İhsan Çaralan

Ortadoğu’nun ABD ve İsrail planları doğrultusunda yeniden dizayn edilmesi ile ilgili girişimler, Suudi Arabistan Sarayı’ndaki “darbe” ile tetiklendi.

4-5 Kasım’da gerçekleştirilen darbeden beri yandaş basında komplo teorilerinden geçilmiyor. Yandaş basın üstünden AKP propagandası, ABD’nin bölgenin “yeniden düzenlenmesi”ne karşı çıkıyormuş gibi yapıyor, ama aradan geçen iki haftaya karşın (bu yazı darbeden üç hafta sonra yazıldı), resmi açıklamalarda hiçbir şey söylememek için özel bir gayret sarf ediliyor. Ama öte yandan geleneksel Amerikancı takımınca, Suudi Arabistan’da (SA) olanlar, Suudi Sarayı ile ilgili bir sorun etrafında, SA Veliaht Prensi Muhammed bin Selman tarafından gerçekleştiriliyor, ABD ve İsrail ise olayların bölgede yayılmaması için sadece gözlemcilik yapıyorlarmış gibi gösteriliyor.

Kuşkusuz ki, yapılan Suudi Arabistan sarayında bir darbeden ibaret ve Suudi Arabistan’ın bölgede kendisiyle sınırlı bir girişimi olarak kalsaydı; bu doğru olabilirdi. Ama gerçek böyle değil.

Çünkü, her şeyden önce Suudi Arabistan’daki darbe;

  • 11 prensin ve 200 dolayında para babasının tutuklanması,
  • İçinde bir prens ve sekiz yüksek bürokratın olduğu bir askeri helikopterin Yemen sınırı yakınlarında düşmesi (“düşürülmesi” demek daha doğru olacaktır),
  • Lübnan Başbakanı Said Hariri’nin Suudi Arabistan’da, İran ve Hizbullah’ı “Bölgenin istikrarını bozmak ve kendisini öldürmek istemek”le suçlayarak, Lübnan Başbakanlığından istifa etmesiyle birlikte gündeme geldi.

Darbe, aynı zamanda, Yemen’in Riyad Hava Limanı’na füze fırlatmasıyla da eş zamanlı olarak gelişti. SA, bu füze saldırısını İran ve Hizbullah’ın SA’ya saldırısı olarak değerlendirdi.

Veliaht Prens Muhammed bin Selman, darbe ile birlikte; ekonomi, medya, güvenlik, “din alimleri” kastını ve orduyu kendisine bağladı. Tutuklanan prenslerin ve zengin para babalarının 800 milyar dolarlık servetlerine el koydu.

Darbe ile birlikte çıkarılan bir Kraliyet Kararnamesiyle, “yolsuzluklarla mücadele için bir komisyon kurulduğu”; yolsuzluğa bulaşanların komisyonun tarafından sorgulanacağı açıklandı.

Eğer gelişmeler bu kadarla kalsa ve Suudi sarayında yetki paylaşımın silah zoruyla yapılmasından ibaret olsaydı; olup biteni, Ortadoğu’da hala geçerli kalmaya devam eden bir “saray darbesi” olarak açıklamak mümkün olurdu. Ancak SA’da gerçekleşenin, bir “saray darbesi” görünümünde olsa da, darbenin öncesi ve sonrasındaki gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde, saray darbesinin çok ötesine geçerek, bölgedeki gelişmelere yön vermek üzere bir müdahale olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Darbe ile birlikte, Suudi sarayının ABD stratejisine ayak uyduramayan prensleri ve sermaye klikleri tasfiye edilmiştir. Böylece Veliaht Prens Muhammed bin Selman, çok güçlü, hatta yaşlı babasından bile güçlü bir veliaht olarak (Kral Salman’ın yakında krallıktan çekilerek tahtı Veliaht Prense bırakacağı da belirtiliyor); ekonomi, ordu, istihbarat, medya, din vb. tüm gücü elinde toplamıştır.[1]

Nitekim, gerek kraliyet ailesi gerekse kraliyetin iktidardaki ittifakı “din alimleri” kastı, Veliaht Prens etrafında birleşmiştir. En azından bugün böyle olduğu görülmektedir.

