Ali Yaşar

Geçmiş tarihi olaylarla, günümüzde gerçekleşmekte olan politik olaylar arasında benzerlikler kurmak, genellikle başvurulan bir yöntemdir. Eğer geçmişte gerçekleşmiş olayların gerçekleşme koşullarını, toplumsal, tarihsel gelişmelerin maddi temellerini göz ardı etmiyor, sadece yüzeysel benzerliklerle yetiniliyorsa bu yöntemin bir sakıncası olmayabilir. Ama tarihsel ve toplumsal koşullar göz ardı ediliyor, yüzeysel benzerlikler bugünün olaylarının gerçekleşme koşulları gibi kabul ediliyorsa, kabaca aynılaştırılıyorsa o zaman bu yaklaşımda ciddi sorunlar var demektir.

Maddi koşulların, sınıf ilişki ve mücadelesinin zemininin bütünüyle farklı olduğu iki ayrı tarihsel ve toplumsal dönemde gerçekleşen olaylar ancak somut durumun ayrıntılı bir araştırma ve incelenmesiyle anlaşılabilir. Örneğin antik bir toplumun sınıf mücadelesi, feodal bir toplumun sınıf mücadelesinden bütünüyle farklı olduğu gibi, feodal bir toplumun sınıf mücadelesi de, hem geçiş dönemlerinden ve onun özgün koşullarından, hem de modern kapitalist bir toplumun sınıf mücadelesinden oldukça farklıdır. Toplumsal zemin ve sınıflar arasındaki ilişkiler bütünüyle farklıdır.

Faşizm üzerine tartışmalarda da benzer bir durumun yaşandığını görüyoruz. Bugün tek adam ve tek parti rejimi üzerinden faşist bir diktatörlük inşa edilmektedir. Bugün söz konusu olan; tekeller ve emperyalizmin egemen olduğu koşullarda gündeme gelmiş olan faşist bir rejimdir. Ancak sol çevrelerde, en azından bir kısmında Türkiye’de içinden geçilen süreç Bonapartizm olarak değerlendirilmektedir. 19. yüzyılın ortasında Fransa’daki özgün bir siyasal şekillenme günümüze aktarılmakta, yüzeysel benzerlikler üzerinden tahliller yapılmakta, bunların yetmediği yerde de gerekli “katkılar” yapılarak tablo tamamlanmaktadır.

Bu tartışma kuşkusuz sadece bugün yapılmamıştır. 1920’li yılların başında İtalya’da faşist hareketin ortaya çıkması ve faşist bir diktatörlüğün kurulması sırasında da benzer tartışmalar yaşanmış, kurulan diktatörlüğün Bonapartist bir diktatörlük olduğu ileri sürülmüştür. 19. yüzyılın ortasında Fransa’da Bonapartist diktatörlük kurulduğunda buna “sezarizm” diyenler de bulunmuştur! İleride göreceğimiz gibi Marx, Bonapart darbesini yorumlarken, sezarizm diyenlere sadece maddi ve tarihsel koşullardan hareketle gerekli yanıtı vermekle kalmamış, tarihsel olaylara nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda tarihsel materyalizmin yöntemini de göstermişti.

Bu makalede; faşizm ve Bonapartizm tartışmalarını ele alıp, farklı tarihsel ve toplumsal koşullarda gerçekleşen bu devlet biçimlerinin birbirinden farklı olduğu gösterilecektir. Öncelikle Bonapartizm’in yaşam bulduğu koşullar sergilenecek, okur açısından dönemin koşullarının mümkün olduğunca anlaşılmasına dikkat edilecektir. Çünkü yazının amacı Bonapartist ve benzeri devlet biçimlerinin gerçekleştiği zemini ortaya koymak, günümüzde o döneme yapılan atıfların durumu ne ölçüde yansıttığının olabildiğince gerçekçi bir biçimde anlaşılmasına katkıda bulunmaktır. Konunun anlaşılması açısından bazı alıntıları uzun tutmak bir zorunluluk olmaktadır. Sonrasında da faşizmi, bugün ülkede gerçekleşmekte olanın genel çerçevesini çizmeye çalışacağız. Burada ayrıntıya girilmeyecek –çünkü Teori ve Eylem’in geçmiş sayılarında bu yapılmıştı.

 BONAPARTİZMİ DOĞURAN KOŞULLAR

1848, başta Fransa olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde burjuva devrimlerinin peş peşe patlak verdiği bir dönemdir. Fransa’da Şubat Devrimi krallığı –Louis-Philippe- devirmiş, cumhuriyet kurulmuştur. Bu devrimde proletarya, burjuvazi, küçük-burjuvazi müttefik durumundadır. Marx, “Devrimi hazırlayan ya da yapan bütün öğeler, haneden muhalefeti, cumhuriyetçi burjuvazi, cumhuriyetçi-demokrat küçük-burjuvazi, sosyal-demokrat işçi sınıfı, hepsi, Şubat hükümetinde geçici olarak yerlerini buldular” (alıntılar aksi belirtilmedikçe Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i kitabındandır) demektedir. Bu devrimin ilk dönemidir. Bankacıların tekelci egemenliği –bunu emperyalizm döneminde içinde bankaların da yer aldığı mali sermaye ile karıştırmamak gerekir- kırılmış, sanayi burjuvazisinin önü açılmıştır.

