Ali Yaşar

Komünist Enternasyonal’in (KE) 22 Haziran 1921’de gerçekleştirdiği Üçüncü Kongre öncesinde uluslararası işçi sınıfının mücadelesini etkileyecek önemli olaylar olmuştu. Sosyal demokrasinin yardımlarıyla Almanya ve Macaristan’da işçi sınıfının devrimci mücadelesi bastırılmış, İngiltere’de maden, demiryolu ve nakliye işçilerinin mücadelesi sendika üst yöneticilerinin ihanetçi tutumuyla ağır bir yenilgiye sürüklenmiş, Amerikan işçi hareketinin tarihinde en büyük grev hareketi olarak bilinen 1919-1922 grev dalgası Gompers –reformist sendika lideri– ve tayfasının teslimiyetçi tutumuyla gerilemiş, bir milyondan fazla işçi sendikalardan ayrılmıştı.

Ama bu arada İtalya’da da önemli işçi mücadeleleri gündeme gelmişti. Savaşın yol açtığı yoksulluk ve yıkım işçi sınıfının öfkesini körüklemiş, Genel İşçi Konfederasyonu 2 milyon üyeye ulaşmıştı. 1920’lerin ortasında ücret zammı talebiyle metal işçileri harekete geçmiş, patronların lokavtını engellemek üzere tüm İtalya’da metal fabrikalarında oturma eylemleri başlamış, işçiler kendilerini savunmak için silah bile üretmeye yönelmişlerdi.

İtalyan Sosyalist Partisi bu hareketin başını çekiyordu ve KE’nin 21 maddesini benimsemişti. Ne var ki parti önderliğini oportünistlerden temizlemeye yanaşmamış, Serrati ve Turati gibi önderler hareketi ekonomik mücadele düzeyinde tutarak sönmesine neden olmuşlardı. Bu tecrübeden sonuçlar çıkarak İtalyan burjuvazisi Mussolini önderliğinde faşist çeteler örgütlemiş, Mussolini 1922 Ekim’inde iktidarı ele geçirmişti.

Benzer bir hareket 1921 başlarında Almanya’da gerçekleşmiş, general Von Luttwitz Weimar Hükümeti’ni devirerek Dr. Kapp’ı iktidara –Kapp darbesi– getirmişti. Alman işçileri bu darbeye Almanya tarihinin en etkili genel grevi ile karşılık verdiler. Kapp dördüncü günün sonunda devrildi. İşçiler Essen, Chemnitz ve Ruhr havzasının önemli bir bölümünde denetimi ele geçirdiler. Birkaç yüz bin işçi komünistlerin ve sol bağımsızların önderliğinde ayaklandı. Hareket sosyal demokratlar tarafından yenilgiye uğratıldı. Luxemburg ve Liebknecht’in katledilmesinden sonra Paul Levi parti önderi olmuştu ve işçilerin bu mücadelesini kınadı, sonra da partiden atıldı.

KE’nin Üçüncü Kongresi öncesindeki bir diğer önemli olay, İki Buçukuncu Enternasyonal’in kurulmasıydı. Şubat 1921’de Viyana’da Uluslararası Sosyalist Partiler Çalışma Birliği kurulmuş, Frederick Adler genel sekreterliğe getirilmişti. Yani merkezcilerin –Kautsky geleneği– egemen olduğu bu örgüt, II. Ve III. Enternasyonal’ler arasında duruyordu ve siyasi literatüre iki buçukuncu enternasyonal olarak geçmişti. Bunun politik anlamı, II. Enternasyonal’in ihanetinin gizlenmesi, öfkesi büyüyen işçi sınıfının yeni yanılgılara sürüklenmesiydi. Bu örgüt, işçilerin belirli koşullarda siyasi iktidarı silah zoru ile almasını kağıt üzerinde –programatik düzeyde– kabul ediyor, işçi, köylü ve asker konseylerine –sovyetler– şapka çıkarıyor, ama ilkeler deklarasyonunda Ekim Devrimi’ni onaylamaktan kaçınıyordu. Bu Enternasyonal’in birkaç yıl sonra II. Enternasyonal’e katılmasıyla gerçek işlevi açığa çıkacaktır.

