Faik Bulut

Kayınpeder Donald Trump ile damat Jared Kushner’in “baba-oğul” misali hazırladıkları “Yüzyılın Anlaşması” kod adlı bir barış planı uygulama aşamasına gelmiş. “Kod adlı” diyorum çünkü gizli olduğu kadar esrarengizdir; hem illegal, hem meşruluğu hem de kerameti kendinden menkul bu barış planının en önemli ayağı, “ekonomik kalkınma” ile ilgili olanıdır. Sözüm ona, kurulacak olan küresel bir yatırım fonu (50 milyar dolar) sayesinde Filistin ile komşu Arap devletleri (Ürdün, Lübnan, Mısır, vs.)  maddi bakımdan ihya edilecekmiş! Siyasi bakımdan ise tek ayak üzerine kurgulanmıştır. Güya Filistin meselesinin barışçıl çözümünü amaçlayan söz konusu planı hazırlayan Trump ekibi ve damat Kushner, kandıracak kimseyi bulamamış olacak ki, Filistin yetkililerden (Mahmut Abbas veya ekibinden) hiç kimseyi çağırmamış. Trump, “Alo Netanyahu, hele Washington’a kadar bir geliver!” üslubuyla çağırdığı İsrail Başbakanı ile halvete çekilerek planın ayrıntılarını baş başa konuşup kararlaştırmışlar. Siyonist sever Trump, ultra Siyonist Netanyahu’nun gönlüne göre bir plan yapıvermiş. Muhatapsız bir barış planı var karşımızda. Taslak 175 ile 200 sayfa olarak kurgulanmış, asıl senaryoda ise 80 sayfada özetlenmiş. Evet, senaryoda bir Filistin devleti inşasından bahsedilmiş fakat ordusu olmayan bir devlettir bu. Hafif silahlarla donatılmış kolluk kuvvetleri ise Batı Şeria’da asayişi korumakla görevlendirilmiş. Keza havaalanı, atölyeler, fabrikalar ve tarım arazileri için gereken topraklar Mısır tarafından Filistinlilere verilecekmiş ama Filistin halkından kimsenin bu topraklarda yerleşme/yaşama hakkı olmayacakmış. Bu arsa ve arazilerin kapsamı ile fiyatı da önceden belirlenecekmiş. Batı Şeria ile Gazze arasında asma köprü inşa edilecekmiş; böylece parçalanmış Filistin’in iki yakası birleştirilecekmiş. Otobanın yanına yöresine restoranlar, konaklama, AVM, lunapark, benzin istasyonları türünden tesisler de inşa edilecekmiş. Planın hayata geçirilmesinden bir yıl sonra demokratik seçimler (!) yapılacakmış! Barış planını kabul etmeyen bütün kişi ve çevreler cezalandırılacakmış.[1]

Bildiğiniz gibi, “Asrın Barışı” diye yutturulmaya çalışılan, petro-dolar karşılığı Filistinlilere güya “büyük refah toplumu ve ekonomik cennet” vadeden Amerikan-Siyonist plan, aslında ABD Başkanı Trump’ın Siyonizm’e gönül vermiş meşhur damadı Jared Kushner ile Körfez’deki bazı Arap Petro-dolar krallarının bir tezgâhıdır. Amaç, başta Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Kurulu ile Genel Kurul tarafından alınan kararları ve uluslararası teamülleri hiçe sayarak Filistin halkının hem ulusal hem de demokratik haklarını topyekûn ortadan kaldırmaktır. 1948 ve 1967’de İsrail’in işgal ettiği ve 1993 yılındaki Oslo Çerçeve Anlaşması gereğince sözüm ona bir kısmını geri vermeyi vaat ettiği toprakları tekrar işgal etmektir. Şimdiye kadar konu hakkında okuduğum analizlerden en çarpıcı olanı, İngiltere’de yayınlanan Independent gazetesinin ünlü Ortadoğu muhabiri Robert Fisk’in sizlerle de paylaşmak istediğim tespitidir:

Gerçekten, bu 80 sayfayı herkes okumalı. Üstelik her okur, Filistinlilere yönelik korkunç aşağılamalar arasından ilk okuyuşta gözden kaçırdıkları olursa diye, metnin üzerinden iki kere geçmeli. Bu hafta Beyaz Saray’da, iki yaşlı siyasi dolandırıcı Ortadoğu tarihinin en dengesiz, en gülünç trajikomedisiyle ortaya çıktığında buna gülmek mi yoksa ağlamak mı lazım kestirmek güçtü. Beyaz Saray’ın 80 sayfalık ‘barış’ planının ilk 60 sayfasında ‘Vizyon’a yapılan 56 atıf var. Evet, sanırım ‘yüzyılın anlaşması’nın doğaüstü bir vahiy olduğuna işaret etmek için her seferinde büyük (V) ile yazılmış. Belki süper-İsrailli biri tarafından yazılmış olabilir ama doğaüstü değildi. Ortadoğu’daki kamplarda çürüyen bu insanlara güle güle, eski Kudüs şehrine, Filistin’in başkenti olmasına elveda, Filistinli mültecilerin temel ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü Birleşmiş Milletler yardım ajansı UNRWA’ya hoşça kal dedi. Ama anlaşma Batı Şeria’nın İsrail tarafından kalıcı işgaline ve orada uluslararası hukuka aykırı biçimde inşa edilmiş neredeyse tüm Yahudi kolonilerinin tamamen ilhakına hoş geldin diyor.[2] Muhabir Fisk, daha ileri giderek Trump ile Binyamin Netanyahu’yu “iki haydut” olarak da niteliyor!

Kanımca bu uğursuz plan, ciddi bir kötü haberdir. Vatikan’ın ortaçağda sattığı aforoz senetlerini (ahirette bağışlanma kâğıtlarını yani hayal tacirliğini) andıran “Asrın Barışı” planının biricik olumlu yanı ise ölü toprağına yatmış Filistinli yetkilileri derin kış uykusundan uyandırması ve oradaki siyasi örgütler ile halkı ortak mücadele zemininde buluşturmasıdır.

GERİLEME SÜRECİNDEKİ AMERİKAN HAMLESİ

Peki, bu Amerikan-İsrail sahte planının arkasındaki temel güdü nedir? Hem ABD hem de İsrail’in geçmişe oranla bölgedeki yükseliş dönemlerinin bittiğine, zirveden aşağıya doğru giderek kaydıklarına dair birçok işaret ve alameti görebiliyoruz. Gerileme olgusuna ilişkin birkaç başlık sunalım:

Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen’de stratejik bozguna maruz kalan Amerika, yepyeni taktiklerle Ortadoğu’da kalmak için diretiyor. Lübnan ve Irak’taki halk isyanlarını kendi menfaati ve emelleri doğrultusunda istismar etme gayretinde olan Amerikan yönetimi, kaba askeri müdahaleler yerine ekonomik ve siyasi yolları kullanmaya ağırlık veriyor. Siyonist düşman ile onunla işbirliği yapan gerici Arap yöneticileri aracılığıyla pasif savunma konumundan aktif savunma pozisyonuna geçerek bu noktada tahkimat yapmayı planlıyor.[3] ABD, Barack Obama’nın başkanlık seçimlerini kazandığı 2008 yılı sonrası bir yandan Ortadoğu’dan çekilmeye, diğer yandan dünyadaki tek taraflı liderlik rolünün yükünü hafifletmeye çalıştı. Çok sayıda gözlemci, Obama dönemi sona erdiğinde ABD’nin dünya düzeni konusundaki eski pozisyonuna geri döneceğini düşünüyordu. Ancak bu görüş, bir şeyi gözden kaçırmıştı: Her yıl yayımlanan ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, ilk kez 2007 yılında birtakım stratejik sonuçlar konusunda yetkilileri uyarmıştı. Bunlardan biri de ABD’nin petrol ve kaya gazı üretimi konusunda kendi kendine yeter duruma gelmesiyle ilgiliydi…

ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, ülkesine Ortadoğu’dan çekilmesi ve dizginlerini bu bölgedeki petrole en bağımlı ülkelere, yani Çin’e teslim etmesi çağrısında bulundu. Birçok gözlemci de ABD’deki izolasyonist (tecritçi) akımın Afganistan ve Irak’taki askeri operasyonların tökezlemesinin ardından hüküm sürmeye başladığını ve Amerikalıların ülkelerinin omuzlarındaki ‘dünya’ meseleleri yükünü ihmal ettiklerini öne sürdüler… Amerikalıların, Birleşmiş Milletler (BM) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi uluslararası kuruluşları küçümseme eğiliminde oldukları da vurgulandı. Donald Trump yönetimi, bu tür kuruluşlara yönelik fonları keserek veya serbest ticarete kısıtlamalar getirerek ve Avrupalıları NATO’ya yaptıkları askeri katkıları artırmaya çağırarak ABD’nin dünya meseleleriyle ilgili sorumluluğunu azaltmaya çalıştı…

ABD’li eski diplomat Martin Indyk, geçtiğimiz hafta Wall Street Journal gazetesinde kaleme aldığı ‘Orta Doğu artık bunu (müdahale sorununu) hak etmiyor’ başlıklı uzun makalesinde, ülkesinin Ortadoğu’daki rolünü ele aldı. Makale, ABD’nin Ortadoğu’daki hayati öneminin azalmasıyla ilgiliydi. İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) yurtdışı kolu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Bağdat’ta düzenlenen hava saldırısıyla öldürülmesinin ardından ABD’yi bu Ortadoğu’ya neyin çektiğini sorgulayan Indyk, ABD’nin bölgedeki askeri varlığını sona erdirme arzusu ile Ortadoğu’da yeni bir savaşın fitilini ateşlemesi arasında bir çelişki yarattığını belirtti. Mesela ABD Başkanı Donald Trump, İran’ın Suudi Arabistan’daki petrol tesislerine yönelik saldırılarının ardından bu tesislerin savunulmasının ABD’nin sorunu olmadığını söyledi. Ancak daha sonra Körfez sularındaki ABD birliklerinin sayısını artırdı.

