Ali Yaşar
AKP iktidarı döneminde genel olarak işbirlikçi tekelci burjuvazi ve bu tekellerin AKP tarafından doğrudan desteklenen kesimleri -beşli çete diye adlandırılan- daha hızlı olmak üzere büyüdü. Madalyonun bir yüzü bu artan sömürü ve büyüme olurken diğer yüzü işçi sınıfının örgütlerine saldırı, sendikalaşma çabalarının engellenmesi, politik yaşamın daha da gerileştirilmesi oldu. Erdoğan tekellerin temsilcilerine “eskiden grev falan oluyordu, bunları bitirdik” diye seslenebiliyordu. Tekelci burjuvazinin bazı kesimleri ihalelerde “eşitliliğin” olmamasından arada bir cılız sesler çıkarıp şikayetçi olsa da, genel olarak hallerinden memnunlardı. Bu yazının konusu ekonomi olmadığından iktidarın uyguladığı ekonomi politikalarına, bunlar üzerine yapılan tartışmalara burada girilmeyecek. Ancak bütün bu ekonomik uygulamalara hem tekellerin siyasi gericiliği yoğunlaştırma eğilimleri, hem de iktidarın dini politik olarak kullanma eğilimleri eşlik etti. Sonuç AKP iktidarının devleti ve politik yaşamı faşizme doğru ilerletmesi, laiklik karşıtı uygulamaları kanatları altına alarak politik İslam’a alan açması oldu. Güncel politikadan, toplumsal yaşama kadar hemen hemen her alanı ilgilendiren bu yönelim beraberinde ciddi tartışmaları da getiriyor. Burada özellikle laikliğe karşı atılan bu adımların -laiklikle sınırlamadan- cumhuriyetin varlığını tehdit ettiğine ilişkin görüşleri mercek altına almaya çalışacağız. Dergimizin 58. sayısında laiklik dosyasında geniş bir biçimde işlendiği gibi, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar laiklik uygulamaları kendi içerisinde sorunlu ve inişli çıkışlı oldu. Ama tek parti döneminde devleti yönetenlerin temel yaklaşımını belirleyen “dini kontrol altında tutma ve yönetme” anlayışı oldu ve tarikatlar yasaklandı, tekke ve zaviyeler kapatıldı. CHP’nin kendi içerisinde farklı eğilimler vardı ve bu gerici kanat sonradan “çok partili döneme” geçildiğinde DP olarak örgütlendi.
Gerek DP döneminde gerekse de 1960 darbesi sonrasında onun devamı niteliğinde örgütlenen AP döneminde dini politik mücadelede kullanma, dini yapılara kucak açma konusunda benzer bir çizgi izlediler. Erbakan önderliğinde örgütlenen “milli görüş” ise dini gericiliğin farklı bir kanadı olarak yoluna devam etti. 12 Eylül askeri faşist darbesi ise düzen partilerini kapattı, ama dinci ve milliyetçi eğilimleri “Türk-İslam Sentezi” damgasını vurarak resmi politika haline getirdi. Partiler kapatılmış ama özellikle dinci gericiliğin yaygınlaşmasına kapılar açılmıştı. Yeniden “çok partili sisteme” dönüldüğünde “muhafazakar sağ eğilimi” Turgut Özal’ın ANAP’ı bünyesine kattı. Özal, hem darbe öncesinde ilan edilen 24 Ocak Kararlarının temsilcisi, hem de darbe döneminde uygulayıcısı, işbirlikçi tekellerin has temsilcisi olarak özelleştirme uygulamalarını hızlandırdı ve işçi ve emekçi halka ekonomik ve politik olarak saldırma görevini üstlendi. Kendisi de Nakşibendi tarikatının bir üyesi olan Özal döneminde tarikatlar ve diğer dini yapılar toplum içerisindeki örgütlenmelerini, hem de ekonomik gelişimlerini devam ettirdiler.
ANAP sonrası DYP-SHP koalisyonları döneminde tarikatlara ve dini yapılara karşı engelleyici bir tutum alınmadı, bunlar gelişimlerini sürdürdüler. Çiller DYP’si ve Erbakan’ın Fazilet Partisi dönemlerinde tarikatlar kendilerini daha görünür hale getirirken, kendilerini “cumhuriyetin ve laikliğin koruyucusu” sayan generallerin 28 Şubat Darbesi gündeme geldi. Mayıs 1999’da DSP-MHP-ANAP koalisyonu kuruldu ve bu arada Erbakan’ın Fazilet Partisi bölündü, “Milli Görüş gömleğini” çıkardıklarını ilan eden Erdoğan ve Gül liderliğinde AKP kuruldu. 2001 ekonomik krizi ardından 2002’de yapılan seçimlerde koalisyon partileri ağır bir yenilgi alırken AKP, seçim sisteminin sağladığı avantajla %36 oy alarak Meclis çoğunluğunu almayı başardı. AKP iktidar olmuştu ama devlet içerisindeki kadrolaşma alanında güçlü değildi. Devlet içerisinde çok önceden yuvalanmış olan “Gülencilerle” olan ilişkisi ona bu yolu açtı ve böylece başlangıçta karşılıklı yarara dayanan “simbiyotik” denilebilecek bir ilişki başladı.
