Ekim Kılıç

Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından ABD ve AB, askeri ve diplomatik etkinliğini arttırdığı gibi Rusya’yı ekonomik olarak sıkıştırmak için önemli yaptırım kararları aldı. NATO, Doğu Avrupa’daki askeri ve Avrupa’daki ekonomik varlığını ve siyasal etkisini artırdı. Bununla birlikte Ukrayna’nın NATO üyeliği fiilen rafa kaldırılmış oldu.

Rusya açısından ise evdeki hesap çarşıya uymadı. Ukrayna’daki askeri ve siyasal hedeflerini kısa sürede gerçekleştiremedi.[1] Öte yandan Rusya, Ukrayna’ya saldırı hamlesinde ağır aksak da olsa ilerleme kaydetti.

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, ABD’nin hakim konumundaki gerilemeye ilişkin bir süredir devam eden tartışmaya dair somut bir işaret sundu. ABD öncülüğünde İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan, uzun zamandır ABD’nin öncü konumunun sorgulandığı ama bu konumun genel olarak devam ettiği uluslararası düzenin parçalanmasının göstergesi olarak yorumlandı.

2008 Gürcistan, 2014 Kırım harekatları ve en önemlisi 2015 Suriye İç Savaşı’na müdahalesindeki askeri zaferlerini siyasal kazanımlara çeviren Moskova ve onun yakın duran Pekin, ABD ve AB emperyalistlerinin oluşturduğu batı ittifakına karşı güçlü bir kutup olarak ortaya çıktı.

ABD Başkanı Biden’ın dış politikası, diğer etkenlerin yanı sıra özellikle Çin’in yükselişine bağlı olan göreli gerilemesine dönük ihtiyaçlara cevap verecek biçimde şekillendi. ABD, Çin’i ve Rusya’yı hedefe koyarak batılı müttefiklerini kendi dış politika çizgisi yörüngesinde hizaya sokmaya çalışırken, liberal ve “demokrat” dünyanın öncüsü konumunu korumak istiyor.

Buna rağmen bir süredir ABD’nin siyasal, ekonomik ve askeri hegemonyasındaki çatlaklar dikkat çekiyor. Gerek ABD içindeki siyasal gerilimler gerek Irak’ın işgalinden sonraki dünya genelinde artan ABD karşıtlığı gerek de 2008 finansal krizinden beri kendi kurduğu sistemdeki sarsıntılar Rusya’nın ABD’nin dolaylı olarak hamiliğini yaptığı bir ülkeye nasıl bu kadar kolay saldırdığı konusunda bazı ip uçları sunabilir.

Tartışma çok boyutlu olmakla birlikte, biz bu makalede, ABD’nin içinde, özellikle Ukrayna bağlamında izlenecek dış politikaya dair nasıl bir saflaşmanın tezahür ettiğini, bu popüler saflaşmada izolasyoncu ve müdahaleci yaklaşımların nasıl kullanıldığını tartışacağız.

GENEL YÖNELİMLER

ABD, bir ülke ya da bölgeye nasıl müdahale edecek? Buna uygun olarak nasıl konumlanacak? Ekonomik ve askeri kaynakları nasıl kullanılacak? ‘Ulusal çıkar’ paravanı ardında ABD ana vatanı dış gelişmelerden nasıl etkilenecek?

Ayrılıklar veya en azından fikri farklılıkların bu sorular ekseninde şekillendiği söylenebilir. Bu ayrılık, ABD’de tarihsel olarak iki ana anlayışta kendini ifade edegeldi. Biri doğrudan askeri müdahaleye ve dış malî yardıma karşı olan, deyim yerindeyse içe dönmeyi savunan izolasyoncu yaklaşım, diğeri ise dünyanın en büyük askeri gücü olarak uluslararası sorun ve olaylara doğrudan müdahale etmeyi savunan müdahaleci yaklaşım.

