Yusuf Akdağ

‘KAPİTALİZMİN KENDİNİ ORTADAN KALDIRMASI’ SÖYLEMİ NEYİ İFADE EDER?

Marx’ın kapitalizm analizi üzerine irdelemesinde, kapitalizmin temel karakteristik özelliklerini muğlaklaştırıcı kavram ve ilişkilendirmeleriyle dikkat çeken Profesör Aron, Marx’ın kuramını içeriği ve ‘mantığı’ açısından da farklı gösterecek yorumlara baş vurur.[1] Bu türden yorumlardan biri de “kapitalizmin kendi kendini ortadan kaldırması“yla ilgilidir. Yazara göre, Marx, kapitalizmin “kendi kendini ortadan kaldıracağını” ileri sürmüş, ancak bu öngörüsü gerçekleşmemiştir!

Profesör Aron’un anlatımına bakılırsa, Marx, kendisinin dönemin İngiliz iktisatçılarından daha üstün bir iktisatçı olduğunu göstermek istemiş; “kendi şematizmi içinde kâr oranının azalma eğilimi tarihsel olgusunun açıklamasını bulduğuna inan“mış[2]; ortalama kârı “sermayenin bütünü ile yani sabit ve değişken sermayenin toplamı ile orantılı” görürken, artı-değeri sadece değişen sermaye, “yani insanların emeği üzerinden” açıklamış; sermayenin organik bileşiminin “kapitalist evrim ve üretimin mekanizasyonu ile” giderek değişmesinden hareketle ve değişen (Aron ‘değişken’ der) sermayenin toplam sermaye içindeki payının azalmaya yönelmesini veri alarak kâr oranının düşme eğilimi yasasını bulguladığını söyleyerek bundan “büyük entelektüel doyum” almış ve “kapitalizmin acımasız bir mekanizma ile hem insanların eylemi, hem de onları aşarak kendi kendini ortadan kaldırmasını bir kez daha keşfettiğine inan“mıştır![3]

Marx’ın ayrıntılı şekilde ve kitaplar boyunca açıkladığı bir konunun, Aron tarafından böylesine muğlaklaştırarak ve çelişki içeriyormuş gibi de gösterilerek bu biçimde yeniden açıklanması sorunludur: Artı-değer ve kârın oluşumu süreçlerinin ve kâr oranının düşme eğilimi yasasının ayrıntılı olarak irdelenmesi bu makalenin konusunu oluşturmuyor. Buna karşın, buradaki tartışma konusuyla sınırlı kalmak üzere söylenecek olursa,

ı-) artı-değerin kaynağı canlı emektir. Artı-değer maliyet değerin üzerindeki bir değeri, bir artıyı, emek gücünün karşılıksız ürettiği bir fazlayı oluşturur. Kapitalist kâr, karşılığında hiçbir şey ödenmediği halde sahip olunan bir şeyi ifade ettiğinden, artı- değer “ya da kâr“, “tamamen, bir metanın, maliyet fiyatı üzerindeki değer fazlalığından, yani o metada somutlaşan toplam emeğin, karşılığı ödenen miktarı aşan kısmından ibarettir.[4] Bu demektir ki, kökeninden bağımsız olarak artı-değer, yatırılan toplam sermaye üzerindeki bir fazlalığı oluşturur. Kâra dönüşen artı-değerdir ve artı-değer oranı arttığı halde, kâr oranında düşüş olması, ilkinin değişen sermaye ile, ikincisinin ise toplam sermaye ile oranlanması dolayımıyla gerçekleşmektedir. Herhangi bir işletmede ya da ekonominin belirli bir sektöründe canlı emek miktarı arttığında bu işletme ya da sektörde, değişen sermayenin toplam sermayeye oranı artacak, yani sermayenin organik bileşimindeki payı da o denli büyüyecek; bu durumda, artı-değer de miktar olarak büyüyecektir.

Sermayenin organik bileşimi, değişen sermaye miktarındaki üretim tekniklerinin geliştirilmesiyle sağlanan bir azalma nedeniyle değişmeyen sermaye yönünde değişiklik gösterir. Makinelerin geliştirilmesiyle işçinin kendisi için gerekli emek zamanı azaldığı ve artı-emek zamanı yani fazla çalışma süresi arttığı için değişen sermayenin toplam sermaye içindeki payı azalır ve bu da sermayenin organik bileşiminde farklılık yaratır. Sermayenin organik bileşimi üzerinde etkide bulunan diğer bir etken, kapitalist rekabet olup rekabet, kâr oranının ortalamaya doğru evrilmesinde rol oynar. Kâr oranında ortalama bir düzeyin olmaması demek, bu oranın çok düşük olduğu üretim sektörlerine yatırımların durması; bütün sermayelerin kâr oranının yüksek olduğu alana hücuma geçmesi demektir. Bu durumda sistem işlemez hale gelirdi.[5]

ıı-) Marx, kâr oranının düşme eğilimi yasasının mutlak olmayıp koşullu olduğunu ve çeşitli etkenlere bağlı değişkenlik gösterdiğini tanıtlar. Bu tanıtlamada, kâr oranının düşme eğilimi yasasıyla canlı emek gücü arasındaki dolaysız ilişki ortaya konur. Kâr oranının düşme eğiliminin mutlak olmayıp belirli bazı etkenlere bağlı olması, “kâr oranınındaki düşme eğilimi kapitalizmin kendini sürdüremez bir noktaya varmasına dek gider mi” sorusunu anlamsızlaştırır. Kapitalist üretim tarzının son bulması ya da yıkım zorunluluğu politik sınıf mücadelesi dahil olmak üzere birçok etkene bağlıdır.

ııı-) Aron, “Marx’ın düşüncesi kapitalist toplumun çelişkili ya da uyuşmaz niteliğinin bir yorumudur. Marx’ın bütün eseri bir bakıma bu uyuş­maz niteliğin, kapitalist rejimin temel yapısından ayrılmaz ve aynı zamanda tarihsel hareketin gücü olduğunu göstermek için bir çabadır” diye yazarken Marx’ın kuramsal uğraşısını belirli bir sınırlılıkta ifade etmiş olur. Bu ön açıklamaya, Marx’ta olduğunu ileri sürdüğü “ikili anlam“lara işaret etmek için ihtiyaç duyan Aron’a göre, “Komünist Manifestosu, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz ve Kapital, kapitalist rejimin bu uyuşmaz niteliğinin üç farklı açıklamasının bulunması ve belirlemesidir.[6] Marx, kapitalist “rejimin uyuşmaz niteliği“ni gösterirken, “kaçınılmaz biçimde kapitalizmin kendi kendini ortadan kaldırmasını ilan etmeye ve bu arada insanları vaktinden önce yazılmış bu yazgının gerçekleştirilmesine bir ölçüde katkıda bulunmaya isteklendirmeye” girişmiştir.

Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ünde (1859) işaret ettiği toplumsal gelişmenin tarihselliği görüşünün tek yanlı yorumlanmasıyla ilk kez karşılaşmıyoruz. Marx’ın materyalist tarih görüşünün bu mekanik ve yüzeysel indirgenmesinde, kapitalizmin içerdiği çelişkiler ve geliştirdiği toplumsal güçlerin mücadelesi dolayımıyla kendi yıkımının koşullarını hazırlaması “kendi kendini ortadan kaldırma” varsayımıyla karıştırılır. Aron şöyle yazar:

Tuhaf bir biçimde kapitalizmin kendi kendini ortadan kaldırmasını gösterme yönünde olan öneriler Komünist Manifestosu’nda ve Marx’ın ekonomi politik alanında gelişmiş incelemelerini yapmadan önce yazdığı eserlerinde bulunabilecek önerilerdir. Bunlar emekçileşme ve sürekli yoksullaşma ile ilgilidir. Emekçileşme, kapitalist rejim geliştikçe, kapitalist ve emekçi arasındaki ara tabakaların yıpranacağı, çürüyeceği ve bu tabakaların artan sayıdaki temsilcilerinin emekçi sınıfı tarafından emileceği anlamına gelir. Sürekli yoksullaşma, üretim güçleri geliştikçe emekçilerin giderek daha yoksul hale gelmeleri sürecidir. Daha çok ürettikçe işçi kitlelerinin satın alma gücünün giderek daha sınırlı olduğu düşünülürse bu kitlelerin başkaldırma eğiliminde olması olasıdır. Bu varsayımda kapitalizmin kendi kendini ortadan kaldırması mekanizması sosyolojiktir ve toplumsal grupların davranışlarından geçer. Yada başka bir varsayım, halk yığınlarına dağıtılan gelir artan üretimi emmede yetersiz kalacaktır ve bu durumda üretilen mallar ile pazarda tüketicilerin istediği mallar arasında eşitlik kuramayacağından rejim felce uğrayacaktır. Kendi kendini ortadan kaldırmanın kapitalist diyalektiğinde olası iki anlatım vardır: Bir ekonomik diyalektik; bu, sonsuz biçimde artan üretim güçleri ile halka dağıtılan geliri dengede tutan üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin yeni bir biçimidir. Ya da sosyolojik bir mekanizma söz konusudur; bu, emekçi hale gelen işçilerin artan tatminsizliğinden ve aynı anda bu işçilerin ayaklanmasından geçer.[7]

Marx’ın eserini oldukça uzun bir zaman irdelediğini belirten yazar, söylenenleri böylece bağlamından koparır; çelişir unsurları yan yana getirir ve çelişkinin indirgenerek çözülmüş gibi gösterildiğini; Marx’ın bu görüşünü “ekonomi politik alanında gelişmiş incelemelerini yapmadan önce yazdığı eserlerinde” söz konusu ettiğini ileri sürerek, Kapital gibi gelişmiş eserlerde bu görüşün içerilmediğini ima eder. Kapital’i inceleyip bitirdikten sonra da, “Kapitalizmin kendi kendini ortadan kaldırma“ya neden mahkum olduğu sorusuna yeterli yanıt bulamadığını belirterek Aron, şunları yazar: “Kapital’i bitirdikten sonra sistemin işleyişini güçleştiren nedenlerin bulunduğu duygusuna sahibim, sistemin işleyişi bu nedenlerin ağırlığı ile giderek güç hale gelmektedir; bu son önerinin tarihsel olarak bana yanlış görünmesine karşın kapitalizmin kendi kendini ortadan kaldırmasının kendilerine tanınan yaşama koşulları yüzünden halk kitlelerinin ayaklanması dışında inandırıcı bir kanıtlanmasının bulunduğunu sanmıyorum. Ama eğer onlara tanınan yaşama koşulları, örneğin Birleşik Amerika’da olduğu gibi aşırı bir hoşnutsuzluk yaratmazsa o zaman Kapital bize, rejimin tarihsel olarak mahkûm edilişinin kesin olduğuna inanmak için neden vermez.”