Gülen Cemaati diye adlandırılan dini topluluğun tarihi “Komünizmle Mücadele Dernekleri” gibi eski tarihlere dayanıyorsa da özellikle AKP iktidarı döneminde böylece önü iyice açıldı. Erdoğan’ın itiraf ettiği gibi kendilerine “her istedikleri verildi”. Böylece devlet içerisinde önemli yerleri tutmayı başaran “cemaat” iktidarın fiili ortağı durumuna geldi. Bu dini “cemaatin” nihai hedefi hem bölüşümden aslan payını almak hem de giderek iktidara yerleşmekti ve sonuçta kanlı bir hesaplaşmanın yaşandığı darbe girişimiyle iktidarı tümüyle alma hamlesi de yaptı. Ardından gelişen süreç tarikatlarla ve politik İslam’la değil, cemaatle sınırlı bir hesaplaşmanın yaşandığı bir dönem oldu. Daha sonraki gelişmeler ise devlet kurumlarında zaten belli ölçüde yer edinmiş olan tarikatların -Menzil, Nakşibendi vb.- “cemaatten” boşalan yerleri doldurması biçiminde gelişti. Bu tarikatların açıkça ilan etmedikleri, ama zaman zaman çeşitli vesilelerle açığa vurdukları, ulaşmak istedikleri ana hedefin ise cumhuriyetle gelen kazanımlar olduğu bilinmektedir. Erdoğan ‘Minareler süngü, kubbeler miğfer; camiler kışlamız, müminler asker.’ demişti. Politik İslamcılar cumhuriyeti İslami devlet biçiminin yeniden egemen olacağı bir “ara dönem” olarak görüyor ve bu “parantezi” kapatacaklarını iddia ediyorlar. Kasıtları cumhuriyet öncesi döneme, dinin egemen olduğu teokratik devlet biçimine dönüştür. Henüz ortada üzerinde anlaşılmış bir devlet biçimi yoktur, ama din kurallarının egemen olacağı konusunda bir tartışma da yoktur. Ama tarikatların her birinin kendilerine özgü bir İslam yorumu olduğunu da göz önünde tutmak gerekir.
Erdoğan iktidarı hem dini sonuna kadar kullanan politik yaklaşımı ve söylemi ile hem de fiilen attığı adımlarla her birisi artık holding haline gelmiş dini yapıları açıkça destekliyor ve teşvik ediyor. Menzil, İsmail Ağa, Nakşibendiler vb. gibi tarikatlar aynı zamanda holdingleşmiş durumdadırlar. Örneğin Menzil Şeyhi’nin ölümünden sonra onlara ait vakıf görünümlü Semerkant holding, şeyhin üç oğlunun anlaşamaması üzerin üçe bölündü. Bir taraftan dini yapıları ekonomik olarak desteklemek, diğer yandan sosyal ve politik yaşamı adım adım dincileştirme adımları atmak Erdoğan iktidarı için olağan uygulamalar oldu. Bunlar üzerine kısa bir hatırlatma yapılacak olursa: İmam Hatip Okulları yaygınlaştırıldı, Ayasofya ibadete açıldı, kılıçlı hutbeler sahnelendi, adli yıl açılışları Diyanet İşleri Başkanı’nın katılımıyla “Kur’an tilaveti” ile yapılmaya başlandı, Kur’an kursları yaygınlaştırıldı, ÇADES projesiyle okullara imam atanmaya başlandı, müftülere nikah kıyma yetkisi tanındı, orduda ve poliste dini yapılar etkin bir biçimde devreye sokuldu, 4 Ağustos 2023’teki Cuma Hutbesinde mesai ve okul saatlerinin Cuma namazına göre ayarlanması istendi, bu saatlerde alış veriş yapmanın haram olduğu ilan edildi, Kobane davasına Diyanet’in müdahil olması yönünde adım atıldı. Diyanet İşleri Başkanı sarayın fetvacısı gibi çalışmaya başladı. Ölen tarikat şeyhlerinin cenaze törenleri devlet başkanlarının törenlerini gölgede bırakır oldu. Ekonomide duvara toslama gerçekleşse de halk “dinin emri” anlamına gelen “nas” masalları ile büyük sermayenin soygununa görünüşte faize karşı olmakla temellenen demagoji ile razı edilmeye çalışıldı.