Şarku’l Avsat gazetesinin Independent Arabia internet sitesinden aktardığı habere göre,ABD Başkanı Trump, seçim kampanyası sırasında “ABD’nin Ortadoğu’daki sonsuz savaşlarına son verme” vaadinde bulundu. Washington, 2011 yılında ABD askerlerini Irak’tan çekti. Ancak 3 yıldan daha kısa bir süre sonra Haziran 2014’te geri çektiği askerlerin yarısını Musul’u ele geçiren IŞİD’e karşı savaşmak üzere yine Irak’a gönderdi. 2011 yılında Arap Baharı patlak verdiğinde Beyaz Saray, hızla protestocuları desteklediğini açıklasa da onlara maddi yardım vermeyi reddetti. Daha sonra Esat rejiminin kimyasal silah kullandığını söyledi. Ancak çok geçmeden bu açıklamadan geri döndü. ABD’nin yarattığı bu çelişkiler yumağının arka planında içinde bulunduğumuz yüzyılda yaşanan yapısal dönüşüm ortaya çıktı. ABD’nin kabul etmekte zorlandığı bu dönüşüm; artık çıkarlarının ön saflarında Ortadoğu’nun yer almıyor olmasıydı.

ABD yönetimi, Ortadoğu’daki küçük petrol çıkarları nedeniyle İsrail’in güvenliğine öncelik vermişti. Fakat İsrail’in artık bir beka sorunuyla karşı karşıya olmaması ve kendini ABD’nin doğrudan müdahalesinden kurtaracak savunma yetenekleri elde etmesi, bu önceliği geri plana itti. Bunun nedeni, ABD’nin askeri yardımlarla ilgili cömertliğinin yanı sıra son yıllarda Mısır ve Ürdün ile yapılan barış antlaşmalarıyla sonuçlanan diplomasisi ve Suriye ve Irak devletlerinin dağılmasıydı. (Filistin’de) İki devletli çözümün artık ABD’nin önceliklerinden biri olmadığına inanan eski diplomat Indyk, bu yüzden İsrail’i eğer demokrasi ve Yahudi kimliğini korumak istiyorsa bu çözüme bir öncelik vermeye çağırdı.

ABD’nin Ortadoğu’daki rolünün arka planında sadece stratejik çıkarları yoktu. Ortadoğu’yu kaderine terk edip etmeme konusunda kararsız kaldığı bir dönemde ister düşman ister müttefik olsun bölgedeki tüm ülkeler ABD’nin tereddüdüne uyum sağladılar. “Ortadoğu’da olanlar, Ortadoğu’yla sınırlı kalmaz!” Ne var ki bunun en acı kanıtı, 11 Eylül saldırıları oldu. Indyk, bugün diplomasinin İran tehdidiyle karşı karşıya kalan Washington’un bir silahı olduğunu düşünüyor. İran ekonomisinin ABD yaptırımlarıyla aldığı ölümcül darbenin ardından Washington, yeni bir nükleer anlaşmayı müzakere edebileceği ve İran’ın bölgedeki nüfuzunu kısıtlayabileceği bir ‘kart’ elde etti.

ABD’nin eski Ortadoğu Özel Temsilcisi Indyk, Amerikan yönetimini Ortadoğu’da daha gerçekçi bir strateji uygulamaya, İran’ı Suriye’den çıkarmaya, İran rejimini devirmek ve Filistin-İsrail çatışmasını çözmek gibi büyük hedeflerden vazgeçmeye çağırdı. Fransa’nın eski Şam Büyükelçisi Michel Duclos, Les Echos gazetesine verdiği röportajda, ABD’nin artık ‘dünya polisi’ rolünü oynamayacağını, Avrupalıların ise iklim değişikliği, uluslararası ticaret ve terörle mücadele gibi konularda çok kutuplu işbirliğine dönmeyi umduklarını ve Çin’e karşı ABD ile güçlerini birleştirmek istediklerini söyledi. Bugün Rusya, Türkiye ve AB arasında ABD’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bıraktığı boşluğu doldurmak için adeta bir yarış yaşanıyor gibi görünüyor.[4] İngiliz The Guardian gazetesi, Ortadoğu’daki muhabiri Martin Chulov’un raporuna dayanarak ABD’nin bölgeye ilgisinin giderek azalacağına ilişkin bir haber-yorum yaptı. Buna göre; “bölgedeki müttefiklerini himaye etmemeyi kararlaştıran Amerikan Başkanı Donald Trump’ın bu sözlerinden sonra, rakip devletler Ortadoğu’ya doğru yayılma hamleleri yapmaya başladılar. Aslında gerileme, banal (saftirik) başkanın Beyaz Saray’da oturuşunun üçüncü yılında işaretini verdi. (Önce Amerika sloganıyla seçim kazanıp başkanlık koltuğuna kurulan Trump’ın) bu dar görüşlülüğü, tehlikeli sonuçlara yol açıyor. Kendisine çok güvenen baş müttefiki Suudi Arabistan, İran tehdidi karşısında yalnız bırakılıyor. Kuzey Suriye’den (Rojava) askerlerin çekilmesi ve olası bir Türk askeri hamlesine karşı Suriye’deki Kürtlere arka çıkmaması, Amerika’nın bölgede tecrit olmasının göstergeleridir… ‘Rus Ayısı’na meydanın boş bırakılması da cabası[5] İngiliz Financial Times gazetesinde “Ortadoğu’da Amerikan Çağının Sonu” başlıklı haber-yorumu kaleme alan Gidon Richman da benzer bir tespit yapıyor, özetleyelim:

Osmanlı hegemonyasından sonra Ortadoğu, Fransa ile İngiltere’nin egemenliği altına girdi. Daha sonra her ikisinin yerini Amerikan hegemonyası aldı. Şimdi bu devir de sona erip kapanmak üzere… (Trump’ın) Rojava’daki askerlerini geri çekme kararı Rusya, İran, Suriye ve Türkiye’nin önünü açtı; harekete geçip boşluğu doldurmalarını sağladı… Doğrudur, bölgede az sayıdaki Amerikan askerine yönelik herhangi bir tehdit, ABD tarafından misliyle bertaraf edilecektir… Böyle bir durumda doğan boşluğu doldurma ve bölgeyi denetimine almaya pek hevesli Türkiye, Rusya ile iş tutmaktadır. Aramco şirketi petrol tesislerine yapılan şiddetli drone saldırılarının ardından ABD’nin sıkı müttefikleri sayılan Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri de Rusya ile yakın ilişkiler kurmaya ağırlık verdiler. Afganistan ile Irak’ta trajikomik bir vaziyete düşmüş olan Amerika’da, yetkili ve sokaktaki insanlar, Ortadoğu’da yeni bir macera peşinden koşmaktan çekiniyorlar…[6] ‘68 Kuşağı’ndan gelen Ergun Adaklı, değişen dünya dengelerinde gerileme sürecine girmiş bulunan batılı büyük emperyalist devletlerin ve özellikle süper devlet ABD’nin konumunu değerlendiriyor. Uzun söyleşisinden bazı paragraflara göz atalım:

…Dünya dengeleri öyle değişiyor ki artık Türkiye’yi yöneten faşist generaller bile Amerika ve NATO’ya tek yönlü bağımlılığın ve İsrail’e uşaklığın Türkiye’ye yarayamayacağını ama Çin’le, Rusya’yla yani Avrasya’yla çok daha sıcak ilişkiler kurulması gerektiğini söylüyorlar. Ondan sonra da Erol Manisalı’nın geliştirdiği Avrasyacılık perspektifini benimsiyorlar ve Duginci oluyorlar. A. Dugin, Putin’in başdanışmanı, Avrasya politikasının baş mimarıdır. Hatırlarsanız; Ergenekon davasının yakalamaları daha yeni başlamıştı, sonra Genelkurmay Harekât Dairesi Başkanı emekli Tuğgeneral Levent Ersöz Moskova’ya kaçmıştı. Rusya 5-6 ay sonra ‘adam’ı teslim etti… Allah’ın kapitalisti İshak Alaton, bunları televizyonda anlatıyordu… Mesele sadece politik tahliller meselesi değil; Alaton, her gün yaşadığı bir şeyi söylüyordu. Dolayısıyla onlar da özellikle 21. yüzyılın başından itibaren yükselen gücün Çin başta olmak üzere Şanghay Altılısı olduğunu görüyorlar…

(Batılı emperyalistler) 21. yüzyılın başından itibaren, stratejik tehdit algılamalarında ortaya koydukları şeylerin yani korktuklarının başlarına geldiğini gördüler. 2020’ye kadar dünya üzerinde bahsettikleri kontrolü ve hâkimiyeti sağlayamayacaklarını gördüler…

Pentagon, Amerika’nın Neocon politikalarının merkezidir. Ancak Amerika’daki tekelci sermayenin hepsi Neocon değildir. Amerika’yı şöyle bir paylaştıracak olursan; iki tane merkezi var. Bir tanesi New York, ticaret ve sanayi merkezidir. Orada hâkim olanlar kimler? Tabii, en başta Exxon’un patronu Rockefeller ve Ford’un patronu Henry Ford var. Yani orası otomotiv tekellerinin, petrol tekellerinin, silah tekellerinin merkezidir. Dolayısıyla oradakiler hâlâ hep ‘geleneksel’ yeni sömürge politikaları üzerinden hareket ediyorlar. Bunlar, ırkçılığı ve faşizmi yükseltiyorlar… Hâlbuki öbür taraftan, gelişmekte olan Kaliforniya sermayesi var. Bankalar üzerinden bakalım, Banko America’ya dayanıyorlar; ama zaten Banko America’dan çok daha güçlü dijital tekeller, yazılım tekelleri var. Başında Bill Gates olmak üzere, Microsoft’tan tutalım Oranum’a kadar birçok tekel var. Yani Silikon Vadisi’nden söz ediyorum.