Yazar bu satırlara şunları da ekler: “Ama geçmişte tanınan rejimler kuramsal olarak yaşama olanağına sahiptiler, ortadan kalktılar. Kapitalizmin ortadan kalkmasının Marx tarafından gösterilmemiş olmasından acele sonuç çıkartmayalım. Rejimler kuramcılar tarafından ölüme mahkûm edilmeden de ölebilirler.”[8]

Aron’a göre “Marx’ın biliminin amacı şu önermeleri kesin bir biçimde kanıtlamaktadır: Kapitalist toplumun uyuşmaz niteliği, böyle çelişkili bir toplumun kaçınılmaz olarak kendi kendini yok edeceği, bugünkü toplumun uyuşmaz niteliğine son veren devrimci bir patlama.[9] “Marx” -diyor Aron- “kapitalist rejimin giderek daha kötü işleyeceğine inanmak için bazı nedenler vermiştir, ama kapitalizmin iç çelişkileri ile yıkımını ekonomik bakımdan kanıtlamamıştır.[10] Bugüne dek, Marx’ın kapitalizm tahlili, tarih görüşü ve sınıf teorisi üzerine çok şey söylenmiştir. Ama bu denli yavan bir “yargı”ya pek nadiren rastlanır. Kapitalizmin, içerdiği çelişkileriyle yıkıma mahkum olan tarihsel ve geçici bir üretim tarzı ve toplumsal sistem olduğunu Kapital başta olmak üzere başlıca eserlerinin en önemli sorunu olarak işleyen Marx’ın, kapitalizmin iç çelişkileri dolayımında yıkılmasını “ekonomik bakımdan kanıtlamamış” olduğunu ileri sürmek için bir ideoloğun bu eserleri okumamış olması gerekir, ki Aron, aksine uzun yıllar incelediğini söylemektedir. Bu durumda, yazarın bu “vargı”sı, onun üretim ilişkileriyle üretici güçler ilişkisine; artı-değer teorisinin kapsamına; ücret, kâr, rant ilişkilerinin ekonomik anlamına yaklaşımının yüzeyselliği ve mekanikliğine işaret eder.

Yazar dolambaçlı açıklamalara baş vurarak Marx’ta belirgin ve net olanı flulaştırıp kuşkulu hale dönüştürür ve kiminde Marx’ın kapitalizmin ortadan kaldırılmasının nedenlerini açıkladığını, kiminde de “kapitalizmin kendi kendini ortadan kaldıracağını” ileri sürdüğünü belirtir. Buna karşın ama yazar, Marx’ın kuramında var olduğunu ileri sürdüğü belirsizlik ya da muğlaklıkları göstermek için ciddiye alınır herhangi kanıt sunamaz. Bunun yerine, üretici güçleri makine, toprak ve hammaddelerle özdeşleştirerek “ekonomik diyalektik“, “sosyolojik diyalektik” mekanizmine baş vurur. Marx’ın eserini bölümleyip bağlamını deforme ederek Marx’ı, “ekonomik determinizm“i aşmayan kendiliğindenci bir düşünür konumuna getirerek kapitalizmin sona erdirilmesi ve komünizmin kurulması mücadelesinin kaçınılmaz zorunluluğunu ısrarla vurgulayan Marx’ın görüşünü böylece muğlaklaştırır.

Marx, kapitalist gelişmenin diyalektiğinden hareket eder; gelişmenin tüm bağlamlarını, güçlerini ve onlar arası ilişkileri serimleyerek ortadan kaldırılması koşullarının nasıl oluştuğunu gösterir. Bu sistemde burjuvazi ve proletaryanın iki büyük sınıf olarak ve birbirleriyle karşıtlık ilişkisinde ortaya çıkmaları, sermayenin emekle; kapitalistlerin emek gücüyle koşullu olmasıyla dolaysızca bağlıdır. Marx’ın kuramında, kapitalizmin, onu yıkıma götürecek çelişkilerine işaret edilir. Onun kendisini yıkacak maddi koşulları oluşturmaktan kaçınamayacağı; bir devrimle yerini bırakmaya zorunlu kalacağı sosyalizmin maddi güçlerini yaratmaksızın varlığını sürdüremeyeceği, emek-sermaye; emek gücü-kapitalist; proletarya-burjuvazi çelişkileri dolayımında ve üretici güçlerin (emek gücü bunun en aktif ve canlı ögesini oluşturur) gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumsal üretim ilişkileriyle çatışmaya girmelerine bağlı olarak açıklanır. Yineleme pahasına söylersek; Marx, kapitalizmin tarihsel olarak geçicilik gösterdiğini, yerini bir başka toplumsal sisteme bırakmaya mahkum olduğunu; bunun maddi koşullarıyla sosyal güçlerini yaratmadan kendi varlığını sürdüremediğini, ekonomik analiz yoluyla da açıklığa kavuşturur. Kapitalizm ya proletaryanın devrimci girişkenliği ve ezilenlerin başına geçerek burjuva egemenliğini yıkması; ya da dünyanın büyük çoğunluğunda devrimin gerçekleşmesi durumunda, burjuvazinin geriye kalan bir ya da birkaç ülkede teslim olmayı kabullenmesiyle, iktidarı alan işçi sınıfının gerçekleştireceği tasfiye ile ortadan kaldırılabilir. Başka bir yol yoktur.

Proletarya-burjuvazi çelişkisi, üretici güçlerin gelişmelerinin belirli bir aşamasında kapitalist üretim ilişkileriyle çatışmaya girmeleriyle bağlılık gösterir. Kapitalizm kaçınılmaz olarak üretimde, üretim tekniğinde, üretim araçları ve üretici güçlerde değişim ve gelişmeye yol açar. Bu gereksinme, rekabetle de bağlı gelişme koşullarından biridir. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın (EPEK) Önsöz’ünde sosyal formasyonlardan bağışık bir tarih açıklaması ya da tasarımı yoktur. Orada ayrıca, burjuvazinin, “üretim araçlarında sürekli olarak devrim yapmadan” egemenliğini sürdüremeyeceğine de işaret edilir. Kapitalistler bu araçları geliştirerek verimliliği artırırlar ve daha fazla kâr için daha ucuza, daha çok üretirler. Üretici güçlerdeki ve üretim araçlarındaki bu gelişme, üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyeti dolayımında yaratılan ürün zenginliğinin belirli bir azınlık oluşturan kapitalistlerin mülkiyetinde birikmesine yol açar. Zenginlik ve yoksulluk böylece iki zıt kutupta birikir.

Kapitalizm, çelişkileri dolayımında kendi yıkımına yol alır. Bu kaçınılmazdır. Bundan fazlası ya da ilerisi, kapitalist krizlere, devrim koşullarının olgunlaşmasına, proletarya ve emekçilerin mücadelesine bağlı olacaktır. Marksist tarih görüşü, toplumsal hareketin gelişimini, sosyal formasyonların ilişkileri dolayımında gerçekleşen mücadelenin seyri ve düzeyinden soyutlamaz.   Sınıf mücadelesini hesaba katmaksızın kapitalist rejimin kendi kendini ortadan kaldırması”ndan sözetmek, sorunu iktisadi evrimin basit ve yinelenen bir evresine indirgemek demektir.

Kapitalizmin “kendi kendini ortadan kaldırma“sı anlayışına EPEK’nın Önsöz’ü dışında dayanak yapılmak istenen ikinci bir metin, hisse senetli şirketlerin bireysel mülkiyet yerine şirket bünyesinde birleşmiş sermayelerin toplumsal işlevi dolayımıyla kapitalist ortak mülkiyet üzerine Kapital’in Üçüncü Cilt 27. Bölümde yapılan irdelemedir.

