekonomisinin farklı unsurlarının gelişmesinin ritimleri arasındaki farklılıkları azaltmaz, çoğaltır. Oysa, kuvvetler arasındaki ilişki, değişikliğe uğradıktan sonra, kapitalist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?”[17]
Bugün olup bitenlere baktığımızda, bunca uluslararası tekele rağmen ulus devletlerin çıkarlarına dayalı “zor”/şiddet giderek daha fazla öne çıkıyor. Transatlantik ilişkilerdeki yarılma ve ayrı bir askeri güç olma hevesiyle dünya genelinde hızla artan silahlanma yarışı de bunu gösteriyor.
Emperyalist devletler arasındaki çelişkilerin derinleşmesinin kazandığı hız, öyle kolayca yavaşlayacak gibi görünmüyor. Tersine şiddetlenme eğilimi gün geçtikçe artıyor. Bunun yaratacağı sonuçların başında uluslararası alanda yeni savaş ve çatışmalar, ulusal ölçekte ise işçi sınıfı ve emekçilerin tarihsel olarak elde ettikleri ekonomik ve demokratik kazanımlarının yok edilmesi şeklinde ilerleyecektir. Bunu değiştirerek tersine çevirecek tek güç ise, işçi sınıfı ve halkların vereceği mücadeledir.
[1] Dünya çapında yankı yaratan bu konuşma, daha sonra Türk Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde de Türkçe yayınlandı. (www.hurriyet.com.tr/gundem/putinin-munih-konusmasi-genelkurmayin-sitesinde-5956456) Hem de dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın ABD gezisinde olduğu sırada. Türk Genelkurmayı’nın Putin’in konuşmasına bu kadar önem vermesi, öyle anlaşılıyor ki, devlet içinde Rusya ile ittifak eğiliminin Erdoğan’dan önce başladığını gösteriyor. Daha doğrusu, bu eğilimin orduda başladığı, sonra Erdoğan’a da kabul ettirildiği anlamına geliyor.
[2] Portekiz, Malta, Danimarka, İrlanda ve İngiltere ilk etapta anlaşmayı imzalamadı. İngiltere Brexit nedeniyle, Danimarka ise iç siyasi nedenlerle anlaşmanın dışında kalmaya karar verdi. Diğer ülkeler sonradan onayladı. Danimarka, Euro’ya katılmayı da referandumla reddetmişti.
[3] http://www.spiegel.de/politik/deutschland/pesco-eu-entscheidet-ueber-engere-militaerische-zusammenarbeit-a-1177522.html
[4] https://www.zeit.de/politik/ausland/2017-09/zukunft-eu-emmanuel-macron-rede
[5] http://www.spiegel.de/politik/deutschland/angela-merkel-das-bedeutet-ihre-bierzelt-rede-ueber-donald-trump-a-1149649.html
[6] Handelsblatt, 22.08.2018
[7] ABD çekilmesine rağmen, Japonya, bölgede Çin ile rekabet edebilmek için 11 ülkeyle birlikte Comprehensive and Progressive Agreement for Trans-Pasific Partnership (CPTPP – Kapsayıcı ve İlerici Transpasifik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı) anlaşması imzaladı. Üye ülkeler şunlar: Avustralya, Kanada, Japonya, Malezya, Meksika, Peru, Vietnam, Şili, Brunei, Tanzanya, Singapur ve Yeni Zelanda.
[8] ABD, 2017’de, Çin karşısında 376 milyar dolarlık ticaret açığı verdi.
[9] https://de.statista.com/statistik/daten/studie/259944/umfrage/deutsche-exporte-in-die-usa/
[10] https://www.sueddeutsche.de/wirtschaft/gehaelter-us-stahlarbeiter-fordern-wegen-strafzoellen-mehr-lohn-1.4126099
[11] Süddeutsche Zeitung, 25 Mayıs 2018
[12] https://www.sueddeutsche.de/wirtschaft/us-strafzoelle-gegen-china-aus-dem-handelsstreit-wird-ein-handelskrieg-1.4017328
[13] Süddeutsche Zeitung, 3-4 Mart 2018
[14] Der Spiegel, 12.05.2018, Başyazı
[15] https://www.sueddeutsche.de/wirtschaft/2.220/wirtschaftspolitik-europa-greift-den-dollar-an-1.4128348
[16] Der Spiegel 01.09.2018
[17] Lenin Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Sol Yayınları.pdf, sf. 108