Müdahaleci yaklaşım Birinci Dünya Savaşı öncesi yayılmacı, yani toprak ve sömürge kazanmayı hedefleyen bir anlayış olarak kendini gösterdi. Bu anlayışa genellikle Cumhuriyetçiler arasında rastlamak mümkün. Örneğin şahin dış politika görüşleriyle bilinen neo-muhafazakar cumhuriyetçi ve Wyoming temsilcisi Liz Cheney, Ukrayna’da müdahale etmeme politikası çağrısında bulunan bazı tanınmış kişilere yanıt olarak izolasyonculuğun “her zaman yanlış” ve “tehlikeli” olduğunu söylemişti. Cheney ile beraber cumhuriyetçilerin çoğunluğu da, Ukrayna’ya güçlü ABD desteği çağrısında bulundu. Cheney ayrıca Ukrayna’ya ilişkin dış politikada Amerikan müdahaleciliğinin özünü ifade etti: “Dünyadan çekileceğimizi ve önderlik etmeyeceğimizi düşünürsek, Amerika özgürlüğümüzü ve güvenliğimizi savunamaz ve koruyamaz.[2] Amerikan müdahaleciliğinin öncüsü olan ve ABD’yi deniz aşırı bir imparatorluğa dönüştüren 1897 ve 1901 yılları arası başkanlık yapmış William McKinley’de aynı yaklaşıma sahipti.[3] Genellikle cumhuriyetçilerin ve demokratların merkez güçleri müdahalecilik yaklaşımında uzlaşmaktadır.

İzolasyoncu yaklaşım ise bugün doğrudan askeri müdahale olmaksızın yeni sömürgeci yöntemlerle, yani ekonomi ve kültür politikalarıyla ABD’nin yörüngesindeki ülkeleri yönetmeyi savunuyor. Ortadoğu’da bunun örnekleri Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye gibi ülkelerdir.

İzolasyonculuğa dair yakın ve önemli bir örnek ise ABD’nin 2019 Ocak ayında Venezuela siyasi krizinde oynadığı roldür. Son yıllarda kendi arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’da zayıflayan otoritesini tekrar ayağa kaldırmak için Venezuela ve Bolivya gibi ülkelerde askeri ve sivil darbeler örgütleyen, Küba’ya yönelik blokajı güçlendiren ABD bu müdahaleleri Latin Amerika’daki bölgesel egemenliğini tehdit eden Rusya ve Çin gibi güçlere karşı yapıyordu. Venezuela’daki krizin yaşandığı süreçte Amerikan medyasında, “Venezuela’da bir askerî darbeyi desteklemek iç savaş çıkarır, bu da Rusya’nın işine yarar”, “bu kadar göçle uğraşamayız” gibi söylemler öne çıkmıştı.

Wall Street Journal gazetesinden Walter Russell Mead “Maduro, Putin’in Caracas’taki adamıdır” demişti.[4] Ki bu sadece bir dış politika uzmanının düşüncesizce ifade ettiği görüşünü yansıtmıyordu. ABD dış politikasında belirleyici konumu olan Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council of Foreign Relations) her yıl ABD dış politika uzmanlarına yaptırdığı Önleyici Öncelikler Anketi’nin 17 Aralık 2018’de 2019 yılı için yayınlanan raporunda dünya çapındaki 30 riskli bölgeden biri olarak ifade edilen Venezuela’daki krizin, ABD için en “baş öncelik” olduğu değerlendirmesi mevcuttu. Raporda böylesi bir riskin yüksek ihtimalle gerçekleşebileceği ve ABD çıkarlarını “orta düzeyde” etkileyebileceği vurgulanıyordu.[5] Buna rağmen ABD ne askeri bir darbeyi ne de doğrudan müdahaleyi tercih etti, Maduro hükümetine muhalif Juan Guaido’yu desteklemekle yetindi. Çünkü ABD savaşı kendi evine getirmek istemiyordu. Burada Irak Savaşı’nın yarattığı travma da bir ölçüde etkiliydi. Günümüz ortalama Amerikan ulusalcı bilincinde Irak Savaşı yanlış bir tercihtir, çokça ekonomik zorluk getirmiştir ve Irak’tan hiçbir şey kazanılamamıştır. İzolasyoncu düşünüş söylem düzeyinde ABD’nin dünyaya demokrasi getirmek gibi bir görevi olmadığını ve kendisine yarardan çok zarar verdiğini dile getirmektedir.[6]

Bununla birlikte, bilindiği üzere, ABD asla -kelimenin tam anlamıyla- izolasyoncu olmadı. 19. yüzyıl boyunca doğu sathından Pasifik kıyılarına doğru yerli halkları katlederek ana karasında genişlemesini tamamlayan ABD, 1823’te Monroe Doktrini ile İngilizler başta olmak üzere Avrupalı güçlerin Batı yarımküreden uzaklaşması için çabaladı. Yüzyılın sonunda İspanya’ya karşı kazandığı zaferle Küba, Guam, Filipinler ve Porto Riko’yu sömürgeleştiren ABD emperyalist bir güç olarak sahneye çıktı. Deyim yerindeyse baştan beri müdahaleci oldu.