Marx, kapitalist gelişmenin ileri bir düzeyinde ortaya çıkan hisse senetli şirketlerin durumunu irdelediği “Kredinin Rolü” başlığı altında şunları yazar: “Kendisi toplumsal üretim biçimine dayanan ve üretim araçları ve emek-gücünün toplumsal yoğunlaşmasını öngören sermaye, burada, özel sermayeden farklı olarak, doğrudan doğruya toplumsal sermaye (doğrudan bir araya gelmiş bireylerin sermayeleri) biçimini alır ve bunun girişimleri, özel girişimlerden ayrı ve farklı toplumsal girişimler şekline girer. Bu, özel mülkiyet olarak sermayenin, kapitalist üretimin kendi çerçevesi içerisinde ortadan kalkmasıdır.[11]

Burada, bireysel kapitalistlerin ayrı ayrı üretimleri yerine onların hisse senetli şirket ortaklığında, birleşik sermayelerinin ve üretimlerinin toplumsal karakteri üzerinden “toplumsal girişim“de bulundukları; bunun da bireysel özel mülkiyet şeklindeki sermayenin, kapitalist üretim koşulları içindeki “ortadan kalkması“nın bir biçimini oluşturduğu belirtilir. Ortadan kalkan kapitalizm ya da sermaye değil, onun özel bireysel biçimidir. Açıklamanın devamında bu daha da netleşir: “Hisse senetli şirketlerde, işlev, sermaye mülkiyetinden ayrılmıştır, dolayısıyla da emek, üretim araçları sahipliğinden ve artı-emekten tamamen ayrılmıştır. Kapitalist üretimin sonal gelişmesinin bu sonucu, her ne kadar artık bireysel üreticilerin özel mülkiyeti olmaktan çok, bir araya gelmiş üreti­cilerin doğrudan toplumsal mülkiyeti haline gelmişse de, sermayenin, üreticilerin mülkiyetine yeniden dönüşmesine yönelik zorunlu bir geçiş evresidir. Öte yandan bu hisse senetli şirketler, yeniden-üretim sürecin­de, hâlâ kapitalist mülkiyete bağlı bulunan bütün işlevlerin, sırf bir ara­ya gelmiş üreticilerin işlevlerine, toplumsal işlevlere dönüşmesi yönünde bir geçiş evresidir.

Bireysel üreticilerin bireysel özel mülkiyeti olmaktan -geçici ve geriye dönüşlü olarak- çıkmış ve “üreticilerin doğrudan toplumsal mülkiyeti haline gelmiş“; ancak bu bir araya gelmişlik durumunun değişimiyle birlikte onların her birinin mülkiyetine yeniden dönüşebilir olan bu hisse senetli şirketler, “hala kapitalist mülkiyete bağlı bulunan bütün işlevler“i korurlar; farklılık bu işlevlerin toplumsallaşmış olmasıdır. Sözü edilen ve irdelenen sermaye hareketinin ileri derecedeki özel bir durumudur. Bu tür bir gelişme ile kapitalizm bir üretim tarzı ve toplumsal sistem olarak kendiliğinden ortadan kalkmaz. Engels, Marx’ın sözlerini aktardıktan sonra araya girer ve şöyle yazar:

Marx yukardaki satırları yazalıberi, bildiğimiz gibi, ikinci ve üçüncü derece hisseli şirketleri temsil eden yeni sanayi girişim biçimleri gelişmiş bulunuyor. Bugün geniş-ölçekli sanayiin bütün alanlarında üretimin her gün artan bir hızla gelişmesi, bu artan ürünlere ait piyasaların büyümele­rinde görülen yavaşlama ile dengelenir. Hızla gelişen üretimin bir ayda ürettiğini, piyasa bir yılda zor emebilir. Buna, bir de, her sanayi ülkesinin kendisini diğerlerinden ve özellikle İngiltere’den ayıran ve üstelik ülke içerisindeki üretimin verimini yapay olarak artıran koruyucu gümrük politikasını eklemek gerekir. Sonuç, genel, kronik bir aşırı-üretim, düşük fiyatlar, düşen ve hatta büsbütün yok olan kârlar; kısacası, göklere çıkartılan rekabet özgürlüğü, artık sabrının son noktasına ulaşmıştır ve kendi apaçık, rezilce iflâsını kendi ağzıyla ilân etmek zorundadır. Ve bu, her ülkede belli bir alandaki büyük sanayicilerin, üretimin düzenlenmesi için kartel halinde birleşmesi yoluyla yer alır. Bir komite, her kuruluşun üreteceği miktarı saptar ve gelen siparişlerin dağılımında son söz sahibi­dir. Bazen İngiliz ve Alman demir sanayilerinde olduğu gibi, uluslararası karteller bile kurulmuştur. Ne var ki, bu tür üretim ortaklıkları bile yeterli olmamıştır. Firmalar arasındaki çıkar çatışmaları bu ortaklığı sık sık bozmuş, rekabeti geri getirmiştir. Bu, üretimin ölçeğinin olanak verdiği bazı sanayi kollarında, bu sanayi kolundaki tüm üretimin tek bir yönetim altında, tek bir büyük anonim şirket halinde toplanmasına yol açar.[12]

Kapitalist üretim tarzının, “bizzat kapitalist üretim tarzı içerisinde ortadan kaldırılması”; bir ironi olmaktan öte kapitalist üretimin bizzat kapitalist üretim temeli ve tarzı içerisinde, biçimi yönünden gösterdiği farklılıktır. Hisse senetli şirketlerin kuruluşuyla tekel ortadan kalkmıyor, aksine bazı alanlarda tekel kuruluşu kaçınılmazlaşıyor; yeni bir finans aristokrasisi doğuruyor, spekülasyon yapma olanakları artıyor, tamamen asalak fırsatçılar ortaya çıkıyor vb. Anlatılan sermayenin bireysel özel kapitalist biçimdeki işleyişi ve işleviyle birleşik durumdaki işleyişi ve işlevi arasındaki farklılıktır. Engels, “Ama ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır. Hisse senetli şirketler bakımından bu durum açıktır. Ve modern devlet de burjuva toplumun kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını, işçilerden olduğu denli tek tek kapitalistlerden gelen saldırılara karşı korumak için kurduğu örgütten başka bir şey değildir. Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özsel olarak kapitalist bir makinedir” diye yazar.[13]

Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi kapitalizmin ortadan kalkmasının/kaldırılmasının maddi koşullarının daha fazla olgunlaşması demektir. Bireysel girişimin aleyhine işletmelerin anonim şirketlere dönüşmesi, hisse senetli ‘ortaklıklar’ üzerinden anonimleşme; küçük işletmelerin büyükler tarafından pazardan silinmesine ve tekelleşmeye; üretimin toplumsallaşmasıyla birlikte üretim araçlarının (özellikle makine) kapitalistler hesabına toplu kullanımına doğru olan gelişme, işsizlik ve yoksulluğun artışı ve çelişkilerin keskinleşmesine yol açar. Gelişmesi, ortadan kaldırılmasının maddi koşullarının olgunlaşması demektir.

Kapitalizm, üretimin ileri düzeyde toplumsallaştığı emek gücü sömürüsüne dayanan bir üretim tarzı olmakla gelişmesinin belirli bir aşamasında kendisine karşıt ve mevcut üretim ilişkileriyle çatışmaya giren üretici güçleri, özgürce gelişecekleri yeni üretim ilişkileri yönünden harekete geçirir. Bu durum, burjuvaziye karşı mücadelesi ortaya çıkmasıyla birlikte başlayan işçi sınıfını, egemen sınıfı oluşturan-yani üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan burjuvaziye, ve haliyle de kapitalizme karşı mücadeleyle onu ortadan kaldırmaya yöneltir. İşçi sınıfı kapitalist üretim tarzı ve üretim ilişkilerine karşı bu mücadele içinde güçlerini birleştirerek; burjuva egemenliğiyle birlikte sömürü koşullarına da son vererek üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayanan yeni bir toplumsal üretim sistemi kurarak zafere ulaşır. Marx, kredinin üretici güçlerin maddi gelişmesindeki ve dünya pazarı oluşumundaki rolüne işaret ederek, yeni üretim biçiminin maddi temellerinin kapitalizm tarafından “belli bir yükseklik derecesine kadar” oluşturulmasının kaçınılmaz olması dolayısıyla kredinin bir çelişki durumunu da gösterdiğini belirtir. Kapitalizmin, toplumsallaşmış büyük üretim araçlarının “gitgide devlet mülkiyeti durumuna dönüşümüne götürerek” proletaryaya izlenecek yolu gösterdiğini belirten Engels ise, “Proletarya, devlet erkliğini ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür. Ama bunu yapmakla, proletarya proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır.[14] İşaret edilen, alınacak yolun doğrultusudur.

Bu demektir ki kapitalizm, kaçınamayacağı çelişkileri nedeniyle yok olmaya mahkum olmakla birlikte bu yok oluş kendiliğinden gerçekleşmeyecek, kapitalizmin doğurup büyütmeksizin var olamayacağı proletaryanın, sömürüye son vermek üzere girişeceği bir devrimin ve sosyalizmi inşanın sonucu olacaktır. Bu böyleyse ama, kapitalizmin emek-sermaye çelişkisi nedeniyle “kendi kendini ortadan kaldıracağı” düşüncesini sosyal sınıfların farklı çıkarları dolayımındaki mücadelesinden soyutlayarak ileri süren herhangi anlayış ya da düşünce, Marksizm-Leninizmin yüzeysel kavranışından kaynaklanmıyorsa eğer, Marx’ın üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında kurduğu bağlamın ve bu bağlam dolayısıyla vardığı sonuçların çarpıtılmasına dayanıyor demektir. EPEK’nın Önsöz’ünü, bu ekonomist doğma yönünde kullanmak ise, Marx’ın kuramını ve düşüncelerini bütünlüğünü bozarak saptırma mekanizmine işaret eder. Kapitalizmin kendi kendini ortadan kaldırmasını öngörülebilir saymak için ya onun çelişkilerini insan türünden ve onun üretim araçlarının mülkiyetine sahip olup-olmaması temelindeki bölünmüşlüğünden soyutlanan bir ekonomi tasavvuru ve onun kendi kendine işleyen evrimiyle sınırlı görmek ya da üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi işçi sınıfına dışsal saymak gerekir. Oysa ne biri ne diğeri mümkündür.