KE Üçüncü Kongre Tezleri’nde savaş sonrasındaki devrimci yükselişin, hızını kesmiş olduğu kabul ediliyor, “bu devrimci dalganın değil uluslararası kapitalizmi, Avrupa’nın kapitalist düzenini bile yıkıp geçemediği” vurgulanıyor, ama “Rus işçilerinin dünyanın altıda birini kazandığı” belirtiliyor, “savaş sonrası devrimci hareketin ilk döneminin sona erdiği” tespit ediliyordu.[1]

Kongre’de konuşan Lenin, “…uluslararası durumun belirli bir dengeye ulaşmasının belli bir önemi varsa, aynı zamanda devrimci hareketin bir ilerleme kaydetmesine rağmen, uluslararası devrimin bu yıl, tahmin ettiğimiz gibi düz bir çizgide ilerlemediğini de kabul etmek lazım… önceden tahmin etmiş olduğumuz gibi uluslararası devrim ilerlemekte, fakat tam bizim düşündüğümüz gibi değil… devrim için en iyi şekilde hazırlanmalı ve ileri kapitalist ülkelerdeki somut gelişimin derin bir araştırmasını yapmalıyız” diyerek bu duruma vurgu yapıyordu.[2]

Lenin’in Kongre’ye sunduğu tezlerde uluslararası durumun değişen ilişkilerine yönelik önemli tespitleri bulunmaktadır. Yukarıda aktarılan gelişmeler kapitalist sistemin istikrarlı hale geldiğini göstermiyordu. Savaş, savaşın yol açtığı yıkım, işçi ve emekçi kitlelerin patlayan öfkeleri üzerinde yükselen devrimci mücadeleler, kapitalist sistemin iç çelişkilerini artırmıştı. Savaşın en önemli sonuçlarından birisi, –İngiltere ve Fransa’nın galip çıkmalarına rağmen– eski kapitalist ülkelerin zayıflaması, ama ABD’nin büyük bir güç kazanmasıydı. Japonya daha geriden gelmek üzere, onu izliyordu. Tezler “Kapitalist Avrupa’nın, dünya ekonomisindeki hakim konumunu tamamen kaybetmiş olduğunun” altını çiziyor, güçler arasında yeni bir savaşa yönelik hazırlıkların şimdiden başladığına vurgu yapıyordu.

Kongre; sosyal demokrasinin yardımıyla Avrupa’da sermayenin ve kapitalist sistemin korunduğunu, işçi sınıfına yönelik bir karşı saldırının başlatıldığını tespit ediyordu. Kısa bir süre sonra İtalya’da faşizmin iktidara gelişi, bu tespitin ne kadar doğru olduğunu kanıtlıyordu. İşçi sınıfı, daha ileri mücadeleler için saflarında birliği sağlamalı, cephesini güçlendirmeliydi. Bu dönemin temel sloganı “kitlelere” olarak belirlenmişti. Yakın dönemin devrimci mücadeleleri gözden geçirildi ve –erken bir ayaklanma olarak– Almanya’daki Mart eylemi ve İtalya’daki fabrika işgalleri incelenerek özeleştiri yapıldı.

Ayrıca Kongre, günlük politik mücadeleler için son derece önem taşıyan acil, kısmi ekonomik ve siyasi talepler etrafında kitle mücadelesini geliştirmenin zorunluluğuna dikkat çekti. Bu talepler uğruna mücadelenin reformist olarak kabul edilmesinin yanlışlığına vurgu yapıldı. Bu talepler için diğer işçi örgütleriyle birleşik cephe halinde hareket etme anlayışı açık seçik ortaya konmuştu. Bu anlayışı, aynı zamanda, sonraki birleşik cephe taktiğinin ilk işareti olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır.

Kongre, Enternasyonal’in iç örgütlenmesi sorununda da önemli adımlar attı, I. Enternasyonal’in geleneğini canlandırdı. I. Enternasyonal, belli bir programa –Marx’ın hazırladığı platform– ve belirli bir devrimci disipline sahip uluslararası bir önderlik geleneği yaratmıştı. II. Enternasyonal uluslararası bir haberleşme bürosuna sahipti ve partiler kendi çizgilerini geliştirme konusunda uluslararası tartışma geleneği yaratma konusunda ciddi adımlar atmamıştı. III. Enternasyonal ise, belirli bir programa –şimdilik Lenin’in ilk Kongre’deki konuşması program niteliğindeydi– ve disiplinli bir uluslararası hareketin örgütlenmesi anlayışına sahipti.