Laikliğe aykırı uygulamaların bu biçimde yaygınlaşması ve eğitimden sosyal yaşama, devlet kurumlarından yargıya ve hukuka kadar toplumun neredeyse tüm gözeneklerine sızması bazı sol ve ulusalcı çevrelerde şu sorunun sıklıkla sorulmasını beraberinde getiriyor: 29 Ekim 1923’te kurulan cumhuriyetten bugün geriye ne kaldı? Artık bir cumhuriyetimiz var mı? Ülke İslam’ın egemen olduğu bir yönetim biçimi ile mi yönetiliyor? Bu sorular ve bu sorulara politik İslam’ın yayılmasına ilişkin verilen yanıtlar uzayıp gidiyor. Bu tartışmaların içeriğini ve kapsamını anlamak için öne çıkmış bazı örnekleri burada aktarmak, daha sonra yapılacak irdelemeye yardımcı olacaktır. Örneğin eski CHP milletvekilliği ve bakanlık yapmış Fikri Sağlar şöyle yazıyor: “… emperyalizme karşı savaşmış ve aydınlanma devrimleriyle çağdaş, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti niteliğine kavuşmuş Türkiye Cumhuriyeti, yüzüncü yılında bir İslam ülkesi haline dönüştürülüyor.”[1]
Yine eski CHP milletvekili ve emekli müftü Gani Aşık’ın tespitleri de şunlar: “Genel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçiminin kaybedilmesiyle ivme hızlandı. Çünkü kaybedilen cumhurbaşkanlığı değil, Cumhuriyetin kendisiydi… İhvancı iktidarın kutsal hedefinin Cumhuriyeti sonlandırmak olduğunun habercisi o kadar çok ki ciltlere sığmaz.”[2]
Laiklik ve cumhuriyet konusunda epeyce yazısı bulunan, uydurma bir suçla tutuklanıp cezaevine konulan, Tele 1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, İstanbul Belediye Başkanı ve CHP liderliği için kolları sıvamış olan Ekrem İmamoğlu’nun “Türkiye için yeniden” yazısını değerlendirirken, “İmamoğlu’nun yazısının en temel yanlışı, Türkiye’de rejimin büyük ölçüde değiştiğinin farkında olmamasıdır. Yazıda İslamo-faşist bir rejim kurma girişiminden, Cumhuriyet kurumlarının ve laikliğin tasfiye edilmesinden hiç söz edilmiyor”[3] demektedir.
Keza başka bir örnek de aşağıdaki yaklaşımdır. A. Taranoğlu zarf ve mazruf -zarf ve içindeki- örneğinden yola çıkarak şöyle diyor:
“Türkiye Cumhuriyeti ‘zarfının’ içindeki mektubun esası LAİKLİK!.. Cumhuriyet devriminde en göze çarpan husus ‘kadın devrimi’ gibi görünür. Ama kadına modern kıyafetten, seçme seçilme hakkına kadar sağlananlardan tutun, en başta saltanat ve hilafetin kaldırılmasının, eğitimin birleştirilmesinin, saat-takvim-ölçülerin değişmesinin, Medeni Kanun’un, tek eşliliğin, harf devriminin, şapka-kıyafet kanununun ve tüm benzerlerinin altındaki zemin laikliktir. Laiklik, nehrin iki yakasını birleştiren köprü… Öteki devrimler bu köprünün üstündekiler… Köprü yıkılırsa üstündekiler de nehirde boğulur.”[4]
Halkevleri Genel Başkanı Ş. Merttürk ise kendisiyle yapılan bir söyleşide laiklikle sınırlı kalmayan bir çerçevede değerlendirmeler yapıyor ve dini uygulamalarla ilgili şunları dile getiriyor: “Anayasasında ‘laiktir’ yazan bir İslam devleti oldu Türkiye Cumhuriyeti”. Kendisiyle bu başlığı taşıyan söyleşide Merttürk’ün “açıklamalarınızda laiklik talebini özellikle vurguluyorsunuz. Laiklik Türkiye için sizce neden bu kadar önemli?” sorusuna verdiği yanıtta laiklik karşıtı uygulamalar için vurguladığı gelişmeler şunlar:
“Çünkü iktidar dini kullanarak, dinsel referanslar vererek bugün ülkemizin birçok sorununun üstünü örtmeye çalışıyor. Örneğin kadın erkek eşitsizliğini, LGBTİ+ ayrımcılığını, işçilerin sömürü koşullarını, iş cinayetlerini ‘Fıtrat, kader’ gibi kavramları kullanarak ve hatta çocuk istismarını bile dini referans vererek normalleştirmeye çalışıyor. Bir tarafı dışlayarak bastırıyor bir tarafı da yoksulluğu, sömürüyü yaşamasına rağmen dini referanslarla içermeye çalışıyor. Bu arada patron zenginleşmeye devam ediyor. Yani alttakine din, iman, üsttekine han hamam düzeni hüküm sürüyor. Dolayısıyla bu ülkenin gerçek sorunları konuşulup çözüme kavuşturulacaksa bu dini referanslarla yapılamaz. Tam da bu yüzden tüm toplumsal yaşam ve üretim ilişkileri dinin egemenliğinden arındırılmalıdır. Laiklik sadece geleneksel olarak kendini laik ya da seküler diye tanımlayan kesimler için değil, bütün kadınlar için, bütün emekçiler için, bütün ezilenler için nefes almak kadar yaşamsaldır.”[5]
Bu alıntılar çoğaltılabilir. Görüldüğü gibi, bu tartışmalarda iktidarın attığı adımlar konusunda duyulan haklı kaygılar, bu adımların sonuçları gibi pek çok veri, endişelerin dile getirilmesi olarak yer alıyor. Alıntıların bazılarından da açıkça anlaşılacağı gibi, bu kaygı ve endişeleri dile getirenlerin bir kısmı, cumhuriyetin ortadan kaldırılması sürecinin tamamlandığını ileri sürüyor. Ama buna ilişkin ileri sürülen olgulara yakından bakıldığında tartışmada egemen olan tutumun genellikle cumhuriyetin nitelikleri üzerine olduğu görülebiliyor. Sayılan bu nitelikler ortadan kaldırıldığında veya zedelendiğinde geride bir cumhuriyetin kalmadığı, kalmayabileceği yaklaşımının genel kabul gördüğü anlaşılıyor.