KAPİTALİZM ÇÖKMEDİ; KENDİNİ ORTADAN KALDIRMADI; ÖYLEYSE…

Marx’ın kuramında “kapitalizmin kendi kendini ortadan kaldırması” görüşünün içerildiğini varsayan Aron, “çürüyen-çöküşe giden” kapitalizmden söz edilmesini tarihsel gelişme seyrinden, insan soyunu içine ittiği bunalım ve çözümsüzlüklerden, savaşlar aracıyla yol açtığı yıkımlardan, açlık, yoksulluk ve işsizlikten kopararak ele alan görüşlerin paralelinde kapitalizmin hala “kendini sürdürüyor oluşu”ndan hareketle Slattery, Marx’ın toplum analizinde “öngörüldüğü halde” gerçekleşmediğini düşündükleri bu durumu başlıca olarak yoksullaşma, emeğin yabancılaşması ve kapitalist krizle bağlantılı olarak ve bunların hiçbirinin Marx’ta ileri sürüldüğü türden sonuçlar oluşturmadığını ileri sürerek açıklarlar. Aron ve Slattery’in bu konudaki gerekçelendirmelerine daha yakından bakalım:

  1. a) İşçinin Emeğine ve İşine Yabancılaşması Sorununda Slattery ve Aron

Yabancılaşma kavramını ele aldığı bölümde, bu kavramın doğuşu ya da kullanılışıyla “Almanya’da bir Yahudi olarak dünyaya gelen ve büyüyen Marx”ın “kendini yabancılaşmış, kendi ülkesinde farklı ve yabancı biri olarak” hissetmesi, “Radikal bir yazar ve devrimci bir eylemci olarak Almanya’dan sürülüp Paris’e taşınmak ve daha sonra Londra’da ailesiyle yoksulluk içinde yaşamak zorunda” kalması; “kendini yurtsuz ve anavatanı Rheinland’da yabancı, istenmeyen ve Batı Avrupa’da devrimci faaliyetleri nedeniyle korkulan biri olarak hissetmesi” arasında ilişki kuran Slattery, “Marx’ın, yabancılaşma araştırması, aksine, kapitalizmin insanların duyguları ve benlik imgeleri üzerinde yarattığı sosyal, psikolojik ve kişisel etkilere ilişkin bir araştırmadır. Marx için, kapitalizm sadece adaletsiz ve yetersiz bir ekonomik üretim sistemi olmayıp, aynı zamanda ahlâk dışı ve sömürücü, insanın gerçek doğasını yadsıyan, onu kendi emeğinin ürünlerinden koparan ve ekonomik ‘vahşi bir orman’da diğer insanlarla karşı karşıya getiren bir sistemdir” diye yazar.[15]

Yabancılaşma” kavramının Marx’taki anlamı üzerine bu yorumda sosyo-psikolojik öğeler öne çıkmış görünür. İnsanın ve insan bireyi olarak işçinin, kendi emeğine yabancılaşan ilişkiler içine alınması ya da girmesinin sosyo-psikolojik bağlamı ve etkileri kuşkusuz vardır. Ancak kavramın özsel ilişkinliğini duygu-his-sezgi gibi ikincil veriler üzerinden ve ahlâki yaklaşım çerçevesinde açıklamak, yabancılaştırıcı temel ilişkinin ekonomik karakterini muğlaklaştırır. Buna karşın ama Slattery, Marx’ın Grundrisse’de, toplumsal servetin “emeğin karşısına giderek daha yabancı ve daha egemen bir güç olarak” çıkmasından; emeğin toplumsal örgütlenmesiyle yaratılan “muazzam nesnel güç”ün işçiye değil, aksine sermayeye ait oluşundan; sermaye birikimi artarken, emeğin “hep daha ucuz bir meta haline” gelmesinden ve özgür sözleşme görünümünün sonucu değiştirmemesinden söz edildiğini belirterek, başka birçok liberal-sol ideoloğun ileri sürdüğünün aksine, yabancılaşma kavramının Grundrisse dahil Marx’ın sonraki eserlerinde kaybolmayıp yalnızca ifade biçiminin değiştiğini, daha yoğun bir teorik sorun olarak dile geldiğini, gerçeğine uygun olarak ifade ettiğini belirtmek gerekir.[16]

Aron da, insanın birçok işi yapmaya yetenek gösterecek çok yönlü gelişmesini öngören sömürüsüz-sınıfsız toplum koşullarının “bütünsel insanı“nı tek bir hareketi ve işi yapmakta “uzmanlaşan” işçi ya da insanla karşı karşıya getirir. Aron‘a göre, insanın işin esiri olmaktan kurtulmasına dayanan “bütünsel insan“ın varlığı söz konusu olduğunda da, sorunun felsefi-ahlâki boyutu ortadan kalkmayacaktır! Bu düşüncesine Marx’ta dayanak bulmaya ve doğrulamaya çalışırken, Marx’ın “bütünsel insan” tanımının “çelişkili olduğu“nu ileri sürer. Marx’ın, insan insanlığını işte (çalışmada) gerçekleştirir ve toplumun insanlaşmasını belirleyecek olan işin özgürleştirilmesidir” dediğini, ardından da, “insanın çalışmaktan başka şey yapma olanağı bulabilmesi için çalışma süresinin yeterince azaltılması ölçüsünde insanlığını gerçekleştirebilir” olacağını; insanın “sadece iş dışında özgür olabileceği“ni belirterek, çelişkili açıklamalar yaptığını ileri sürer.[17] Ona göre, bu iki durum, “toplumun tam olarak insanlaştırılması, önce insana işte yaratılan koşulların insanca kılınması ve aynı anda da çalışma süresinin boş zamanının Platon okumaya izin vermesi için yeterince azaltılmasını gerektireceği söylenerek birleştirilebilir” görünmesine rağmen, “felsefi” güçlük doğurur ve “toplumun idealinin iyi bir tanımını” veren “bütün insanlara yeteneklerini gerçekleştirme” olanağı, bir çözüm önermesine karşın, “bunu somut ve belirgin bir program haline dönüştürmek kolay değildir.” Öte yan­dan diyor Aron, insanın yeteneklerini gerçekleştirememesini sadece üretim araçlarının özel mülkiyetine bağlamak güçtür.” Aron‘a üretim araçlarının özel mülkiyetine bağlanabilir insani yabancılaşma ile devrimi izlemesi gereken bütünsel insan arasında aşırı birbirini tutmama var gibi görünür.” “Bir üretim biçimi yerine bir başkasını geçirmekle, günümüz toplumunun eleştirisini bütünsel insanın gerçekleşmesi umudu ile uzlaştırmak nasıl olur?[18] diye sorar Aron. İnsanın çok yönlü gelişiminin uzmanlaşmasının engeli olacağını varsayan bir yaklaşımla işçinin işbölümü ve makine kullanımı dolayımıyla zihni ve bedensel gelişiminin engellenmesi ve tek yanlılığa zorlamasını doğal sonuç olarak gösterir.[19]

Marx’ın yabancılaşma ilişkisinin olgusal dayanakları ve nedenlerine getirdiği açıklamanın yukarıdaki yorumunda, insan bireyi toplumsal ilişkiler içinde ve üretim tarzı ve ilişkileriyle bağı dolayımında değil, ama tekil ve ayrıksı halde düşünülmüştür. İnsan yetenekleri sorunu oysa, içinde bulunulan koşullarla ilişkilerden ve sahip olunan olanaklardan soyutlanamaz. Hangi türden toplumsal koşullarda bulunulduğu ise, üretim araçları mülkiyetinin biçiminden bağımsız değildir. Kapitalist üretim ilişkilerinin son bulması durumunda, insani gelişmenin tarihsel evrimi içinde ulaşılan muazzam toplumsal olanakların ve araçların insan soyu yararına kolektif kullanımı, zihinsel ve bedeni gelişme için olduğu denli iş/çalışma dışı zamanın çok yönlü gelişimi sağlayacak ve farklı etkinlikler için kullanılması olanağı da elde edilir. Bu mümkündür, çünkü bilimsel-teknik gelişmenin devasa boyutlara ulaşması, günümüzde belirli gelişmiş ülkelerde ve belirli iş kollarında gerekli emek zamanının(işçinin gereksinmelerini karşılaması için gerekli zaman) dört hatta   iki saat gibi kısa bir süreye düşürülmesini mümkün hale getirmiştir. Bu durum, işin işçi için yaşamın temel koşulu olmasının değişebilirliğini ortaya koyar. İşin yabancılaştırıcı niteliğinin son bulması, insan etkinliğinin, onu sınırlayan ayak bağlarından kurtulmasını sağlar. İşin zorunlu olmaktan çıkarak “insanın insani dışavurumu” özelliği kazanması ve severek yapılır hale gelmesi bolluğu yaratacak; bu da sömürü ve asalaklığın tarihten silinmesi için koşulların oluşumunu sağlayacaktır.