Komintern’in demokratik merkeziyetçiliğe dayanan bir iç işleyişi vardı. KEYK, (Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu) temsiliyet esasına göre kurulmuştu. Üçüncü Kongre döneminde KEYK 31 üyeli idi ve Rusya Partisi burada altı temsilciye sahipti. Komintern’in Ruslar tarafından –sonra Stalin– keyfi bir şekilde yönetildiğine ilişkin karşı-devrimci propagandanın geçerli sayılabilecek bir temeli yoktu. Devrimini yapmış, iktidarı almış, olağanüstü bir prestije, saygınlığa ve deneyime sahip bir partinin bu konumunun yadırganması ve inkar edilmesi elbette olanaklı değildir ve bu Komintern’in mücadelesine güçlü bir kararlılık ve istikrar kazandırmıştır. Komintern’deki tartışmalar, hemen her konuda ilgili parti ve kişilerin katılımıyla gerçekleşmiş, Komintern organı bu tartışmaları yayınlamıştır.

Üçüncü Kongre sırasında İkinci Uluslararası Kadın Konferansı da toplandı. Birincisi, İkinci Kongre sırasında yapılmıştı. Marksistlerin kadın sorunu hakkında bilimsel görüşleri olmasına rağmen kadın sorunu ilk iki Enternasyonal’de ağırlıklı olarak ele alınan bir sorun değildi. Kadınların toplumsal yaşama daha fazla katılmaya başlaması, kadın işçilerin olağanüstü artan sayıları vb., bu konunun ağırlığına uygun tartışılmasını da beraberinde getirdi. Ekim Devrimi de kadınların önüne yepyeni bir yol açmıştı. Kadın çalışmasına C. Zetkin önderlik ediyor, emekçi kadın mücadelesi Lenin’in ve enternasyonalin tam desteğini görüyordu. Kadın Kongresi’nde kadın sorunu yeniden ele alınmış, kadınlara ilişkin özel talepler belirlenmiş, kadınların temel çıkarlarının proletarya hareketi ile birlikte gerçekleşeceğine vurgu yapılmış, bu sorunun ancak kadın ve erkek işçilerin birlikte mücadelesi ile çözülebileceği belirtilmiştir.

İkinci Enternasyonal’in işçi sınıfına ve devrime ihanet etmesi işçi sınıfı saflarında da derin bölünmelere neden olmuştu. Sadece partiler değil, sendikalar da bölünmüş, işçi sınıfının birliği ağır bir darbe almıştı. İşte bu bölünmenin sonuçlarından biri de, Kızıl Sendikalar Enternasyonal’inin –Profintern– 3 Temmuz 1921’de Moskova’da yapılan bir kongre ile kurulması oldu. KE ile KSE arasındaki ilişki, iki örgütün birbirlerinin yürütme organlarına temsilci göndermeleri biçiminde kurulmuştu. Ayrıca gerici sendikalarda çalışmayı reddeden anlayışlar ve bu konudaki sol sapma eleştirildi. KSE’nin faaliyeti, dünyanın pek çok yerinde yeni sendika konfederasyonlarının kurulmasına yardımcı oldu.

KE’nin Dördüncü Kongresi, 7 Kasım – 3 Aralık tarihleri arasında toplandı. Dördüncü Kongre’nin ana gündemi, işçi sınıfı içinde sermaye partisi gibi çalışan ve sınıfın saflarında ciddi bölünmelere yol açan sosyal demokrat oportünizmin yarattığı tahribatın nasıl giderilebileceği idi. Bu nedenle, Kongre, uluslararası işçi sınıfının birleşik işçi cephesinin yaratılmasını ana gündem olarak belirledi. Sosyal demokrasinin ve sosyalist partilerin özellikle sağ kanatları “düşman soldadır” propagandasını işçiler arasında yaygınlaştırıyorlardı.