Şimdi sıralama biraz değişti; Amazon’un patronu Jeff Bezos, dünyanın en zengini oldu. 10 sene öncesine kadar dünyanın en zengini sıralamasında en başta Bill Gates, ondan sonra Warren Buffet, daha sonra da Larry Ellison gibiler gelirdi. Biz, kişisel bilgisayar faaliyetlerinden ötürü, yazılım programları dolayısıyla en fazla Microsoft’u biliyoruz. Hâlbuki Oracle, kişisel yani topluma dönük bilgisayar faaliyetleriyle uğraşmıyor ki, devletlere yönelik üretimler yapıyor. Sanayi faaliyetleri üzerine, askeri faaliyetler üzerine, uzay çalışmaları üzerine yazılımlar geliştiriyorlar. Yani NASA’yla çalışıyorlar. Ya da nükleer füzelerin yazılım programları üzerinde çalışıyorlar…

O dönemin en zenginleri bir baş çektiler ve onlar, Amerika’ya Obama’yı getirenlerdi. Onların yaklaşımı şu; eski ulusalcı, milliyetçi, şoven, ırkçı yaklaşımlara ihtiyacımız yok ki, bütün dünya bizim diyorlar. Dünyanın yörüngesi etrafında üç tam tur dolaşmayı başaran Amerikalı John Glenn, ‘Yukarıdan baktığın zaman bir sınır yok arkadaş, dünya bir bütün’ diyordu. Warren Buffet’ler, Bill Gates’ler de böyle baktığı için yatırımlarını Çin’e, Hindistan’a ve Endonezya’ya yaptılar. Orası da bizimdir, fark etmez diye bakıyorlar. Ama petrol ve otomotiv sanayi üzerine yükselmiş batılı sanayi uygarlığının bunu kaldırabilecek hali yok. Petrol altyapısından ve içten patlamalı ilkel motor yapısından vazgeçemiyor, zaten vazgeçtiği anda çöker. Koskoca bir teknolojik alt-üst yapamıyorlar. Dolayısıyla da New York sermayesi (bu sermayenin merkezinde de Dünya Siyonist Kongresi olduğunu unutmayalım) Rockefeller’den Ford’a kadar hepsi, Dünya Siyonist Kongresi’nin baş aktörleridir

Amerika’da böylesi bir genleşme var; fakat silah sanayi, petrol sanayi ve otomotiv sanayi üzerine oturmuş Amerikan tekelci kapitalizmi, bunu kaldıramıyor. Böyle bir çelişki yaşıyorlar. Şimdi gelinen noktada önce Çin’e dört elle sarılmak zorunda kaldılar… Batı daralıyor. Almanya daralıyor, Fransa daralıyor, İngiltere daralıyor. Hepsi daralıyor. Bir kere, genişletilmiş yeniden üretim kapasitesi itibariyle Çin’e inanılmaz bir şekilde muhtaçlar. Ayrıca Çin’in bütün kıtalar için önemi büyük. Mesela bundan 10 sene önceki rakamlar bile gösteriyor ki; Çin Afrika ülkeleriyle de ticaretini çokça geliştirdi. Ben zaten buna, İpek Yolu kültürü demiştim.

Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere NATO sistemi kuşatılmaya başlandı ve düzen, bunun feveranını yaşıyor. Trump’ı Amerika’ya getirmelerinin sebebi budur. Saldırgan olmak zorundalar. Yani Marx’ın tabiriyle meseleyi ekonomik zorla çözemiyorlar, askeri zorla çözmek zorundalar. Yıkmak lazım, bağımlı kılmak lazım, güçten düşürmek lazım, takatsizleştirmek lazım. Türkiye’ye dair izledikleri politika da budur. Tabii, Türkiye devletini yöneten bugünkü faşistler arasında bile bu durum açıkça görülüyor. Ama bir ara dediğim gibi Bill Gates’in o perspektifi sayesinde Türkiye’yi (İsrail de öyle bakıyordu bir zamanlar yani 2000’lerin başında Tayyip’in şansı bu oldu) çevresindeki bölgenin üretim ve ihracat merkezi yapmaya karar verdiler. Emperyalist sermaye tarafından Türkiye’ye bir sürü yatırım yapıldı. Çok fazla ismi duyulmamakla birlikte onların başında Foxconn geliyor. Trakya’da fabrika kurdular. Yani Intel işlemci parçaları yapan fabrika kurdular. Daha sonra HP ile anlaşması bitince fabrika kapandı.

İş geldi Huawei’ye (Çin malı gelişmiş akıllı telefon) takıldı kaldı. İki şey; bir Gazprom’a takıldı, bir de Huawei’ye takıldı. Amerika, ‘Zaten kanallar ve boru hatları vardı, şimdi bir de Kuzey Akım 2 Projesi’ni ve Türk Akım Projesi çıkardınız’ diyor ve biliyor ki, bu projeler bütün Avrupa’yı sarıp kucaklıyor, o yüzden bu kadar feryat ediyor. Avrupa’nın daha esnek, daha ucuz, daha kullanışlı başka herhangi bir enerji kaynağı bulmasının imkânı yok…[7]

Yanlış anlamaya veya muhtemel bir yanılgıya fırsat vermeden şu noktaya vurgu yapmalıyım: Evet, stratejik düzlemde Amerika ve Avrupa gerileme sürecine girmiştir. Ancak ani/sürpriz gelişmeler yahut alt üst oluşlar gerçekleşmediği takdirde, süreç denen şeyin orta veya uzun vadeli olacağını kavramak şarttır. Tahminen 10-15 ile 30 yıllık bir süreçten bahsediyoruz. Yoksa bugünden yarına veya üç beş sene içinde Amerika, hemen gerileyecektir; bütün Ortadoğu’dan çekilecektir diye bir şey söz konusu değildir. Tam tersine, ABD’nin elinde dolar ve Pentagon (askeri güç) diye iki zorlu güç vardır. Gün gelir, sıkışır; her ikisinden birini veya ikisini birden acımasızca kullanabilir. Ki son yıllarda yaptığı budur. Yakın tehdit durumunda hemen askeri karşılık verebilir ki, son örneğini İran generali Kasım Süleymani ve Irak’taki Şii milis komutanlarına yönelik suikastında gördük. Haşdi Şaabi isimli Irak’taki İran yanlısı Şii askeri birimlerinin askeri karargâhları ve kışlalarına atılan füzelere tanık olduk.

Meramımız şudur: Evet, çok yönlü emperyalist kavgada ABD, ana cepheyi Çin, Rusya gibi yükselen süper devletlere karşı açacaktır, fakat hemen şimdi değil. Gerçi Çin ile büyük ekonomik kavga zaten başlamıştır. Şiddetli küresel kapışmaya ise daha vakit var. O halde Ortadoğu’daki Amerikan (askeri, siyasi ve ekonomik) varlığı, bu bölgede kendi lehine büyük temizlik yapmak; başta İsrail olmak üzere müttefikleri lehine dengeyi değiştirmek, bu değişikliği Rusya-Çin-İran ile müttefikleri (Suriye ve Hizbullah) aleyhine kullanmak için vardır. ABD, Ortadoğu’daki mevzilerini temizleyip tahkim ettikten sonra Asya ve Pasifik bölgesine doğru ilerlemeyi planlıyor, giderken gözü arkada kalmasın; kimse, kendisini sırtından vurmasın diye.
Asrın Barışı” adıyla Filistin ile Arap dünyasında pazarlanan planın, özü esası bu çerçevede anlaşılmalıdır.

ABD yönetimi Arap dünyasının Filistin meselesini eskisi kadar desteklemediğinin, hatta artık bu sorunu her ne pahasına olursa olsun (teslimiyet anlamında) çözmek için İsrail-ABD ikilisinden el altından medet umduğunun farkındadır. Sözgelimi son birkaç yıldan beri, İran-Suriye karşıtlığı temelinde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn gibi petro-dolar şeyhlikleriyle İsrail arasında sıkı bir askeri, istihbarat ve ticari ilişki var. Umman Sultanlığı ve Katar İsrail ile daha açık diplomatik ilişkiler kurdular; benzer temaslar Fas ve Sudan için de söz konusu. İsrail’in dalavereci ve dolandırıcı Başbakanı Binyamin Netanyahu, son haftalarda rüşvet ve irtikâp davalarından kurtulmak için bir Arap lideriyle (ya da Suudi Veliahdı Muhammed bin Salman yahut Birleşik Arap Emirliği hükümdarı Muhammed bin Zayid) yüz yüze kamuoyuna açık şekilde görüşmeyi planlıyor. İsrail şirketleri, Avrupalı firmalarla ortakmış görüntüsü altında Suudi Arabistan’da artık ihalelere giriyorlar. Mısır, ekonomik ve toplumsal kriz yüzünden kendi derdine düşmüş; “Asrın Barışı” planına itiraz edemiyor, mahcup biçimde planın iyi taraflarına vurgu yapıyor. Baskı altındaki Ürdün de öyle. Suriye ile Irak, zaten işgal ve iç savaştan doğan büyük kargaşadan muzdaripler. Böyle bir parçalanmışlık, ABD-İsrail planının uygulanması ve kabul görmesi için “bulunmaz bir fırsat” olarak değerlendiriliyor.