Devrimin ikinci dönemi 4 Mayıs 1848’den 29 Mayıs 1849’a kadar cumhuriyetin kuruluşu ya da Kurucu Ulusal Meclis dönemidir. Marx, bu dönemi, “4 Mayıs 1848’den Mayıs 1849’un sonuna kadar giden ikinci dönem, anayasa dönemi, burjuva cumhuriyetinin temelinin atılışı dönemi” olarak tanımlamaktadır. Başka bir deyişle Şubat’ın hedeflerini revize etme ve devrimi burjuvazinin çıkar ve hedeflerine uydurma dönemidir. Proletarya bu girişime Haziran ayaklanması ile yanıt vermiş ve yenilgiye uğratılmıştır:

Paris proletaryasının istemleri, kesin olarak defedilmesi gereken birtakım ütopik martavallardır. Ulusal Kurucu Meclisin bu bildirimine, Paris proletaryası, Avrupa iç savaşlar tarihinde en yaman olay olan Haziran ayaklanması ile karşılık verdi. Burjuva cumhuriyeti üstün geldi. Burjuva cumhuriyetinin yanında, mali aristokrasi, sanayi burjuvazisi, orta sınıflar, küçük-burjuvazi, ordu, seyyar muhafız olarak örgütlenmiş lümpen-proletarya, aydınlar, rahipler ve bütün kır nüfusu vardı. Proletaryanın yanında ise kendinden başka kimse yoktu.

Proletaryanın geçici hükümet dönemindeki durumunu betimleyen Marx, daha sonra geliştireceği düşüncelerin temellerini burada atar:

Proletaryanın Ulusal Meclisteki ve basındaki başlıca liderleri birbiri ardından mahkemelere verildi ve onların yerini, gittikçe daha şüpheli tipler aldı. Bir bakıma, proletarya, değişim bankaları ve işçi ortaklıkları gibi doktriner denemelere, yani kendisine özgü olan büyük araçların yardımıyla eski dünyanın biçimini değiştirmekten vazgeçtiği bir harekete atılıyor, ama dünyayı değiştirmek yerine kurtuluşunu, deyim doğru olursa, toplumun arkasında, özel bir biçimde, kendi varlık koşullarının dar sınırları içersinde gerçekleştirmeye bakıyor, bu yüzden de zorunlu olarak başarısızlığa uğruyor.

Burjuva cumhuriyetinin temellerinin atılabileceği ve geliştirilebileceği zemini Haziran ayaklanmasının yenilgisi hazırlamıştı. Bunun diğer bir anlamı artık burjuva cumhuriyetinin, onun aracılığı ile burjuvazinin diğer sınıflar üzerinde mutlak iktidarının kurulmasıydı. Ama sınıflar henüz tam olarak yerine oturmamıştır ve ne kendi içlerinde, ne de aralarında ilişkilerde bir istikrar bulunmaktadır. Cumhuriyetçi görünümündeki kralcı hizipler bu tabloyu daha da renklendirmektedir. Ama istikrarlı ve gelişmiş olan bir mekanizma vardır ki bu da bürokrasisiyle, ordusuyla, din görevlileri ile dev bir devlet mekanizmasıdır. Bu durum Bonapartizmin hangi zeminde boy verdiğini de açıklayacak özelliklere sahiptir.

Devrimin üçüncü dönemi 29 Mayıs 1849’dan 2 Aralık 1851’e kadar anayasal cumhuriyet ya da Ulusal Yasama Meclis dönemidir. Bu dönem aslında üst sınıflar arasındaki tüm çelişkilerin kendini açığa vurduğu, sınıfların birbirine karşı güvensizliğinin had safhaya ulaştığı dönemdir. Bonaparte’ın 10 Aralık 1848’de cumhurbaşkanı seçilmesi tüm bu çelişki ve çatışmaları bir üst boyuta taşımıştı. Çünkü cumhurbaşkanı tüm yürütmenin başıydı ve bazı işlerde meclisin onayına ihtiyaç duysa da gerçek iktidarı temsil ediyordu. Bu dönemi de kendi içinde farklı dönemlere ayıran Marx, gelişen olayların gerçek anlamlarını ortaya koymaktadır. Ama burada bu kadar ayrıntıya girmeye gerek yoktur.