Buna izolasyoncuları da dahil edebiliriz. Örneğin dış politikada izolasyonculuğu açıkça savunanlar arasında Trump taraftarları başı çekmektedir. Ama Trump’ın başkanlığı döneminde Mayıs 2017’de Suudi Arabistan ile 110 milyar doları bulan silah satış sözleşmesi imzaladı. Aynı sözleşmede önümüzdeki 10 yıl içerisinde 350 milyar dolarlık daha silah satılacağı teminatı verildi.[7] Sözde has izolasyoncu Trump, ABD tekelci kapitalizminin çıkarları doğrultusunda genel izolasyoncu yaklaşımından tavizler verdi.

Öyleyse, izolasyoncu ya da mühahaleci yaklaşımın ABD dış politika tartışmalarındaki karşılığı nedir?

Genel olarak ifade edildiğinde, müdahaleci yaklaşım, ABD’de sermayenin iki ana partisi olan Cumhuriyetçilerin ve Demokratların hakim görüşüdür. İzolasyoncu yaklaşım ise söylem düzeyinde ve genellikle suçlama aracı olarak kullanılmaktadır.

Bunun yanı sıra izolasyoncu yaklaşımın bazı tezleri, ABD müdahalesinin hangi düzeyde olması gerektiği konusunda, bir “ölçü” tartışmasının aracı haline gelmektedir. ABD’nin herhangi bir çatışma alanına doğrudan kendi kara ordusunu gönderip göndermemesi veya havadan ve denizden bombardıman desteğinde bulunup bulunmaması veya vekalet savaşı yürütüp yürütmemesi gibi tartışmalarda “ölçü” sorunu öne çıkabiliyor. Örneğin ABD, Ukrayna’ya siyasal, diplomatik ve askeri destek verse de desteğin yeterli olmadığı yönünde eleştiriler var.[8]

Bu bağlamda ABD’nin dönemsel ihtiyaçlarına göre müdahaleci ya da izolasyoncu yaklaşım öne çıkmaktadır. Ancak, ABD, emperyalist bir güç olduğu için bu iki hat, çoğu zaman iç içe geçmekte ve taktiksel tartışmalarda gündeme gelmektedir.

UKRAYNA ÖZELİNDEKİ TARTIŞMALAR

Ukrayna meselesinde dış politikadaki saflaşma yine aynı düzlemde ama bu sefer ABD’nin başka bir emperyalisti kabul etmesi gerektiği gerçekliğinin kabulü ile ortaya çıktı. Uluslararası ilişkiler disiplininde ofansif neorealizm önde gelen temsilcilerinden Chicago Üniversitesi Profesörü John Mearsheimer’ın 1 Mart 2022’de New Yorker’da çıkan röportajıyla açıkça tartışılır oldu. Ona göre sorun, Nisan 2008’de NATO’nun Ukrayna ve Gürcistan’ın üye olacağını açıklamasıyla başladı. Rusya bunu varoluşsal bir tehdit olarak gördü. Mearsheimer, Monroe doktrinini öne sürerek Rusya’nın Ukrayna saldırısını büyük güç siyasetinin bir sonucu olarak tanımlıyor. ABD’nin Soğuk Savaş döneminde demokratik olarak seçilmiş hükümetleri devirdiğini ve bunun büyük güç siyasetinin doğal bir parçası olduğunu ifade eden Mearsheimer, Ukrayna’daki krizin sorumlusu olarak ABD’yi gösteriyor.[9]