Son zamanlarda kurumsal diplomasi yerine ikili yahut kişisel diplomasi (moda deyimle liderler diplomasisi) yolunu tercih eden bütün diktatörler (ABD, Rusya, İsrail, Brezilya, Macaristan, Mısır, Türkiye, Suudi Arabistan örneklerinde görüldüğü üzere) birbirlerini çukurdan çıkarmak için zorda kalana el uzatıp,  halk nezdinde yitirdikleri itibarlarını yeniden düzeltmek gayesiyle birbirlerine yardımcı oluyorlar. Trump-Netanyahu samimiyeti, Putin’in en fazla buluştuğu Netanyahu ve Erdoğan’la ilişkilerini de bu çerçevede anlam kazanıyor. Yalnız bu meseleyi, sadece kişilere bağlamak yetmez. Sözgelimi Amerika’daki güçlü Yahudi lobisi, Evangelist Cumhuriyetçiler ile Çay Partisi yanlıları, hem dini ideolojileri hem de siyaset gereği, Amerikan yönetiminin İsrail’e sonuna kadar yardım etmesinden yanalar. Bahsedilen kitle, ABD’deki toplam nüfusun veya verilen oyların üçte birini oluşturuyor. Emperyalist/Siyonist yöneticilerin kitle tabanıdır bu.

Geçerken değinmiş olayım. Evet, Avrupa Birliği ülkelerinin Filistin meselesine siyasi bakışı, Amerikan politikasına oranla biraz daha hayırhah ve ehveni şer sayılabilir. Sözgelimi onlar, İsrail devletinin yanında bağımsız bir Filistin devleti kurulmasına itiraz etmiyorlar, hatta bu meseleyi haklı/makul buluyorlar. Fakat Avrupa’nın ahlak felsefesi, Hitler döneminde Yahudilere karşı uygulanan soykırım projesinin dünyadaki simgesi sayılan Auschwitz toplama kampında (ya da bir diğer adıyla ölüm kampı) yaşananlardan sonra değişmiştir. O tarihten itibaren Yahudilere Batı-Avrupalılarca daha özel bir konum atfedilmiş; Holocaust (Nazi soykırımı ve İbranice adıyla Ha Şoa) hakkında sanki dünyadaki biricik insanlık suçu buymuş, ondan başka katliam ve jenosit gerçekleşmemiş gibi bir algı yaratılmıştır. Oysa aynı dönemde Polonyalılar, Romanlar (Çingene diye bilinen topluluk), komünistlerden on binlerce insan fiili olarak imha edilmiştir. Aynı kampta cüceler kobay olarak kullanılmıştır. Bu ahlaki felsefenin öncü ve savunucuları Avrupalı bir Musevi (Eşkinaz) olan Litvanya asıllı Fransız filozofu Emmanuel Levinas ile filozof ve sosyolog Theodor  Adorno’dur. Sonradan bu görüşü ileri süren ekol, Levinasizm diye anılmıştır. Filistinli bir sürgün/mülteci ailenin çocuğu olan Prof. Zahi Zel’ue, kaleme aldığı “Yahudi ve Yunan Ötesinde Avrupa Felsefesi ve Filistin Sorunu” (İngilizce aslı: Continental philosophy and the Palestinian question, beyond the jew and greek, 2017) isimli eserinde, tek yanlı bu ahlak felsefesine dayanarak Avrupa’nın niçin Filistin meselesinde ürkek ve çekingen davrandığını açıklıyor. Aynı düzlemde Lübnan’daki (Eylül 1982) Sabra ve Şatilla Kampı’nda Filistinli mültecilere uygulanan İsrail-Falanjist katliamının Avrupa tarafından yarım ağızla kınanmasını, Siyonist ırkçı İsrail’in Filistin halkına dayattığı siyasal, militarist, bedensel ve kültürel soykırımı sadece sözlü bir kınamayla geçiştirmesini de, yukarıda sözü edilen Levianizm fikriyatının Avrupa düşünce ve siyaset dünyasındaki hegemonyasına bağlıyor.

SAVAŞ VE BARIŞ HAKKINDA ALINAN BİRLEŞMİŞ MİLLETLER KARARLARI

Filistin toprakları; üç büyük düzenli savaş, birkaç katliam, 1940’lı yıllarda özellikle Kudüs şehrinde mukatele (karşılıklı öldürme, silahlı çatışma, sabotaj vs.) ve tehcir (Siyonist örgütlerin zoruyla yurtdışına göç ettirme) gibi nedenlerle iki İntifada ile (topyekûn halk başkaldırısı) afet yemiş, viraneye dönmüştür. İstikrarsızlık ve kaos egemendir bu topraklara. Belki de bu yüzden Filistinli Marksist Gassan Kenafani, ülkesini, “hazin portakallar diyarı” şeklinde nitelemiştir. 6 Haziran 1967’de başlayan Altı Gün Savaşı’nda başta Mısır ve Suriye olmak üzere Arap devletleri feci bir bozguna uğradılar. İsrail hava kuvvetleri, ani bir baskınla Mısır askeri havaalanlarında bekleyen savaş uçaklarının tümünü yok etti. Hava desteğinden mahrum kalan Arap orduları geri çekilince Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze Şeridinden oluşan Filistin toprakları İsrail ordusunca işgal edildi. Ayrıca Sina Yarımadası (Mısır) ile Golan Tepeleri (Suriye) gibi geniş bölgeler de işgale uğradılar. Arap dünyasının efsanevi lideri ve Mısır devlet başkanı Cemal Abdülnasır’ın müsteşarı konumundaki dünyaca ünlü El Ehram gazetesinin bir o kadar meşhur sorumlusu Muhammed Hasaneyn Heykel’e göre, hezimete uğramanın birçok sebebi vardı. Ancak, Mısır ve Suriye ile birlikte İsrail’e karşı savaşa katılma kararı almış bulunan Ürdün Kralı Hüseyin (ki İngiltere ve ABD işbirlikçisiydi), el altından Arap devletlerinin savaş hazırlıklarına ilişkin istihbarat bilgilerini Siyonist İsrail yönetimine ulaştırmıştı. Bu yüzden elini çabuk tutan İsrail ordusu, sürpriz bir baskınla (önleyici vuruş taktiğiyle) gidişatı değiştirdi, savaş oyununu kazanmış oldu.

Filistin haritası, Altı Gün Savaşı sonrasında tümüyle değişti: Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze Şeridi, Suriye’deki Golan Tepeleri ve Mısır’ın Sina Yarımadası Arapların elinden alınmış oldu. Devreye giren Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu (BMGK), ateşkes ve barış için ilk ciddi kararını aldı. 22 Kasım 1967 tarihli ve 242 sayılı karar uyarınca, İsrail’in “son savaşta işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesi” ve “bölgedeki tüm devletlerin güvenli ve tanınmış sınırlar dâhilinde var olma hakkına saygı duyması” çağrısı yapıldı.

İsrail-Filistin çatışmasına çözüm bulunmasına dair alınan kararlar, Arap ve uluslararası müzakerelerin ‘çekirdeğini’ oluşturdu. Ekim 1973 Savaşı’nın durdurulması da bu karar uyarınca gerçekleşti. 1979’daki Mısır’la barış anlaşması, 1993’te Filistin Otoritesi’nin kurulması ve İsrail ile Ürdün arasında 1994’te gerçekleşen Vadi Araba Anlaşması’nın temelini de bu karar oluşturdu. Her ne kadar BMGK’nın bu kararı, ‘iki devletli çözüm’ için uluslararası meşruiyet çerçevesini belirlemiş olsa da, batılı devletlerin yardımıyla İsrail tarafı, bir kavram kargaşası yarattı. Tel Aviv yönetimi, kararın İngilizce metninde yer alan İsrail’in ‘işgal ettiği topraklardan çekilmesi’ ibaresinin, “işgal edilen tüm topraklardan çekilmek” anlamını taşımadığını iddia etti. Buna karşın Arap müzakereciler, İsrail tarafını ciddiyetsizlikle suçlayarak, kararın gayet açık olduğunu ve “işgal edilen tüm topraklardan” çekilmeyi içerdiğini savunuyordu.

Birleşmiş Milletlerin resmi sitesine göre: 242 sayılı karar, BM Sözleşmesinin altıncı bölümüne göre alınmıştı. Yani tavsiye niteliği taşıyordu. Eğer sözleşmenin yedinci bölümüne göre alınmış olsaydı, “uygulanması gereken bir emir” anlamına gelecekti. İsrail, sonraki dönemlerde bu karara hiç uymadı. Zira 242 sayılı karar, Arap diplomatlarının büyük gafı sonucu ve İsrail-Amerikan hilebazlığı sayesinde “İsrail, işgal edilen tüm topraklarından (İngilizcesi all territories) çekilmeli” şeklinde formüle edilmişti; oysa doğru formülasyon şöyle olmalıydı: “İşgal edilen o bilinen tüm topraklardan (İngilizcesi All the territories) çekilmeli!” İşgal edilen toprakların tam anlamıyla belirlenmemiş, tanımlanmamış olması zaten çekilmemek için bahane arayan İsrail’in işine yaradı.

GEÇMİŞTEKİ SAVAŞ VE BARIŞ SÜREÇLERİ

Ahmed Abdulhakim, Arap-İsrail çatışması ve Filistin halkının mücadele serüvenini, iyi özetlemiş. Uzunca bir alıntı yapmak durumundayım:

Mısır ve Suriye’nin İsrail’e karşı başlattığı 6 Ekim Savaşı ya da İsraillilerin adlandırmasıyla Yom Kippur (Musevi inancında Büyük İlahi Bağışlanma Günü için yakarma töreni) Savaşı’nın ardından, BMGK 22 Ekim 1973 tarihinde 338 sayılı kararı aldı. Güvenlik Konseyi, çatışmaların tüm taraflarına bulundukları mevcut konumlarda, kararın kabul edildiği andan itibaren, acilen ateşkes yapmaları ve tüm askeri etkinliğe son vermeleri çağrısında bulundu. 338 sayılı kararda ayrıca, 242 sayılı kararın tüm bölümlerinin uygulanması çağrısı yapıldı. Yani İsrail’in 1967’de işgal ettiği bölgelerden çekilerek, Filistinli mülteciler meselesinde ‘adil bir çözüm’ yaklaşımında bulunması isteniyordu. BM’nin resmi sitesinde yer alan söz konusu karara göre, İsrail, Sina Yarımadası, Golan Tepeleri, Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ten çekilmeliydi. Buna ek olarak karar, uluslararası denetim dâhilinde Ortadoğu’da kapsamlı adil ve sürekli bir barışın ikame edilmesi için taraflar arasında müzakerelerin başlatılmasını içeriyordu. 