Marx’ta yabancılaşma kavramı, işçinin, üretim sürecinde, kendi emeğiyle, emek ürünüyle ilişkisinin nasıl dönüştüğünü ortaya koymak üzere kullanılır. Kapitalizm, işçinin kendi ürünü üzerindeki kontrolünü yitirdiği; onun emeğinin ürününü kapitalistin mal edindiği, ürettiği ürünü pazarda parayla satın almak zorunda kaldığı; işbölümü ve fabrika sistemi içinde işleyen “çark”ın bir dişlisine dönüştüğü; üretim sürecinin kontrolü ve işleyişine hükmedemediği, iş arkadaşlarıyla ilişkisinin iş dolayımlı nesneler üzerinden ilişkiye dönüştüğü; kısacası işçinin kendine ve ürününe yabancılaştığı bir sistemdir. Bu ilişki biçiminde, işçinin emeği kendisinin dışında ve başkasının elinde kendisine karşı güç; kendi ürünü başkasının metası haline gelir ve kendisinin kontrolü dışına çıkarken, emeğiyle birlikte kendisi de bir tür metaya-canlı bir araca dönüşür. Kapitalizm insan ilişkilerini nesnelerin ilişkilerine dönüştürür.[20]

İşçi bu ilişki içinde, yaşamını sürdürmenin koşulu olarak dayatılan bir işi yerine getirir. Mecbur olduğundan gün boyu aynı işi yapar. İnsan olarak işçinin, ve genel olarak insanın kapitalizmdeki yeri böylece nesneleşir. İşçi, kapitalist ihtiyaç duydukça iş bulan ve iş buldukça belirli bir ödeme karşılığı çalışan, ihtiyaç dışında insan muamelesi görmeyen bir tür metadır. O kendini işte olduğu sürece ancak iş aracılığıyla ifade edebilir, işi dolayısıyla kendidir, işte gerçek kendinden uzaktır, ancak iş dışındaki zamanda kendine dair ve kendini “yuvasında” görür. Emek gücünün işe bağımlılığının yol açtığı tek yanlılık ve düşünce darlığıyla birlikte, etkinliğinin ürününe sahip olamamasının manevi yıkıcılığı dolayımıyla da işin işçiyle ilişkisi kötürümleştirici özellik gösterir. Kapitalizm ve işin kapitalist örgütlenmesi, emek gücünün yabancılaşmasına yol açtığı gibi, emek gücü sömürüsüne dayalı ve kâr amaçlı bir üretim sistemi olduğu gerçeğini çarpıtacak şekilde “herkes için var” ve “herkese refah sağlayıcı” yönünde çarpık bilinç oluşturucu ideolojik yanılsamalarla yabancılaştırıcı olgu ve ilişkinin üstünü örterek, yabancılaşmanın ideolojisini de yaratır.

Emek gücünün bu soyutlanmışlığı ve yabancılaşması; toplumsal bir varlık olarak insanın yabancılaşmasının, soyutlanmışlığı ve yoksunluğunun bir resmini verir.[21] Marx bu “resmi” mümkün tüm boyutları, bileşenleri, unsurlarıyla vermeye; piyasa adlı canavarın aldatıcı çarpıklığını sergilemeye çalışır ve insanı kendi kaderini belirlemeye, içinde yaşadığı cendereden çıkmaya ve sömürü çarkını kırarak özgür olmaya çağırır.[22]

Yabancılaşmanın ortadan kalkışı, kapitalist iş örgütlenmesi ve üretimin kapitalist karakterinin ortadan kalkmasına, üretim araçlarının kolektif mülkiyetinin gerçekleştirilmesine bağlıdır. Kapitalizm, önceki bölümlerde işaret edildiği üzere bunun maddi koşullarını yaratır. Bilim ve teknikteki ilerleme aracıyla tarihte daha önce benzeri görülmemiş çeşitlilik, miktar ve bollukta maddî ürün üretilmesini olanaklı kılar; sömürünün olmadığı toplumsal koşullarda insanın yaratma yeteneğini daha özgürce göstereceği, “türsel gücü”nün açığa çıkması­nın önündeki engeller kalktığında çok yönlü gelişimini mümkün hale getirir. Bu gelişme ama en ileri biçimleriyle ancak sınıfsız ve sömürüsüz toplum olarak komünizmde gerçekleşebilir.

  1. b) Sürekli Yoksullaşma Konusunda Aron

Marx, kapitalist gelişmeyle birlikte yoksulluk ve zenginliğin zıt kutuplarda birikmesinden; işçinin daha çok ürettikçe kendi yoksulluğunu ve fakat kapitalistin zenginliğini üretmesinden; ürün bolluğuyla alım gücü düşüklüğü arasındaki zıtlıktan, kapitalist rekabet ve aynı pazara yönelik üretimin yol açtığı aşırı üretim ve bununla bağlı krizlerden, bunların nasıl oluştuklarını göstererek söz eder ve ücreti, işçinin kendisi ve ailesinin yaşamı (yeniden üretimin ve soyun sürdürülmesi) için zorunlu metaların teminiyle, bu metaların miktarıyla-onların parasal değeriyle ilişkilendirir. Yaşamın sürdürülmesi ve işçinin ikinci veya devam eden günlerde yeniden çalışabilir olması (emek gücünü satabilmesi) için gerekli olan ihtiyaçlar ülkeden ülkeye, toplumdan topluma değişkenlik gösterirler.

Aron, -ve çok sayıda başka yazar ve iktisatçı-, işçilerin gelirlerinin yükseldiği ve yaşam düzeylerinin iyileştiği iddiasıyla yukarıdaki bulgulama ve belirlemenin doğrulanmadığını ileri sürerler. Aron, “Sürekli yoksullaşma nasıl kanıtlanabilir” diye sorar ve “Doğrusunu söylemek gerekirse Marx’ın şemasında bile sürekli yoksullaşmnın kanıtlanması kolay değildir diye yanıtlar.[23] Profesör Aron’a göre yoksullaşma da, üretici güçleri olağanüstü gelişmiş kapitalist sistemin “kendi üretimini emme yeteneksizliği” üzerine söylenenler de kanıtlanmamıştır! Böylece diyor o, “üretim güçleri ve ilişkileri arasındaki çelişkinin iki anlatım biçiminin ne biri, ne öteki kanıtlanmıştır.” Ona göre, doğru olabilecek tek anlatım biçimi, “geleceğin mutluluğuna ilişkin önerilere götürmeyen” biçimlerdir. Önerdiği, liberal eleştiri sınırlarında sistem açısından kabul edilebilir düzenlemelerdir.

Aron, Marx’ın artı-değer üretimiyle dolaysızca bağlı belirlemesini “kanıtlanmamış” ya da kanıtlanması kolay olmayan bir belirleme olarak gösterir ve “sürekli yoksullaşma” şeklinde ifade ettiği yoksullaşma olgusunu irdelerken, kapitalist zenginleşmenin nasıl ve neden gerçekleşebildiği sorusunu yanıtlamaktan uzak durur. İşçinin, sürekli çalışmasına karşın milyoner-milyarder olması olanaksız iken, kapitalistin hiç çalışmayıp sermayesini büyütüp çoğaltmasına olanak sağlayanın ne olduğunu geçiştirir.

Bu durumda, toplumsal ürün ve zenginliğin bir tarafta; yoksulluğun diğer tarafta birikmesi yönündeki Marksist belirlemeye karşı ileri sürülen iddianın, işçilerin yaşam koşullarında “zamanla görülen iyileşme” dışında bir dayanağı kalmaz. Demek oluyor ki, gelişmelerin yoksullaşma “teorisi“ni yanlışladığı düşüncesi, günümüz dünyasının yoksul-zengin farklılığıyla 150 yıl öncesi yoksul-zengin uçurumunun kendi koşulları ve ilişkileriyle değil ama birbirleriyle kıyaslanarak işçilerin alım güçlerinin günümüzde arttığı; yaşam düzeylerinin yükseldiği, hatta zenginleştikleri yönündeki iddiaları temel alır.[24] İşçilerin ücretlerindeki görece iyileşmeyi gerekçe edinen bu teori ve itiraz, işçilerin ve diğer emekçilerin yaşam düzeyini geçmişin oransal verileriyle kıyaslar ve içinde bulunulan koşulları gözetmez. Oysa, asgari yaşam düzeyi de statik olmayıp zamana ve toplumsal gelişme düzeyi ile bağlılık gösterir. Bir ya da bir buçuk yüzyıl önceki kapitalist toplumsal koşulların ve o koşullardaki işçi-kapitalist ilişkilerinin hiç değişimsiz günümüze adaptasyonu saçma olacağı gibi, yaşam düzeyinin ABD, Almanya, Türkiye, Etiyopya ya da Mısır veya Surinam’da aynı olması da beklenemez. Ücretlerin 1830’ların, 1860 ya da 1900’lerin düzeyi ile kıyaslanarak söz gelimi on kuruşluk ücretin on liraya yükseldiği kuşkusuz söylenebilir. Ama bu zenginlik ve yoksulluğun farklı kutuplarda birikmediğini mi kanıtlar? Ya da toplumun en zengin yüzde onluk-yirmilik bölümüyle en yoksul yüzde onluk-yirmilik bölümü arasındaki gelir farkının daha fazla açılmayıp kapanmaya yüz tuttuğunu mu? Ülkeden ülkeye değişmekle birlikte sosyal güvencelerden yoksun ve asgari ücretin altında bir ücret karşılığı çalışanların olmadığını mı? Sayfalar dolusu veriyle aksi gösterilebilir. Güncel dünyada zengin-yoksul uçurumu Marx’ın zamanıyla kıyas kabul etmez derecede büyümüştür. Örnek olsun dünyanın en zengin 348 kişisi, dünya toplam nüfusunun yarısından fazlasının toplam gelirinden daha fazla servet ve sermayeye sahiptir. Yine her bir ülkede yaklaşık olarak nüfusun en zengin %20’sinin elindeki gelir toplamı geri kalan %80’ninkisi kadardır. ILO ve Dünya Bankası verilerine göre 1 milyara yakın insan açlık sınırında ve 800 milyonu temiz içme suyundan yoksun olarak yaşamaktadır. 250 milyon işsiz ise en alt gelir grubunun en yoksulları durumundadır.[25] Diğer yandan, her halk açısından değişkenlik gösterebilecek kültürel düzeyle bağlı değişim çerçevesinde zorunlu ihtiyaçlar farklılık gösterirler. Bu da, yüz yıl öncesiyle kıyaslanarak yoksullaşmanın artıp artmadığının belirlenmeyeceğini açıklar. İşçilerin ve genel olarak bir halkın zorunlu gereksinmeleri, güncel toplumsal gelişme düzeyinde, toplumsal gelirden alınan “pay”a göre ve bu gelişme düzeyindeki kriterler üzerinden belirlenir.