Tasfiye edilen prensler ve para babalarının, SA’da ABD’nin stratejisine uymayan (ayak uyduramayan demek daha doğru) prensler ve sermaye klikleri olduğu açıktır. Darbe ile SA, bölgenin yeniden düzenlenmesi için “bölgesel savaşı göze alan” bir mecraya yönelmiştir. Bu tüm bölgedeki gelişmeleri derinden etkileyecek bir gelişmedir.

SA, bugüne kadarki pratiğiyle, bölgede askeri güç kullanma konusunda en deneyimsiz ülkedir. Bu yüzden de, bugüne kadar kimi küçük askeri birliklerin kullanıldığı operasyonlar ve örtülü terörist faaliyetler dışında bir askeri başarısı olmayan SA’nın adının “bölgesel bir savaş çıkarma” gibi çok ciddi bir konuda öne çıkması, elbette “yeni bir durum”dur. Ama bu “yeni durum”, son yıllardaki gelişmeler dikkate alındığında, hafife alınmaması gereken bir durumdur. Öte yandan SA son yıllarda hızla silahlanmaktadır. Nitekim daha geçtiğimiz Haziran ayında, Trump’ın SA’yı ziyareti sırasında, Trump’la Suudi Kralı Salman 110 milyar dolarlık silah ve askeri teçhizat alımı için anlaşma yapmıştır. SA’nın Rusya ile de S-400 füze sistemi almak için yaptığı görüşmeler hayli ileri bir safhaya ulaşmıştır. Dahası, son günlerde, Suudi Arabistan’la Rusya arasında bir “askeri işbirliği anlaşması yapıldığı” açıklanmıştır.

Öte yandan; darbeden dört gün önce ABD Başkanı Trump’ın danışmanı ve damadı Jared Kushner Suudi Arabistan’a gitmiştir.[2]

Kushner’in bu ziyaretinin darbe ile ilgili olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur. Nitekim darbeden birkaç gün sonra, bizzat Trump, Twitter hesabından “darbeyi desteklediğini” açıklayarak, tutuklananları “SA’yı soyup soğana çevirenler” olarak suçlamıştır!

DARBE İSRAİL VE ABD’NİN BÖLGE STRATEJİSİNİN BİR HAMLESİDİR!

Trump’ın Mayıs ayında Suudi Arabistan’ı ziyaretinin hemen arkasından, Suudi Arabistan’ın; Mısır, BAE, Ürdün’le birlikte, Katar’a yönelik müdahalesi ve ekonomik ve siyasi kuşatmasıyla başlayan gelişmelerle, denebilir ki, bölgede ikinci (Suriye krizi birinci kriz merkezi ise) bir kriz merkezi oluşturuldu.

Katar Krizi’nin arkasında ABD’nin, hatta bizzat Trump’ın olduğu apaçıktır. Dahası, bölgede özellikle İran’a karşı bir kuşatma varsa, bunun İsrailsiz olamayacağı da bölgedeki en önemli gerçeklerden birisidir.

Obama dönemindeki Nükleer Anlaşma’ya da en başından itiraz eden İsrail, Trump’ın “Nükleer Anlaşma”yı tanımayan tutumunun da en radikal destekçisidir. Bu yüzden de Suudi Arabistan’ın bölgedeki girişimleri ABD’siz düşünülemeyeceği gibi İsrailsiz de düşünülemezdir.

Suudi Arabistan şahsında son günlerde Lübnan ve Katar’a askeri müdahale yapılabileceğinden ve İran’la “bölgesel çatışma”dan söz edilir olduğunda, sadece Suudi Arabistan’dan değil, ama Katar krizinde bir “güç merkezi” olarak ortaya çıkıp görünür olan Suudi Arabistan-Mısır-Ürdün-BAE ittifakından söz edildiği anlaşılmalıdır. Bu ittifakın arkasında ise ABD ve İsrail vardır.

Nitekim, Arap ülkelerinin İsrail’le ilişkilerinde kırılma noktası İsrail’in Filistin politikasıdır ve hiçbir Arap ülkesi bu kırılma noktasını 70 yıldan beri görmezden gelememektedir. Bu yüzden de bölgedeki gelişmeler karşısında, İsrail, hep ABD’nin arkasında durmayı tercih etmiştir. Uzun yıllar boyunca, Arap ülkelerinde en Amerikancılar bile, açıkça İsrail’le ilişkiye girmeye cesaret edememişlerdir. Örneğin eski Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat, İsrail’le açıkça ilişkiye girmeye cesaret etmiş olmasını hayatıyla ödemiştir.

