Ali Yaşar
ABD emperyalizminin dünya ekonomisi içindeki konumunun gerilemesi, buna karşın Çin’in ilerleyişi, son yıllarda emperyalist güçler arasındaki ilişkilerin gelişim yönünü belirlerken, bu durum çelişki ve gerilimlerin merkezinde yer alıyor. Emperyalist güçler arasındaki ilişkileri bugüne getiren koşulların aynı biçimde, yani bölgesel çatışmalar, vekalet savaşları, ambargoları da içeren ekonomik rekabet vb. devam edeceğini varsayan yaklaşımlar, Çin’in çok uzak olmayan bir tarihte ekonomik büyüklük olarak ABD’yi geçeceğini, dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD tarafından kurulan “dünya düzeni”nin yıkılmakta olduğu ileri sürüyor. Ancak emperyalizmin yüzyılı aşan tarihi emperyalist güçler arasında eşitsiz ve sıçramalı gelişme nedeniyle bozulan dengelerin daha sert ve genel çatışmalara dönüşmeden yeni güç ilişkilerine göre yeniden kurulamadığını, egemen bir emperyalistin dayattığı “düzen”in ciddi karşı karşıya gelişler olmadan yıkılmadığını inandırıcı bir biçimde gösteriyor. Emperyalistler arası çelişkiler bazı meselelerde birlikte hareket etme, koalisyonlar kurma yönünde uzlaşmalara açık olsa da karakter itibarıyla uzlaşmaz çelişkilerdir. Hele sorun statüko ve egemenlik gibi temel bir noktaya dayandığında bu çelişkilerin doğrudan karşılıklı savaşlar biçiminde kendini gösterdiğini tarihsel olaylar kanıtlıyor.
Birinci Dünya Savaşı; İngiliz hakimiyetine karşı yükselen ve sömürü için daha geniş alan isteyen Almanya’nın yıkımı ve yükselen diğer emperyalist güç ABD’nin yükselişiyle, İkinci Dünya Savaşı yeniden ayağa kalkıp, paylaşım talep eden Almanya’nın yeniden yıkımı ve bölünmesi, ABD hakimiyetinin tescillenmesi ile sonuçlandı. Soğuk Savaş ve ardından gelen yeni dönem, kapitalizm ve sosyalizm (sonrasında sosyal emperyalizm) olarak bölünmüş iki kutuplu dünyada kapitalist dünyanın tartışılmaz lideri ve süper gücü ABD oldu. Bu süreçler emperyalist dünyada eski egemenliklerin nasıl yıkılıp, yenilerinin kurulduğunu üzerine yeterince deneyim sunuyor. Bu tecrübenin sunduğu deneyimlerden birisi de, emperyalist düzenin tepesinde bulunan gücün kendi konumunu ve çıkarlarını savaş dahil her yol ve yöntemle kararlılıkla savunduğu, kendisini tehdit eden emperyalist gücün gelişmesine engel olmak için uyguladığı ekonomik, politik, diplomatik ve askeri stratejileri etkin ve saldırgan bir biçimde devreye soktuğudur.
Bu dönemde ABD emperyalizmi de Çin’e karşı, kendi emperyalist egemenliğini korumak, süper güç olma avantajını sürdürmek için hem uluslararası planda hem de kendi içinde bir dizi politika uygulamakta, bu uygulamaları uzun vadeli emperyalist çıkarlarına hizmet edecek stratejiler biçiminde geliştirmeye yönelmektedir. Beyaz Saray’ın Ulusal Güvenlik danışmanı Jake Sullivan’ın Forein Affairs’te 24 Ekim 2023’te yayınlanan önemli yazısı ABD emperyalizminin dünya ve tabii ki Çin’e karşı stratejisini derli toplu yansıtmaktadır. “Amerikan Gücünün Kaynakları: Değişen Bir Dünya İçin Dış Politika”[1] başlığı taşıyan bu yazıyı temel kaynak olarak kullanıp ABD emperyalizminin strateji ve taktiklerini irdelemeyi amaçlıyoruz.
ABD Geçtiğimiz Yüzyılı Nasıl Açıklıyor?
ABD bugünkü politikalarını belirlerken emperyalizm çağında dünyanın geçtiği belli başlı dönemleri kendi stratejik çıkarları temelinde değerlendirmekte ve buradan emperyalist stratejisi için sonuçlar çıkarmakta, hedefler belirlemektedir. Çin’e karşı uygulayacağı politikalarda bu değerlendirmelerin ışığı altında şekillendirmek istemektedir. ABD emperyalizminin dünyayı 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren değerlendirmeleri bugün Çin karşı uyguladığı, uygulamak istediği politikaları anlamak ve dayanak noktalarının neler olduğunu açıklamakta aydınlatıcı olacaktır. Bununla birlikte ABD güncel olarak Çin karşısında daha güçlü olmanın yolunun, öncelikle kendi ekonomisini bu rekabete uygun bir biçimde organize etme zorunluluğu doğurduğunu da kabul etmektedir. Bu nedenle sorunun bu iki yanını birlikte irdelemek ABD emperyalizminin Çin politikalarını anlamak açısından yardımcı olacaktır. Şunu vurgulamak gerekir ki: burada işlenen ABD politikaları Biden yönetiminin izlediği politikalardır. Ancak Trump’ın özellikle Çin konusunda daha atak bir politika izleyeceği hem geçmiş dönemlerinden hem de son dönemdeki açıklamalarından anlaşılabilmektedir. Şimdi konuya giriş yapabiliriz.
Sullivan dünyadaki egemen politik güçlerin konumunu şöyle değerlendiriyor ve Çin sorunun farklılığını şöyle vurguluyor:
“Önümüzdeki rekabet dönemi daha önce yaşanan hiçbir şeye benzemeyecek. On dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında Avrupa’nın güvenlik rekabeti, büyük ölçüde, orta ve yakın güçler arasındaki, sonuçta felaketle sonuçlanan bölgesel bir rekabetti. İnsanlık tarihinin en yıkıcı savaşının ardından gelen Soğuk Savaş, birbirine bağımlılığı çok düşük olan iki süper güç arasında yaşandı. Bu kesin bir şekilde ve Amerika’nın lehine sonuçlandı. Bugünkü rekabet temelde farklı. Amerika Birleşik Devletleri ve Çin ekonomik olarak birbirine bağımlıdır. Yarışma gerçekten küresel ama sıfır toplamlı değil. İki tarafın karşılaştığı ortak zorluklar eşi benzeri görülmemiş.”
Tespit böyle yapılınca ABD’nin bugün kendi durumunu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Sullivan devam ediyor:
“Başkan Joe Biden göreve geldiğinde, ABD dış politikasının bir dönüm noktasında olduğunu, Amerikalıların şu anda alacağı kararların gelecek üzerinde çok büyük bir etkiye sahip olacağını fark etti. Amerika Birleşik Devletleri’nin temel güçlü yönleri hem mutlak anlamda hem de diğer ülkelere göre oldukça büyüktür. Amerika Birleşik Devletleri’nin büyüyen bir nüfusu, bol kaynakları ve yetenekleri ve yatırımları çeken, yenilikçiliği ve yeniden icatları teşvik eden açık bir toplumu var. Amerikalılar gelecek konusunda iyimser olmalı. Ancak ABD dış politikası hızla bir anı haline gelen bir dönemde geliştirildi ve şimdi soru, ülkenin karşı karşıya olduğu temel zorluğa, yani karşılıklı bağımlılık çağında rekabete uyum sağlayıp sağlayamayacağıdır.”