Savaş sonrasında sermayenin işçi sınıfına karşı saldırıları artmıştı. Bu, işçi sınıfının kendi içindeki birliği ve sermayeye karşı mücadelesinin bölünmemesini gerektiriyordu ve sınıfın birliği sorunu temel bir sorun olarak öne çıkmıştı. Birleşik işçi cephesini zorlayan koşullar bunlardı ve sosyal demokrasinin tutumu dikkate alındığında, onunla örgütsel bir birlik olanaksızdı. Ama sınıfın geniş kesimlerinin sermayeye karşı mücadelede bir araya gelmesi olanaklıydı ve işçiler arasında ekonomik ve siyasi konularda bir mücadele birliği yapılabileceği yönünde eğilimler de giderek belirginleşiyordu. Lenin de, bunun mümkün olabileceğini tespit ediyordu.

Savaş öncesi, sırası ve sonrasında ortaya çıkan gelişmeleri dikkate alan Lenin, böyle bir birleşik cephenin kurulabileceğini, ama oportünist sosyal demokrat liderlerin işçi sınıfını yeniden arkadan hançerlemesinin önlenebilmesi için, komünist partilerin siyasi eleştiri hakkının saklı tutulması gerektiğini tespit ediyordu. Birleşik işçi cephesi, KE’nin Üçüncü Kongresi öncesinde ve Kongre sırasında da tartışılmıştı, ama bu kongrede temel bir sorun olarak ele alındı.

KE Yürütme Komitesi de bu sorunu ele almış, Kongre’ye kadar geçen zaman içinde sorunu ayrıntıları ile ortaya koymuştu. Komite’nin Aralık 1921 ve Şubat 1922 toplantılarında sorun tezler halinde ortaya konuldu. Komite, sermaye ve gericiliğin işçi sınıfına karşı saldırılarının yoğunlaştığını tespit ediyor, işçiler arasında birlik isteğinin yaygınlaştığına vurgu yapıyordu. Tezler, komünistleri, Almanya, Fransa, Çekoslovakya, İngiltere, İtalya, İsveç, ABD gibi ülkelerde inisiyatif alarak, sosyal demokratlara somut önerilerle gitmeye çağırıyordu.

Tezlerde, “Birleşik işçi sınıfı cephesi şiarını yükselten ve Komintern seksiyonlarının İkinci, İkibuçukuncu ve Amsterdam Enternasyonalleri’ne bağlı parti ve gruplarla ayrı anlaşmalar yapmasına izin veren Komünist Enternasyonal, doğal olarak, uluslararası ölçekte benzer anlaşmalar yapmayı reddetmez[3] ifadesi yer aldı. Bu çabaların sonucu olarak, üç Enternasyonal’in Berlin Konferansı toplandı. Konferans önerisini, KE’nin çabalarının işçiler arasında artan etkisini gören ve bunun karşısında duramayacağını anlayan İki Buçukuncu Enternasyonal’in liderleri yapmıştı.

Konferans, 2-5 Nisan 1922’de Berlin’de toplandı. Komintern’in önerisini Konferans’a Clara Zetkin sundu. Öneri, imkansız olan bir organik siyasi birliği değil, sınıfın birleşik mücadelesini güçlendirmeyi içeriyordu. Öneri, “kapitalist saldırılara karşı birleşik eylem; gericiliğe karşı mücadele; yeni bir emperyalist savaşa karşı mücadeleye hazırlık, Volga bölgesindeki açlığın ekonomik kalkınmasını ciddi şekilde tehdit ettiği Sovyet Cumhuriyeti’ne yardım; Versay Anlaşması meselesi ve yıkıma uğrayan bölgelerin yeniden inşası”nı kapsıyordu.

İkinci Enternasyonal adına konuşan Vandervelde, Komintern’e karşı, İki Buçukuncu Enternasyonal liderlerinin de katıldığı, saldırgan bir tutum sergiledi ve Sovyetler’e karşı pek çok talep öne sürdü. Komintern delegeleri, bu öneriler arasında olan Gürcistan’ın durumunu inceleyecek bir komisyon kurulmasını, SR’lere –Sosyalist Devrimciler’e– sabotaj, suikast, isyanla vb. suçlandıkları mahkemelerde ölüm cezası verilmemesini, SR’leri sosyal demokrat Enternasyonallerin savunmasını kabul etti. Lenin, “Bedeli ağır oldu” başlıklı makalesinde verilen aşırı tavizleri eleştirdi.