Kuşkusuz cumhuriyet eşittir laiklik yaklaşımı yanlıştır ve günümüzde laik de demokratik de olmayan pek çok cumhuriyet bulunmaktadır. Erdoğan iktidarı da cumhuriyetin niteliklerini tarif eden anayasanın ilk dört maddesine dokunmadığını ileri sürebilmektedir. İktidarın nitelikleri tarif edilen bugünkü cumhuriyete ve laikliğe karşı adımları genellikle bir oldu bitti niteliğindeki yukarıda örnekleri verilen fiili adımlar oldu. Yani hukuksal olarak cumhuriyete dokunulmamış, cumhuriyet bir kılıf olarak korunmuş, ama cumhuriyetin niteliğini adım adım değiştirme yoluna girilmiştir. Dinciler cumhuriyetin sınıfsal niteliğini tartışmamaktadır. İlginçtir cumhuriyetin ağır darbeler aldığını, hatta artık olmadığını söyleyenlerde büyük sermayenin, yani tekellerin işçi ve emekçi halk üzerindeki egemenliğini üzerinde yükseldiğini tartışmamaktadır.
Peki çözüm nedir sorusunun karşılığı ise politik çevrelerin ideolojik eğilimlerine göre değişmektedir. Düzen içi muhalefet çözümü AKP öncesine dönüşte görüyor. Yani bir nevi restorasyon programı. Kısacası ileri sürülen kaygı ve endişeler haklı, ancak bu süreçten nasıl çıkılabileceğine ilişkin öneriler büyük sermayenin sınıfsal egemenliğine uygundur. Sol ve ilerici muhalefet adına tek adam yönetiminin attığı adımlara karşı çıkanlar ise laiklik ve demokratikleşme sorununu ayrı mecralarda ilerleyen sorunlar gibi ele almaktadır. Ülkenin emperyalizme bağımlılığı, işbirlikçi büyük burjuvazinin özellikle ABD’nin “ılımlı İslam” projelerinde oynadığı rol, bu rolün AKP iktidarı ile -BOP, GOP- kazandığı ivme, bütün bunların laiklik ve cumhuriyet üzerindeki olumsuz etkilerine ya değinilmemekte ya da buna gerekli önem verilmemektedir. Bunlar çözümü köklü demokratikleşmede, halkın egemen olduğu bir demokraside ve sosyalizmde olduğunu ya görmemektedir ya da görmek istememektedir.
Oysa ülkenin içinde bulunduğu durum, cumhuriyet ve laiklik sorununu ülkenin tekellerin egemenliğinden kurtularak, köklü ve tam bir demokratikleşme sorunu bütünlüğü içinde ele almayı ve çözümü oradan geliştirmeyi, bağımlılık ilişkilerine son vermeyi zorunlu kılıyor. Dahası ve en önemlisi demokrasi ve özgürlükler mücadelesine işçi sınıfının önderlik etmesi ve emekçi kitlelerin onun arkasında toplanması gerektiği, bu değişimin köklü bir alt üst oluşla gerçekleşmesi gerektiği doğal olarak bu yaklaşımlarda yer almıyor. Ama onların yaklaşımlarında yer almayan bu yol, işçi ve emekçi halkın egemenliğine dayanan bir demokrasiye uzanan, oradan sınıfların ve sömürünün ortadan kaldırılmasına uzanan yoldur.
Yeniden vurgulamak gerekir ki cumhuriyet tartışmaları laiklik sorununa indirgenemez, tekellerin egemenliğindeki bir laik cumhuriyet “çözüm” olarak halkın önüne getirilemez.
Ülkede Cumhuriyet
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından uzun olmayan bir süreç içerisinde, başlarında M. Kemal’in olduğu savaşı örgütleyen ve yöneten kadro, temsilcisi oldukları, birikimi ağırlıklı olarak ticaret sermayesine dayanan Türk burjuvazisinin çıkarlarına en uygun biçim olacağı düşüncesiyle saltanatı ve hilafeti kaldırmış, cumhuriyeti ilan etmişti.
Cumhuriyetle birlikte soya dayanan padişahlık iktidarı son bulmuş, ülke padişahın “mülkü” olmaktan çıkarılmış, daha önce “kulluk ve ümmet” gibi sıfatlarla adlandırılan halk kitlelerini bu niteliklerden arındırmış, yönetimi belirleme yetkisi pratikte öyle olmasa da, hukuksal ve biçimsel olarak özgür vatandaşlara verilmiştir. Bunun anlamı şudur ki; cumhuriyet yönetimi monarşilerin örneğinde görüldüğü gibi yetkisini ilahi bir güçten, kandan aldığını ileri sürmez. Yeni cumhuriyet yönetimi demokratik olmayan ama dini denetim altına alan bir laikliğe sahip, burjuvazinin ve onunla ittifak halindeki gerici sınıfların otoriter bir yönetimi olarak şekillenmişti. Bu devlet milli burjuvazi ve merkezi feodaliteyle birlik halinde olmayan toprak ağaları koalisyonunun egemenliğine dayanıyordu. Yapılan pek çok reform genel olarak ülkenin tarihsel kazanımları oldu. Bugün tartışmalarının merkezine “cumhuriyetin kazanımlarını” koyanlar, başta laiklik olmak üzere bu tarihsel “kazanımların” tasfiye edilmesine yönelik adımları temel sorun olarak görmektedirler.