1973 savaşından beş yıl sonra, ABD Başkanı Jimmy Carter, İsrail Başbakanı Menahem Begin ve Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ı, barış görüşmeleri için Maryland’deki Camp David başkanlık tesisine davet etti. Bu görüşmelerden önce 1977 yılında Enver Sedat, Kudüs’ü ziyaret etmiş ve İsrail parlamentosu Knesset’te bir konuşma yapmıştı. Washington DC (yani başkent) yakınlarındaki Camp David başkanlık tesisinde, 12 gün süren görüşmelerin ardından taraflar arasında ABD yönetiminin gözetiminde bir dizi anlaşma gerçekleşti. O zamanlar Mısır’ın Dışişleri bakanı olan Butros Gali, Mısır’ın Kudüs Yolu adlı kitabında, ‘Enver Sedat ve Begin, uzun müzakerelerin ardından Ortadoğu’da barış taslağı üzerinde anlaşmaya vardılar. Bu anlaşmaya göre İsrail, aşamalı olarak işgal ettiği Sina Yarımadası’ndan çekilecek ve geçici olarak Batı Şeria ve Gazze’de Filistinlilere özerklik verilecekti.

Mısır Dışişleri Bakanlığı web sitesine göre, Sedat ve Begin arasında ‘Ortadoğu Barış Çerçevesi Taslağı’ adı verilen 1978’deki ilk görüşmelerde, BMGK’nın 242 sayılı kararının kapsamının genişletilerek barışın temellerinin atılması hedefleniyordu. Bu görüşme Mısır-İsrail ile sınırlı kalmayıp, İsrail’in komşularıyla da barışmasını içeriyordu. Her ne kadar Filistinliler anlaşmanın içinde yer almamışsa da, Filistinliler için Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde ‘özerk’ bir yönetim kurulması planlanıyordu. ‘İkinci anlaşma’ olarak bilinen Camp David Anlaşması 26 Mart 1979’da sonuçlandı. Bu anlaşmaya göre İsrail üç yıl içinde tamamıyla Sina Yarımadası’ndan çekilmeyi kabul etmiş oluyordu. Bu sözleşmeyle ilk kez bir Arap ülkesi İsrail’i resmen tanımış ve ele geçirdiği topraklar üzerindeki varlığını meşru olarak kabul etmiş oluyordu. Böylelikle otuz yıl süregelen düşmanlık sona ermiş oldu. İsrail Başbakanı Menahem Begin, söz konusu anlaşmanın uygulanma sürecinde, Filistin’deki ‘Yahudi yerleşimleri kurma politikasına’ ara verdi.

Camp David’deki Ortadoğu Barış Çerçevesi Taslağı uyarınca Ürdün, Mısır ve İsrail ile Filistin halkı temsilcilerinin Filistin sorununun çözümü için ‘barış müzakerelerini’ başlatması öngörülüyordu. Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin İsrail’in askeri yönetiminden, beş yıl içinde ‘tam özerkliğe’ geçiş sürecini birlikte organize etme planı üzerinde Mısır ile İsrail uzlaşmışlardı. Özerk yönetimin mahiyetinin ise Ürdün, Mısır ve İsrail arasında, Filistin halkı temsilcilerinin de görüşlerine başvurularak kararlaştırılması hedefleniyordu. 1967 yılından sonra Filistin’den göç edenlerin bireysel olarak geri dönebileceği hususunda da uzlaşılmıştı. Mısır ve İsrail diğer taraflarla birlikte ‘mülteci meselesinin’ çözümü için çaba göstereceklerini taahhüt etmişlerdi. Ancak daha sonra bu anlaşmalara uyulmadı.

1948’deki kuruluşundan bu yana Arap ülkeleriyle savaş halinde olan İsrail’in Mısır’la ‘barış anlaşması’ gerçekleştirmesi ve İsrail ordusunun Sina Yarımadası’ndan çekilmesi, Arap kamuoyunda öfkeye neden oldu. Mısır’ı Arapların birliğini sarsmak ve İsrail’le mücadeleden çekilerek, Arap tutumunu zayıflatmakla suçladılar.

(Filistin halkının kendi anayurdunda işgalci İsrail’e karşı 1987’de başlattığı sivil kitlesel başkaldırı) Birinci İntifada sürecinde Filistinliler, ‘ulusal haklar ve talepler’ doğrultusunda bir dizi hedef belirlemişti. Başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulması, bu hedeflerin başında yer alıyordu. Ayrıca Filistinlilerin kendi geleceklerini tayin etme hakkı, yasadışı yerleşim yerlerinin kaldırılması, mültecilerin kayıtsız şartsız geri dönüş haklarının verilmesi ve Filistin ekonomisinin canlandırılması, bu hedefler arasındaydı. İntifada bir sivil itaatsizlik olarak tüm Filistin sathına yayıldı. Filistin Enformasyon Merkezi’nin verilerine göre; Birinci İntifada’da 1300 Filistinli ile 160 İsrailli hayatını kaybetti. İntifada’ya 1991’de katılım azaldı ve 1993’te Oslo Anlaşması’nın ardından tamamıyla sona erdi.

Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde patlak veren Filistin İntifadasının üzerinden 4 yıl geçtikten sonra İspanya’nın ev sahipliğinde, Uluslararası Madrid Barış Konferansı düzenlendi. 1991’de İspanya’nın ev sahipliğinde gerçekleşen ve Oslo Anlaşması sürecine giden yolu başlatan Madrid Konferansı’na eşzamanlı olarak intifadanın dozu düşürüldü. İsrail ile FKÖ yetkilileri, tarihte ilk defa bir toplantıya birlikte iştirak ettiler. Bu konferansta herhangi bir çözüm sağlanamasa da, ortam İsrailliler ile Filistinlilerin temasına hazırlanmış oldu. ABD’li müzakerecilerden Dennis Ross’un 2004 yılında yayınlanan Kayıp Barış adlı kitabında yazdığı gibi, ABD ve Sovyetler Birliği’nin gözetiminde gerçekleşen Madrid Konferansı’nın amacı, Mısır-İsrail barış anlaşmasının bir benzerinin diğer Arap ülkeleriyle İsrail arasında yapılmasını teşvik etmekti.  

30 Ekim 1991 yılında başlayan ve üç gün süren Madrid Konferansı’nın iki hedefi vardı: İsrail ile Arap ülkelerinin barışması, İsrail ile Filistinlilerin BMGK’nın 242 (1967) ve 338 (1973) sayılı kararları çerçevesinde doğrudan müzakerelere başlaması. Görüşmelerde ayrıca, silahlanmanın kısıtlanması, mülteci meselesi, su ve ekonomi meselelerini ele alan çok taraflı müzakereler gerçekleştirildi. Bu konferans Araplar ile İsrail arasında gerçekleştirilen geniş kapsamlı ilk toplantı olma özelliğini taşıyordu.

Birleşmiş Milletler’e göre; Madrid Konferansı’na müteakip süreçte 1993’te İsrail hükümeti ile Filistin tarafını temsilen FKÖ, karşılıklı olarak birbirini tanıdılar. Ayrıca Filistinlilere ‘özerk yönetim’ vadeden Oslo Anlaşması’na giden süreçte bir dizi ön anlaşma yapıldı. Bu anlaşmalar uyarınca İsrail askeri güçleri bazı bölgelerden çekildi, bazı mahkûmlar serbest bırakıldı, Filistin Otoritesi’nin bölgelerinde kurumsal faaliyetler başlatıldı. BM’nin bu süreçteki katılımı uluslararası meşruiyetin takipçisi olarak önemliydi. 13 Eylül 1993’te FKÖ Başkanı Yaser Arafat ile İsrail Başbakanı İzak Rabin’in ABD Başkanı Bill Clinton’ın himayesinde el sıkışması, İsrailliler ile Filistinliler arasındaki çatışmayı sonlandıracak müzakerelerin başarılı olacağına dair bir umut yaratmak için yeterliydi.

Resmi adıyla, Geçici Yönetim Düzenleme İlkelerinin Bildirgesi, Oslo Anlaşması’nın ilk bendinde, Filistin İsrail’in var olma hakkını, İsrail de Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) Filistin halkının meşru temsilcisi olarak tanıdı. Anlaşmanın ikinci bölümünde, ‘barışın gerçekleştirilmesi’ için temel ilkelerin belirlenmesi, İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’den aşamalı olarak çekilmesi ve sınırlı yetkilerle bir Filistin Otoritesi’nin seçilmesi kararlaştırıldı. İki tarafın mülteciler ve yerleşim yerleri gibi tartışmalı hususların en fazla üç yıl içinde çözüme kavuşturulması üzerinde anlaşmaya varıldı. Bu kararlara istinaden geçiş süreci için beş yıllığına Filistin Otoritesi (Yönetimi) oluşturuldu. Beş yılın ardından BMGK’nın 242 ve 338 sayılı kararları çerçevesinde nihai bir çözüme varılması hedefleniyordu.