En son gelinen yerde, “İsrail-Filistin Barış Anlaşması” adı altında ortaya çıkan ve ABD ile İsrail’in birlikte çalışmasıyla geliştirildiği anlaşılan planın Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’a imzalatılmasının dayatılması, Suudi Arabistan’ın Abbas’a “Ya bu anlaşmayı imzala ya da istifa et!” demesi, bu alandaki önemli dönüm noktalarından birisi olacağa benzemektedir.

Bölgedeki son aylardaki gelişmeler ve ABD’nin girişimleri dikkate alındığında şu saptamaları yapabiliriz:

1) ABD, İran ve Rusya’nın bölgedeki ilerleyişini durdurmayı amaçlıyor.

Bölgede IŞİD’in devlet kurması karşısında Suriye ve Irak’taki gelişmelere müdahale çerçevesinde Rusya ve İran’ın bölgede, ABD aleyhine, yakın geçmişte görülmedik ölçüde güç kazanmasının ABD’yi bölgeye müdahalede yeni seçeneklere yöneltmesi, bölgede son 5-6 yılın gelişmelerindendir.

İran’ın bölgede istikrarsızlık yaratan girişimlerini önlemek adına geçtiğimiz Haziran ayında Katar’a yönelik “kuşatma” etrafında dört Körfez ülkesinin (Suudi Arabistan, Mısır, BAE, Ürdün) oluşturduğu ittifakın bölgeye müdahale girişimleri, Suudi Arabistan’daki darbe ve sonrasındaki gelişmelerle yeni bir safhaya taşınmış bulunuyor.

Bush’un “Ilımlı İslam” stratejisi, bugünün koşullarında böyle ete kemiğe büründürülmektedir. Bush döneminin “bölge gücü” ve “model ülkesi” Türkiye idi. Liberal ekonominin egemen olduğu, görünüşte laik, ama İslami normlara uygun bir yaşamı benimseyen Türkiye, bölgedeki ülkelere model olarak gösterilmişti. Türkiye, “bölgesel güç” olarak, bölgedeki istikrarsızlıklara (bu Amerikan çıkarlarına itiraz eden ülkeler ya da odaklar olarak anlaşılmalıdır) müdahale eden bir ülke olarak tarif edilmişti. Bu “proje”nin iki eş başkanından birisi, Türkiye’nin o zamanki Başbakanı olan Tayyip Erdoğan’dı!

Gelişen olaylar; özellikle IŞİD’in Suriye ve Irak’ta devlet ilan etmesi, başlıca İslam ülkelerinde radikal İslamcı eğilimlerin güçlendirmesi, cihadizmin yaygınlaşması, Müslüman Kardeşlerin radikal İslamcı bir çizgiye evrilmesi gibi gelişmeler ABD’nin bu girişimini başarısızlığa uğratırken, “Ilımlı İslam projesi” de resmen olmasa bile fiiliyatta geri çekilmişti.[3]

Trump yönetimi, Bushçuların attığı, ama başarısızlığa uğrayan adımları, yeni koşullarda ve dayanaklarını da değiştirerek, “bölgesel güç” ve “model ülke” girişimlerini yeniliyor.

Elbette ki, bölgedeki gelişmelerle söz konusu ülkelerin kendilerine has özellikleri var, ama Trump yönetiminin girişimlerini Bushçluların “Ilımlı İslamcılığı”nın kavramları ile ifade edersek; Trump’ın “Ilımlı İslam Ortadoğu”sunun “model ülkeleri” Mısır ve Suudi Arabistan; “bölgesel gücü” ise Suudi Arabistan-Mısır eksenli oluşturulan ittifaktır!

Bölgedeki gelişmeler dikkate alındığında, yeni “Ilımlı İslam”cı ittifakın düşman olarak hedefi “Şii İslam” ve onu temsilcisi İran’dır! Yani ABD ve İsrail; genel olarak “Ilımlı İslam” derken “Şii İslam”ı dışlamakta, daha doğrusu “Şii İslam”ı dışa koymakla da kalmayıp hedefe koyan bir “bölgesel güç” oluşturmaktadır.