Marx’ın meclisle cumhurbaşkanının konumunu ortaya koyan şu tespitlerini aktarmak durumun anlaşılmasına yardım edecektir:

Bir yanda sorumsuz, dağıtılamaz, bölünmez bir Ulusal Meclisi, her şeyin üstünde olan bir yasama gücünü elinde bulunduran, savaş, barış ve ticaret antlaşması konularında son merci olarak karar veren, genel af yapma hakkına yalnız kendisi sahip bulunan ve sürekli niteliği ile hep sahnenin önünde yer alan bir Ulusal Meclisi oluşturan, genel oyla seçilmiş, yeniden seçilebilir 750 halk temsilcisi. Öte yanda, krallık erkinin bütün hassaları ile, bakanlarını Ulusal Meclisten bağımsız olarak atamak ve görevden almak hakkı ile, yürütme gücünün bütün eylem olanaklarına sahip, tüm devlet görevlerini elinde bulunduran ve böylece de Fransa’da her rütbe ve kıdemden 50.000 memur ve subaya bağlı bir-buçuk milyonun kaderini elinde tutan cumhurbaşkanı. O, ülkenin bütün silahlı kuvvetlerinin komutanıdır. O, herhangi bir suçluyu bağışlamak, ulusal muhafızları açığa almak, Danıştayın onaması ile yurttaşlarca seçilen eyalet ve belediye kurulu üyelerinin görevine son vermek gibi bir ayrıcalıktan yararlanır. Yabancılarla her türlü görüşme yapma inisiyatifine sahiptir ve bu görüşmelerin yönetimini elinde tutar.

Ayrıca meclisle halk oyuyla seçilmiş cumhurbaşkanın konumunu anlamak bakımından, ki bugüne benzerlik açısından da ilginç olan şu tespitleri de buraya aktarmak gerekir:

Ama, yasa maddeleri ile manevi bir güç yaratmanın olanaksızlığından başka, cumhurbaşkanını tek dereceli seçimle bütün Fransızlara seçtirmekle, anayasa, bir kez daha kendi kendini yıkıyor. Fransa’nın oyları Ulusal Meclisin 750 üyesine dağılırken, burada, tersine, tek bir kişi üzerinde toplanır. Her milletvekili yalnız şu ya da bu partiyi, şu ya da bu kenti, şu ya da bu köprübaşını ve hatta, salt yediyüz ellinci herhangi bir kimseyi seçme zorunluluğunu, bir insan üzerindeki eşyadan daha fazla titizlik gösterilmediği bu seçme işlemini temsil ettiği halde, o, ulusun seçtiğidir ve onun seçimi, egemen halkın dört yılda bir oynadığı kozdur. Seçilmiş Ulusal Meclis, ulusa metafizik bir bağ ile bağlıdır, ama seçilmiş cumhurbaşkanı, ulusa kişisel bir bağ ile bağlıdır. Ulusal Meclis, elbette ki çeşitli üyelerinde ulusal ruhun başka başka yönlerini temsil eder, ama bu ulusal ruh, asıl cumhurbaşkanında cisimleşir. Başkan, meclis karşısında bir çeşit tanrısal hakka sahiptir. O, halkın sayesinde başkandır.

Bu dönemde olanlar özetle şunlardır: Küçük burjuvazi –Montagne- çeşitli provokasyonlarla ki buna olmayan ayaklanma suçlaması da dahildir, meclisten ciddi ölçüde tasfiye edilmiştir. O Montagne, 750 kişilik Ulusal Meclis’te 200 üyeye sahipti ve bu durumuyla Marx’ın “düzen partisi” dediği ve üç ayrı kesimden herhangi biri kadar güçlüydü. “Düzen Partisi” ise tüm cumhuriyetçi görünümüne karşın burjuvazinin parlamentodaki temsilcileri dışında birbirine karşı mücadele eden kralcı iki hizbe de sahipti. “Bu çağın parlamento tarihini izlemeden önce, incelemekte olduğumuz dönemin niteliği hakkında olağan kuruntuları önlemek için burada birkaç uyarıda bulunmalıyız. Demokratların görüş açısından bakıldığında, Kurucu Meclis dönemi sırasında olduğu gibi Yasama Meclisi döneminde de sözkonusu olan, cumhuriyetçilerle kralcılar arasında basit bir savaşımdır.

Daha önce söylediğimiz gibi, meşruiyetçiler ve orleancılar, düzen partisinin iki büyük fraksiyonunu oluşturuyorlardı. Bu fraksiyonları, kendi fraksiyonlarının taht taliplisine bağlayan ve onları birbiriyle karşı karşıya getiren şey, zambak ile üçrenkli bayraktan, kralcılığın değişik nüansları olan Bourbon sülalesi ile Orleans sülalesinden başka bir şey değil miydi? Bourbon’lar zamanında, hüküm süren, rahipleri ve uşakları ile büyük toprak mülkiyeti idi. Orleans’lar zamanında ise, hüküm süren, avukatları, profesörleri ve hatipleri ile yüksek maliye, büyük sanayi, büyük ticaret, yani sermaye idi.