1994’teki Gazze-Eriha Anlaşması, Oslo Anlaşması’nın uygulanması amacıyla yapılmıştı. Bu karara göre; İsrail Gazze ve Eriha’dan çekilecek, Filistin Otoritesi’nin kurumları bu bölgelerde yapılandırılacaktı. 1995 yılında Taba Anlaşması ya da İkinci Oslo Anlaşması çerçevesinde işgal altındaki Batı Şeria, A, B ve C bölgelerine ayrıldı. Yüzde 18’i kapsayan A bölgesinin yönetimi idari ve güvenlik olarak Filistin’e, yüzde 21’lik B bölgesinin idari yönetimi Filistin’e, güvenliği İsrail’e, yüzde 61’ini kapsayan C bölgesinin idare ve güvenliği ise İsrail’e bırakıldı. C bölgesindeki her projenin İsrail tarafından onaylanması gerekiyordu. Bu anlaşma uyarınca İsrail, 1996’da 6 Arap kentinden ve 400 Arap köyünden çekilecekti. İsrail hapishanelerindeki tutukluları serbest bırakacak ve Yasama Meclisi’ne 82 Arap üyenin seçilmesine izin verecekti.

Bu ve önceki anlaşmaların çoğu bendinin uygulamada karşılık bulmaması nedeniyle iki taraf bir kez daha 1998’de ABD’nin gözetiminde bir araya geldi. ABD’nin Maryland eyaletinin Wye River şehrinde sekiz gün süren görüşmeler sonrasında, İsrail ve FKÖ Wye River-1 Bildirisi’ni imzaladılar. Bu bildiriye göre İsrail güvenlik güçleri, daha önce terk ettikleri bazı bölgelere yeniden girdi. Filistin Otoritesi de, ‘terör örgütlerinin faaliyetlerini kısıtlayacak’ bir dizi önlem alma taahhüdünde bulundu. Aynı zamanda İsrail ile Filistin yönetimi arasında güvenlik koordinasyonunu sağlayacak bir komite oluşturulması konusunda uzlaşıldı. ABD’nin de içinde yer aldığı terörizmle mücadele kapsamında ikinci bir güvenlik komisyonun kurulması kararlaştırıldı.

1999 Haziranından önce nihai uzlaşma sağlanması üzerinde duruldu. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Wye River Bildirisi’ndeki bazı bentleri uygulayıp bazılarını uygulamaması üzerine, 1999 yılında Wye River-2 toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda İsrail’den, birinci bildiride söz verildiği gibi, tutukluları serbest bırakması, Gazze’ye güvenli bir koridor açılmasına izin vermesi, Gazze limanının inşasına engel olmaması istendi. Taraflar arasındaki derin görüş ayrılıkları nedeniyle, söz konusu görüşmeler başarısız oldu. Özellikle ‘mültecilerin dönüş hakkı’ ile Kudüs ve kutsal bölgelere dair uzlaşma sağlanamıyordu. 11 Temmuz Camp David görüşmelerinden de uzlaşma çıkmayınca, 28 Eylül 2000 tarihinde İkinci İntifada başlatıldı. Mart 2001’de eski ABD Senatörü George Mitchell başkanlığında uluslararası bir komisyon oluşturuldu. Bu komisyon, İsrail yerleşim yerlerinin durdurulması ve iki taraflı şiddet olaylarının sonlandırılması çağrısında bulundu. Ancak Likud Partisi lideri Ariel Şaron’un 7 Şubat 2001’de seçimleri kazanmasıyla bu girişim de sonuçsuz kaldı.

Eski ABD Başkanı Bill Clinton’ınn ifadesine göre, 2000 yılında Camp David’de gerçekleşen görüşmelerde, İsrail tarafı Gazze Şeridinden çekilmeyi, Batı Şeria’daki bazı bölgeler ile Sina Yarımadasında yer alan Negev (Necef) Çölündeki bazı kısımları Filistinlilere vermeyi önerdi. İsrail, ayrıca Eski Kudüs’teki ‘kutsal mekânların’ denetimini Filistin tarafına bırakmayı ve Filistinli mülteciler için oluşturulacak özel bir fona mali destek vermeyi de teklif etti. İsrail’in ön koşulu ise Filistinlilerin, İsrail’in işgali altında bulunan Doğu Kudüs’teki egemenliğini ve ‘yerleşim yerlerinin meşruluğunu’ kabullenmesiydi. Filistin tarafı ise, 1967 sınırları çerçevesinde, ‘mültecilerin geri dönüş hakkının’ tanınmasını ve İsraillilere Doğu Kudüs’teki Yahudi yerleşim yerlerine ulaşım hakkı verilmesini önerdi. Taraflar İsrail’in Gazze Şeridi’nden tamamen çekilmesi hususunda uzlaştı.

Bu sıralarda Dennis Ross, Kayıp Barış adlı kitabında, ABD’nin Camp David’de ortaya koydukları uzlaşma teklifini yansıttığını ileri sürdüğü bir haritaya yer verdi. Bu haritaya göre, Batı Şeria’nın yaklaşık yüzde 97’si Filistinlilerin kontrolünde görünüyordu. Dennis Ross, kitabında Aralık 2000’de Washington’da yapılan görüşmelerin, herhangi bir anlaşmayla sonuçlanmadığını aktarıyor. Başkan Clinton’ın, iki tarafın görüşlerini yakınlaştırmak için önerilerde bulunduğunu ve onlara 22 Aralık tarihine kadar uzlaşmaları için süre tanıdığını yazan Ross, Clinton’ın Batı Şeria’nın yüzde 97’sini ve hava sahası egemenliğini Filistinlilere teklif ettiğini ileri sürüyordu.

İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un, 2000 yılının eylül ayında, kalabalık bir işgal gücü eşliğinde Mescid-i Aksa’ya girmesi ve burada saldırgan ifadeler kullandığı bir konuşma yapması, İkinci İntifada’nın fitilini ateşledi. Camide ibadet eden Filistinlilerle güvenlik güçleri arasında çatışmalar yaşandı. İkinci İntifada, Birinci İntifada’dan, çatışma dozunun daha yüksek olmasıyla temayüz etti. Filistinli silahlı direniş grupları, askeri olarak İsrail ordusuna karşı çatışmalara girdiler. Filistin Enformasyon Merkezi’ne göre: İkinci İntifada sürecinde 4 bin 412 Filistinli hayatını kaybetti, 483 bin 22 Filistinli yaralandı. 1069 İsrailli yaşamını yitirirken, 4 bin 500 İsrailli de yaralandı.

İkinci İntifada, Mısır’ın ev sahipliğinde düzenlenen Şarm eş-Şeyh Zirvesi’nde, Filistin Otoritesi’nin (Arafat’ın şüpheli ölümünden sonra yerine) yeni seçilmiş başkanı Mahmud Abbas ile İsrail Başbakanı Ariel Şaron arasındaki ateşkes anlaşmasıyla, 8 Şubat 2005’te sona erdi.[8]

ULUSLARARASI KURALLAR VE ANLAŞMALAR AÇISINDAN ASRIN BARIŞ PLANI

Donald Trump, seçim sonrası başkanlık makamına kurulmasının ertesinde, bir türlü çözülemeyen Filistin sorununa değinerek, kendisinden önceki Amerikan başkanlarının başarısız oldukları Ortadoğu’daki müzmin kavgayı halledeceğini söylemişti. Bu iş için damadı Jared Kuhner’i görevlendirerek, “Bizim damattan başka Asrın Barışı planını hayata geçirecek daha iyi birini bulamazsanız” demeye getirdi. İflah olmaz Ortodoks Yahudi/Siyonist sayılan uluslararası müzakereci meşhur hukukçu (Trump Organizasyonunun başkan yardımcısı, baş hukuk subayı ve İsrail konusundaki danışmanı) Jason Greenblatt ile sıkı bir Amerikan iflas uzmanı avukatı ve ABD’nin eski İsrail Büyükelçisi David Melech Friedman da damadın çanta taşıyıcıları, danışmanları ve refakatçileri olarak tayin edilmişti. Kushner’e bakılırsa, hazırlanan “Asrın Barışı” anlaşma tasarısı, “kazan kazan” zihniyetinden hareketle hem İsrail hem de Filistinlileri ihya edecekti! Siyasi plandan ziyade mali bir sermaye yatırımına benzeyen bu projenin Arapça adı “Safqat-ul Qarn”dır, yani Yüzyılın Sözleşmesi. Çünkü Safqa kelimesi Arapçada ticari sözleşmeler için kullanılagelmektedir. O halde bu bezirgâncılıkta kazanacak olan taraf kesinlikle İsrail’dir, özelde ise dolandırıcı ve dalavereci başkanı B. Netanyahu’dur. Filistinlilere düşecek olan da kırıntılardır; karşılığında 100 yıllık Filistin davası bedavaya verilecek ve halkın umutları heba edilecektir.

Ortadoğu ve Arap dünyasındaki gelişmelerin Filistinlilerin lehine olmadığı aşikârdır. Dolayısıyla asıl suçlu ABD-İsrail ikilisidir. Filistin kanadında ise iki büyük kabahatli önümüzde durmaktadır: Bir yanda şimdiye kadar teslimiyetçi bir çizgi izleyen ve adeta İsrail’in OHAL Valisi konumunda olan Mahmut Abbas tayfası (teslimiyetçi Filistin milli burjuvazisinin temsilcisi) bulunuyor. Öbür yanda ise fanatik radikal İslam köktendinciliğini dayanak yaparak “tüm Filistin’in kurtarılması” söylemiyle kitleleri kandırıp Gazze’de “İslam Devletçiği” kurmakla yetinen, bu uğurda rakibi sayılan milliyetçi El Fetih taraftarlarını katleden, onlardan yakaladıklarını yüksek binalardan atan ve kısaca Arafatçı militanlara/kitlelere dünyayı zindan eden; iktidarda kalabilmek uğruna muhaliflerine göz açtırmayan ve zor şartlar altında (Gazze’nin tam abluka altına alınması, İsrail Siyonist yönetimi tarafından askeri, siyasi ve ekonomik bakımdan kuşatılması gibi) bile savaş tacirliği/bezirgânlığı yapan İslamcı HAMAS var. Her iki kabahatli kabahat ve hatalarını kabul ettikten sonra (bir çeşit özeleştiri yaparak) ölümüne direnme, kitlelerle birlikte halk isyanı (İntifada) ruhunu diriltmezlerse, Amerikan-İsrail sahte planı neticesinde kesinlikle kaybedeceklerdir.