Sullivan’ın “hızla bir anı haline gelen” bir dönemden kastı, duvarların yıkılmasından ve 11 Eylül’de İkiz Kulelere yapılan saldırının ardından gündeme gelen süreçtir. Yani ABD’nin en büyük emperyalist güç olarak uluslararası ilişkileri kendi çıkarları temelinde neredeyse tek başına belirleyip domine ettiği bir döneme atıf yapılmaktadır. Sullivan şöyle devam etmektedir:
“Soğuk Savaş sonrası dönem büyük bir değişim dönemiydi, ancak 1990’lar ve 11 Eylül’ü takip eden yıllardaki ortak nokta, büyük güçlerin yoğun rekabetinin olmayışıydı. Bu, her ne kadar geniş çapta dünyanın uluslararası düzenin temel yönü üzerinde anlaştığının kanıtı olarak yorumlansa da, esas olarak ABD’nin askeri ve ekonomik üstünlüğünün sonucuydu. Soğuk Savaş sonrası dönem artık kesin olarak sona erdi. Stratejik rekabet yoğunlaştı ve artık sadece askeri alanı değil, uluslararası politikanın neredeyse her yönünü etkiliyor. Küresel ekonomiyi zorlaştırıyor.”
ABD emperyalizminin bu temsilcisi yeterince açık sözlüdür. Soğuk Savaş sonrasının egemen gücü ABD emperyalizmidir, bazen açıkça kendi adıyla, bazen de NATO, uluslararası koalisyon vb. adına dünya jandarmalığına soyunmuş, diğer emperyalist güçleri iyice geri plana itmiştir ve bu durum onlar arasında rekabetin Sullivan’ın değişiyle “düşük yoğunluklu” olmasına yol açmıştır. Ama şu konuda açık olunmalıdır: Bu duruma yol açan onların dünya düzeni konusunda anlaşmış olması değil, ABD’nin ezici ekonomik ve askeri gücüne boyun eğmiş olmalarıdır. Bu dönemde ABD emperyalizmi “uluslararası koalisyonlar” oluşturma ve diğer emperyalist güçleri kendi arkasına sıralama konusunda pek bir güçlük çekmemiş, Afganistan örneğinde olduğu gibi ülkeleri işgal konusunda lider konumda olmuş, Irak’ı işgal etmiş, Suriye ve Libya’da Rusya ve Çin dışında, her biri kendi emperyalist amaçları peşinde olan devletleri tam başarılı olamasa da peşine takmaya çalışmıştır. Soğuk Savaş döneminin en temel özelliklerinden birisi ABD emperyalizminin Sovyetler Birliğini, onu yalnızlaştıracak ve kuşatacak politikalar uygulamasıydı. Çin, Sovyetlerden ayrıştırılmış, ABD’nin aynı anda bu iki büyük güçle mücadele edemeyeceği kabul edilmiş, Çin’e ilişkin, Çin’in de olumlu yaklaştığı özel politikalar uygulanmıştı. Hem sosyalizmin egemen olduğu hem de revizyonist yönetimin egemen olduğu dönemde bu “iki blok” arasındaki ilişki oldukça sınırlı idi. Yani bugünkü Çin’in ABD ve dünyanın diğer bölgeleriyle girdiği yoğun ekonomik ilişki söz konusu değildi. ABD’nin sözcüsü bugün “karşılıklı bağımlılık”tan söz ederken bu duruma dikkat çekmektedir.
Yani şimdi durum değişmiştir. Başta Çin olmak üzere emperyalist rekabet sertleşmekte, askeri, ekonomik, politik her alanı etkilemektedir. Ama Sullivan’a göre bu dönemin temel bir özelliği bulunmaktadır, bu da özellikle yukarıda dikkat çekilen ABD-Çin ilişkilerinde ortaya çıkan, devletlerin ve ülkelere ait dev tekellerin karşılıklı sert rekabetine, ticaret savaşlarına, ambargolara, vergi ve gümrük önlemlerine, hatta Çin’in ABD hazine bonolarının önemli bir müşterisi olmasına, buna karşın ABD tekellerinin Çin emek gücünü azgınca sömürmesine, Çin’in bazı batılı önemli -Volvo vb- markaları vb. satın almasına, karşılıklı ekonomik ilişkilerin hacminin 5 trilyon dolara yaklaştığı ve Sullivan tarafından “karşılıklı bağımlılık” olarak tanımlanan, özü karşılıklı rekabet ve egemenlik mücadelesine dayanan bir süreç. Sullivan’ın ABD emperyalizminin stratejik çıkarları için çalışan kalemşoru, yapılacak olanı şöyle özetlemektedir:
“Eski varsayımlar ve yapılar, Amerika Birleşik Devletleri’nin bugün ile 2050 yılları arasında karşı karşıya kalacağı zorluklara uyum sağlayacak şekilde uyarlanmalıdır. Önceki dönemde, ABD ekonomisinin dayanıklılığını tehdit eden açık piyasa başarısızlıklarıyla mücadele etme konusunda isteksizlik vardı.”
Burada ABD emperyalizmi için zaafa dönüşen gelişmeler onun bir temsilcisi tarafından emperyalist bakış açısına göre kısaca özetlenmiştir. Yaklaşımın esası ABD’nin dünya jandarması olarak oynadığı role odaklanması, bu alanda istediği gibi at oynatması bir taraftan kendine güveni artırmış, güç sarhoşluğu doruklarına çıkmış, ama diğer yönden giderek onu diğer alanlarda zaafa uğratmış, ciddi rakip olarak görülmeyen rakip emperyalist güçlerin bunları kullanacağı boşluklar ortaya çıkmıştır. Bu dönem aynı zamanda ABD ekonomisinin “açık piyasa koşulları”na bırakıldığı neo liberal bir dönem olmuş, ekonomi “yeni tehditlere yanıt verecek” çözümler üretememiştir. “Piyasanın serbest eli”, ABD emperyalizmin stratejik çıkarlarını geliştirme ve güvenceye alma konusunda ekonomide ve askeri donanımda gerekli atılımı göstermede yetersiz kalmıştır. Sullivan’a göre, ABD devleti burada devreye girmeli, özel sektörle işbirliği halinde devlet müdahalesini özellikle bazı stratejik alanlarda gündeme sokmalıdır. Şu sıralar kapitalist ekonomilere devletin müdahale etmesini savunan tartışmalar hatırlandığında, ABD açısından bu müdahalenin amaçlarının bu şekilde çizilmesi, emperyalist politikaların anlaşılması açısından aydınlatıcı bir veridir.
Öte yandan 2008 ekonomik krizinde hem içteki devlet müdahalesi, yani banka ve tekellere aktarılan trilyonlarca dolar ve onların zararlarının devlet tarafından üstlenilmesi, hem de uluslararası planda G-8 ülkelerinin G-20’yi de göreve çağırması ve krizin bazı yüklerini onların üzerine yıkması, Sullivan tarafından doğal olarak olumlu karşılanmaktadır. Bu devlet müdahalelerine bir itiraz yoktur. Ancak bugün fazlası gerekmektedir. Sullivan, özellikle dış politika alanında Trump dönemini de aşağıya aktarılacağı gibi bu zaafın derinleştiği bir dönem olarak değerlendirmektedir:
“Genel sonuç, Amerika Birleşik Devletleri dünyanın önde gelen gücü olarak kalmasına rağmen, en hayati kaslarından bazılarının körelmesiydi. Üstelik Donald Trump’ın seçilmesiyle birlikte ABD, ittifaklarının bir tür jeopolitik refah olduğuna inanan bir başkana sahip oldu. Onun bu ittifaklara zarar veren adımları, ABD ittifaklarını bir sorumluluktan ziyade Amerika’nın gücünün bir kaynağı olarak gören Pekin ve Moskova tarafından kutlandı. Trump uluslararası düzeni şekillendirmek yerine bundan geri adım attı.”