Demek ki o dönemin Fransa’sı oturmamış ve dengesini henüz bulmamış sınıf ilişkileri ile bir geçiş aşamasında bulunuyordu. Sanayi burjuvazisi Avrupa’nın diğer ülkelerine göre –İngiltere dışında- daha gelişkin olmasına karşın, henüz zayıftı ve meclisteki temsilcilerine öfkeli, sessizce Bonaparte’ın güç kazanmasını diler durumdaydı. Haziran ayaklanmasında yenilmiş proletarya, daha sonra siyasi olarak tasfiye edilmiş küçük burjuvazi –Montagne- ve aralarındaki mücadelelerin hiç bitmediği cumhuriyetçi görünümündeki kralcı hizipler, finans burjuvazisi ve sanayi burjuvazi. Bu koşullarda darbe yapan Bonaparte ve onun devletini egemen sınıf ilişkilerinden ve onların devletinden “bağımsız”mış gibi gösteren tam da bu durumdu. Onun toplumsal temeli ise tutucu köylülüktü.

Fransa’da 19. yüzyılın ortasında Bonapartizmin iktidara gelme koşulları kısaca böyleydi.

Peki bu diktatörlük “sezarizm” olarak adlandırılabilir mi? Bu soru gereklidir, çünkü o dönemde bu diktatörlüğü sezarizm olarak adlandıranlar bulunuyordu. Marx 18. Brumairei’in Almanca 2. baskısının önsözünde bunu şöyle yanıtlamıştır:

Son olarak, bu yapıtın, bugün, özellikle Almanya’da pek çok kullanılan sezarcılık teriminin artık bir yana atılmasına katkıda bulunacağını umuyorum. Bu sezarcılık deyimi ile yapılan yüzeysel tarihsel örneksemede, işin özü, yani eski Roma’da, sınıf savaşımı yalnız ayrıcalıklı bir azınlığın içinde, varlıklı özgür yurttaşlar ile yoksul özgür yurttaşlar arasında geçerken, halkın büyük üretici kitlesinin çarpışanlara kısaca basit bir basamak meydana getirdiği unutuluyor. (abç) Sismondi’nin, ünlü ‘Roma proletaryası, toplumun sırtından geçiniyordu, oysa modern toplum, proletaryanın sırtından geçiniyor’, sözü unutuluyor. Antikçağda ve modern zamanlarda sınıf savaşımının maddi ekonomik koşulları arasında tam bir fark olduğundan, bu koşullardan doğan siyasal biçimler arasında da, Canterbury piskoposu ile büyük rahip Samuel arasındaki benzerlikten daha büyük bir benzerlik olamaz.

Marx açısından durum bu kadar açık ve nettir. Bu alıntı aynı zamanda tarihsel, toplumsal olaylara nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda da, materyalist tarih görüşünden ve onun yönteminden kaynaklanan bir temel sunmaktadır. Fransa gibi 19. yüzyılın ortasındaki bir geçiş toplumunda kendine özgü koşullarda ortaya çıkmış bir biçimi, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme yani emperyalizme dönüştüğü koşullarda ortaya çıkan faşist devlet biçimi ile, bugünün Türkiye’sinde inşa edilmekte olan faşist devlet biçimi ile özdeşleştirmek, aradaki yüzeysel benzerliklerle olup biteni Bonapartizm ile açıklamaya çalışmak tarihsel ve toplumsal koşulları göz ardı etmek anlamına gelmektedir.

Lenin de Devlet ve İhtilal’de Bonapartizmi şöyle açıklamaktadır: Antik devletle feodal devlet, kölelerle serflerin sömürülmesi organı oldular; ama yalnızca onlar değil, “modern temsili devlet de, ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesinin aletidir. Bununla birlikte istisna olarak, savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet gücü sözde aracı olarak, bir zaman için bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur.” Yani, 17. ve 18. yüzyılların mutlak hükümdarlıkları gibi, Fransa’da birinci ve ikinci imparatorluğun Bonapartizmi gibi, Almanya’da Bismarck gibi.

Buna, Sovyetlerin, küçük-burjuva demokratlar tarafından yönetilmeleri nedeniyle henüz güçsüz, buna karşılık burjuvazinin de Sovyetleri dağıtmak için henüz yeterince güçlü olmadığı bir anda devrimci proletaryayı ezmeye başladıktan sonra, Cumhuriyetçi Rusya’daki Kerenski hükümeti gibi, diye ekleyeceğiz.

Burada Lenin’in soruna bakışı ve ortaya koyuşu oldukça nettir ve Bonapartizmin hangi koşullarda boy verdiği üzerine herhangi bir bulanıklık bulunmamaktadır.