Abbas, 1 Şubat 2020 tarihinde Kahire’de toplanan Arap Birliğinde yaptığı konuşmada “Yüzyılın Anlaşması planını reddediyorum. Tarihe Kudüs’ü satan veya vazgeçen biri olarak geçmeyeceğim” dedi. Hiç yoktan iyi bir tutum ama önce halkıyla buluşup meydana inmesi, sözünü tutabildiğini ispat etmesi lazım.

Şimdi, bezirgâncılık temelinde kurgulanmış Asrın Barışı planının, uluslararası barış ölçütlerine, bu konuda alınmış kararlara, belirlenmiş kurallara nasıl ters düştüğüne ve aykırı olduğuna bakalım:

Kazan kazan” sloganıyla imal edilip piyasaya sürülen Asrın Barışı (gerçek ismiyle “Asrın Sözleşmesi/Anlaşması”, aslında “kazan kazan” formülünün ruhuna terstir. İsrail tarafı tümüyle kazançlıdır, Filistin tarafı ise hepten zarardadır. 1960’lı yılların sonu ile 1970’lerin başlarında BM Güvenlik Kurulu tarafından Filistin sorununun çözüm anahtarı olarak alınan iki önemli kararın sıra sayısı şöyledir: 242 ve 338. Aynı kurumun on yıllar sonra belirleyip kabul ettiği 2334 sayılı kararın tarihi 23 Haziran 2016’dır. Buna göre; İsrail yönetimi, Filistinlilerin yaşadıkları arsa ve araziler üzerine inşa edilen Yahudi yerleşim merkezlerini (bir çeşit uydu kentler zinciri ki 2019 sonu itibarıyla sayısı 262 olarak biliniyor) derhal durdurmalıdır; Filistinlilerin yaşadıkları tarihi Doğu Kudüs şehri çevresinde uydu kentler halinde seri imalat yöntemiyle kurulan Yahudi yerleşim birimlerine izin vermemelidir. Bu karar uyarınca, İsrail’in 1949’da belirlenmiş sınırlarına dönmesi gerekiyor. Dahası var: Uluslararası camianın onayladığı 11 Ocak 1948 tarih ve 194 sayılı kararda, yurdundan yuvasından zorla kovulup sürgün edilmiş Filistinli mültecilerin nerede ve ne zaman olurlarsa olsunlar, vatanlarına dönme hakkı da karara bağlanmıştı. Üstelik aradan geçen onca süre içinde hak ettikleri tazminatın (İsrail’in toprak gaspı ve mülkleri müsadere edip rantını yemesi, mültecilerin yaşamları yani can ve mal kaybına ek olarak hayatlarının alt üst olması nedeniyle uğradıkları maddi/manevi kayıplar) kendilerine verilmesi bile şart koşulmuştu. Fakat İsrail, Birleşmiş Milletler teşkilatının en önemli kuruluşunun yaptığı çağrıya kulak asmadan “imar anarşisi” denilebilecek türden yöntemle son hızla inşaatların devam etmesine izin veriyor; tazminat hakkını tümüyle reddediyor veya en iyi ihtimalle (aslında uyanık tüccar misali), zengin petro-dolar Arap şeyhliklerinin bu tazminatı ödemesini istiyor. İsrail yönetiminin çarpık mantığına bakılırsa, Filistinli mülteciler Siyonist çeteler tarafından katledilip sürgün/tehcir edilmemişler; tersine, Arap ülkeleri onları dışarıya göçe teşvik etmişlermiş!

Ek bir karara daha bakalım: 22 Arap devletinin çatı kurumu olan Arap Birliği teşkilatınca “Arap Barışı Planı” (veya Girişimi ki, daha çok Suudi Arabistan’ın vefat etmiş kralı Fahd’ın adına atfen popüler anlamda Fahd Planı) diye bilinen bir plan duyuruldu. 2002 tarihli plan doğrultusunda, yukarıda bahsedilen 194 sayılı BM kararı temelinde bir inisiyatif geliştirilmişti. 2017 yılında tekrar Arap devletlerince  “hâlâ geçerli” görülüp onaylanan plan, birkaç yaşamsal noktaya vurgu yapıyordu: “Filistin diye bilinen coğrafyada, zaten 1948’de kurulmuş bulunan İsrail devletinin yanı sıra ikinci bağımsız bir devlet, Filistin adıyla kurulmalıdır. 1948 ile 1967’de kitlesel biçimde göçertilen Filistin mültecileri, anayurtlarına geri dönmeli ve kendilerine tazminat ödenmelidir. ABD, Rusya, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler örgütünün (o zamanki adıyla Quartet yani Dörtlü küme) çerçevesini çizdikleri İsrail-Filistin Barış formülü esas alınarak çözüm için masaya oturulmalıdır. Buna karşılık tüm Arap devletleri, İsrail’i tanıyıp meşru kabul etmelidirler.

Trump döneminde ABD, yukarıdaki kararların nassı (metni) ve ruhuna aykırı davrandı. Sözgelimi başkanlık koltuğuna oturur oturmaz, mealen şunu söyledi: “Öteden beri bizde uygulanagelen (klasik/geleneksel) diplomasi yöntemini kökten değiştireceğim. O tarz, başarılı ve yararlı değildi. Aynı düzlemde Ortadoğu’daki barış hakkındaki perspektifim/konseptim, şimdiye kadar konuyla bağlantılı planların hiçbirine uymuyor. Geçmiş planlar, hatalarla doludur.” Bu bakış açısı, birazdan sıralayacağım Trumpvari uygulamalarla açıklık kazandı. Mesela Beyaz Saray’ın Efendisi, şöyle yaptı: Kudüs şehrinin İsrail’in ebedi/ezeli başkenti olduğunu kabul etti ve Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv’den bu kadim şehre naklettirdi. Washington’daki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) bürosunu kapattı. Aynı FKÖ’nün yeniden “terör örgütü” olarak tanımlanmasına onay verdi. Filistinlilerin günlük ihtiyaçlarını ve diğer eksikliklerini karşılamakla görevli Birleşmiş Milletler yardım ajansı UNRWA’ya olan maddi desteğini azalttı. Asrın Barış planına destek vermeyenlere hiçbir yardım verilmemesi yolunda dayatmacı bir karar aldı. Filistinli mülteciler noktasında şimdiye kadar genel kabul gören mülteci tanımının İsrail lehine olacak şekilde değiştirilmesine gayret etti. İsrail’e yönelik mevcut veya gelecekte olabilecek her türlü boykotun “suç sayılması” için harekete geçti. BM kararları uyarınca Filistin topraklarında iki bağımsız (İsrail’in yanında bağımsız bir Filistin) devletin kurulması ilkesinde tadilat yapılması yolunda adımlar attı.[9]

Sözün özü, bahsedilen Trump-Netanyahu planı, kısa vadede her ikisinin içinde bulundukları güncel açmazlardan kurtulmalarına yardımcı olabilecek bir yol haritası, bir deniz feneri olarak hazırlanmış izlenimi veriyor. Fakat daha derinde, orta veya uzun vadede bölgeden çekilmek zorunda kalacak ABD gibi bir süper devletin mıntıka temizliği ve mevzi/cephe tahkimatı işlevini görmesi umuluyor, onun altyapısını hazırlıyor. Bu haliyle bakılırsa, Arap dünyasının parçalı ve çatışmalı ortamında bölgeye dayatılabilir; bazı işbirlikçi Arap yöneticileri, plana onay verebilirler. Nitekim, başlangıçta planı reddeden Ürdün Kralı II. Abdullah, Suudi ve Amerikan baskısı sonucu, planda pozitif ve yararlı ayrıntılar da bulunuyor tarzında bir görüş belirtti. Belki de Filistin’de İsrail’in tekrar el koyacağı Batı Şeria’daki bazı topraklar üzerinde Ürdün idari vesayeti sağlanabilir, Doğu Kudüs şehri için de böyle bir vasilik söz konusu olabilir. Kesin olmamakla birlikte ihtimal dâhilindedir. Aynı şekilde Suudi Veliahdı Muhammed Bin Salman, konuyla ilgili olarak görüştüğü Filistin Yönetimi Başkanı Mahmut Abbas’a demiş ki: “Nedir illa da Kudüs diye tutturduğunuz. Bırakın o köhne şehri. Şehri çevreleyen köylerden biri olan Ebu Badis (Ebudis?) beldesine kurun başkentinizi, ha öyle ha böyle, ikisi de Kudüs mıntıkası diye sayılmıyor mu?

Her durumda, Ortadoğu’daki barışın doğru eksenini, temel kurallarını, sabitelerini (olmazsa olmazlarını) gözetip benimsemeyen “Asrın Barışı” planı, orta ve uzun vadede başarılı olamayacak kanısındayım. Umarım, Filistinli hareketler ve Filistin halkı, bu kanımda beni yalnız bırakmaz ve utandırmazlar.

FİLİSTİN’İN ÖZET POLİTİK HARİTASI

Sorulması gereken ve merak edilen şudur: Meselenin asıl öznesi ve dayanağı olan Filistin halkı, örgüt ve hareketlerinin vaziyeti nedir?