Mücadelenin düzeyi ile de bağlı olmak üzere ücretlerde kimi zaman artışın mümkün olması, ya da yaşam düzeyinin geçmiş yüzyıllara göre daha ileride olması, yoksullaşmanın olmadığını ya da devam etmediğini göstermez. Daha önce zorunlu ihtiyaç maddesi kapsamında olmayan kimi araç ve ürünlerin günümüz insanının yaşamında zorunlu hale gelmesinden hareketle de, bu iddia kanıtlanamaz. Kapitalist gelişme süreci yeni ürünleri ihtiyaç haline getirir; işçiler ve diğer emekçi kesimleri de, bu tür zorunlu ihtiyaç maddelerini, tüketimlerini kısarak ya da kredi borçlanmalarıyla edinirler. Otomobil 1850’li yıllarda zorunlu ulaşım aracı değildi. Buzdolabı, çamaşır makinesi, elektrikli süpürge zamanla insan yaşamına girdiler; kapitalistler için kâr nesnesi ve zenginlik artırıcı işlev görürken emekçiler açısından, sahip olduklarında yaşamı kolaylaştırıcı zorunlu gereksinme araçları haline geldiler. Ancak bu durum sınıflar arasındaki gelir farklılığı ve zengin-yoksul ayrımının daha da derinleşmesini engellemedi. İşçiler bunlara sahip oldular diye ne işçi olmaktan çıktı ne de zenginleşti. İşsizlik ise, kuşku götürmez biçimde yoksullaşma etkenidir. Yedek işçi ordusu -ya da işsiz yığınlar- fiili çalışma içindeki işçi kitleleri karşısında kapitalistlerin ücretleri düşürme ve iş koşullarını işçi aleyhine düzenleme işlevi görürken, işsizler açısından en alt düzeyde yaşama mahkum olmak demektir. Kapitalizm zenginlik ve yoksulluğun iki farklı kutupta birikmesine yol açarak nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan ve oluşturacak olan ‘emekçi sınıf devrimi’ için koşulları hazırlar. Kapitalizmi buna zorunlu kılan iktisadi-sosyal gelişme yasaları ve devrimi gerçekleştirecek güçleri kaçınılmazlıkla ortaya çıkarması nedeniyle, devrimin -iradelerine ve karşıtlıklarına rağmen- tarihin gündemine kapitalizmin ve kapitalistlerin “eseri” olarak gelmesinden söz edilmesi bu bakımdan aykırılık göstermez.

c-) Marx’ın Kriz ve Etkenleri Üzerine Görüşü ‘Belirsiz’ midir?

Aron, Marx’ın kriz üzerine görüşlerinin “Bunalımlar hangi şemaya ya da mekanizmaya göre oluşmaktadır? Bunalımlar düzenli mi, yoksa düzensiz midir? Bunalım hangi ekonomik durumda ortaya çıkar” sorularına yanıt oluşturmadığını belirterek, “Kişisel olarak diyor- Marx’ta bunalımların bütünsel bir kuramı bulunduğunu sanmıyorum. Böyle bir kuramın peşindeydi, ama tamamlayamadı ve olsa olsa ikinci kitapta verdiği dağınık bilgilerden hareketle çeşitli kuramlar geliştirilebilir, ona mal edilebilir. Kuşkuya yer bırakmayan tek düşünce Marx’a göre, kapitalist mekanizmanın anarşik rekabetçi niteliği, sermaye dolaşımının zorunluluğunun üretim ve satın alma gücünün dolaşımı arasında sürekli bir fark olanağı yaratmasıdır. Bu, özünde anarşik bir ekonominin bunalımları taşıdığını söylemek demektir. Bunalımlar hangi şemaya ya da mekanizmaya göre oluşmaktadır? Bunalımlar düzenli mi, yoksa düzensiz midir? Bunalım hangi ekonomik durumda ortaya çıkar? Bütün bu noktalar üzerinde Marx’ta tamamlanmamış bir kuramdan çok belirtiler vardır. Üçüncü kitap, kapitalist rejimin yapı ve işleyişinin incelenmesinden hareketle aynı rejimin evrim kuramının genel niteliklerinin ortaya konmasıdır.[26]

Yazarın, Marx’ın “kriz teorisi” üzerine bu yorumu, kapitalist krizlerin üretim tarzı ve ilişkisiyle organik bağını muğlak hale getirmektedir. Aron, Marx ve Engels’in bazı konulardaki görüşleri arasında “farklılıklar” keşfiyle birlikte Kapital’in tamamlanmamış bir tasarım olarak kaldığını ve Marx’ta “bütünlüklü bir kriz teorisi olmadığını” ileri sürerken, “ayrıntılı ve sona erdirilmiş bir kriz teorisi“ni Marx’ın kaleme almadan önce yaşamını yitirmesi bağlamında belirli bir gerçekliğe işaret etme anlamında mantıklı bir gerekçe ardına geçerek, Marx’ın kriz teorisinin ana hatlarıyla belirgin olduğu gerçeğini bulandırmaya girişir. Buna karşı söylenecek ilk şey, kriz teorisinin, kapitalizmin karakteristik özellikleri dışında irdelenemez olduğudur. Öyleyse, Marx’ın meta üretimi ve artı-değer teorisinden hareket etmeyen bir kriz teorisinden onun adına söz etmek mümkün değildir. Kaldı ki, Engels’le birlikte tüm temel teorik görüşlerini inşa eden bu büyük dehanın görüşlerini bilen biri olarak Engels, eğer farklı bir görüş olsaydı, örneğin krizin nedenini aşırı üretimde değil, ama salt eksik tüketimde görseydi, bunu da ortaya koyardı. Peki eksik tüketimin, işsizlik ve yoksullukla bağlı bir yanı yok mudur; ya da daha doğru bir deyişle yoksullaşma ve işsizlik satın alma gücü düşüklüğü, meta bolluğuna karşın tüketimi sınırlayıcı bir etken işlevi görmemekte midir? Bunlara olumsuz yanıt vermek mümkün değildir. Ancak sorunun doğru konması açısından, kapitalist üretimin tüketim amaçlı değil ama kâr için ve daha fazla kâr için daha fazla üretim olarak sürüp gittiğini unutmamak gerekir. Şimdi soruna biraz daha ayrıntılı olarak bakalım.

Modern kapitalist üretime karakterini veren değişim değeri üretimidir. Her tekil kapitalist, değişim değeri, kendisine harcadığından daha fazlasını getirecek ve başkaları tarafından tüketilecek metalar üretir. Üretimin gerçekleştirilmesi ve sürdürülmesi için pazarda emek gücünü satmaya hazır durumdaki işçinin varlığı gerekir. “Bir metaın kullanım değerinden bir değişim değeri çıkarabilmek için, paralı adamın … pazarda, kullanım değeri değişim değeri kaynağı olma gibi özel niteliğine sahip, öyle ki tüketilmesini emek gerçekleştirecek ve dolayısıyla değer yaratacak bir meta bulma mutlu talihine sahip olması gerekirdi. Ve dostumuz pazarda bu özel nitelikle donatılmış bir metayı gerçekten bulur -bunun adı emek kudreti ya da emek gücüdür.[27]

Bu demektir ki pazar için üretilen malların pazarda başkaları tarafından satın alınması yoluyla yatırılan paranın yeniden ve artmış olarak para sahibine dönmesi, devrenin tamamlanması için kesin şarttır. Yatırdığı toplam sermayeden daha fazlasına, üstelik karşılığında hiçbir şey ödemeksizin sahip olmak için, kapitalistin, artı-emek zamanını; dolayısıyla da artı-emeği ve öyleyse artı-değeri artırması gerekir. Pazar için üreten tüm kapitalistler açısından kural oluşturan bu durum, onları, pazarda birbirlerinin rakibi haline getirir. Pazarda kimin, hangi kapitalistin ya da kapitalist şirketin ne kadar etkin olacağı ya da pazardan ne kadar pay alacağını belirleyecek olan rekabet gücüdür. Daha çok kazanmaları için pazarda tutunmaları, bunun için de daha ucuza mal etmeleri rekabetin koşulu olarak belirir. Ucuza mal etmenin (maliyet fiyatı) koşulu ise üretim verimliliğinin artırılması ve değişen sermaye payının azaltılmasıyla mümkündür. Kaba biçiminde bu, emek yoğunluğunun yanı sıra çalışma süresini uzatmakla sağlanır. Mutlak artı-değer üretimi böylece sağlanır. Ancak bu yetmez; daha çok işçi çalıştırılması demek, dolaysız biçimde kârın artması anlamına gelmez. Önemli olan birim zamanda üretilen meta miktarını-üretim maliyetinin düşürülmesiyle birlikte artırmaktır. Bunun için makine kullanımı ve makinenin yetkinleştirilmesi gerekir. Bu da, sabit (değişmeyen) sermaye payının artması anlamına gelir.[28] Makinenin yetkinleştirilmesi birim zamanda üretilen meta miktarını artıracağı için maliyeti düşürücü etki yapar. Daha az işçiyle aynı ya da daha fazla üretim olanaklı hale gelir. Daha az işçi çalıştırılması, canlı emek gücüne ayrılan değişen sermayenin azalmasını sağlar. Ne var ki bu durumda da, artı-değerin kaynağı olan canlı emek-gücüyle birlikte artı-değer miktarı da azalmış olur. Kapitalizm bu kısır döngüyü aşamaz.