ÜÇÜNCÜ ENTERNASYONAL’DEKİ TARTIŞMA

Komünist Enternasyonal’de Bonapartizm sorunu gündeme gelmiş ve tartışılmıştır. Thalheimer 1928 yılında Kominternin VI. Kongresine sunduğu “Programla İlgili Sorunlar” adlı yazısında faşizm üzerine şunları söylüyordu:

Bonapartizm, burjuva devletin, proletarya devrimine karşı kendini savunması, tahkim etmesi ve yerini sağlamlaştırmasının bir biçimidir. Sermayenin açık diktatörlüğünün bir biçimidir. Bunun dışında bir başka biçim, çok yakın bir başka biçim daha vardır ki, bu, faşist devlet biçimidir. Her ikisinin ortak yanı, sermayenin açık (ama dolaylı) diktatörlüğü olmalarıdır. Her ikisinin görüngü biçimi, yürütme erkinin kendi başına buyrukluğu, burjuvazinin siyasi egemenliğinin yok olması ve toplumdaki tüm diğer sınıfların, yürütme erkinin boyunduruğu altına girmeleridir. Ancak, her ikisinin toplumsal ve sınıfsal içeriği, burjuvazi ve özel mülkiyetin, işçi sınıfı ve kapitalizm tarafından sömürülen diğer sınıflar üzerindeki egemenliğidir.[1]

Thalheimer’in bu görüşleri Komünist Enternasyonal (KE) dergisinde eleştirilmektedir. Dergide şöyle denmektedir: “Bay Thalheimer, bize, faşizmi, geçen yüzyılın ortasındaki ekonomik, toplumsal ve politik ilişkilerden hareket ederek açıklamak istemektedir. Ona göre bonapartizmin doğduğu kapitalizmin başlangıç çağı ile faşizmin biricik temeli olan emperyalizm çağı arasında hiç fark yoktur.” Thalheimer 1921-22’den beri bu görüşlere sahiptir ve İtalyan faşizmini de bonapartizm olarak nitelemiştir. Komünist Enternasyonal’de İtalyan faşizmi tartışıldığında Thalheimer’in görüşlerini oybirliği ile reddetmiştir.

  1. Remmele, Thalheimeir’in yazısı üzerine KE’in VI. Kongresi’ndeki etkiyi şöyle yazmaktadır:

Bir yoldaş, Thalheimeir’in bu düşüncelerinin Lenin tarafından çürütüldüğünü anlattı. Lenin kanıtlamıştı ki, Bonapartizm, feodal toplumdan kapitalist topluma geçişte düşünülebilirdi. Monarşi, kendi varlığının toplumsal temeli ortadan kalktığı zaman, yok olmamak için, yeni ekonomik biçimleri ve üretim biçimlerini temsil eden yeni sınıflar arasında kendine yer aramaktadır. Faşizmin tarihsel koşulları çok farklıdır. Faşizm, kapitalist toplum biçiminin çöküş döneminde, çok ayrı ekonomik ve siyasal koşullarda ortaya çıkar. Bu şu demektir: Öz ve nitelik olarak faşizm hiç bir biçimde Bonapartizmle karşılaştırılamaz.[2]

1935’te faşizm üzerine verdiği derslerde de Togliatti, Bonapartizm teorisini eleştirmiştir. Ona göre Bonapartizm teorisinin kökeninde, emperyalizmin özünün bilinmemesi yatmaktadır. Konuya yüzeysel ve biçimsel yaklaşıldığında Bonapartizm ile faşizm arasında bazı ortak noktaların bulunduğu görülür. Thalheimeir “ortak noktalara” özellikle, “yürütme erkinin kendi başına buyrukluğuna, burjuvazinin siyasal egemenliğinin yok olmasını…” katmakta, ancak onun toplumsal egemenliği ayakta kalmaktadır. Thalheimeir’e göre, sermaye, toplumsal çıkarlarını yitirmemek için faşist çetelerle işbirliğine girer ve siyasal iktidardan faşizm lehine çekilir. Bu durumda faşistler, işçi sınıfının örgütlerini dağıtarak, sermayenin toplumsal egemenliğinin sürmesini güvence altına almayı amaçlar. Burjuvazinin egemenliğinde politik ve toplumsal ayrımlara gitmekle Thalheimeir, faşizmde tekelci sermayeye belli bir sorumluluk yükleyen, ama faşizmi emperyalist sisteme özgü bir görüngü olarak görmek istemeyen tüm çağdaş faşizm yorumcularına katılmaktadır. Tartışma özet olarak böyledir.