Cumhuriyet ve laiklik üzerine yapılan tartışmalarda sıkça atıfta bulunulan konu anayasanın ikinci maddesidir. Bu madde şöyledir; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Yazının önceki sayfalarında yer alan alıntılardan da anlaşılacağı gibi, bazı ulusalcı, solcu vb. çevreler tarafından cumhuriyetin artık başta laiklik olmak üzere bu maddede belirtilen niteliklerinin kalmadığı vurgulanıyor ve eğitim, kadın hakları, yasalarda geriye doğru yapılmak istenen bazı değişiklikler nedeniyle, sorunu olmuş bitmiş olarak değerlendiren bazı kesimlerce de artık bir “cumhuriyetimizin olmadığı” ileri sürülebiliyor.
Tarihsel olarak daha önce farklı biçimlerde gündeme gelmiş olsa da Büyük Fransız Devrimi cumhuriyet yönetiminin, burjuvazinin egemen olduğu burjuva demokrasisi ile aynı anlama geldiğini genel olarak kabul ettirmiştir. Ancak bu iki kavram farklı özellikler taşımaktadır. Bugün dünya üzerinde hepsi için demokrasiye sahip olduğu iddia edilemeyecek yüzden fazla cumhuriyet adı taşıyan devlet bulunmaktadır. İran İslam Cumhuriyeti, Afganistan Cumhuriyeti, Çin halk Cumhuriyeti vb. adlandırmalar bu ayrışmanın somut örnekleri durumundadır. Bu nedenle başta Türkiye’nin politik gelişimi olmak üzere cumhuriyet üzerine yapılacak olan tartışmalar belirli tarihsel bir anda, somut gelişmeler üzerine yapılacak, sınırları iyi belirlenmiş bir tartışma olarak yürütüldüğünde doğru bir zemine oturtulabilir.
Geçmiş, bugün ve gelecek
Bugünlerde 100. yılına giren Türkiye Cumhuriyeti’nin dünü, cumhuriyet öncesi anımsatılacak olursa mutlak monarşi, meşruti monarşi, feodal bağımlılık ilişkileridir. Cumhuriyetin ilanından bugüne geçen süreç ise bazı çevrelerin içeriği, kalkış varış noktaları tartışmalı olsa da ileri sürdüğü gibi, “cumhuriyetle demokrasiyi buluşturamamış” bir cumhuriyettir. Cumhuriyetin yaklaşık son çeyrek yüzyılına AKP iktidarı damga vurmuştur. AKP iktidarının dini öne çıkaran uygulamaları beraberinde cumhuriyet ve onunla birlikte laiklik tartışmalarını gündeme getirmektedir. Kuşkusuz AKP’nin tek marifeti dinciliği toplumda daha fazla öne çıkaran, görünür kılan yaklaşımı değildir. AKP aynı zamanda kendi “yandaş burjuvazisine” ihalelerle, teşviklerle, vergi indirimleri ile büyük karlar sağlayarak, dayandığı egemen sınıf temellerini de genişletmeyi hedeflemiştir ve bunda da şimdilik görünen o ki başarılı olmuştur. Sadece onlarla sınırlı olmayan “beşli çete” bunun somut bir örneği durumundadır. Tarikatların vakıflar halinde örgütlenmesi ve hatırı sayılır bir sermayeye hükmetmesi de unutulmamalıdır.
Cumhuriyet öncesi ile bugünün cumhuriyeti arasında ortak bir nokta var mıdır? Bu soruya tek ortak nokta, her ikisinde de üst sınıfların, yani sömürücü egemen sınıfların egemenliğinin bulunmasıdır yanıtı verilebilir. Cumhuriyet öncesinde iktidarda olanlar merkezi saray aristokrasisi, yerel feodal aristokrasi, ağalardır. Meşrutiyet sonrasına cılızda olsa asıl olarak ticaret sermayesine dayanan Türk burjuvazisi de iktidara ortak olmuştur.
Cumhuriyet sonrasında ise milli Türk burjuvazisi, onunla ittifak halindeki bir bölüm toprak ağaları iktidarın yeni sahipleridir. Bu burjuvazi süreç içerisinde büyümüş, emperyalizm ile iş birliğine yönelmiş ve tekelleşmiştir. Cumhuriyet bugün egemen olan işbirlikçi tekelci burjuvazidir. AKP’de kendisini destekleyen tekelci burjuva kesimlerinin iktidarını temsil etmektedir. AKP iktidarı döneminde bu burjuvazi özelleştirme vurgunuyla, ihaleler yoluyla, vergi affı ve indirimleriyle, “garantili kar” yöntemleriyle iyice palazlanmış ve güçlenmiştir. Bu burjuva kesimlerin ne faşist bir rejim kurulmasına ne de kurulması başarılırsa bu rejimde dini uygulamalara bir itirazları bulunmamaktadır.