Ne var ki, başka bir yolu da yoktur; sermaye başka türlü kendini çoğaltamaz ve çoğalarak geri dönemez.[29] Demek oluyor ki, yatırılan sermayenin artmış halde geri dönüşünün gerçekleşmesi için, üretilenin satın alınması gerekir. Pazarda yok olmamak ve aksine diğer rakiplerin önüne geçmek için ürün sürümü devam etmeli; daha fazla kâr için ise pazara daha çok meta sürülmelidir. Diğer yandan, gereksinmelerini satın alma olanağı emek güçlerini satma olanağına bağlı olan emekçilerin durumu da piyasanın rekabet yasasıyla bağlıdır. Kendi emeklerinin ürünlerine ancak belirli bir ödeme karşılığında sahip olabileceklerdir. Ne var ki, yeterli gelire sahip olamamaları nedeniyle ancak en zorunlu yaşam gereksinmelerini edinebilirler. Bu da, “eksik tüketim”in nedenidir. Demek ki, daha ucuza mal etmek üzere makinenin artan yetkinleştirilmesiyle sağlanan olanakların doğurduğu sonuç, aynı pazara yönelik ve rekabet nedeniyle planlı olması mümkün olmayan üretim sonucu meta bolluğu ve yığılmasıdır. “Eksik tüketim” bir sonuç olarak ortaya çıkar ve kapitalizm söz konusu oldukça ortadan kaldırılamaz. Bu durum yoksullaşma olgusuyla da dolaysızca bağlıdır. Ancak buna karşın, krizin nedeni eksik ya da fazla tüketim değil, tüm kapitalistlerin aynı pazara yönelik üretimleriyle ortaya çıkan aşırı üretim ve meta yığılmasıdır. Bu da, kâr oranlarındaki düşme eğilimiyle birlikte krizleri tetikler. Kapitalist krizleri kapitalist üretim süreciyle ve aşırı üretimle bağlı görmeyen çeşitli teoriler geliştirilmiştir. Bunların başında “eksik tüketim” görüşü yer alır. Buna göre, sorun üretimin karakteristik özellikleriyle ilişkisiz olup tüketim yeterliliği sağlandığında kriz önlenebilecektir! Kapitalizm eksik tüketim ya da eksik üretim nedeniyle değil, aksine muazzam meta yığılması nedeniyle krize saplanır. Kapitalist rekabet nedeniyle bu üretim fazlalığı önlenemez. Krizi “eksik tüketim” ürünü gören Duhring’e karşı eleştirisinde Engels şöyle diyor: “Ne yazık ki yığınların yetersiz tüketimi, yığın tüketiminin yaşama ve çoğalma bakımından zorunlu asgariye indirgenmesi, hiç de yeni bir olay değil. Sömüren ve sömürülen sınıflar var olduğundan beri, bu olay da vardı… Öyleyse yetersiz tüketim, binlerce yıldan beri devam eden tarihsel bir olgu olduğuna, oysa pazarın üretim fazlalığı sonucu olan krizlerde patlak veren durgunluğu ancak elli yıldan bu yana duyulur bir duruma geldiğine göre, yeni çatışmayı yeni aşırı üretim olayıyla değil, ama binlerce yıllık yetersiz tüketim olayı ile açıklamak için, bay Dühring’in tüm bayağı iktisat yavanlığı gerek. … Yığınların eksik tüketimi, sömürüye dayanan bütün toplum biçimlerinin, öyleyse kapitalist toplumun da zorunlu bir koşuludur; ama yalnızca kapitalist üretim biçimi bunalımlara yol açar. Buna göre, eksik tüketim de bunalımların bir ön koşuludur ve bu işte uzun zamandan beri bilinen bir rol oynar; ama bunalımların bugünkü varlığının nedenlerini, bize geçmişteki yokluğunun nedenlerini açıkladığından daha çok açıklamaz.[30]

Krizleri üretim araçları üretimiyle tüketim araçları üretimi arasındaki oransızlığa bağlayan diğer bir görüşe göre ise, bu oran doğru biçimde ayarlanabilirse kriz önlenmiş olunur. Mali sermayenin oluşumunu Finans Kapital adlı kitabında irdeleyen Rudolf Hilferding, mali sermayenin ortaya çıkmasıyla planlamanın güç kazandığını, yoğunlaşma ve merkezileşmenin üretim anarşisinin son bulmasına; toplumsal üretimin mali sermaye tarafından kontrolünün sektörler arası orantısızlığın kontrolünü mümkün kıldığını, bunun da krizlerin kontrolünü olanaklı kıldığını ve kaçınılmaz olmaktan çıkardığını ileri sürmüştü. Ona göre, üretim-tüketim oranlaması doğru şekilde ayarlanarak toplumun ürettiğinden daha az tüketimi önlenebilir ve krizlerin önüne geçilebilirdi.[31] Ve yine ona göre, üretim “meta fazla üretimine varmaksızın sonsuz genişletilebilir“di! Hilferding bunun hangi tür gizil güçle yapılabilir olduğunu yanıtlamamıştı. Ama bu yaklaşımda, kapitalist rekabet ve kâr için üretim sorunu gözardı ediliyordu. Hem sonsuzca genişleyip hem de bir fazlalığın olmaması için, toplumsal hizmetlere ayrılan pay bir yana bırakıldığında da, herkesin tüm gereksinmelerini karşılayabileceği durumda olması gerekir ki, kapitalizmde buna olanak yoktur. Bilimsel teknik ilerlemenin günümüzde üretimin ve pazar olanaklarının belirli bir planlanmasını olanaklı kılmasına rağmen, rekabete dayalı kapitalizm gerçekliği, bu planlamayı sınırlar ve üretim anarşisine yol açar. Diğer yandan, üretim araçları üretimiyle tüketimi dolaysızca ortadan kaldıracak bir duvar örülemez. Üretim araçları üretimini kısıtlamak üretimi kısıtlamak; bu da, kârı gözden çıkarmak demektir. Makinenin daha fazla gelişmesi ve kullanılması durumunda da, tüketim maddeleri üretimi artacaktır. Hem ileri teknolojiye yatırım yapmak hem de pazara daha az mal sürmeye çalışmak ise mantıklı olmayacak; üretim araçları üretimi, tüketim araçları üretimi olmaksızın amaca hizmet etmeyecektir. Tüketim araçlarının tüketimi ise, yeterli satın alma gücüne bağlıdır. Bu olanakların herkes için ve bütün gereksinmelerin karşılanması şeklinde varlığından söz etmek, kapitalizmin kapitalizm olmaktan çıktığını varsaymak demektir. Yani sorun bu “iki üretim dalı” arasındaki oranın tutturulamamasında ya da oransızlığında değil, fazla üretimin önlenemez oluşundadır ve bu da kapitalizmin yapısal özelliklerinden kaynaklanır. Krizlerin devrevi özelliği, değişmeyen sermaye devresindeki tıkanmayla bağlıdır. Birinci alana yapılan yatırımın ikinci alan için olanak yaratıcı işlev görmesi kaçınılmazdır. Bunlar birbirlerinden ayrıştırılarak kriz sorunu irdelenemez. Krizsiz kapitalizm görüşü, bu iki üretim dalı arasındaki oranın iyi ayarlanmasını mümkün ve gerekli görür ve böylece kapitalizmin kalıcılığı sonucuna ulaşır ki bu sonuç, kapitalizmin çelişkilerle belirgin karakteristik özellikleriyle bağdaşmaz.

Krizin nedenlerini dolaşım sürecinde gören ve krizlerin önlenebileceğini ileri süren görüş, rekabet nedenli olarak boşluğa düşer. Bu tıkanıklığın “aşılması” için, önerilen üretim-tüketim “dengesinin sağlanması” ise rekabet nedeniyle mümkün olamaz. Dizginsiz rekabet; “Her fabrikadaki toplumsal örgüt ile (işin örgütlenmesi-ürünün tüm işçilerin ortak ürünü olması-) üretimin bütünündeki toplumsal anarşi çelişkisi”; makinenin yetkinleşmesi ve yedek sanayi ordusunun büyümesi, üretimin sınırsız gelişimi ve öyleyse üretici güçlerin “görülmemiş gelişmesi”, “sunumun istemi (arzın talebi) aşması, aşırı üretim, pazarın tıkanması, her on yılda bir bunalımlar, kısır döngü; şurada üretim araçları ve ürün-burada işsiz ve yaşama araçlarından yoksun işçi fazlası,; ama üretim ve toplumsal gönencin bu iki çarkı birbirini geçemez, çünkü kapitalist üretim biçimi, üretici güçleri etkili olmaktan, ürünleri de, daha önce sermaye durumuna dönüşmüş bulunmadıkça-ki bunu onların bolluğu engeller-dolaşımdan alıkoyar. Çelişki saçmalık olarak yeğinleşmiştir: Üretim biçimi, değişim biçimine karşı başkaldırır. Burjuvazi, kendi öz toplumsal üretici güçlerini daha çok yönetmedeki yetersizliğini görmüştür.[32]

Kriz sorunu diğer yandan, kapitalizmin uluslararası bir sistem olmasından, bir dünya pazarı oluşumuna yol açmasından bağımsız olarak irdelenemez. Üretimin ve sermayenin uluslararası karakteri ve ithalat-ihracat ilişkileri, krizin uluslararası genel sistem krizine dönüşmesinde rol oynar. 1929 Büyük krizinin ABD’den başlayarak yayıldığı bilinir. 2008 krizi yine ABD’deki emlak “balonu”nun patlamasıyla başlamıştı. Liberal ideologların çokça kullandıkları bir deyişle “karşılıklı bağımlılık” ilişkisi, özellikle kapitalizmin gelişmiş‚ “klasik ülkeleri”nde baş gösteren bir krizin dünyaya yayılması olasılığını güçlendirici rol oynar.