Konferans, ortak bir açıklama yayınlayarak, daha sonra yapılacak geniş bir dünya işçi örgütleri kongresini örgütlemek için dokuz kişilik bir komisyon kurulacağını, Gürcistan meselesinin inceleneceğini, SR anlaşmalarının dikkate alınacağını, kapitalist saldırılara karşı ortak bir tavır sergileneceğini, her ülkede proleter cephe birlikleri kurulacağını, açlık felaketine uğrayan Rus Devrimi’ne destek verileceğini ilan etti. Bu kararlar kağıt üzerinde iyi görünüyordu, ama sosyal demokrat önderler bunların kağıt üzerinde kalmasını “sağladılar.”

KE’nin Dördüncü Kongresi, birleşik bir işçi cephesi kurulması çabalarının başarısızlığa uğramasından altı ay sonra toplanmıştı.

Bu Kongre’nin ele aldığı bir diğer önemli sorun, faşizm tehlikesiydi. Mussolini’nin Roma Yürüyüşü, bu tehlikenin uzak olmadığını kanıtlamıştı. Kongre “Faşizm tehlikesi bugün birçok ülkede; Çekoslovakya’da, Polonya’da, Almanya’da (Bavyera’da), Avusturya’da, Amerika’da, hatta Norveç gibi ülkelerde sinsice ilerliyor. Şu ya da bu biçimiyle faşizm, Fransa, ve İngiltere gibi ülkelerde bile tamamen imkansız değil.[4]

Kongre, Üçüncü Kongre’nin “kitlelere” sloganının bugün daha da önem kazandığını belirtiyor, birleşik cephe ve ortaya çıkacak hükümet biçimleri üzerine de tartışmalar yürütüyor, bu konuda partilere yön verecek kararlar alıyordu. Bu kararlar arasında, komünistlerin komünist olmayan işçi hükümetlerine hangi koşullarda destek verebileceğini ortaya koyan kararlar da bulunuyordu.

Versay Anlaşması’na yaklaşımda da Komintern ve sosyal demokrat partilerin tutumları farklıydı. Bu anlaşma yeni çatışmalara yol açacak, savaş tohumları eken bir anlaşmaydı ve Komintern buna karşıydı. Sosyal demokratlar ise, “anlaşmaya riayet” politikası izliyorlardı. Bu, kapitalist sınıfların emperyalist çıkarlarının kabul edilmesi anlamına geliyordu. Versay’a muhalefeti ana politikalarından biri yapan Hitler, bu konuyu fazlasıyla kullanacaktı.

Dördüncü Kongre, Lenin’in katıldığı son kongreydi ve sosyalizmin ve uluslararası işçi sınıfının önderi Beşinci Kongre’den altı ay önce yaşamını yitirdi.

Komintern Beşinci Kongresi, 1924’te, 17 Haziran 8 Temmuz arasında yapıldı. Komintern’in iki kongresi arasındaki dikkate değer gelişmelerden biri, İkinci ve İki Buçukuncu Enternasyonallerin birleşmesiydi. Bu birleşmeden sonra, İşçi ve Sosyalist Enternasyonal’i adını aldılar. Anlaşma İkinci Enternasyonal çizgisi temelinde gerçekleşmişti.

23 Ocak 1923’te Fransa, savaş tazminatı ödemekte gönülsüz davranan Almanya’dan tazminat koparmak üzere, Ruhr sanayi bölgesine girdi. Bu durum, özellikle işçiler arasında devrimci bir ruh halinin yayılmasına neden oldu. Ruhr’da bir grev hareketi başladı, sonra da genel grev ilan edildi. İşçiler Bochum ve Gelsenkirchen kentlerini ele geçirdi ve burjuva Cuno hükümetini istifaya zorladı. Sosyal demokratların da katıldığı bir hükümet kuruldu. Ama diğer kentlerdeki ayaklanmalar gibi –örneğin Hamburg–, bu ayaklanmalar da, sosyal demokratların yardımlarıyla ordu birliklerince bastırıldı.

KAPİTALİZMİN GEÇİCİ İSTİKRARI

Burjuvazi Almanya’da duruma hakim olmuş, başka ülkelerdeki devrim dalgasını da geriletmeyi başarmıştı. Sanayide önemli bir canlanma söz konusu olmuştu. Almanya’da Amerikan Dawes planı devreye sokulmuş, sınai ve mali bir canlanma yaratılmıştı. Amerikan sanayiinin gelişmesi hızlanmış, İngiltere ve Fransa’da da ivme kazanmıştı. Mart 1925’teki KEYK toplantısının “kapitalizmin kısmi, göreli ve geçici istikrarı”na ilişkin söyledikleri, KE’nin yukarıda özetlemeye çalıştığımız gelişmeleri tespit eden değerlendirmelerine dayanıyordu.