AKP iktidarı sadece devlet gücüyle değil, aynı zamanda kendisini destekleyen sermaye grupları eliyle sendikal örgütlenmeleri dağıtmayı, işçiler arasında tarikat ilişkilerini yaygınlaştırmayı, bu yolla toplumun tüm gözeneklerine sızmayı ve emekçi kitleleri dinin uyuşturan gericiliğiyle teslim almayı istemektedir. Sendika düşmanlığı işbirlikçi tekelci burjuvazinin ortak eğilimiyken, tavrını AKP’yi desteklemekten yana açıkça koymuş kesimler bu konuda bir adım daha atmakta, tarikatlara kapıyı aralamaktadırlar. Yani AKP ve yandaşlarının bir zamanlar çok eleştirdiği “toplum mühendisliği” etkin bir biçimde devreye sokulmuş durumdadır. Yoksulluğun keyfi ve seçmeli yardımlarla yönetilmesi AKP iktidarının temel uygulamalarından birisidir. İtaat ve biat eden kitleler istenmektedir. Din bu amaçla daha fazla kullanılmakta ve devreye sokulmaktadır. Cumhuriyetin bugünü, kurum olarak hilafet ve saltanat dışta tutulursa, cumhuriyet öncesinde var olan bazı niteliklerin yeniden canlandırıldığı uygulamalarla donatılmak istenmektedir. İktidar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı adeta bir Şeyh-ül İslamlık kurumu gibi çalıştırma yönünde uygulamalar içerisindedir. Dinin toplumda daha fazla egemenlik kurmasıyla, kısıtlı da olsa hala var olan demokratik hak ve özgürlüklerin bütünüyle ortadan kaldırılması amaçlanmakta, faşist bir rejim kurma yolunda mesafe alınmak istenmektedir. Fiilen öyle olmasa da anayasadaki laik ve demokratik cumhuriyet diye vurgulanan nitelik, yine işbirlikçi büyük sermayenin egemen olduğu, emperyalizme bağımlı dinci-faşist bir cumhuriyete dönüştürülmek istenmektedir.
Gericiliği güçlendirmek için atılan bütün bu adımlar burada bazılarına yer verdiğimiz ulusalcı, solcu, ilerici, cumhuriyetçi bazı kesimlerde “cumhuriyete sahip çıkma” eğilimleri ve mücadelesinin konusu olmaktadır. Bu tartışma ve eğilimlere devrimci sosyalizmin ilgisiz kalması elbette beklenemez. Ancak o tartışmalarda söz konusu olan sermayenin egemenliği üzerinde yükselen bir cumhuriyettir ve bu durum neye, nelere sahip çıkılacağına ilişkin bir ayrışmayı kaçınılmaz olarak gündeme getirmek zorundadır.
Bugün laiklik, demokratik haklar ve özgürlükler güncel politik mücadelenin konusu ve savunulması gereken nitelikler olarak öne çıkmaktadır. Ama şurası açık olmalıdır ki; sınıf egemenliğine dayalı, burjuvazinin egemenliğinde bir cumhuriyet devrimci sosyalizmin amaç olarak savunması gereken bir nitelik değildir. Cumhuriyetin dününü ve bugününü bağlayan temel ortak nokta, onun yönetici sınıfların bileşimi ve sınıf niteliği değişmiş olsa da toplumun azınlığını oluşturan sömürücü egemen sınıfların diktatörlüğü olmasıdır.
Bugün cumhuriyet ve laiklik tartışmaları cumhuriyetin sınıf niteliğini değiştirmek için doğrudan işçi sınıfı ve onun müttefiki olacak olan emekçi sınıfların iktidar mücadelesine bağlanarak yürütüldüğünde doğru bir zemine oturtulabilir. Bu aynı zamanda cumhuriyetin geleceği sorunudur.
Antik Roma’dan günümüze
Cumhuriyet yönetimleri üzerine söylenilenlerin yerli yerine oturması için cumhuriyet ve onun sınıfsal özellikleri üzerine kısa bir tarihsel hatırlatma yapmak yararlı olacaktır.
Antik Yunan demokrasi tarihinde önemli bir yer tutmakla birlikte yönetim biçimine özel olarak cumhuriyet adı verilmemişti. Yunan demokrasisi köle sahiplerinin egemenliğine dayanan, özgür yurttaşların borç vb. nedenlerle zaman zaman köle durumuna düştüğü bir demokrasiye sahipti. Tarihte cumhuriyet kavramının ilk kullanımını antik Roma’da görüyoruz. MÖ 529’da krallığın devrilmesi ile başlayan ve MÖ 27 yılına kadar süren yönetim biçimi cumhuriyet dönemi olarak tanımlanmaktadır. Roma, iki konsülün başkanlık ettiği bir senato tarafından yönetilirdi. Krallık döneminin soyluları olan Patriciler egemen sınıf olarak yönetimi ellerinde tutmaktaydı. Özgür yurttaşlardan oluşan plepler alt sınıfı oluşturmaktadır. Köleler ise zaten bütünüyle yok sayılmaktadır. Roma cumhuriyeti, kolayca anlaşılacağı üzere sınıf egemenliğine dayanan bir cumhuriyettir ve köle sahipleri ile köleler arasındaki mücadele toplumun temel çelişkisi durumundadır. Bunun yanı sıra asiller sınıfını oluşturan particilerle, özgür halk kesimlerini oluşturan plepler arasında da, zaman zaman epeyce çalkantılı hale gelen politik bir mücadele bulunmaktadır. Roma cumhuriyeti çeşitli aşamalardan geçerek giderek imparatorluğa dönüşmüş, cumhuriyet tarihe karışmıştır.