Mearsheimer yine daha öncesinde New Yorker’dan Benjamin Wallace-Wells ile arasında geçen bir sohbette “Josh Hawley’in siyasetini sevmese de” onun bu konuda haklı olduğunu düşündüğünü ifade ediyor. Missouri Cumhuriyetçi Parti senatörü olan Hawley, Trump’ı 2020 seçimlerinin geçersiz olduğuna ilişkin iddialar konusunda cesaretlendirilmesiyle biliniyor. Kendisi ayrıca bir Çin karşıtı “şahin”. Beyaz Saray Basın Sekreteri Jen Psaki, Hawley’i “Rusların söylemlerini papağan gibi tekrarladığı” yönünde suçlamasından sonra, Bernie Sanders’ın dış politika danışmanı Matt Duss, Psaki’ye “Hawley korkunç ama bunlar Bush yönetiminin Irak savaşını eleştirenlere yönelttiği suçlamaların aynısı. Bunu yapma” dedi.[10]

Bu tartışma Hawley’in Şubat ayı başında Dışişleri Bakanı Antony Blinken’e ABD’nin pozisyonunu yeniden değerlendirmesi gerektiğini savunan bir mektup yazmasıyla başladı. Başlangıçta, 2008’de Bükreş’te yapılan bir zirvede verilen bir taahhüt olan Ukrayna’nın NATO’ya katılma planlarını yeniden gözden geçirmenin zamanının geldiğini yazmıştı. Ukraynalıların silahlandırılmasını hâlâ desteklediğini belirten Hawley, Başkan Biden’ın Doğu Avrupa’ya asker göndermesinin akıllıca olmadığını söyleyerek ABD’nin dikkatinin Asya’dan gelen tehditler üzerinde olması gerektiğini vurguladı. Mearsheimer de bu konuda farklı düşünmüyor. Odak noktasının Çin üzerinde olması gerektiğini savunuyor.[11]

Eski Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Güvenlik Konseyi Avrupa ve Rusya İşleri Kıdemli Direktörü Fiona Hill de bu koroya farklı bir yerden katıldı: “Sayın Putin’in Ukrayna ve Gürcistan’ı NATO’ya yaklaştıracak adımları muhtemelen Rus askeri harekâtını kışkırtacak bir hareket olarak göreceği konusunda uyardık. Ama nihayetinde uyarılarımız dikkate alınmadı.[12]

Wells ise yazısında Rusya’nın işgalinden ABD’nin sorumlu olduğunu düşünenleri, Obama’nın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Ben Rhodes’in deyimiyle tanımlıyor: ‘Blob’, yani büyüyen canavar. Rhodes’in büyüyen canavar olarak tarif ettiği toplulukta Hillary Clinton, 2006-11 yılları arası savunma bakanlığı yapmış Robert Gates ve Irak Savaşı savunucuları yer alıyor. Bunlara Soğuk Savaş sonrası dış politika düşünürleri, savunma müteahhitleri, gazeteciler ve uluslararası gerilimin en yüksek olduğu anlarda uçaksavar füzelerin gönderilmesini savunanları ekliyor.[13]

“Blob”a karşı gelişen muhalefeti ise Wells, 2016’daki popülist hareketlerin ardından Çin şahinlerinden, doktriner realistlerden, anti-emperyalistlerden ve sonsuz savaşlardan tükenmiş insanlardan oluşan bir karşı güç olarak tarif ediyor. Ortak amaçlardan ziyade Amerika’nın geleneksel karışıklıklarından duyulan rahatsızlıktan dolayı bir araya geliyorlar. Bir kısmının izolasyoncu, diğerlerinin idealist ve geriye kalanların ise sadece farklı bir stratejik bakış açısına sahip olduğunu ifade ediyor. Örneğin Wells yine Sanders’ın dış politika danışmanı Duss’ın kendisine söylediklerini aktarıyor: “Amerikan dış politikası, Amerikan halkının güvenliği ve refahı ile ilgilidir. Ancak ilericiler aynı zamanda bir dayanışma duygusu da getirirler. Bu yüzden Ukrayna halkıyla nasıl dayanışma gösterebiliriz diye düşünmeye çalışıyoruz.” Amerikan dış politikasında müdahaleci yaklaşıma muhalif duran akımların güç kazanmasının ABD kamuoyunda da bir karşılığı var. Bir CNN anketine göre Amerikalıların %83’ünün Rusya’ya karşı artan ekonomik yaptırımlardan yana oldukları bildiriliyor. ABD’nin bu ölçüde müdahale etmesi gerektiğini düşünüyorlar. Ancak başka bir denizaşırı savaşa girişilmesinden de korkuyorlar.[14] Yani kendi ölçütlerinde daha izolasyoncu bir yaklaşımı tercih ederek müdahaleciliğe eleştirel yaklaşıyorlar. 