Enternasyonal’deki tartışmalar sorunun özünü açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Ancak bunlara ek olarak Thalheimeir’de yüzeysel benzetmelerin yanısıra, Marx’ın somut durumu tahlil ederken yaptığı tespitlerin ezbere tekrarlanmasını da görmekteyiz. Örneğin bu “geçiş toplumuna özgü” durumu bir yerde Marx şöyle açıklamaktadır:

Burjuvazi, kendisinin feodalizme karşı yaptığı bütün silahların, şimdi bizzat kendisine karşı döndüğünü, kendisinin kurumlaştırdığı bütün eğitim araçlarının şimdi onun kendi kültürüne karşı döndüğünü ve kendi yarattığı tanrıların hepsinin şimdi kendisini yüzüstü bıraktıklarını fark ediyordu…. Ama burjuvazinin anlamadığı şey, onun kendi öz parlamenter düzeninin, genellikle kendi siyasal egemenliğinin de, sırası geldiğinde, kaçınılmaz olarak, sosyalist diye mahkum edileceği idi. Burjuva sınıfın egemenliği, tümüyle örgütlenmemiş olduğu sürece, kendi saf siyasal ifadesini bulmamıştı, öteki sınıfların uzlaşmaz çelişkileri de belirgin bir biçimde kendini gösteremiyordu ve kendini gösterdiği yerde de, devlet gücüne karşı her türlü savaşımı, sermayeye karşı savaşıma dönüştüren bu tehlikeli gidişi göremiyordu.

Demek ki burjuvazi, böylece, eskiden ‘liberal’ olarak kutlamış olduğunu, şimdi ‘sosyalist’ diye suçlayarak, kendi öz çıkarının self-government’ın tehlikelerinden kurtulmayı emrettiğini; ülkede huzuru geri getirmek için her şeyden önce huzuru burjuva parlamentosuna getirmek gerektiğini; toplumsal gücünü muhafaza edebilmek için siyasal gücünü kırması gerektiğini; burjuvaların ancak kendi sınıflarının da öteki sınıflarla aynı siyasal hiçliğe mahkum olması koşuluyla öteki sınıfları sömürmeye ve mülkiyetin, ailenin, dinin ve düzenin rahat rahat zevkini çıkarmaya devam edebileceklerini; kesesini kurtarmak için burjuvazinin zorunlu olarak tacını kaybetmesi gerektiğini ve kendisini koruyacak olan kılıcın kaçınılmaz olarak başının üzerinde asılı bir Demokles kılıcı olduğunu teslim ediyor.

Marx’ın geçiş toplumuna özgü yaptığı tespitin yani burjuvazinin “toplumsal gücünü muhafaza edebilmek için siyasal gücünü kırması gerektiği” bölümü kendi somut bağlamından koparılarak, bunun o koşullarda ne anlama geldiği göz ardı edilerek faşizm-bonapartizm tartışmalarına taşınmıştır. Enternasyonaldeki tartışmada da bu açıkça görülmektedir. Dönemin Fransa’sında siyasal egemenliğini tam kuramamış burjuvazinin, tüm muhalefetin açık hedefi olmaktan kaçınmak, sınıf egemenliğini sessiz ve derinden sağlamlaştırmak isteğiyle kendini bir dönem geri plana çekmesi, emperyalizm dönemine ve faşizm tartışmalarına düz bir mantıkla aktarılmıştır.

BAZI YÜZEYSEL BENZERLİKLER

Kuşkusuz tarihsel-toplumsal koşullar ve somut sınıf ilişkilerinden soyutlanarak yapılan benzerlikler yukarıda aktarılanlardan ibaret değildir. Gerici parti ve akımlar kitlelerin önemli bir kısmını bir biçimde etkileri altına aldıklarında referandumları –plebisitcilik- kendi egemenliklerini sağlamlaştırmak için kullanmışlardır. Bu yöntem onlara “halka dayalı bir çoğunluk” elde etme konusunda etkili bir araç sunuyordu. Ama burada da tarihsel ve toplumsal koşulları gözardı etme yoluyla Bonapartist ve faşist rejimler arasında özdeşlikler kurulabiliyor.

Keza günümüzde tek adam, tek parti diktatörlüğünün inşası süreci ve bu süreçte referandumların kullanılması Bonapartizm olarak değerlendirilebiliyor. Örneğin Oğuz Oyan tarafından Sol Portal’da yapılan tespitlere bakalım:

Kapitalist birikim rejiminin ve sınıf mücadelelerinin aldığı şekiller, geri gidişleri, zikzakları, kapitalist dönemin erken despotizm örneklerini gündeme getirecektir. İşçi sınıfı ve toplumun ilerici unsurlarının kendi hakları için örgütlendiği dönemlerden (örneğin 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden) itibaren bunu baskılamanın hukuki, idari, askeri normları üretilmeye başlanacaktır. Bonapartizm, tam da buna karşılık vermek üzere somut tarihsel koşullarda sistem tarafından üretilmiş bir sistemik despotik yönetim tarzıdır. (…) Büyük burjuvazi, kendisine/birikim rejimine yönelebilecek genel tehditlerden korunabilmek adına, burjuva parlamenter sistemin aşındırılmasına (kendi dolaysız temsilcilerinin yer aldığı parlamentonun nominalleştirilmesine, düzenlemelerin parlamentoyu dışlayan cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yapılmasına), kendisine veya bir fraksiyonuna karşı iktidarca zor unsurlarının kullanılmasına rıza gösterebilecek, oluşan diktatörlüğe omuz verebilecektir. 