Yanıtını, Filistinli bir gençten ödünç aldığım ülke içi ve dışı analiziyle bitireyim. Tarihi biraz eski olmasına rağmen hâlâ geçerli sayılabilecek bölümleri vereceğim:

…Birincil olarak Filistin direniş örgütlerini, bu örgütlerin kurduğu ittifakları ve dış destekleri özetlemek gerekiyor. Filistin’de 2006 yılından itibaren liderlikleri arasındaki husumetten kaynaklanan, kardeş kanının döküldüğü çatışmalar sonucunda Filistin direnişini ortadan bölen (ulusalcı) Fetih ve (İslamcı) Hamas dışında, FKÖ üyesi olan ve Filistin solunu temsil eden (Marksist) FHKC’nin (Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi) yanı sıra ideolojik yakınlığı nedeniyle Hamas’la ittifak içinde olan (İran yanlısı radikal) İslami Cihat örgütleri haritanın temel unsurlarıdır. Filistin’in siyasal haritasındaki başka güçleri bu makaleye sığdırmak mümkün değildir. Fetih, çıktığı tarihsel dönem ve tarihsel dayanakları itibarıyla Pan-Arabizm’in Filistin ulusal mücadelesindeki yansımasını temsil ediyorken, bugün geldiğimiz noktada Filistin yönetimi ve başını çeken Fetih liderliği, Pan-Arabizm ideolojisini yaratan Mısır devletinin izlediği tarihsel seyir içinde dönüştüğü otoriter asker devletinin Filistin’deki paralelini temsil eder. Hamas ise, tarihsel kökenini oluşturan Mısır İhvan hareketinin Filistin uzantısı ve Filistin’deki paralelidir. Onun geldiği nokta ise İhvan hareketinin pragmatist Sünni İslam ittifakının Filistin’deki yansıması olmaktır. Filistin direnişi, karşısındaki Siyonist yapının emperyalist-kapitalist müttefikleri nedeniyle sadece Filistin ve halkın mücadelesi ölçeğiyle sınırlı olarak düşünülebilecek bir mücadele değildir. Dünya çapında ezen ile ezilen, emperyalist hegemonya ile halklar, Batı modernizminin militarizasyonu ile ezilen ulusların barış ve hak mücadelesi arasındaki çatışmanın simgesidir Filistin davası.

Askeri kanadının zaferini Filistin halkının zaferi olarak değil de dar politik çerçevesi doğrultusunda müttefiklerinin (başta uluslararası İhvan örgütü, Katar ve Türkiye) dar bölgesel çıkarları uğruna salt bir pazarlık kozu olarak gören Hamasyönetimi de devrimci direnişin karşısındadır. O nedenleKatar ve Türkiye’den sadece silah desteği değil, politik, medyatik ve ekonomik destek de almaktadır.

Bölgesel siyaset, ilişkiler ve dengeler açısından bakıldığında şunu görmek mümkün: Kuşkusuz Filistin davası dünya ezilen halklarının bir simgesi ve kimin hangi safta olduğunun bir göstergesi olarak, Arap halkı başta olmak üzere Ortadoğu halkları gözünde turnusol kâğıdı işlevi görmektedir. Bu nedenle sadece Türkiye’nin değil, bölgedeki birçok ülkenin de iç gündemi gibi ele alınmaktadır. Buna en iyi örnek ise Mısır devriminin başat güçlerinin politik filizlenme noktasının 2000’li yıllardaki kalkışmasıdır. Mısır devrimcilerinin önemli bir değerlendirmesine göre; ayaklanmaya varan süreç, Filistin’le dayanışma hareketi olarak doğmuş, ancak daha sonra Mübarek karşıtı bir harekete dönüşmüştür. Yılların birikimiyle Kahire’deki Tahrir Meydanı kazanımlarını elde etmiştir. Bunu iyi bilen Türkiye hükümeti, Arap dünyasına yönelik propagandasının başlangıç noktası olarak ‘one minute’ ve ‘Mavi Marmara’yı seçmiştir.

Türkiye’de iktidar partisi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşması ve İhvan’ın Mısır’daki tarihsel yenilgisi akabinde büyük darbe alan Katar-Türkiye-İhvan-Hamas ittifakının bir çıkış yolu olarak Filistin’i görmesi nedeniyle, Filistin meselesini tekrar iç gündemin bir maddesine çevirdi. Mazlum Müslüman kardeşliği, yani tekçi Sünni İslam perspektifinden beslenen ve Yahudi düşmanlığı üzerinde kurulan bu perspektifin samimiyet derecesini anlamak için “Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi” basın açıklamalarına bakmak yeterlidir. Ancak, Filistin ile dayanışmayı neredeyse dua etmeye ve Coca Cola’yı boykot etmeye indirgeyen bu perspektifle yürütülen propaganda gerek anti-semitizmi körükleyerek, gerek İsrail’in ‘Biz Filistin halkına karşı değil Hamas’a karşı savaşıyoruz’ propagandasını karşı cepheden destekleyerek Filistin davasına yarardan çok zarar vermektedir. Ayrıca Filistin’deki iç direniş dinamiklerine müdahale edilmesinin verdiği doğrudan zararları da hatırlatmakta fayda var.[10]

Nikola’ya bakılırsa; Filistin meselesi için tam anlamıyla mücadele etmeyen ve halk yararına çalışmayan iki iktidar var: Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi (Mahmut Abbas ve ekibi) ile Gazze’deki Hamas örgütü. Bu ikilinin dışında nispeten halkının ulusal kurtuluş mücadelesi ve yaşam kavgası için çabalayan oluşumlar da şöyle sıralanıyor: “Arafat’ın kurucusu olduğu ulusalcı El Fetih örgütünün radikal kanadı (mesela Mervan Bergusi çizgisindekiler), Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi-FKHC isimli marksist örgüt, İran çizgisindeki İslami Cihat örgütü (ve onun Kudüs Tugayları), Hamas yönetimindeki M. Zahhar grubu ile askeri kanadı El Kessam Tugayları.” 

Hamas’ın arkasında olan Türkiye ve Katar, Mahmut Abbas Yönetimi’ni dışlamıyorlar; arada bir ona da el uzatıyorlar. Türkiye-Katar ikilisinin bölgedeki rakipleri sayılan Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri de Mahmut Abbas yönetimine arka çıkıp maddi yardımda bulunuyorlar.  İki yıl öncesine kadar Suriye aleyhine tutum takınan Hamas örgütüyle arası bozulmuş bulunan İran ise, bir yandan bu örgütten daha radikal tutum alan İslami Cihat’a maddi, manevi, siyasi ve askeri yardım yapıyor; diğer yandan Hamas’la arayı düzeltip yanına çekmeye bakıyor. Bu arada dolaylı biçimde ise direnişçi Marksist örgüt sayılan Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi’ne de lojistik destekte bulunabiliyor.

Şubat 2020 itibarıyla başta El Fetih ile Hamas olmak üzere bütün Filistin siyasi hareketleri, barış planına şimdilik kararlı bir şekilde karşı çıkıyorlar.

Bitirirken, Asrın Anlaşması temelinde bölgedeki son saflaşma ve mevzilenmeye ilişkin özet bilgi verelim: Sözü geçen planı destekleyenler arasında ABD, İsrail, Mısır, Ürdün, Fas, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri bulunuyor. Türkiye’nin müttefiki Katar’ın yanı sıra Umman Sultanlığı ve Sudan, kabul için uygun zamanı bekliyorlar. Buna karşılık Suriye, İran, Lübnan, Cezayir ve Türkiye retçi saftalar. Sessiz kalmasına rağmen Irak ile Tunus da reddiyeci sayılabilirler.


[1] Dr. Zuheyr el Huveylidi, “Asrın Anlaşması: Arka Planı, Yansımaları ve Riskleri”, Ray el Yom gazetesi, 10 Şubat 2020.

[2] Robert Fisk, “Trump’ın ‘Yüzyılın Anlaşması’ çok saçma ve banal, ciddiye almak imkânsız”, 1 Şubat 2020.

[3] Hüseyin Cerdan, “Bölgede Gerileyen Stratejik Amerikan Nüfuzunu Durdurmak Yeni Hücum Planı”, Lübnan El Ahbar gazetesi, 27 Ocak 2020.

[4] Menal Nahas, “Post Amerikan Dünya Ortadoğu’da şekilleniyor” başlıklı makale, Suudi Arabistan Şarku’l Avsat Türkçe internet gazetesi, 26 Ocak 2020

[5]  “US isolationism leaves Middle East On Edge As New Decade Dawns” yani “Amerikan Tecritçiliği, Ortadoğu’yu Yeni On yılın Kıyısında Terk Ediyor”, Guardian, 29 Aralık 2019

[6] Gideon Rachman, “End of American Era in The Middle East” (Ortadoğu’daki Amerikan Çağı’nın Sonu), Financial Times gazetesi, 30 Aralık 2020.

[7] Ergun Adaklı, “İş Huawei’ye Dayandı” başlıklı söyleşi, 6 Ocak 2020 tarihli Komün dergisi, Sayı: 3.

[8] Independent Türkçe isimli internet gazetesi, “İki Savaş ve iki İntifada: İsrail yerleşim yerleri altında gömülü Filistin haritası”, 11 Şubat 2020.

[9]  Bu ara başlığı yazarken yararlandığım esas kaynak, Lübnan Stratejik Araştırmalar Merkezi Genel Sekreteri Abdullah Reyşa’nın ile Felsefe yazarı Dr. Zuheyr el Huveylidi’nin ayrıntılı değerlendirmeleridir. Bkz. “Asrın Sözleşmesi’nin Öteki Yüzünü Okumak” başlıklı makale, 4 Şubat 2020 tarihli Lübnan El Ahbar gazetesi; “Asrın Anlaşması: Arka Planı, Yansımaları ve Riskleri”, Ray el Yom gazetesi, 10 Şubat 2020.

[10] Nikola Saafin, “Asker-Ihvan-Devrim üçgeninde Filistin ve Türkiye Dayanışma Hareketi”, GazeteNisan.net, 14 Şubat 2019.