ABD’de Ukrayna işgali temelindeki görüş ayrılıklarının temeli 2016’ya uzanıyor. ABD 1990’dan beri Irak (1991), Bosna (1995), Kosova (1999), Afganistan (2001-2021), yine Irak (2003-2011) ve Libya (2011) olmak üzere doğrudan taraf olduğu altı savaş verdi. Bunun yanında birçok yerde silah ve bombardıman desteğinde bulundu. Bu savaşların hepsinde de Fukuyamacı tarihin sonu ve liberal demokrasinin mutlak zaferi teorilerini söylemlerine aracı etti. Buna göre ABD askeri müdahalelerle liberal demokrasilerin dünyada yayılmasını sağlayacaktı. Böylece kendi ekonomik, askeri ve siyasal hakimiyet alanlarını genişletecekti. Fakat gerek uzun süreli savaşların getirdiği ekonomik fatura, gerek 2008 krizinin dünya çapında yarattığı sarsıcı etkiler ve gerekse kapitalist-emperyalist dünyada ortaya çıkan yeni odaklar ABD’nin dış politikada artık eskisi gibi sınırsızca ve esnek hesaplamalarla davranamayacağı bir durumu ortaya çıkardı.

Sınırsızca çünkü Ukrayna’da ABD’yi suçlayan kesimin işaret ettiği nokta, ABD’nin Çin’e odaklanması gerektiği. Mearsheimer bunu uzun süreden beri söylese de bu ses artık daha güçlü yankılanıyor. Yani ABD’li dış politika uzmanları arasında ABD’nin herkese karşı aynı anda mücadele edemeyecek halde olduğunu ön kabul olarak alan bir anlayış mevcut. Öte yandan ABD esnek hesaplamaların artık mümkün olmadığı bir dönemdedir. Irak Savaşı’nda askeri zafer kazanmasına rağmen onu siyasal bir zafere dönüştürerek istediği rejimi kuramadı. Öncesinde dünyadaki hakimiyetini göreceli olarak tek başına yürüten ABD’nin, artık müdahalelerinin başarılı olup olamayacağı konusunda daha ölçülü davranması gerekiyor. Aksi takdirde, olaylar kendisine daha fazla ekonomik fatura ve etki kaybı olarak geri dönüyor.

Ancak altını çizmekte fayda var. Her ne olursa olsun, NY Times’ın köşe yazarı Damien Cave bazı şüphecilerde bile müdahalecilik yanlısı görüşlerin yükseldiğini söylüyor. Cave, emekli bir ABD Irak ve Afganistan büyükelçisi olan Ryan C. Crocker’ın görüşlerine başvuruyor. Crocker, ABD’nin Afganistan’dan felaket niteliğindeki çekilişinden sonra bile Biden yönetiminin ve dolayısıyla ABD’nin güçlü bir küresel tepkiyi bir araya getirip öncülük edebileceğini kanıtladığını söylüyor.[15] ABD’nin liberal dünyanın öncülüğünü tekrar kazandığı fikrine muhafazakar medya da katılıyor. Wall Street Journal editoryal kurulunun “Vladimir Putin’den Nato’ya Hediye” başlıklı yazısında Putin’in Ukrayna’yı işgal etmenin NATO’yu parçalayacağını umduğunu, ancak aksine ittifakın güçlendiğini ve şimdi genişlemeye hazırlandığını vurguluyor. Bu, ittifakının büyümesinin Rusya’nın saldırganlığının nedeni değil, bir sonucu olduğunu hatırlatıyor.[16]