KE, kapitalizmin yaşadığı toparlanmanın sadece kısmi olduğunu, uzun süre devam edemeyeceğini belirtiyordu. Bu öngörüler, beş yıl sonra patlayan 1929 bunalımı ile kanıtlandı. Kongre, kapitalist sistemin zayıfladığına, patronların küçük tavizler vererek ve teröre baş vurarak veya her ikisini birden kullanarak yönetmeye çalıştığına dikkat çekti. İtalya, Bulgaristan ve bazı Orta Avrupa ülkelerinde görüldüğü gibi, egemen sınıflar en sert baskı yöntemlerine başvurarak yönetmeye daha çok yönelmişlerdi. Faşist yöntemler ağırlık kazanmaktaydı.

Kongre, kararında, birleşik cephe politikasının, komünist hedefleri, sosyal demokrat oportünizminin seviyesine çekme hareketlerini mahkum etti. Örneğin Alman Partisi’ndeki Brandler, Thalheimer, Walcher önderliği bu tür bir çizgiye sahipti ve bunların ardından da bu kez “solcu” bir grup yönetime gelmişti.

Cephe politikası tabanda birlik temelinde yürütülmeli, liderlerle müzakerelerden kaçınılmamalı, ancak birlik, asla liderlerle yapılacak anlaşmalara bel bağlamamalıydı. Birleşik cephe içindeki komünist partiler kimliklerini ve bağımsızlıklarını sıkı sıkıya korumalıydı. “İşçi ve Köylü Hükümeti” sloganından ne anlaşılması gerektiği üzerinde teorik tartışmaların da yaşandığı Kongre’de; bu sloganın, sosyal demokrasi ile siyasi ittifakın sloganı olduğu ve burjuva demokrasisi çerçevesinde bir hükümeti öngördüğü şeklinde yorumlanması anlayışları eleştirildi. Komintern’e göre, İşçi-Köylü Hükümeti şiarı, proletarya diktatörlüğü şiarının devrimin diline, yığınların diline tercümesiydi ve başka bir yaklaşım kabul edilmemeliydi.

Kongre, ayrıca, işçilerin birliğine hizmet edecek biçimde Enternasyonallerin birliğini de savundu ve sendikaları sermayeye karşı birlikte mücadele etmeye çağırdı. Ayrıca “Marksizm-Leninizm” terimi ilk kez bu kongrede kullanıldı. Kongre Genç Komünist Enternasyonali ve Kadın Sekretaryası’nın çalışmalarını da ele aldı ve onların çalışmalarına gereken ilgiyi gösterdi.

Bu Kongre, daha önceki kongrelerde de tartışılan komünist partilerin Bolşevikleştirilmesi sorununa özel bir önem verdi. Partiler, Lenin’in belirttiği gibi, “yeni tipte partiler” olarak gelişmeli, bu temelde parti birimleri işyeri esasına göre örgütlenmeli, demokratik olmayan ülkelerde faaliyetler her biçimde sürdürülmeli, özeleştiri anlayışı geliştirilmeli, sağ ve sol hatalar düzeltilmeli, parti üyelerinin ideolojik düzeyi sistematik olarak yükseltilmeli, sağlam bir parti birliği kurulmalı, parti önderlikleri kavrayışlı, esnek ve gerçekçi olmalıydılar.

KE PROGRAMI

Komintern’in 15 Temmuz – 1 Eylül 1928’deki 6. Kongresi’ne kadar dünyada önemli gelişmeler oldu. 5. Kongre’den bu yana geçen dört yılda birçok ülkede üretim arttı. Fransa’da yüzde 30, İngiltere’de yüzde 13, ABD’de yüzde 15, Almanya’da yüzde 25 üretim artışı oldu. Ama bu, madalyonun bir yüzüydü. Madalyonun diğer yüzünde, belli başlı kapitalist ülkelerdeki bu üretim artışının aynı zamanda kapitalist-emperyalist ülkeler arasındaki uzlaşmaz çelişkileri artıran bir rol oynaması bulunuyordu. Pazarlar için mücadele sertleşiyor, çelişkiler keskinleşiyordu.