Gelinen aşamada şu tartışılmaz biçimde ortaya çıkmıştır ki, bu “dörtlü” ittifakın arkasında ABD ve İsrail (ABD’yle gelişen çelişmelerine rağmen öngörüldüğüne göre Batı emperyalizmi) vardır. Daha doğrusu “dörtlü”, ABD ve İsrail’in geliştirdiği bölge stratejisine bağlanmış bir ittifaktır.

Bu ittifakın hazırlandığı söylenen “bölgesel savaş” ise; bir “Sünni-Şii savaşı”dır.[4] Dolayısıyla İslam’ın bin 500 yıllık anlaşmazlıkları üstünden yapılan ayrıştırma, tüm İslam dünyasındaki iç çatışmaları da kışkırtacak, tüm İslam ülkelerini ateşe ve kana boğacak mahiyetidir. Bu yanıyla da İsrail ve ABD, IŞİD’in cihadist radikal İslam üstünden yapmak istediğini mezhep savaşını, Suudi Arabistan-Mısır eksenindeki ittifakı devreye sokarak sürdürmeyi amaçlamaktadır.

2) Yeni ittifak Filistin, Katar, Lübnan, İran gibi bölgede “istikrasızlık” üreten ülkeleri sorun olmaktan çıkarmayı amaçlıyor.

Kuşkusuz bu yeni İsrail-ABD planı, yakın hedef olarak İran’ın bölgedeki etkinliğini kırmayı amaçlıyor. Oluşan ittifak, İran’ın bölgedeki yayılmasını ve etkinliğinin artırılmasını önleyen girişimler yaparken, aynı zamanda bölgede “istikrarsızlık” kaynağı olarak ileri sürdüğü İran’dan beslenen güçleri barındıran Yemen, Katar, Lübnan, hatta Filistin gibi ülkelerde rejim değişiklikleri yapmayı, Suriye ve Irak’ta da İran’ın etkisinin kırıldığı “çözümler” için ağırlığını koymayı amaçlamaktadır. ABD ve İsrail ise, bu ittifakın yerel ve bölgesel ağırlığını da kullanarak, bölgesel dengenin kendi lehine bozulması için ellerinden geleni yapacaklardır. Nitekim bu girişimlerin ilki, Haziran ayında Katar’a yönelik olarak girişilen ve askeri yanı da olan ekonomik ve siyasi kuşatma olarak başlamıştır. Bu süre içinde, Yemen’e yönelik olarak, Suudi-Körfez koalisyonu güçlerinin saldırıları artırılmıştır. Şimdi ise, Lübnan ve Filistin tehdit edilmekte, İran’la ilişkiler kesilmez, İran’ın uzantısı Hizbullah’ın faaliyetleri önlenmezse Lübnan ve Katar’ın işgal edileceği, Filistin’e ise yönetimin değiştirilmesi için müdahale edileceği, açıkça ve diplomatik ve askeri boyutu da olan bir tartışma olarak siyasi gündemin ön sırasına çıkarılmıştır.

Filistin Devlet Başkanı Abbas’a, “İsrail-Filistin Barış Anlaşmasını ya imzala ya istifa et” baskısı, Lübnan Başkanı Hariri’nin Suudi Arabistan’da, darbe ile eş zamanlı olarak ve pek de örneği görülmemiş biçimde istifa ederken[5] Hizbullah ve İran’ı Lübnan’da istikrarsızlık yaratmakla suçlaması, şimdilik en azından bu iki ülkeye yönelik müdahaleye hazırlanıldığını göstermektedir. Dahası Katar’a yönelik yaptırımların artırılmasına, hatta askeri bir müdahale ile Katar’da iktidar değişikliğinin sağlanmasına dair belirtiler de eksik değildir.

3) Neo liberal politikaların engelsiz hayata geçirilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılması amaçlanıyor.

Darbe ile birlikte, “yolsuzluk ve rüşvete karşı mücadele” gerekçesiyle 200 zengin prens, yüksek bürokrat (eski ve yeni bakanlar) ve para babasının tutuklanması bile bu darbenin sıradan bir “saray darbesi” olmadığının en dolaysız göstergesidir. Tutuklu prenslerden sadece birisinin 29.5 milyar dolar serveti olduğu, el konulan toplam servetin şimdiden 800 milyar dolar gibi akıl almaz bir miktara ulaştığı dikkate alındığında, darbenin aslında siyasi bir darbe olmasının yanında “ekonomik bir darbe” olduğu da ortaya çıkmaktadır.