ABD’nin bu konudaki ısrarını Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council of Foreign Relations) bir yazısında, “ABD’nin Ukrayna’daki öncelikleri” alt başlığında görmek mümkün. Eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, 1994’ün başlarında Foreign Affairs dergisinde sağlıklı ve istikrarlı bir Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kritik bir dengeleyici unsur olarak tanımlamıştı. Ve bu yönüyle Soğuk Savaş sonrası ABD’nin yeni büyük stratejisinin parçası olması gerektiğini savundu. Brzezinski “Ukrayna olmadan Rusya’nın bir imparatorluk olmaktan çıktığı, ancak Ukrayna’nın [Rusya’ya] boyun eğmesi ve ardından tabi kılınması ile Rusya’nın otomatik olarak bir imparatorluk haline geldiği yeterince güçlü bir şekilde vurgulanamaz” diye yazdı.[17] Makalenin yayınlanmasından bir süre sonra ABD, İngiltere ve Rusya, Budapeşte Referandumu aracılığıyla Ukrayna’nın nükleer olmayan bir devlet haline gelmesi karşılığında bağımsızlığına ve egemenliğine saygı gösterme sözü vermişti.[18]

SONUÇ YERİNE

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, Amerikan hegemonyasının zayıfladığına ilişkin göstergelerden biri. Bununla birlikte ABD, Rusya ve Çin karşısında ittifak güçlerini hizaya sokmak için elinden geleni yapmakta. Ancak araçları eskisine göre çok daha sınırlı. Örneğin ABD’nin “özgür dünyanın öncüsü” olduğu söylemi bugün daha etkisiz. ABD’nin savaş propagandasının temsilcisi durumundaki sözde ‘barışçıl’ liberallerin bile Ukraynalı göçmenler konusunda beyaz olmaları dolayısıyla takındıkları tavır, dünya kamuoyunda “burada da mı esmer ve siyah halklara ırkçılık yapmayı becerdiniz?” tepkilerine yol açtı.

NATO’nun genişlemesinin Rusya’yı savaşmaya zorladığı tezi gerçek olsa da ABD’nin, ticaret savaşlarıyla ve Güneydoğu Asya’da kurduğu ittifaklarla asıl hedefi Çin. Ancak, ABD için sorunlu bölgelerin sayısı da artmakta. Rusya’ya geri adım attırmak, Latin Amerika’da “işlerin yolunda gitmesini” garanti etmek ve Avrupa’da müttefikleri hizaya sokmak gerekiyor. Farklı bölgelerdeki uzlaşma ve çatışmalar diğer bölgelerdekini etkiliyor, dünyayı bir bütün olarak çatışma alanına çeviriyor.

Özetle ABD Biden yönetimiyle beraber Trump döneminde yürürlüğe açıkça konulan ‘Önce Amerika’ politikasını devam ettiriyor. ABD’nin hegemonyasını korumaya ve artırmaya yönelik çıkarlarını esas alarak ABD’nin “liberal dünyanın öncüsü” olduğu yönündeki imajı yenilemeye girişti. Rusya ile Çin’i kuşatma stratejisinin uzantısı olarak bir “demokrasi zirvesi” organize etti. Ama bu imaj tazelemesi yıllardır dünya hakimiyetini neredeyse tek başına sürdüren ABD’nin işlediği suçların üstünü örtmeye yetmedi. Her yandan su almaya başlayan dünya düzeninde bir yandan Güneydoğu Asya’ya odaklanırken öte yandan Avrupa’da Rusya’nın etki alanını geri kazanmasına karşı mücadele yürütüyor. Avrupa’ya müttefiklerini hizaya çekmek amacıyla odaklanmaya çalışırken Çin ile Almanya’nın, Rusya ile Fransa’nın ortaklıkları gibi başka ortaklıkların önü kolayca alınamaz bir şekilde geliştiğine şahit oluyor. Bu noktada, ABD içinde, Ukrayna üzerinden süren dış politika tartışması bölgesel ve küresel rakip güçlerin varlığını tanıma noktasına geldi. ABD her ne kadar Rusya’ya karşı küresel bir cevap örgütlese de ikna etmekte eskisine göre daha fazla güç harcadığı bir batı ittifakı ve karşısında önceki askeri zaferlerini siyasi zaferlere çevirmiş bir Rusya var.