Sullivan Trump dönemini böyle eleştirmesine karşın gerçek daha farklıdır: ABD Başkanı Donald Trump Çin’e karşı Obama döneminde ilk sinyalleri verilen Çin politikasını ABD çıkarlarını temel alarak sertleştirme adımları atmıştı. 10 Kasım 2017’de, Vietnam’daki Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) İş Liderleri Zirvesi’ne katılmış “özgür ve açık bir Hint-Pasifik” bölgesi kurmayı önermiştir. 3 Aralık 2017’de Trump yönetimi, Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni belirlemiş, Şubat 2018’de Trump, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi tarafından Amerika Birleşik Devletleri’nin Hint-Pasifik bölgesindeki stratejik hedefi ve eylem rehberi olarak formüle edilen “ABD Hint-Pasifik Stratejik Çerçevesi”ni imzalamıştır. Belge Hint-Pasifik’in özellikle Hindistan’ın batı kıyısından Amerika Birleşik Devletleri’nin Pasifik kıyılarına kadar uzanan “süper bölge”yi ifade ettiğini açıkça vurgulamaktadır. Bu Belgenin, 5 Ocak 2021’de Beyaz Saray tarafından gizliliği kaldırıldı. Haziran 2019’da ABD Savunma Bakanlığı Hint-Pasifik Strateji Raporu’nu yayımladı. Bu rapor, “özgür ve baskıcı dünya düzeni vizyonları arasındaki jeopolitik rekabetle tanımlanan devletler arası stratejik rekabetin ABD ulusal güvenliği için birincil endişe” olduğunu belirterek başlıyor ve “ABD’nin bölgesel hedeflerine hazırlık, ortaklıklar ve ağ bağlantılı bir bölgeyi teşvik ederek ulaşacağını teyit ediyor.” Trump, Çin’i “baskıcı dünyanın” temsilcisi ve asıl hedef olarak görmekteydi, orada üretim yapan ABD tekellerini tehditlerle ülkeye geri getirmeye yönelik adımlar atmıştı. Trump’ın Avrupalı müttefiklerini bir “iş adamı” tavrıyla silahlanma için daha fazla harcamaya, NATO şartında ileri sürerken GSYH’nın yüzde 2’sini bu amaçla kullanmaya zorlaması, ABD’nin emperyalist klikleri arasında tutulan yol konusunda biçimsel farklılıkları gündeme getirse de sonal amaç yani ABD emperyalizminin stratejik çıkarları konusunda herhangi bir anlaşmazlık bulunmamaktadır. Trump ve Biden arasındaki farklılıklardan birisinin “müttefiklere verilmesi gereken değer” olduğu söylenebilir. Trump “önce Amerika” derken, Biden ABD’nin emperyalist çıkarlarının müttefikleri harekete geçirmekle daha fazla güvenceye alınabileceğini vurgulamaktadır. Yani ABD’nin emperyalist çıkarlarını koruma konusunda bir farklılık bulunmamakta, bunun yol ve yöntemleri konusunda farklılıklar gündeme gelebilmektedir.
Nitekim Trump’tan sonra başkanlığa gelen Biden yönetimi de, Şubat 2022’de ABD’nin Hint-Pasifik Stratejisi’ni yayınlayarak, ABD’nin “Kuzeydoğu Asya ve Güneydoğu Asya’dan Güney Asya ve Pasifik Adaları da dahil olmak üzere Okyanusya’ya kadar bölgenin her köşesine odaklanacağını” vurguladı ve belirli bölgeler ve ülkeler için politika hedeflerini ve eylem planlarını tanımladı.
Sullivan “Başkan Biden göreve geldiğinde işte böyle bir durumla karşı karşıyaydı” demesine rağmen, görüldüğü gibi, Trump döneminde sadece ABD emperyalizminin çıkarları için mücadeleyi sertleştiren stratejik hedefler belirginleştirilmemiş, buna yönelik “ticaret Savaşları”nda somutlaşan pratik adımlar da atılmıştı. Sullivan “Biden ABD dış politikasını günümüzün zorluklarına karşı modernleştirmeye yönelik uzun vadeli projeyi sürdürmeye de kararlıydı. Bu görev, Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’yı sebepsiz işgal etmesi ve Çin’in Güney Çin Denizi ve Tayvan Boğazı boyunca artan iddialılığıyla tam anlamıyla kolaylaştırıldı” derken, aslında Rusya’yı kuşatma ve kışkırtma, Doğu’ya doğru yayılma, Çin’e karşı Tayvan üzerinden provokasyonlar yapma hamlelerini de itiraf etmektedir.
Başkanlık seçimlerinde havlu atmak zorunda kalan Biden “ABD’yi uluslararası planda yeniden büyük güç yapma” amacını açıkça vurgulamıştı. Sullivan “ülkenin geleceği iki şey tarafından belirlenecek: Jeopolitik rekabetteki temel avantajlarını sürdürüp sürdüremeyeceği ve iklim değişikliği ve küresel sağlıktan gıda güvenliği ve kapsayıcı ekonomik büyümeye kadar ulusötesi zorlukların üstesinden gelmek için dünyayı bir araya getirip getiremeyeceği.” Jeopolitik rekabetteki temel avantajlarını sürdürüp sürdüremeyeceğini kastettiği çok açıktır. Dünya mali sistemi içinde ABD’nin tartışılmaz bir ağırlığı ve üstünlüğü bulunmaktadır. Dolar dünya parasıdır ve ABD, BM Güvenlik Konseyi’nde konseyin diğer dört üyesi gibi veto hakkına sahiptir, IMF ve Dünya Bankası gibi mali kuruluşların kararlarında belirleyici devlet, NATO’nun tartışılmaz lideridir. İkinci Dünya Savaşından sonra kapitalist-emperyalist dünyanın ekonomik düzeni -Bretton Woods- ABD tarafından kuruldu ve yönetildi. “Soğuk Savaş”ın duvarların yıkılmasıyla ABD’nin zaferi ile bitmesi, ama dünyayı en büyük emperyalist güç olarak yönettiği dönemde aynı zamanda bu gücün dünya ekonomisi içindeki yerinin gerilemesi ABD emperyalizmi açısından tehlike çanlarının çalması anlamına geldi.
Bugün ABD emperyalizmi açısından sorun, hem eski tartışmasız egemen olma konumu geri kazanmak, hem de bunu daha ileriye doğru geliştirme amacında düğümlenmektedir. Sullivan, “Başkan Biden’ın dış politikasının özü, Amerika’nın gücünün yeni bir temelini atmak, böylece ülkenin yeni dönemi kendi çıkarlarını ve değerlerini koruyacak ve ortak çıkarı geliştirecek şekilde şekillendirmek için en iyi konuma gelmesini sağlamaktır” derken tam da buna vurgu yapmaktadır.