Elbette sadece bu kadar da değil.

Veliaht Prens Muhammed bin Salman; ekonomik reformlar yapılacağını da söylüyor.

Muhammed bin Selman yanı sıra şimdilik;

  • Katı bürokrasiden vazgeçilerek iyi işleyen bir devlet mekanizmasının oluşturulması,
  • Petrol fiyatlarına bağlı olmayan kalıcı işler yaratacak bir ekonomik düzen kurulması,
  • Kadınlara araba kullanma hakkının tanınması,
  • İnsanlara “eğlence hakkı”nın sağlanması,
  • Suudi Arabistan’ın kuzeyinde 500 milyar dolara mal olacak İslami yaşam dayatmasının olmadığı “fütürist bir kent” inşası,
  • ARAMCO’nun 500 milyar dolarlık hisselerinin halka açılması… gibi bir dizi ekonomik ve sosyal vaatlerde de bulunuyor.

Kuşkusuz herhangi bir dünya ülkesi için bu vaatlerin çok bir anlamı yoktur, ama Suudi Arabistan gibi katı İslami kuralların geçerli olduğu bir ülkede bu vaatlerin, önemli “ekonomik ve sosyal reform” vaatleri olarak anlaşılması yanlış olmaz.

Dahası ABD ve Batılı emperyalistler, Suudi Arabistan darbesiyle; enerji kaynakları ve geçiş yollarının güvenliğini sağlamayı amaçladıkları gibi, bölgedeki şeyhlik ve krallıklardaki trilyonlarca petro-doların piyasalara enjekte edilmesini sağlayacak neo-liberal politikaların hayata geçirilmesi için gerekli “reformlar”ın devreye sokulmasını da istemektedirler. Çünkü emperyalistler, bu tür önlemlerle Ortadoğu’daki varlıklarının ekonomik temelinin güçlendirilmesini, korunmalarını topa tüfeğe dayandırmanın ötesinde, varlıklarının piyasanın kontrolüne alınmasını sağlamaya kadar da götürmek isteyeceklerdir, istemektedirler. ARAMCO’nun 2-3 trilyon dolar olduğu tahmin edilen varlıklarının 500 milyar dolarlık bölümünün piyasalara açılması başta olmak üzere, Suudi Veliaht Prensi’nin vaatlerini bu amaca varmak için atılacak adımlardan saymak yanlış olmaz.

Kısacası, bölgede İran ve Rusya’nın etkinliğinin kırılması sadece siyasi manevralar ve askeri güçle yapılmayacak; bu girişimlerin, Batı emperyalizminin alameti fabrikası olan neo-liberal politikalarla desteklenmesi, sürecin vazgeçilmez bileşeni olacaktır. Bölgedeki askeri ve siyasi gelişmeler ne olursa olsun, sürecin siyasi, ekonomik ve askeri girişimlerle ilgili boyutunun önümüzdeki günlerde gözle görülür sonuçlarına tanık olacağımızı söylemek her halde kehanet olmaz.

TÜRKİYE BU GELİŞMELERDEN NASIL ETKİLENECEK?

Suudi Arabistan’daki darbe ile ilgili Türkiye’den yapılan ilk değerlendirme, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’dan geldi.

Kalın, Suudi Arabistan’daki “saray darbesi” ile ilgili olarak şunları söyledi: “Zihniyet yapısı nasıl değişecek, bununla ilgili adımlar atmaya çalışıyorlar. Bir tarafta yeni bir kral ve sonrasıyla ilgili bir takım siyasi düzenlemeler yapılıyor. Bir 2030 vizyonu var. Böyle bir sürü konular var. Bir Yemen meselesi var. Bütün bu gelişmeler içerisinde değerlendirmek lazım. Umarız Suudi Arabistan’ın barışına katkı sağlanacak bir süreç yaşanır!

Darbenin ardından geçen 2-3 hafta içinde yetkili makamlardan daha fazla bir şey söyleyen çıkmadı.

Yıllar boyunca Türkiye ve Suudi Arabistan’ın yedikleriyle içtiklerinin yakın zamana kadar ayrı gitmediğini dünya alem biliyor.