Bonapartizm, bir anlamda, kapitalizmin hakim sınıfının kendi ürünü de olan demokrasinin yükünden erken dönemlerden itibaren kurtulma girişimidir. Ama bu erken dönemlerle de sınırlı kalmamıştır. ‘20. yüzyılın ikinci çeyreğinde bile dünya, parlamentonun dışlanma koşulları bakımından Bonapartizmin de izlerini taşıyan Avrupa faşizmlerinin doğuşuna ve dünyayı insanlık tarihinin en büyük kıyımlarına sürüklemesine sahne olacaktır.’ (Burada yazar –Oyan- 6 Eylül 2016 tarihli kendi yazısından alıntı yapıyor). Her durumda, kapitalizmin belirli bir gelişme dönemine denk düşen despotik bir yönetim tarzı olduğu söylenebilir; ama Bonapartizmin, özel olarak bir aydınlanma karşıtı despotizm uygulaması olduğu söylenemez.

AKP rejimi, kuvvetler birliğine yönelişi ve kullandığı otoriterlik araçları bakımından bu tarihi uygulamanın izini sürer. Bunda bir şaşırtıcılık yoktur; iktidara demokratik olmayan yollarla el koyma veya demokratik olmayan yollarla iktidarda kalma biçimleri ile uygulanan baskı araçları özünde benzeşirler ve birçok başka dikta örnekleri de kendi nüanslarını koruyarak bu tür yöntem ve araçları kullanmışlardır.

AKP’nin sivil darbeler silsilesiyle inşa ettiği tek adam rejimi, Meclis’in yasa yapma tekelini ikameye yönelen Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin sıklığı, 15 Temmuz 2016 sonrası OHAL Kararnameleriyle bunun daha da pekişmesi, Anayasa ve yasalar dışına çıkışların denetimsiz kalması, yürütmenin yargıyı da tam denetimine alarak kuvvetler birliğinin tamamlanması, referandumlarla rejimi dönüştürme biçimi, kapitalist sistemin güncel evresine (neoliberal birikim tarzına) gayretkeş bir uyum ve sermayenin önceliklerinin karar süreçlerinde de öncelik alması gibi olgusal gelişmeler bakımlarından bonapartist bir rejim inşası olarak tanımlanmaya uygun özellikler sunar.[3]

Görüldüğü gibi bu düşüncelerde yukarıda eleştirilen görüşlerin hemen hemen tamamı yerini almıştır. Alıntının 19. yüzyılın ikinci çeyreğindeki Fransa ve Bonapartizme ilişkin bölümü gerçeğe uygunken, devamında emperyalizm koşullarında faşizm ve Bonapartizm ilişkisi –K.E tartışma dikkate alındığında- tartışmalı ve muğlak ama özellikle günümüz Türkiye’sini anlatan –ki bizi asıl ilgilendiren yanı bu- bölümlerinde devlete ilişkin yapılan tespitlerde değişen sınıf ilişkileri ve toplumsal koşulların özellikleri dikkate alınmamıştır.

Özellikle Türkiye açısından yapılan tespitler, yani, referandumlar, kararnameler, kuvvetler birliğinin sağlanması gibi olgular Bonapartizmin inşası olarak görülmektedir. Bütün bunlar tekeller ve emperyalizm çağında, özellikle de bağımlı bir ülkede işbirlikçi tekelci burjuvazinin en saldırgan kesimlerince faşist bir diktatörlüğün kurulması için kullanılabilecek araçlardır aynı zamanda. Bu araçlar geçmişte Mussolini ve Hitler tarafından da etkili bir biçimde kullanılmıştır. Bu durum devletin sınıf karakterinde herhangi bir bulanıklığa yol açmamalıdır. Benzer araçlar kullanılmış olsa da sonunda gerçekleştirilen iktidarın sınıf karakteri, emperyalizm ve tekeller çağına özgü olan –geçmişte İtalya, Almanya, İspanya, Şili, 12 Eylül darbesi sonrası Türkiye’de ve benzer koşullarda diğer ülkelerde ve bugün ülkemizde inşa edilmekte olan devlet biçimi- faşist bir karakterdir.

Kuşkusuz yukarıdaki alıntı Bonapartizm konusunda düşülen yanılgıların tek örneği değil. Özellikle Troçkist akımlar ve Troçkistlerde bu tip tahlillere bolca rastlanabiliyor. “Yatay sınıf mücadeleleri”, “burjuvazinin siyasi temsili tek adama bırakıp bırakmayacağı” gibi tespitler eşliğinde, işbirlikçi tekelci burjuvazinin bazı kesimlerinin zaman zaman Erdoğan yönetimine yöneltiği eleştiriler, Erdoğan iktidarının bütünüyle tekelci sermayeden bağımsız hareket ettiği, kitle gücüyle bu kesimi hizaya soktuğu gibi tahliller yapılabiliyor.