Sullivan, “Amerika’nın gücünün de ittifaklara dayandığını ancak çoğu yetmiş yılı aşkın bir geçmişe sahip olan bu ilişkilerin günümüzün zorluklarına karşı güncellenmesi ve güçlendirilmesi gerektiğini anladık. Amerika Birleşik Devletleri’nin, ortakları da güçlü olduğunda daha güçlü olduğunu fark ettik ve bu nedenle, ülkelerin hiçbir ülkenin tek başına çözemeyeceği acil sorunları çözmelerine yardımcı olmak için küresel olarak daha iyi bir değer teklifi sunmaya kararlıyız” derken, ABD’nin kendi etrafında Batılı müttefiklerini toparlamasını, onların Çin’in ve Rusya’nın kuşatılmasına katılmasını, bunun için ekonomik ve askeri güçlerini seferber etmesini istemektedir. Bunun ödülü ise, soygun ve yıkımdan aslan payını alacak olan ABD’nin, kendi emperyalist çıkarları peşinde koşan diğer batılı emperyalistlerin belirli bir pay almasına itiraz etmeyeceğidir. Yaklaşım budur, ancak kendi emperyalist çıkarlarını gerçekleştirme imkanı görmesi nedeniyle, ABD’nin Ukrayna politikasını desteklemesinin Almanya’ya çıkardığı fatura, diğer ekonomik etkenlerin de devreye girmesinin etkisiyle ekonomik sorunların çoğalmasıdır. Sanayisini Rusya’dan sağladığı ucuz enerji ile avantajlı bir biçimde donatan Alman emperyalizmi, şimdi bundan mahkum kalmıştır.[2] Yani vaat edilenle gerçekte karşılaşılan durum oldukça farklıdır.
Metinde ABD emperyalizmin “ittifak”lar politikasına güçlü bir vurgu yapılmaktadır. Esasen Biden yönetiminin Rusya’nın, Batılı emperyalistlerin savaş örgütü NATO kışkırtmalarını püskürtme, kuşatılmayı yarma gerekçesi ile Ukrayna’ya saldırısı, ABD’ye ittifaklarını güçlü bir biçimde peşine takma, onlar üzerinde sallantılı olsa da liderliğini yeniden kurma olanağı tanıdı. Böylece ABD hem Rusya’ya karşı, hem de Çin’e karşı müttefiklerinin gücünü de harekete geçirme konusunda ileriye doğru adımlar atmış oldu. Özellikle Çin konusunda bu ittifaklar daha da sallantılı olsa da, Pasifik bölgesinde Çin’i kuşatma yönünde İngiltere ile birlikte Avustralya, Japonya ve Güney Kore’yi içeren adımlar atması, Filipinler’de ilerleme sağlaması önemli kazanım olarak görülmektedir. Sullivan müttefiklere “daha iyi bir değer teklifi sunmaya” kararlı olduklarını vurgularken, çevrelerinde topladıkları emperyalist güçlere, onları daha kararlı ve destek konusunda daha istekli yapmak için Almanya örneği tersini kanıtlıyor olsa da, yağmadan daha fazla ganimet sunmayı vaat etmektedir. Emperyalist dünyada müttefikliğin amacının ne olduğunu bundan açık anlatmak, vurgulamak nadir görülen bir tutumdur. Ama ABD emperyalizmi açısından lokma tek başına üstesinden gelip yutamayacağı kadar büyüktür ve onun bertaraf edilmesi durumunda nasıl olsa müttefiklerine boyun eğdirmenin olanakları kendisi için ardına kadar açılacaktır. ABD emperyalizminin stratejik planlamasında işin bu yönünü düşünmeyeceğini sanmamak gerekir.
ABD İçin Ev Ödevi
ABD emperyalizmi önüne gelen uluslararası sorunlara müdahale edip, onların yönünü kendi stratejik çıkarlarına göre değiştirmeye çalışırken, aynı zamanda bunu başta ekonomi olmak üzere kendi iç durumunu sağlamlaştırma ve geliştirme adımıyla birlikte ele almaktadır. Bunun gerekçesi ise çok açıktır: ABD ekonomisi özellikle üretim alanında Çin’in gerisine düşmüş, dünya ekonomisi içindeki payı küçülmüştür. Çin şu anda üretim açısından dünyanın atölyesi durumundadır. Çin’in üretimi kendisinden sonraki en büyük dokuz ülkenin toplam üretimini aşmaktadır. 1995 yılında Çin dünya imalat ihracatının sadece yüzde 3’üne sahipken, 2020 yılına gelindiğinde bu pay yüzde 20’ye yükselmiş, sonraki yıllarda da artan bir eğilim göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin kurduğu Batılı (Japonya ve Avustralya gibi ülkeleri de buraya dahil etmek gerekiyor) emperyalist ülkelerin IMF verilerine göre örneğin 80’li yıllarda dünya ekonomisindeki payı yüzde 63,6’ya kadar çıkmıştı. 2010’a gelindiğinde bu pay yüzde 46,3’e düştü. 2015’te ise yüzde 42,4 seviyesine inerken gerileme devam etti ve 2024’te bunun yüzde 37’ye inmesi bekleniyor. Dünya ekonomisi içindeki payı giderek büyüyen BRICS ülkeleri ve bunların arasında Çin ağırlıklı bir yere sahip. Sadece bu tablo bile ABD’de bütün alarm zillerinin çalması için yeterlidir.
ABD emperyalizmi bu durumu tersine çevirmek için özellikle yüksek teknolojiye stratejik bir önem vermeye başladı. ABD yarı iletkenler, çipler, yapay zeka alanı gibi stratejik sektörlerde yeni yatırımlara ihtiyaç duyar hale gelmişti. Sullivan’ın itiraf ettiği üzere, ABD özel sektörü tek başına “yeni durum ve görevlerin” üstesinden gelebilecek ne olanaklara ne de perspektife sahip değildir. Bu noktada başta mali kaynaklar olmak üzere devlet desteği ve yardımı kısmi bir planlama içinde tekellere sunulmalıdır. Söz konusu olan, bir bütün olarak kapitalist devletin, onun ipini elinde tutan tekellerin ve bir bütün olarak Amerikan kapitalizminin çıkarlarıdır. Devletin, yine tekellerin çıkarına olacak devlet olanaklarını devreye sokması, böylece kapitalist devletin tekellerin kollektif çıkarlarına daha iyi hizmet edecek olmasıdır. Sullivan bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“Soğuk Savaş’tan sonra ABD, ülke içinde ekonomik canlılığa yatırım yapmanın önemini yeterince önemsemedi. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda ülke, Ar-Ge ve stratejik sektörler de dahil olmak üzere cesur bir kamu yatırımı politikası izlemişti. Bu strateji ekonomik başarısının temelini oluşturdu ancak zamanla ABD bundan uzaklaştı… Tarihin sonu coşkusuyla birçok gözlemci, jeopolitik rekabetlerin yerini ekonomik entegrasyona bırakacağını öne sürdü ve çoğu, uluslararası ekonomik sisteme giren yeni ülkelerin politikalarını kurallara göre oynayacak şekilde ayarlayacağına inanıyordu. Sonuç olarak, ABD ekonomisi endişe verici kırılganlıklar geliştirdi.”