Savaştan sonra, özellikle ABD’de kapitalist sınıf, sanayiyi “rasyonalleştirme” atağına geçmiş, yeni kitlesel üretim yöntemleri devreye sokulmuştu. Artık “Ford’un Marx’ı yendiği” iddia edilmeye başlanmıştı. Avrupalı sosyal demokratların çoğu “toplumsal sorunun kapitalizmin sınırları içinde çözüldüğü”nü iddia etmekteydiler. Hilferding, 1927 Kiel Kongresi’nde, “kapitalizmin serbest rekabet çağını geride bıraktığı, piyasanın bu çağa özgü kör yasalarını hakimiyet altına aldığı bir dönemdeyiz. Ekonominin kapitalist örgütlenmesine… örgütlü ekonomiye geçiyoruz” diyordu.[5]

Ama kapitalizmin gelişmesine karşın işçi mücadeleleri sürüyordu. Mayıs 1926’da Britanya’da 5 milyon işçi genel greve çıktı. Madencilerin başlayan eylemlerine, Britanya Sendikalar Kongresi Genel Konseyi destek amacıyla genel grev kararı almıştı. Ordu birliklerinin harekete geçirilmesi bile bu genel grevi kıramadı. Ancak sendika üst yönetimleri belirsiz tavizlerle genel greve aniden son verdiler. Bu durum sınıfın saflarında kargaşaya ve moral bozukluğuna yol açtı.

Bu arada Avusturya’da işçiler 1927’de ayaklanmış, Avusturya sosyal demokrasisi Alman geleneğini izleyerek, bu ayaklanmanın bastırılmasında orduya yardım etmişti. Çin ise, tam anlamıyla büyük mücadelelerin alanı olmuştu. Kuomintang etrafında sağlanan mücadele birliği önemli başarılar elde etmişti. Kuomintang’da Sun Yat-Sen burjuvaziyle küçük burjuvaziyi temsil ediyordu, Mao Zedung’un yönettiği parti ise, işçi sınıfı ve köylülük içinde örgütlüydü. Sun Yat-Sen’in ölümünden sonra Çan Kay-şek Kuomintang’ın liderliğini ele geçirdi ve 1927 Nisan’ında binlerce devrimciyi katletti. Çin burjuvazisi, işçi ve köylülerin yaygınlaşan hareketinden korkuya kapılmıştı. Sovyetler Birliği’nde ise, Troçkist muhalefetin başkaldırısına karşı güçlü bir mücadele veriliyordu. Komintern’in Altıncı Kongresi bu muhalefet hareketini mahkum ederek, Sovyet Partisi’ni destekledi.

Altıncı Kongre, Komintern’in ilk kapsamlı programını kabul etti. Bu program, Marx’ın kaleme aldığı 1864’te Birinci Enternasyonal tarafından kabul edilen Açılış Seslenişi’nden bu yana, bu nitelikte ortaya konulan ilk belge oldu. İlk beş kongrede onaylanan temel belgeler program olarak kabul edilse bile, bu kapsamda değildi ve ilk kez böyle bir program kabul ediliyordu.

Program, kapitalizmin tarihini rekabetçi aşamadan tekel ve mali sermaye çağına, yani emperyalizm çağına kadar özetliyor, sosyalizme açılan yolu gösteriyordu. Oldukça kapsamlı olan bu programı buraya almak olanaklı değil, ama kısaca bazı temel çizgilerini hatırlatmak yararlı olacaktır.