Ama Trump’ın Mayıs ayındaki ziyareti sonrasında Suudi Arabistan’ın Katar’a yönelik girişimleri, Suriye’de Katar-Türkiye-Suudi Arabistan arasındaki kutsal ittifakın çöktüğünü ilan ederken; Suudiler, aynı zamanda, Katar’daki Türk askeri üssünün kapatılmasını, Katar’a yönelik ambargonun kaldırılmasının bir şartı yaparak, Türkiye’yi de açıkça Katar’ın yanında hedefe koydu.

Türkiye, o günden sonra, bir yandan Katar’a açık destek sunarken, bir yandan da Suudi Arabistan’ı da açıkça karşıya almayan bir politika izledi. Öyle anlaşılıyor ki, saraydan tasfiye edilen prensler ve sermaye klikleri Türkiye’nin ilişki içinde olduğu taraftı! Dolayısıyla Erdoğan ve AKP Hükümeti, yapılan darbe karşısında gerçek tutumunu ortaya koyamamanın sıkıntısını yaşıyor. Çünkü Türkiye, Suudi Arabistan’a karşı tavır alacak olsa, hem Suudi-Mısır ittifakını hem de ABD ve İsrail’i karşısına almaktan çekinmektedir.

Ancak Türkiye’nin ihtiyatlı tavrına karşın, Katar’a yönelik ambargonun askeri baskıyla desteklenmesi durumunda, Türkiye’nin de açıkça hedefe konacağı bir aşamaya gelinecektir. Bu, sadece bir zaman sorunudur ve o zaman çok uzakta görünmemektedir.

Türkiye-ABD ilişkilerinde gelinen aşama; Zarrab Davası’nın Türkiye-ABD ilişkilerinde yol açacağı sarsıntı, Suriye’de girilen “siyasi çözüm” tartışmalarında Türkiye-ABD ve Türkiye-Rusya ilişkilerinin izleyeceği seyir, adım adım, Suudi Arabistan darbesiyle bağlantılı gelişmelerle kesişmeye doğru ilerlemektedir.

Dahası, Türkiye son 15 yılda “Sünni İslam’ın liderliği”ne, “İslam’ın kurtarıcılığı”na oynadıktan sonra, şimdi Sünni İslam’ın yeni merkezi tarafından dışlanan, hatta “hedef alınan” bir köşeye sıkıştırılmak istenmektedir. Ki, bu alanda hayli mesafe alındığını söylemek de yanlış olmaz. Başka bir söyleyişle, Erdoğan-AKP Hükümeti’nin yönettiği Türkiye, kendisini Sünni İslam’ın merkezi ilan eden “Ilımlı İslamcı ittifak”la Şii İslam’ın çatışmasının ortasında iki arada bir derede kalmıştır.

AKP Hükümeti dış politikasında son yıllarda çokça bu tür açmazlarla karşı karşıya kaldığı için, bu, şaşırtıcı değildir. Ama Erdoğan-AKP Hükümeti’nin dış politikadaki manevra alanı öylesine daralmıştır ki, Suriye siyasetindeki dış politika açmazları bugün karşı karşıya kalınan durum karşısında çocuk oyuncağı sayılabilir.

Dahası, bundan sonraki ABD-İsrail adımının “Rusya ve İran’ın bölgedeki etkinliğini azaltmak için bölgeye yeni bir nizam vermek” olduğu dikkate alındığında, bölgede Rusya ile uzlaşarak ayakta kalmaya çalışan Türkiye için işlerin daha da zorlaşacağını söylemek yanlış olmaz.

[1] Suudi Arabistan’da devlet, kraliyet ailesiyle Vahabi din Alimlerinin uzlaşmasına dayanmaktadır. Vilayetler nispeten daha büyük prensler etrafına birleşen daha küçük prensler tarafından yönetilirken, Suudi Arabistan’da resmi din alimlerine “kıdemli din alimleri”, gayri resmi din alimlerine ise “uyanış alimleri” denmektedir. Veliaht prensin, halk içinde daha etkin olan “uyanış alimleri” tarafından desteklendiği belirtilmektedir.