Sorun borsa krizleri, banka ve kredi krizleri ya da borç krizleri türünden kısmi krizler olmayıp kapitalist ekonominin temel karakteristik özellikleriyle bağlı olarak üretim süreciyle dolaysızca bağlı aşırı üretim krizi olarak ortaya çıktığında, tüm bu sektörel ya da türevsel bölümlerde de kriz etkili olur. Mali kriz, ticari krizler, borç krizi türünden krizler aşırı üretim kriziyle bağlı olarak ortaya çıkabilecekleri gibi, onun tetikleyici etkenleri işlevi de görebilirler. Sürekli kriz teorisi ise bir iddiadan ibarettir. Fabrika-makina sisteminin sürekli yıkımda olduğu, yatırımların yapılmadığı, sermayenin genişleyen yeniden üretiminin dumura uğradığı, üretim araçlarında gelişme ve yenilenme sağlanmadığı, iflasların süreklileştiği, açlığın ve işsizliğin toplumun geneline yayıldığı bir durumun süreklileştiği bir kapitalizm gerçekliğinden söz edilemez.

2008 krizinin bir kez daha gösterdiği, hükümetlerin krize saplanmakta olan şirketlere karşılıksız ya da düşük faizli kredi açarak krizi daha az tahribatla atlatmalarında rol oynadığıdır. Buna rağmen 2008 krizinde bir kez daha görülen, kriz nedeniyle küçük sermaye ve küçük üreticinin artan şekilde iflaslara sürüklendiği, işsizlik ve yoksullaşmanın arttığı, kriz nedenli rekabetin daha da sertleştiğidir. Bu sonuncusu, yeniden canlanma ve yatırımları tetikleyici işleve de sahiptir ve “daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur.

Bütün bunlardan çıkan sonuçlardan biri de, kapitalizmin krize saplanmasının onun ortadan kalkması ya da sona ermesini otomatikmen getirecek bir gelişme olarak gören anlayışların bilimsel bir dayanağının olmadığıdır.

Devam edecek…

[1] Aron, makalesinde birçok kez kapitalizmi “rejim”, kapitalistleri “girişimciler” olarak ifade eder. Bu tür kavram seçimlerinin liberal görüşüyle bağlı olduğu söylenebilir. Aron’un tüm metni boyunca dikkat çekici şekilde yinelenen diğer bir kavram, “emekçileşme kavramıdır. Marksist-Leninist teoride işçiden kimi zaman ve kimi bağlamlar içinde ücretli emekçi olarak söz edildiği doğrudur. Ancak emekçi kavramı çok daha geniş bir kapsama sahiptir ve işçi olmayıp emeğini harcayarak yaşamını sürdürmeye çalışan insanları da kapsar. Devlet dairelerinde çalışan “memur”ların büyük çoğunluğu; devletin elindeki eğitim ve sağlık kurumlarının eğitim ve sağlık çalışanları emekçidirler; ancak bunları tümü işçi değillerdir. Yazar ise, bu kavramı işçi veya proleter kavramı karşılığı ya da yerine olmak üzere kullanıyor. Örneğin şöyle yazıyor: “Emekçileşme, kapitalist rejim geliştikçe, kapitalist ve emekçi arasındaki ara tabakaların yıpranacağı, çürüyeceği ve bu tabakaların artan sayıdaki temsilcilerinin emekçi sınıfı tarafından emileceği anlamına gelir.” Yazarın Marx’a atfen sözünü ettiği oysa işçileşme; proleterleşmedir. İşçi sınıfı kavramından bu sakınkanlığın tesadüfi olmadığını düşündürecek şekilde bu yer değiştirme, metin boyunca ısrarla sürdürülür. Bu da, yazarın, Marx’ın kavramlarını, onun tarafından anlamlandırıldıkları üzere kullanma konusundaki özensizliğini gösterir.

[2] Raymond Aron, Marx’ın kapitalizm analiziyle getirdiği açıklamaların, “Marx’a tamamen bilimsel olarak” ve “kapitalist ekonominin özünde varolan… bir güçlüğü ona göre çözmüş görün“dükleri, Marx’ın, “belirli bir ekonomik örgütlenmeye karşı çıkışa, kesin bir dayanak sağladığı duygusunda” olduğu türünden ifadeleriyle, üzerine son derece titizlenerek kaleme aldığı yönünde genel bir kabul olan Marx’ın düşüncelerinin bozuşturulmuş bir biçimini okura sunuyor. Bu durumda yapılacak şey, Marx’ın kuramını daha güvenilir, üslup ve cümle bozukluklarıyla bıktırıcılık göstermeyen çevirilerden ya da orijinal dillerinde incelemektir.

[3] Age, sf.156

[4] Kapital, Cilt III, sf.44

[5] Önemli olmasına ve ayrıntılı bir irdelemeyi gerektirmesine karşın, kâr oranın düşme eğilimi yasası bu makalenin konu kapsamında yer almamaktadır.

[6] Age, sf.140

[7] Age, sf.158

[8] Age, sf.160

[9] Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Kırmızı Yayınları, sf.143

[10] Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, sf.182

[11] Kapital Üçüncü Cilt, Yirmiyedinci Bölüm, Kapitalist Üretimde Kredinin Rolü, Sol Yayınları, sf.386

[12] Aynı yerde, sf.387

[13] Anti Duhring, Sol Yayınları, sf.398

[14] Anti Duhring, sf.400

[15] Slattery, age, sf.126

[16] Louis Althusser gibi “yapısalcı” ideologlar, yabancılaşma kavramını Marx’ın “erken dönem humanist görüşleri”yle ilişkilendirerek Marx’ın bu kavramı sonradan “reddettiğini” ileri sürmelerine karşın, bu iddialarını doğrulayacak bir kanıt gösterememişlerdir. Yabancılaşma artıdeğer sömürüsü kapsamında kapitalist ilişkiler dolayımıyla sözkonusudur ve sözcük olarak kullanılıp kullanılmamasından bağımsız olarak ve anlayış düzeyinde Marx’ın teorisinde yerini korumuştur.

[17] Age, sf.167

[18] Age,sf.167-168

[19] Age, sf.164

[20] Kapital Birinci Çilt, Sol Yayınları, A. Bilgi çevirisi, “Basit Yeniden Üretim” bölümü, sf.581-594

[21] Bu durum, işin teknik örgütlenmesinin bilim ve teknikteki gelişmeler dolayımıyla daha da ilerlediği günümüz koşullarında çok daha fazla belirginlik kazanmıştır.

[22] Slattery, bu çaba ve hedefi görmezden gelemez ve şöyle yazar: “Marx’ın amacı bu çarpıtmayı teşhir etmek ve insanın kendisini kapitalist toplumun kölesi olmaktan kurtarabileceği ve tüm insanları birleştirebilecek bir program, -eşitlikçi ve işbirliğine dayalı komünist bir toplumda özgür, huzurlu ve doygun insanlardan oluşan- bir toplum modeli ortaya koymaktır. Marx insanın gücü ve potansiyeline çok güvenir. Onun günümüz kapitalist toplumlarında insanın niçin bu kadar doyumsuz olduğunu analiz etmeye ve komünist ya da sınıfsız toplumun insanını, onun ruhunu ve kendine özgü yeteneklerini özgürleştireceğini düşünmeye iten temel neden, insana bu güvenidir.”(age, sf.128)

[23] Age, sf.159

[24] Murray Boockhin, Komünalist Proje, sf.31-32; daha fazla bilgi için, Özgürlük Dünyası-271(Aralık 2015),sf.35-54

[25] Üretim teknikleri geliştirilip verimlilik arttıkça daha fazla işçinin işini kaybetmesi mümkün hale gelir ve yedek işçi ordusu böylece artarken, -bir kısmının yeni açılan sektörlerde veya mevcut işlerin büyütülmesi sonucu yeniden işe dönmesi mümkün olsa bile- bağlı olarak yoksullaşma da devam eder. Diğer etkenler bir yana, günümüzde işsizlik oranlarının Avrupa’nın en gelişmiş kapitalist ülkelerinde ve ABD’de dahi %5-6’lardan aşağı düşmemesi, İspanya, İtalya, Yunanistan, Portekiz, Türkiye, Brezilya gibi ülkelerde çift rakamlı oranlarda seyretmesi ve gençlik kitleleri sözkonusu olduğunda %20’lerin üzerine çıkması, bu durumun önemli bir göstergesidir.

[26] Age, sf.154

[27] Marx’tan aktaran Engels, Anti Duhring, sf.298

[28] Sermaye iki bileşenden oluşur: değişen sermaye (emekgücüne ödenen ücret) ve değişmeyen sermaye (makineler, toprak, binalar, ham maddeler vb).

[29] Burada söz konusu olan üretken sermaye hareketidir. Rant ve faiz burada konu dışı tutulmuştur, ancak onların da kaynağı artı-değerdir.

[30] Anti Duhring, sf.408-409

[31] Rudolf Hilferding, Finans Kapital, Çev. Yılmaz Öner, Belge Yayınları. Dördüncü bölüm

[32] Engels, Anti Duhring, Sol Yayınları, sf.405