Evet tarihin sonu gelmemişti! Tarihin sonunun ilan edenler farklı gerekçelere dayanarak bu konuda yanıldıklarını kabul ettiler. Ama bu emperyalist politikacının gerekçesi tümüyle farklı ve bu gerekçe sınıf mücadelesinin devam ediyor olması değil. Bu, onun üzerinden atlayıp geçeceği bir gerçekliktir. Ama emperyalistler arası rekabet tüm şiddetiyle devam etektedir ve ABD egemenliği ciddi olarak sarsılmaktadır. O şöyle devam ediyor:
“ABD kritik imalat sektörlerinde liderliği bıraktı. Altyapısına gerekli yatırımları yapamadı. Ve orta sınıf darbe aldı… Başkan Biden, ülke içinde inovasyona ve endüstriyel güce yatırım yapmaya öncelik verdi; buna ‘Bidenomics’ adı verildi. Bu kamu yatırımları kazananları ve kaybedenleri seçmek ya da küreselleşmeye son vermekle ilgili değil. Özel yatırımın yerine geçmek yerine olanak sağlarlar. Ve ABD’nin kapsayıcı büyüme sağlama, dayanıklılık oluşturma ve ulusal güvenliği koruma kapasitesini artırıyorlar.”
ABD’nin “ulusal güvenliği” üzerine elbette fazla söze gerek yok. Bu “güvenlik” dünyanın bütün topraklarını, denizlerini ve gök yüzünü içeriyor ve bütün bu alanlarda ABD’nin ezici bir üstünlüğe sahip olmasına dayanıyor. En büyük rakip Çin tarafından sarsılan bu “güvenliğin” yeniden sağlanması için Biden yönetimi geniş kapsamlı yeni yatırımları yürürlüğe koydu. Ayrıca;
“Müttefiklerimizle ortaklık halinde, yeni ihracat kontrolleri ve yatırım kuralları aracılığıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin avantajlarını ve güvenliğini korurken, yapay zeka, kuantum hesaplama, biyoteknoloji, temiz enerji ve yarı iletkenler alanlarında yeni atılımları destekliyoruz. Bu politikalar fark yarattı. Yarı iletken ve temiz enerji üretimine yapılan büyük ölçekli yatırımlar 2019’dan bu yana 20 kat arttı. Artık bu sektörlerdeki kamu ve özel yatırımların önümüzdeki on yılda toplam 3,5 trilyon dolar olacağını tahmin ediyoruz. İmalata yönelik inşaat harcamaları ise 2021’in sonundan bu yana iki katına çıktı.”
“Son yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri’nin kritik minerallere yönelik tedarik zincirleri, büyük ölçüde, çoğu Çin’in hakim olduğu, öngörülemeyen denizaşırı pazarlara bağımlı hale geldi. Bu nedenle yönetim, yarı iletkenler, ilaç ve biyoteknoloji, kritik mineraller ve piller de dahil olmak üzere hayati sektörlerdeki ortaklar ve müttefiklerle esnek, dayanıklı tedarik zincirleri oluşturmaya çalışıyor, böylece ABD fiyat veya tedarik kesintilerine karşı savunmasız kalmıyor. … ABD’nin nükleer caydırıcılığına yatırım yapıyoruz. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’nin üstün konvansiyonel yeteneklerinin en son teknolojilerden yararlanmasını sağlamak için en yenilikçi laboratuvarlar ve şirketlerle ortaklık yapıyoruz.”
Sullivan ekonomi alanında atılan bütün bu adımların ABD emperyalizminin askeri kapasitesini geliştirmeye hizmet edeceğini açıklıkla vurgulamaktadır. Ama askeri kapasitenin geliştirilmesi anlaşılacağı gibi doğrudan doğruya üretimin gücüne ve niteliğine bağlıdır ve ABD bu alandaki açığını kapatma, Çin’e karşı askeri ve ekonomik gücünü daha fazla artırma adımlarını peş peşe atmıştır ve atmaktadır. Bu vurgu aynı zamanda en büyük emperyalist bir gücün yönetim değişikliklerinde üslup ve yöntem farklılıklarına karşın, “Amerikan gücü”nün devamlılığı ve istikrarı konusunda farklı politikalar izlemeyeceğine olan inancı da dile getirmektedir. Esasen ABD yönetimlerinin Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında el değiştirmeye dayanan pratiği Sullivan’ın beklentisinin boş olmadığının da kanıtıdır.
İttifak Politikası
ABD emperyalizmi Çin’e karşı uygulamaya çalıştığı strateji ve politikalarını Çin’i kuşatma taktiği ile sürdürme zorunluluğunu kabul ediyor ve vurgulandığı gibi buna uygun emperyalist ittifaklar kurmaya yöneliyor. Bu emperyalist politikanın hedefinde Çin ve Rusya bulunuyor. ABD geçmişte bu iki büyük gücü birden karşısına almama stratejisini uygularken bugün durum bu açıdan değişmiştir. ABD emperyalizmi kuşatmak istediği Rusya’nın bu politikaya karşı Ukrayna’ya saldırısını hem Rusya hem de Çin’e karşı kullanabileceğini erken fark etmiş, NATO’daki ve Japonya, Avustralya, Güney Kore vb. diğer müttefiklerini bu kuşatmaya dahil etmek üzere zorlamalara girişmiştir. Ama bu ittifaklar geçmişteki gibi olmayacak, Avrupa ile sınırlı kalmayacak, “yeni ve büyük görev”in üstesinden gelinmesi için ekonomik, askeri, politik, bilimsel vb. alanları da kapsayacaktır. Buna karşın Rusya ve Çin, ABD politikalarına karşı giderek gelişen stratejik bir iş birliğine yönelmektedir. Son zamanlarda meydana gelen bir gelişme bu açıdan dikkat çekici olmuş, ABD Savunma Bakanlığı bu durumu şöyle açıklamıştır: “ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, Alaska kıyılarındaki uluslararası hava sahasında dün uçan Çin ve Rusya‘ya ait 4 savaş uçağı için ‘ilk kez’ bu iki ülkenin birlikte uçtuğunu gördüklerini” belirtmiştir.[3] Kuşkusuz bu bahsedilen bölge için bir ilktir, ama Çin ve Rusya askeri işbirliklerini geliştiren ortak tatbikatları zaten bir süredir yapıyorlardı ve giderek bu alanda daha sıkı bir işbirliğine yöneliyorlar. Çin ve Rusya’nın bu yönelimi onların kendilerine yönelen tehlikenin büyüklüğü konusunda herhangi bir tereddüt duymadıklarının açık belirtisi durumundadır.