[1] Birdal, M. S. (2022) “Steinmeier hadisesi ve Ostpolitik’in sonu”, Evrensel, https://www.evrensel.net/yazi/90771/steinmeier-hadisesi-ve-ostpolitikin-sonu

[2] Choi, J. (2022) “Cheney on Ukraine: Isolationism has ‘always been wrong’”, The Hill, https://thehill.com/homenews/house/596034-cheney-on-ukraine-isolationism-has-always-been-wrong/

[3] Rusling, J. F. (1903) “Interview with President McKinley”, Christian Advocate, (New York) 78; 137-138; Ellen Adams vd. (2018) “American Empire”, Ellen Adams and Amy Kohout, ed., The American Yawp, Stanford University Press, ed. Joseph Locke and Ben Wright.

[4] Mead, W.R. (2019) “Maduro Is Putin’s Man in Caracas”, Wall Street Journal, https://www.wsj.com/articles/maduro-is-putins-man-in-caracas-11548723258

[5] Center for Preventive Action (2019) “The Top Conflicts to Watch in 2019: Venezuela”, Council On Foreign Relations, https://www.cfr.org/blog/top-conflicts-watch-2019-venezuela

[6] İzolasyoncu yaklaşım faşist-ırkçı ve sosyal demokrat siyasal eğilimler tarafından daha keskin ifadelerle sahiplenilmektedir.

[7] David, J. E. (2017) “US-Saudi Arabia seal weapons deal worth nearly $110 billion immediately, $350 billion over 10 years”, CNBC, https://www.cnbc.com/2017/05/20/us-saudi-arabia-seal-weapons-deal-worth-nearly-110-billion-as-trump-begins-visit.html

[8] The Editorial Board (2022) “Putin’s Ukraine Slaughterhouse”, Wall Street Journal, https://www.wsj.com/articles/vladimir-putins-ukraine-slaughterhouse-russia-volodymyr-zelensky-11645830840?mod=hp_opin_pos_1; The Editorial Board (2022) “Mr. Putin Launches a Sequel to the Cold War”, NY Times, nytimes.com/2022/02/24/opinion/putin-biden-ukraine-russia.html; Miller, C. (2022) “Why Is Putin at War Again? Because He Keeps Winning.”, NY Times, https://www.nytimes.com/2022/02/25/opinion/putin-war-russia-military.html?referringSource=articleShare

[9] Chotiner, I. (2022) “Why John Mearsheimer Blames the U.S. for the Crisis in Ukraine”, New Yorker, https://www.newyorker.com/news/q-and-a/why-john-mearsheimer-blames-the-us-for-the-crisis-in-ukraine

[10] Wells, B. W. (2022) “The New Doves on Ukraine”, New Yorker, https://www.newyorker.com/news/annals-of-inquiry/the-new-doves-on-ukraine/amp

[11] Wells, a.g.e.

[12] Entous, A. (2020) “What Fiona Hill Learned in the White House”, New Yorker, https://www.newyorker.com/magazine/2020/06/29/what-fiona-hill-learned-in-the-white-house?intcid=inline_amp

[13] Wells, a.g.e.

[14] Agiesta, J.; A. E. Levy (2022) “CNN poll: Most Americans want US to do more to stop Russia, but most also oppose direct military action”, CNN, https://www.cnn.com/2022/02/28/politics/cnn-poll-russia-ukraine-us-aid/index.html

[15] Cave, D. (2022) “The War in Ukraine Holds a Warning for the World Order”, New York Times, https://www.nytimes.com/2022/03/04/world/ukraine-russia-war-authoritarianism.html

[16] The Editorial Board (2022) “Vladimir Putin’s Gift to NATO”, Wall Street Journal, https://www.wsj.com/articles/vladimir-putins-gift-to-nato-sweden-finland-ukraine-russia-11649969570?mod=hp_opin_pos_4#cxrecs_s

[17] Brzezinski, Z. (1994) “The Premature Partnership”, Foregin Affairs, https://www.foreignaffairs.com/articles/russian-federation/1994-03-01/premature-partnership

[18] Masters, J. (2022) “Ukraine: Conflict at the Crossroads of Europe and Russia”, Council On Foreign Relations, https://www.cfr.org/backgrounder/ukraine-conflict-crossroads-europe-and-russia?fbclid=IwAR05SIIb6D67a7vlboI4Esbg1DRXDqRgoDYF2reoaBfuJslplvrav_EQRzc#chapter-title-0-7