1789’daki büyük Fransız devrimi ile kurulan cumhuriyet ise, krallığın ve aristokrasinin yönetimine son vererek egemenliği hukuksal ve biçimsel olarak yurttaşlara vermiştir. Fransız cumhuriyeti de kendi içerisinde pek çok aşamadan geçmiş olmakla birlikte onun temel özelliği gelişip güçlenen burjuvazinin sınıf egemenliğine dayanmasıydı. Bu burjuvazi “tüm halkın temsilcisi” pozisyonunu kazanarak ve geniş kitlelerin desteğini alarak krallığın, soyluluğun ve kilisenin egemenliğine son vermişti. Sonradan Napolyon diktatörlüğü ile, 1815 sonrasında restorasyon dönemi ve krallığa dönüş yaşansa da insan hakları evrensel bildirgesi ve cumhuriyet yönetimi ile giderek yoksulları ve kadınları dışlayarak laik ve demokratik cumhuriyetlerin temellerini atmıştı.
Fransa’nın sınıf mücadelelerin en açık politik biçimlere büründüğü ülke olması 1871’de Paris Komününde bir kez daha görüldü. Komünün en önemli politik sonuçlarından birisi kuşkusuz proletarya diktatörlüğünün ilk uygulaması olmasıdır. Bunun anlamı, komünün burjuva cumhuriyetinden farklı olarak proletaryanın egemen olduğu bir cumhuriyetin mümkün olabileceğini göstermesidir. Fransız cumhuriyeti bilindiği gibi önemli tarihsel ve sosyal olaylar nedeniyle birinci, ikinci ve devam eden nitelemelerle de anılmaktadır.
Çarlık Rusya’sında ise otokrasiye karşı demokratik bir cumhuriyet mücadelesi RSDİP’in (Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi) asgari programında yer aldı ve Bolşeviklerin ajitasyonunda 1917 Şubat Devrimine kadar önemli bir yer tuttu. Şubat devriminde iktidarın sınıfsal niteliğinin değişmesiyle -iktidar aristokrasiden burjuvaziye geçti- işçi sınıfının yoksul köylülükle iktidarı alması gündeme gelmiştir. Osmanlı’nın son dönemi ise, otokrasiye karşı mücadele meşruti monarşi kazanımı ile sonuçlandı. Meclis-i Mebusan meşruiyet döneminin güdük parlamentosu olarak tarihteki yerini aldı.
Bu kısa özetten de anlaşılacağı gibi, sermayenin egemenliğindeki cumhuriyetler burjuvazinin sınıf egemenliğine dayanan yönetim biçimleridir ve sıklıkla burjuvazinin sınıf egemenliğinin en eksiksiz ve olağan biçimi olarak tanımlanmışlardır. Cumhuriyet yönetimleri eğer demokratik niteliklere sahipseler özü gereği, yani meşruiyetini vatandaştan alması niteliği ile laiktirler. Burjuvazinin sınıf egemenliğine dayanan olağan bir burjuva cumhuriyetinde ülke hukuki olarak anayasa ile belirlenmiş kurumlar tarafından yönetilir ve hükümetler seçimler yoluyla iş başına gelir ve ayrılır. Hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrımı, yönetenlerin, yönetme sürelerinin sınırlarının belirlenmiş olması bu cumhuriyetlerin temel ilkelerindendir. Demokratik hak ve özgürlükler anayasa ve yasalarca güvence altına alınmıştır ve keyfi olarak askıya alınamaz veya yürürlükten kaldırılamaz. Ama pratikte işlerin böyle yürümediğinin pek çok örneği bulunmaktadır. İtalya’da, Almanya’da faşizm öncesi yönetimler demokratik hak ve özgürlükleri budayarak, askıya alarak faşist diktatörlüklerin önünü açmışlardır. Demokratik cumhuriyetleri otokrasi, faşist vb. diktatörlüklerden ayıran temel kıstas da budur. Tarihsel olarak kanıtlandığı gibi, işçi sınıf ise, kapitalizmin egemenliğine son vererek, cumhuriyetin sınıfsal karakterini köklü bir biçimde değiştirmiş, sosyalist bir cumhuriyetin kurulabileceğini fiilen göstermiştir.
Her sınıf egemenliği bir diktatörlüktür. Burjuvazinin -serbest rekabet dönemi ve tekel dönemi- egemenliğindeki bir cumhuriyet de burjuvazinin sınıf egemenliğinin en açık ve gelişmiş biçimini ifade eder. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin biçimi -yani devletin biçimi- demokratik bir cumhuriyet olabileceği gibi, faşist bir diktatörlük de olabilir. Feodalitenin egemen olduğu dönemlerde feodal aristokrasinin sınıf hakimiyeti biçimi bir kralın egemenliğindeki mutlak monarşi olabildiği gibi, iç mücadelenin gelişmesi sonucu parlamento vb. bir organın varlığında meşruti monarşi de olabiliyordu.
Cumhuriyet ve laiklik mücadelesinin bazı sorunları
Çerçevesi burjuva laiklik anlayışı ve cumhuriyetin “kazanımları” ile sınırlanmış bir laiklik tartışmasının dine karşı politik mücadeleyi öne çıkarması nedeniyle laikler ve anti-laikler bölünmesini derinleştirdiği, kazanılması gereken işçi ve emekçi kesimlerini gericiliğin manevralarına terk ettiği görülmüştür. Oysa işçi ve emekçi kitlelerin somut ve acil taleplerinden yola çıkan, işbirlikçi tekelci burjuvazinin tasfiyesini, ülkenin demokratikleştirilmesi ve laikleştirilmesi hedefleyen bir çizgiyi izlemek, geniş emekçi kitlelerini kazanmak için büyük önem taşıyor.