“ABD’nin diğer demokrasilerle ittifakları ve ortaklıkları onun en büyük uluslararası avantajı olmuştur…Ancak bu ittifaklar farklı bir dönem için inşa edildi. Son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri bunlardan yeterince yararlanmıyor, hatta baltalıyordu. Başkan Biden göreve geldiği andan itibaren ABD ittifaklarına verdiği önem konusunda netti. … Buna göre, bu ittifakları ve ortaklıkları, ABD’nin stratejik konumunu ve ortak zorluklarla başa çıkma yeteneğini geliştirecek maddi yollarla güçlendirdik….ABD ve AB ekonomi, enerji, teknoloji ve ulusal güvenlik alanlarındaki işbirliğini önemli ölçüde derinleştirdi. Asya’da da benzer bir şey yapıyoruz…İşte bu nedenle Güney Kore ile Washington Deklarasyonu’nu imzaladık ve Japonya ile de üçlü caydırıcılık tartışmalarını uzatmaya devam ediyoruz. Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya ve Birleşik Krallık arasındaki üçlü güvenlik ortaklığı olan AUKUS aracılığıyla, üç ülkenin savunma sanayii üslerini, geleneksel silahlı, nükleer enerjiye sahip denizaltılar üretmek ve yapay zeka, otonom gibi gelişmiş yetenekler konusunda iş birliğini artırmak için entegre ettik. Platformlar ve elektronik savaş. Filipinler ile yapılan savunma işbirliği anlaşması yoluyla yeni bölgelere erişim, ABD’nin Hint-Pasifik’teki stratejik duruşunu güçlendiriyor…. Hint-Pasifik ve Avrupa’daki ABD ittifakları arasındaki bağ dokusunu da büyütüyoruz. ABD her iki bölgede de ittifakları nedeniyle diğer bölgede daha güçlü. Hint-Pasifik’teki müttefikler Ukrayna’nın sadık destekçileridir; Avrupa’daki müttefikler ise ABD’nin Tayvan Boğazı’nda barış ve istikrarı desteklemesine yardım ediyor. AUKUS’un bir parçası olarak Avustralya, tarihindeki en büyük savunma kabiliyeti yatırımını yaparken aynı zamanda ABD savunma sanayi üssüne de yatırım yapıyor. Almanya, Ukrayna’nın üçüncü büyük silah tedarikçisi haline geldi ve Rusya’nın enerjisinden vazgeçiyor.”
Yapılan vurgular net, hedef açıktır. Sullivan, Trump dönemini ABD emperyalizminin çıkarlarını tam savunmamak, bunların değerlerini bilmemekle eleştirse de, Trump’ın NATO’nun Avrupalı müttefiklerini, “korumanın bedava olmadığı” yaklaşımıyla, GSYH hasılalarının yüzde 2’sini silahlanmaya harcamaya zorlaması, Çin’e karşı “ticaret savaşlarını” başlatması hatırlandığında, bu politikaların Biden döneminde uygulanan politikalara yolu ardına açmış olduğu açıktır. Evet, ittifaklar eski dönemde, o dönemin görevlerine uygun olarak şekillenmiştir. Şimdi dönem ve görev değişmiş, Çin’in ve Rusya’nın kuşatılması ve etkisiz hale getirilmesi görevi ilk sıraya yerleşerek “güncellenmiştir”. Kuzey Atlantik İttifakı, Pasifik’te de görev üstlenecek, başta askeri kapasitesi olmak üzere, ekonomik ve diplomatik tüm potansiyelini bu “yeni görevin” başarılması için seferber edecektir. Sullivan bu bölgedeki müttefikleri ve yanlarına çekmeye çalıştıkları bölge devletlerinin durumlarını abartılı bir biçimde değerlendirmektedir. ABD emperyalizminin İngiltere ile birlikte Pasifik bölgesindeki girişimleri şimdilik 4 “sağlam” müttefike sahiptir. Bunlar Japonya, Avustralya, Güney Kore ve Filipinler olarak öne çıkmaktadır.
Sullivan ABD emperyalizmini ayakta tutan ve kan taşıyan tekelleri ikna etme konusunu da ihmal etmemektedir. Onları ve politik aktörleri bu tür ittifakların hem güncel olarak hem de stratejik olarak gelecekte büyük yararlar sağlayacağını vurgulayarak, savunulan politikaya kazanmayı hedeflemektedir. Onlar ne de olsa müttefiklerle “paylaşım” konusunda pürüzler çıkarabilirler ya da yeterince ikna olmayabilirler! Sullivan bu ittifakların sonunda ABD emperyalizminin stratejik çıkarlarına hizmet edeceğini, onlara sömürü ve soygun için daha fazla alan açacağının garantisini vermektedir. Bunun için vurgusu ve çağrısı açık ve nettir.
‘Çin Yıkılmalıdır!’
Romalı senatör Cato senatodaki her konuşmasını “Kartaca yıkılmalıdır” çağrısı ile bitiriyordu. O böylece Kartaca’nın giderek artan etkisinin Roma’yı tehdit ettiğine vurgu yapıyor, bu durumun Kartaca’nın yıkılmasıyla bertaraf edilebileceğine inanıyordu. Roma’nın sonuçta bu amacını gerçekleştirdiği biliniyor. ABD emperyalizminin stratejisini çizenler de bugün özünde farklı bir şey söylemiyorlar. Beyaz Saray, Pentagon, onların emrindeki “düşünce kuruluşları” Çin’in nasıl etkisiz hale getirilebileceği üzerine politik çalışmalarını yoğunlaştırıyorlar. Ama onlar bu amacı gerçekleştirmek için önlerinde uzun ve zorlu bir yol olduğunu da itiraf ediyorlar, “sabırlı davranmanın” gereğine vurgu yapıyorlar.
“11 Eylül’den sonra ABD odağını terörist gruplara kaydırdı. Büyük güç çatışması riski uzak görünüyordu. Bu durum, Rusya’nın 2008’de Gürcistan’ı ve 2014’te Ukrayna’yı işgal etmesiyle, Çin’in aşırı askeri modernizasyonuyla ve Doğu Çin, Güney Çin Denizleri ve Tayvan Boğazı’nda artan askeri provokasyonlarıyla değişmeye başladı. Ancak Amerika’nın öncelikleri, büyük güçlerin saldırganlığını caydırma ve meydana geldiğinde karşılık verme zorluklarına yeterince hızlı uyum sağlamamıştı.”
ABD dünyanın çeşitli bölgelerinde uyguladığı saldırgan politikaların, provokasyonların üstünü örterek doğrudan Rusya ve Çin’i suçluyor. Ama ABD aynı zamanda pek çok cephede birden askeri harekatları yönetemeyeceğinin de bilincindedir. Bu durum en büyük emperyalist güç olmasına rağmen ABD’nin bile üstesinden gelemeyeceği bir durumdur. Sullivan bu durumu şöyle gerekçelendiriyor:
“Başkan Biden uyum sağlamaya kararlıydı. Amerika tarihinin en uzun savaşı olan Afganistan’daki savaşa ABD’nin katılımını sona erdirdi ve Amerika Birleşik Devletleri’ni yirmi yıldır ilk kez aktif düşmanlıklarda askeri güç bulundurmaktan kurtardı. Bu geçiş, özellikle Afganistan halkı, ABD birlikleri ve orada görev yapan diğer personel için tartışmasız acı vericiydi. Ancak ABD ordusunu önümüzdeki zorluklara hazırlamak için bu gerekliydi.”
Afganistan’da ABD’nin uğradığı bozgunu ABD’nin çekilmeyi “tercih” etmesi olarak açıklayan Sullivan, diğer taraftan genişleyen mücadele cephesini aynı anda müdahale etme ve yönetme konusunda yetersiz kalacaklarını da bir biçimde itiraf etmektedir. Şöyle devam ediyor:
“Bu zorluklardan biri, Rusya’nın 24 Şubat 2022’de Ukrayna’yı acımasızca işgal etmesiyle beklediğimizden daha hızlı gerçekleşti. Eğer ABD hâlâ Afganistan’da savaşıyor olsaydı, Rusya’nın şu anda elinden gelen her şeyi yapıyor olması kuvvetle muhtemeldir… Ukrayna’nın kendisini karada, denizde ve havada savunabilecek ve gelecekteki saldırıları caydırabilecek bir ordu kurmasına yardımcı olmak için ABD müttefikleri ve ortaklarıyla bir süreç başlattık. Ukrayna’daki yaklaşımımız sürdürülebilirdir ve aksini söyleyenlerin aksine ABD’nin Hint-Pasifik’teki her türlü beklenmedik duruma karşı koyma kapasitesini artırmaktadır… Amerika’nın Ukrayna’ya verdiği destek geniş ve derindir ve devam edecektir.”