[2] Kushner’in uzunca bir zamandan beri İsrail ile Filistin arasında bir “barış anlaşması” için çaba harcadığı, ABD ve İsrail’in bu “barış anlaşması” üzerinde anlaştığı belirtilmektedir. Darbenin hemen arkasından Suudi Arabistan’ın Filistin Devlet Başkanı Abbas’ı, “Ya bu anlaşmayı imzala ya da istifa et” diye tehdit etmesi bir tesadüf değildir.

[3] Bushçu “Ilımlı İslam” anlayışında “ılımlılığın” ölçütü Amerika’ya yakınlıktı. Bölgedeki ABD stratejisine yakın olan rejimler, isterlerse İslam’ın en radikal savunucuları olsunlar, fark etmiyordu. Nitekim, en radikal İslami yorum olan Vahabiliğin merkezi olan Suudi Arabistan, bugün olduğu gibi, o gün de “Ilımlı İslam” ülkesi görülüyordu. Örneği Irak’lı Şiiler “Ilımlı İslamcı”yken Sünni Kaddafi Libya’sı, Saddam’ın Sünni Irak’ı “radikal İslamcı” ve düşman sayılıyordu. Bugün ise Ortadoğu’daki bölünmeye göre “Ilımlılığın” ölçütü, yine ABD’ye yakınlıktır, ama artık “Ilımlı” tarafta hiçbir Şii yönetim ve örgüt yoktur. Tersine, sadece Irak, kendine has özelliklerinden dolayı ABD’yle ilişkileri “normal” olan bir ülkedir, ama Irak’ın, bölgedeki gelişmelerin hangi safhasına kadar böyle bir konumda kalabileceği de çok tartışmalıdır. Kısacası, bugün “Ilımlı İslam”, Sünni ülkelerden ibarettir. Dolayısıyla IŞİD, El Kaide ve kimi marjinal cihadist gruplar dışında Sünni bir radikal güç odağı (ya da rejim) kalmamıştır! Bu da, hazırlanılan “bölgesel savaş”ın bir “Sünni-Şii savaşı” olarak cereyan edeceğini göstermektedir. Elbette İran’ın arkasında Rusya’nın, Suudi Arabistan ve Mısır’ın arkasında ABD, İsrail’in yanı sıra ve henüz net olmasa da Batı emperyalizminin yer alacağı öngörülen bir bölgesel savaş! Burada, Türkiye, Sünni İslam’ın iktidarda olduğu bir ülke olarak, elbette ki, Teori ve Eylem okurlarının bildiği nedenlerden dolayı ve aşağıda bu konu için açılacak ara başlıkta da değinileceği gibi, aklı Sünni İslam’ın liderliğinde, ama Batı ile düştüğü anlaşmazlıklar nedeniyle de fiiliyatta İran ve Rusya safında durmak zorunda kalan bir ülke pozisyonunda duruyor görünmektedir.

[4] Şüphesiz gerek Suudi Arabistan’la Mısır gerekse İran ideolojik fonlarını oluşturan dinsel motiflere sahip olmak ve bu motifleri ABD ve İsrail’in de kışkırttığı siyasal stratejik amaçları doğrultusunda kullanmakla birlikte asıl olarak din devletleri olmadıkları gibi, yüzyıllar öncesinin Ortaçağ güçleri türünden din savaşlarına da yönelmiş değillerdir. Kapitalizmin fethedip egemenliği altına aldığı ülkelerdendirler ve şüphe yok ki dinsel ve mezhepsel bölünmelerle değil ama büyük emperyalist devletlerce de yönlendirilen kapitalist çıkarlarla saflaşmaktadırlar.

[5] Lübnan Başbakanı Hariri Riyad’da istifasını açıklamasından üç hafta sonra Lübnan’a dönmüştür. Riyad’da kaldığı sürece çelişkili açıklamalar yapan Hariri’nin, bu yazının yazıldığı günlerde, hangi pazarlıklar sonucu Lübnan’a döndüğü ve bundan sonra ne yapacağına dair henüz bir açıklık yoktu.

[6] Lübnan Başbakanı Hariri Riyad’da istifasını açıklamasından üç hafta sonra Lübnan’a dönmüştür. Riyad’da kaldığı sürece çelişkili açıklamalar yapan Hariri’nin, bu yazının yazıldığı günlerde, hangi pazarlıklar sonucu Lübnan’a döndüğü ve bundan sonra ne yapacağına dair henüz bir açıklık yoktu.