Tekelci sermayenin bazı kesimleri ile Erdoğan iktidarı arasında bazı çelişkilerin olduğu yadsınamaz. Ancak tekelci sermayenin azımsanmayacak bir kısmı ve giderek büyüyüp bu sermayenin arasına karışmış “yeni yetmelerin” neredeyse tamamı bu iktidarı aktif bir biçimde desteklemektedirler. Diğer taraftan, ki önemli olan da budur: uygulanan ekonomi politikaları ve özellikle işçiler üzerinde kurulan baskılar tüm tekelci grupların sınıf çıkarını tartışmasız korumaktadır ve itirazı olanların itirazlarını da zayıflatmaktadır. Bu sınıfın üyelerine söylenen “daha ne istiyorsunuz, Türkiye üç, bez kez büyüdüyse buradakiler on, on beş kez büyüdü, OHAL’den kim ne zarar görmüş” sözleri bu gerçeği açıkça dile getirmektedir. Bu nedenledir ki işbirlikçi tekelci burjuvazinin “muhalif kesimlerinin” karşı çıkmaları dostlar alışverişte görsün cinsindendir. Bugünün Türkiye’sinde devletin ne sınıflar arasındaki mücadelede “bağımsızmış gibi” görünmesi, ne de onlar arasında bir “denge tutması” söz konusu değildir. Açık ve net olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğidir. Egemen sınıflar içinde bu durumun değişmesi yönünde bir hareketlenmeden söz etmek abartılı bir tespit olacaktır.

Kuşkusuz ihalelerde, vergi indirimlerinde, siparişlerde büyük burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında iktidara yakınlık ölçüsünde bir dağılım ve bu dağılımdan kaynaklanan çelişki ve hoşnutsuzluklar bulunmaktadır. Ancak bu tip çelişkiler sermaye egemenliğindeki her rejimde bulunmaktadır ve devlet bu çelişki ve çatışmaları belli bir disiplin altında tutmak gibi bir işleve de sahiptir. Bu çelişkilere özellikle “Batı dünyası” ile girilen ilişkilerde bir yön değişikliği olabileceği kaygısıyla eleştiri yönelten, Batı sermayesi ile iç içe geçmiş kesimlerin eleştirilerini de eklemek gerekiyor.

Ama bütün bu çelişkilerin, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin sınıfsal diktatörlüğü üzerinde yükselen, emperyalizme bağımlı bir ülkede inşa edilmekte olan faşist bir rejim gerçeğini reddetme noktasına gitme ve mevcut durumu bonapartizm olarak değerlendirme yanılgısına gitmemesi gerekiyor. Tarihsel koşullar farklı, maddi toplumsal zemin ve buradan kaynaklanan sınıf ilişkileri farklı, devletin dayandığı sınıfların niteliği farklıdır. Tüm bu farklılıklar bir yana itilip, yüzeysel benzerliklerle kurulabilecek tahlillerle güncel politik ve tarihsel olaylara yaklaşmak yanlış tespit ve tahlillere yol açmamalıdır.

İnşa edilmekte olan faşist nitelikteki tek adam, tek parti diktatörlüğü egemen sınıflar içindeki dayanaklarından soyutlanarak kurulamaz. Bu diktatörlüğün hem egemen sınıflar içinde, hem kitleler içinde –yanılsamaya dayansa ve zayıflamakta olduğu tespit edilse de- küçümsenmeyecek bir desteği bulunmaktadır. Hiç bir devlet iktidarının havada asılı bir ampul gibi kalamayacağı gerçeği, verilen bu desteğin önemini ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak, mevcut politik durumun tespit edilmesinde düşülecek yanılgı bir gerçeğin yanlış tespit edilmesinin çok ötesinde, işçi ve emekçi halkın uyanıklığını doğrudan etkileyecek, mücadeleci güçlerde dağınıklığa yol açacaktır. Faşizm, Bonapartizm renklerine boyanmamalı, kullanılan araçlardaki bazı benzerlikler büyük sermayenin tek adama dayalı faşist bir dikta kurma atılımına karşı uyanıklığı köreltmemelidir.

[1] E.Lewerenz, Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili, Sol Yayınları

[2] H.Remmele, “Bonapartizm Teorisi”, Die Kommunistische Internationale, 1930, no 7, s.404-405

[3] Oğuz Oyan, Sol Portal. Aydınlanmaya karşı yeni hamleler. 27.06.2017 Yazar daha önce yazdığı Kapitalizm, demokrasi ve faşizm yazısından alıntı yapıyor