Sullivan böylece Ukrayna’nın arkasında durma sorununun Hint-Pasifik’teki sorunla doğrudan bağlantılı olduğunu, Ukrayna’da harekete geçirilen “müttefiklerin” gücünün ve potansiyelinin Hint-Pasifik bölgesine doğru genişletilebileceğine vurgu yapmaktadır. O, aradaki bağlantıyı açıkça kurmuştur ve NATO başta olmak üzere, harekete geçirdiği tüm müttefiklerin Çin’e karşı aynı tutum ve kararlılıkla harekete geçeceğinin güvencesi yoksa da, Ukrayna sorununun bunu zorlayacak anahtar olduğuna inanmaktadır. Sullivan burada “ABD’ye yönelik tehditleri azaltmak konusunda çok az şey yapan” tespitiyle bir strateji değişikliğine de vurgu yapmaktadır. Ona göre Afganistan gibi ülkelerin ABD emperyalizmine yönelen tehditleri azaltma konusunda önemli bir rolü bulunmamaktadır. Tehdit artık başta Çin olmak üzere büyük güçlerden gelmektedir ve ABD emperyalizmi asıl güçlerini bunlar üzerinde yoğunlaştıracak, diğer tehditlere bulunacak çözüm bugüne kadar uygulanandan farklı biçimde olacaktır. İsrail’in Filistin’e karşı desteklenme biçimi, yani ABD’nin doğrudan müdahalede bulunmadan İsrail’in arkasında caydırıcı büyük bir güç olarak durması ve İsrail’in bölgenin baş muhafızı olarak desteklenmesi belki bu politikanın nasıl bir politika olacağı konusunda ip uçları vermektedir.
“Bize sık sık ABD’nin Çin’le rekabetinin son durumu soruluyor. Çin’in öngörülebilir gelecekte dünya sahnesinde önemli bir oyuncu olarak kalmasını bekliyoruz. ABD’nin ve dostlarının çıkarlarını koruyan ve küresel kamu mallarını sağlayan özgür, açık, müreffeh ve güvenli bir uluslararası düzen arıyoruz. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle sonuçlanana benzer dönüştürücü bir son durum beklemiyoruz. Rekabette bir gel-git olacak; ABD kazanç elde edecek ama Çin de kazanacak. Washington aciliyet duygusunu sabırla dengelemeli, önemli olanın tek bir haber döngüsünü kazanmak değil, eylemlerinin toplamı olduğunu anlamalıdır. Ve herhangi bir ülkeyi geride bırakabilme kapasitemize dair sürekli bir güven duygusuna ihtiyacımız var. Geçtiğimiz iki buçuk yıl, ABD ve Çin’in göreceli gidişatına ilişkin varsayımları alt üst etti.”
Sullivan’ın burada bugünkü durumun farklılığını yeniden hatırlattıktan sonra “sabır”a yaptığı vurgu dikkat çekicidir. O stratejik bir bakış açısıyla muhtemelen gelişmelerin ABD çıkarları temelinde olacağını ummaktadır. Beklenti uzun ve yıpratıcı bir rekabet, çeşitli provokasyon ve kışkırtmaların ardından ABD’nin bir kez daha kesin bir ekonomik üstünlük kurması yönündedir. Çin’i yatıştırmaya yönelik bazı söylemin etkili olması beklenmemelidir. Ama öte yandan Çin de ilişkilerin hemen sıcak bir çatışmaya dönüşmesini istememekte, mevcut durumun mümkün olduğunca devam etmesini tercih etmektedir. Çünkü Çin’in önünde daha hem ekonomik hem de askeri olarak daha kat etmesi gereken epeyce bir mesafe bulunmaktadır. Ama gelişmelerin emperyalist politikacıların iradesine göre işlemeyeceğinin daha bugünden pek çok belirtisi bulunmaktadır. Bunun nedeni ise açıktır: Bugün emperyalist dünyanın başta gelen iki gücü ABD ve Çin olsa da, tüm gelişmeler onların denetiminde seyretmemekte, çatışma ve karşı karşıya geliş noktaları çoğalmakta, Rusya gibi diğer emperyalist güçlerin attığı adımlar da süreci etkilemekte, karşılıklı provokasyonların bir noktada bambaşka bir evreye doğru gelişebileceği önceden hesaplanamamaktadır. ABD emperyalizminin Çin’le mevcut rekabet ve mücadeleyi sıcak bir çatışmaya dönmeden sürdürme politikasını Çin’i yatıştırma olarak yorumlamak yanlış olacaktır. Bu politikanın özü Çin’e karşı her türlü provokasyon ve onun gelişimini önleyici, engelleyici adımları atmak, bütün bunlara karşı Çin’in göstereceği tepkileri köreltmektir. Ancak bazı olayların gösterdiği gibi Çin bu konuda “zokayı yutma” pozisyonunda değildir. ABD’nin tutumu Sullivan tarafından şöyle açıklanıyor:
“Ancak Washington ve Pekin’in, gerilimi azaltmak ve ortak zorluklara çözüm bulmak için rekabeti nasıl yöneteceklerini bulmaları gerekiyor. Biden yönetiminin Çin ile ABD diplomasisini yoğunlaştırmasının, mevcut iletişim kanallarını koruyup yenilerini yaratmasının nedeni budur. … Ne yazık ki Pekin, gerilimleri yönetme konusunda sıklıkla farklı dersler çıkarmış gibi görünüyor; … Ancak son zamanlarda Pekin’in bu değerin farkına varabileceğine dair cesaret verici işaretler var. … Gerçek test, gerilimin kaçınılmaz olarak arttığı durumlarda kanalların dayanıp dayanamayacağı olacak.”
Yani yukarıda değinmeye çalıştığımız durumun ABD emperyalizminin bir temsilcisi tarafından diplomatik dile çevrilmesi böyle olmaktadır. Çin’e bir taraftan “rekabeti” yani paylaşımı belirli sınırlar içinde yürütme teklifiyle bir el uzatılmakta, diğer taraftan “sakın bunu yanlış anlama, zayıflıktan ötürü buna baş vurduğumuzu sanma” denmektedir. Çin’in ABD politikasının bunun gibi bazı “diyalog” çağrıları ile sınırlı kalacağını, belirli sınırlar içinde rekabeti “centilmence” götüreceğini sanması için hiçbir neden bulunmamaktadır. ABD, “ben senin elini kolunu bağlayayım, yumruklarımı peş peşe indireyim, buna karşın sen de haddini bil” anlamına gelen bu tavrına Çin’in yanıtı kendisine yönelik provokasyonlara özellikle Tayvan söz konusu olduğunda sert yanıt vermek olmuştur. ABD eski meclis başkanı Pelosi’nin provokatif şekilde Tayvan’ı ziyaret etmesine karşı, Çin’in donanmasını ve hava kuvvetlerini Tayvan’ın etrafında harekete geçirmesi buna bir örnektir. Ama Çin’in genel tutumu mümkün olduğunca mevcut durumun sürmesi, gerilimin yaygınlaşmaması, zaman kazanma yönündedir.