Sorun ancak bu şekilde ülkenin işçi ve emekçilerinin büyük sermayenin egemenliğinden kurtulması, ondan güç alan siyasi ve dini gericiliğin tasfiye edilmesi sorununa bağlanabilir. Yani sorun işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, genel olarak halk yığınlarının demokrasi ve özgürlük mücadelesinin halkın egemenliğine dayalı demokratik bir cumhuriyet ve ülke kurma mücadelesi sorunudur. Bu mücadele demokratik bir zemine sahiptir ve cumhuriyetin kendisinin veya niteliklerinin kaybedilmekte olduğundan kaygı duyanların da katılabilecekleri bir platforma sahiptir.
Geçmişte cumhuriyeti ve laikliği savunma adına yapılan “cumhuriyet mitingleri”nden çıkarılacak önemli bir sonuç varsa, o sonuç halkı laikler ve anti-laikler olarak bölmeye hizmet edecek bir çizginin halk arasında bölünmeyi derinleştirmesi ve emekçi kitlelerin önemli bir kesimini gericiliğin propagandasına ve manevralarına teslim etmiş olması olmalıdır. Bu nedenle dinle ideolojik mücadelenin yerine politik mücadeleyi geçirmek yanlışlığı kanıtlanmış bir tecrübe olarak hatırlanmalıdır. Bu tür bölünmenin gericiliğin işine yaradığını bilenlerin başında Erdoğan gelmektedir. Erdoğan’ın seçim dönemi propagandasında bu ayrışmayı derinleştirmek önemli bir yer tuttu ve burjuva muhalefetinin örneğin baş örtüsü ile ilgili yaklaşımında olduğu gibi, bu konuda attığı her adımı da “kendisine verilmiş gollük bir pas” olarak değerlendirdi.
Bugün mücadeleyi AKP iktidarının laiklik karşıtı uygulamaları ile sınırlı bir çerçevede ele alıp, eskiye dönme ile sınırlayanlar devrimci bir tutuma sahip değildirler. Bu kesimlerin halk sınıf ve tabakalarına yakın olanları sadece ideolojik ve politik ikna yöntemleri ile demokratik bir harekete kazanılamazlar. Onları olabildiği kadarını devrimci, demokratik bir harekete kazanacak olan, bu konuda ortaya çıkacak bir çekim ve mücadele merkezi olacak olan işçi sınıfı önderliğindeki bir emekçi hareketi olacaktır. Bunun nedeni açık olmalıdır: her büyük politik sorun kitlelerin kullanacağı zor yoluyla bir sonuca bağlanır ve çözülebilir. Böyle bir yolun açıldığını görmek bu harekete katılmakta tereddüt eden kesimleri de içine çekme olanağına sahip olacaktır.
İktidarın dini referanslara her geçen gün daha fazla sarılması, tarikatların faaliyetleri ilerici, devrimci ve sosyalist çevrelerde “dincilerle” hemen politik mücadeleye girişme eğilimlerini kışkırtmakta ve beslemektedir. Oysa dinden etkilenen kesimlerin ezici çoğunluğunu işçi ve emekçiler oluşturmaktadır. Bu durumda onlar içerisinde tarikatların çocuklara, kadınlara yaptıkları yanlışlıklara ve haksızlıklara göz yummayan, ama aynı zamanda olgun ve sabırlı bir aydınlatma çalışması büyük önem kazanmaktadır. Bu çalışmanın merkezine de emekçi kitlelerin somut talep ve istekleri oturmak, mücadele içerisindeki kitleleri işçi sınıfının bağımsız politik bilincine doğru genişletmek, yürütülen çalışmanın verimini artıracak, sonuçlarının daha etkili görünmesini sağlayacaktır. Bu yol tutulduğunda işçi ve emekçilere laikliğin savunulmasının neden önemli olduğu da daha kolay ve etkili olarak anlatılabilecek, dinci çevrelerin sosyalist işçilerle, dinden etkilenen işçi kesimleri arasına kurmak istedikleri barikatı parçalamak daha kolay olacaktır.
[1] Sağlar, F. (2023) “Cumhuriyet Tehlikede ama Beyler Egolarını Büyütmekte”, Birgün, https://www.birgun.net/makale/cumhuriyet-tehlikede-ama-beyler-egolarini-buyutmekte-450796
[2] Aşık, G. (2023) “Deve kini Cumhuriyeti teslim aldı”, Cumhuriyet, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/deve-kini-cumhuriyeti-teslim-aldi-2102224
[3] Yanardağ, M. “Yön duygusunu yitirmek”, Birgün, https://www.birgun.net/makale/yon-duygusunu-yitirmek-458941
[4] Tartanoğlu, A. (2022) “’Kimsesizlerin kimsesi’ Cumhuriyet’in ‘kimsesi’ yok mu?”, https://www.add.org.tr/wp-content/uploads/2022/11/CUMHURIYETIN-KIMSESI-.pdf
[5] Kısadalga (2022) “Halkevleri Genel Başkanı Merttürk: ‘Kimse eskiyi övmesin, 20 yıl sonra başa dönelim demesin’”, https://kisadalga.net/haber/detay/halkevleri-genel-baskani-mertturk-kimse-eskiyi-ovmesin-20-yil-sonra-basa-donelim-demesin_49172