ABD emperyalizmi kendi gücünü kullanma konusunda “üçüncü çağın başlangıcı”nda olunduğu tespitini yapmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk aşama olarak tanımlanırken, soğuk savaş sonrası dönem ikinci aşama sayılmakta, bu her iki aşamada da ABD emperyalizminin hedeflerini gerçekleştirdiği vurgulanmaktadır. Bu “üçüncü aşama”nın özellikleriyse şöyle tanımlanmaktadır:
“Amerika Birleşik Devletleri şimdi kendisini üçüncü çağın başlangıcında buluyor: Karşılıklı bağımlılık ve ulus ötesi zorluklar çağında yeni bir rekabet dönemine uyum sağlamaya çalıştığı bir dönem. Bu, geçmişten kopmak ya da elde edilen kazanımlardan vazgeçmek anlamına gelmiyor; ancak Amerikan gücünün yeni bir temelinin atılması anlamına geliyor. Amerika’yı bulduğumuzdan daha güçlü ve bizi bekleyen olaylara daha hazırlıklı bırakmak istiyorsak, bu, uzun süredir kabul edilen varsayımları yeniden gözden geçirmeyi gerektiriyor. Bu aşamanın sonucu yalnızca dış güçler tarafından belirlenmeyecektir. Bu aynı zamanda büyük ölçüde ABD’nin kendi tercihleriyle de belirlenecek.”
ABD emperyalizmi tarafından bu dönemin temel sorununun özü açık ve net biçimde formüle edilmiştir. Temel yaklaşım bu çağda Amerikan gücünün yeni temellerinin atılmasıdır. Bunun için başta ekonomi olmak üzere kendi gücünü artırma, askeri ve diplomatik olarak müttefiklerini “yeni görevler” için peşine takma, bu dönemde mücadeleyi ekonomik, askeri, bilimsel, diplomatik vb. her alana yayma, kuşatmayı her yönüyle uygulama olarak öne çıkmaktadır. Bunun gerekçeleri yazı boyunca irdelenmeye çalışıldı. ABD Ulusal Savunma Stratejisi Komisyonu’nun Kongre’ye sunduğu 114 sayfalık rapordan bir alıntı burada söylenenleri biraz daha vurgulaması açısından yararlı olacaktır:
“Ordu muharebe için gerekli yeteneklerden olduğu kadar kapasiteden de yoksun. ABD kısa sürede, akran ve yakın akran rakiplerle birden fazla … savaşa çekilebilir ve kaybedebilir. Çin birçok yönden ABD’yi geride bıraktı ve Asya Pasifik’teki ABD askeri avantajını büyük ölçüde ortadan kaldırdı. … ABD tarafından önemli bir değişiklik yapılmadığı takdirde, güç dengesi Çin lehine değişmeye devam edecek… ABD’nin, ulusal gücün tüm unsurları olarak tanımladığımız, onlarınkine denk, caydırıcı ve üstesinden gelecek benzer şekilde entegre bir yaklaşıma ihtiyacı var. ABD ordusunun mevcut kapasitesi, Çin ve Rusya gibi büyük güçlerle başa çıkmak için yetersiz.”[4]
ABD’nin bütün bunların farkında olduğunu ve kendi “önlemlerini” alma konusunda kararlılıkla hareket edeceğini Sullivan’ın aktarımı ile Dışişleri Bakanı Blinken de şu sözlerle vurguluyor: “Amerika’nın bu düzeni koruma ve güçlendirme konusundaki aydınlanmış kişisel çıkarı hiç bu kadar büyük olmamıştı. Ayrıca ABD’nin rakiplerinin, özellikle de Çin’in temelde farklı bir vizyona sahip olduğunu da anlıyoruz.” Söyleneneler yeterince açık ve nettir. ABD emperyalist stratejisini bu “Çin’in yarattığı bu yeni duruma” göre yenilemeli, her bakımdan güçlendirmelidir. ABD emperyalizminin yetkililerinde bu konuda hiçbir bulanıklık söz konusu değildir!
Yazıyı bitirirken şu vurguları yapmak netlik açısından gerekiyor: ABD ile Çin arasındaki rekabet ve ilişkinin niteliği konusunda hiçbir hayale kapılmamak gerekiyor. Bu karşılıklı mücadele ve rekabet birinin en büyük emperyalist güç olduğu tartışılmaz olan iki büyük emperyalist güç arasındaki bir mücadeledir. ABD bu mücadelede batı kampındaki ülkelerin çoğunu arkasına almış durumdadır. Ama özellikle Çin söz konusu olduğunda bu destekçilerin bazılarının tutumları sallantılı ve tereddütlüdür. Çin Rusya şahsında, Rusya da Çin şahsında güçlü bir müttefik bulmuştur. Emperyalistler arasındaki kamplaşmanın ana kutupları ortaya çıkmıştır. Bu durum karşılıklı mücadeleyi ekonomiye, askeri alana, diplomasiye, bilime, hatta kültür ve sanata kadar geniş bir alana yaymakta, halkların büyük kapışmaya hazırlanması için emperyalist devletler, faşistleştirme, gericileştirme, savaşları olağanlaştırma vb. ile içerideki durumlarını da sağlamlaştırmanın, “halkları hazırlamanın” adımlarını atmaktadırlar. Bu gidişatı önleyebilecek tek güç uluslararası işçi sınıfının ve halkların mücadelesi olacaktır. Ama bu hareketin henüz zayıf olduğu da bir gerçektir. Emperyalist güçlerin bu yöne doğru attıkları her adım halkların tepkisinin büyüyüp güçlenmesi ve ortaklaşmasına yol açacak etkenleri de harekete geçirmektedir. Batılı emperyalistlerin Ukrayna savaşı konusunda aldıkları iki yüzlü tutum Filistin meselesinde tepe noktasına ulaşmış, halkların vicdanlarını harekete geçiren, bilinçlenmeyi artıran bir rol oynamıştır. Emperyalist güçlerin dünya halklarını birbirini boğazlamaya, karanlığa, ölüme ve vahşete götüren politikalarını durdurmak için uluslararası işçi sınıfının ve halkların mücadelesinin yükseleceği bir döneme doğru gidilmektedir.
[1] Sullivan, J. (2023) “The Sources of American Power: A Foreign Policy for a Changed World”, Foreign Affairs, https://www.foreignaffairs.com/united-states/sources-american-power-biden-jake-sullivan
[2] Özdemir, Y. (2024) “‘Ekonomi mucizesi’ Almanya, nasıl ‘Avrupa’nın hasta adamı’ oldu?”, Evrensel, https://www.evrensel.net/yazi/95346/ekonomi-mucizesi-almanya-nasil-avrupanin-hasta-adami-oldu
[3] Sabah (2024) “Pentagon ‘Bu ilk kez oluyor’ diyerek duyurdu! Rusya ve Çin savaş uçakları Alaska kıyısında uçtu”, https://www.sabah.com.tr/dunya/pentagon-bu-ilk-kez-oluyor-diyerek-duyurdu-rusya-ve-cin-savas-ucaklari-alaska-kiyisinda-uctu-7026349
[4] Odatv (2024) “114 sayfalık rapor kongreye sunuldu: ABD çöküşü itiraf etti”, https://www.odatv.com/dunya/114-sayfalik-rapor-kongreye-sunuldu-abd-cokusu-itiraf-etti-120056947