Genel bir girişten sonra, kapitalizmin, küçük meta üretiminin gelişimi temelinde ortaya çıkmasından tekeller ve emperyalizm çağına kadar olan gelişmesi irdeleniyordu. Özellikle emperyalizm çağında giderek artan köklü çelişkilere dikkat çekiliyor ve şöyle deniyordu: “Kapitalizmin gelişimi öncelikle de onun emperyalist dönemi, kapitalizmin en temel çelişkilerini daha büyük boyutlarda yeniden üretiyor. Küçük kapitalistler arasındaki rekabet, sadece büyük kapitalistler arasındaki rekabete yer açmak için sona eriyor; büyük kapitalistler arasında rekabetin hafiflediği her yerde ise, kapitalist para babalarının dev birlikleri ile devletler arasındaki rekabet alevlenmektedir; bunalımlar, yerel ve ulusal çapta olmaktan çıkıp birçok ülkeyi saran bunalımlar, sonunda da dünya bunalımları haline gelmektedir; yerel nitelikteki savaşların yerini (devletlerin oluşturduğu -ç) koalisyonların savaşları ve dünya savaşları almakta; sınıf mücadelesi, tekil işçi gruplarının birbirinden kopuk faaliyetleri olmaktan çıkıp ulusal sınıf mücadelesine ve nihayet dünya proletaryasının dünya burjuvazisine karşı verdiği uluslararası mücadeleye dönüşüyor. Finans kapitalin, kudretli bir biçimde bir araya gelen güçlerine karşı, sonuçta iki devrimci temel güç toplanmaktadır: kapitalist ülkelerin işçileri ve yabancı sermaye tarafından baskı altında tutulan sömürgelerdeki halk yığınları.[6]

Programın emperyalizm ve kapitalizmin yıkılışı bölümünde, çürümeye götüren keskinleşen çelişkilere dikkat çekilerek şöyle devam ediliyordu:

…Emperyalizm, kapitalist gelişimin bu en üst evresi, dünya ekonomisinin üretici güçlerini dev boyutlara ulaştırıyor, bütün dünyayı kendisine benzetecek tarzda biçimlendiriyor ve bütün sömürgeleri, bütün ırkları, bütün halkları, finans kapital tarafından sömürülmeye götüren akıntının içine çekiyor. Sermayenin tekelci biçimi, aynı zamanda, giderek artan ölçüde, kapitalizmin parazitleşerek yozlaşmasının, çürümesinin ve çökmesinin ögelerini geliştiriyor. Tekelci sermaye, hareket ettirici güdü olarak rekabeti belirli bir dereceye kadar dışta bırakmakta, yüksek kartel fiyatları politikası izlemekte ve pazarlar üzerinde sınırsız hakimiyete sahip olmaktadır; bu arada, üretici güçlerin ileriki gelişmesini engellemek eğilimi göstermektedir. Emperyalizm, sömürgelerdeki milyonlarca işçi ve köylüyü ezip suyunu çıkartarak elde ettiği dev boyutlardaki aşırı-kârlardan oluşan ölçüsüz zenginlikleri istif etmektedir. Böylelikle o, çürüyen, parazit haline gelerek yozlaşan rantiye devlet modeli ile, kupon keserek yaşayan bütün bir asalaklar tabakasını yaratır.

Sosyalizmin maddi önkoşullarının yaratılması (üretim araçlarının yoğunlaşması, emeğin dev boyutlarda toplumsallaştırılması, işçi örgütlerinin güçlenmesi) sürecini tamamlayan emperyalizm dönemi, aynı zamanda ‘büyük güçler’ arasındaki çelişkileri keskinleştirir ve birlik içindeki dünya ekonomisinin parçalanmasına yol açan savaşlara neden olur. Emperyalizm bu yüzden, çürüyen, ölen kapitalizmdir. O genelde kapitalizmin gelişiminin son evresi, sosyalist dünya devriminin şafağıdır…

Sosyal demokrasinin oynadığı uğursuz role dikkat çekilerek, şu tespitler yapılıyordu:

Bugün sosyal-demokrasinin oynadığı başrol, emperyalizme karşı mücadelede zorunlu olan proletaryanın birliğini zayıflatmaktır. Sermayeye karşı mücadelede proletaryanın birlik cephesini bölmek ve parçalamakla, sosyal-demokrasi, emperyalizmin işçi sınıfı içindeki temel direği haline gelir. Her renkten uluslararası sosyal-demokrasi, İkinci Enternasyonal ve onun sendikal kolu olan Amsterdam Uluslararası Sendikalar Birliği, böylelikle burjuva toplumunun yedek güçleri ve en güvenilir dayanakları haline gelmişlerdir…

İtalyan faşizminin ülkede artık tam egemenliğini kurması KE’nin faşizm üzerine tespit ve tahlillerine yansırken, programda da yerini almıştır:

Emperyalizm döneminde, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve iç savaş ögelerinin çoğalması özellikle emperyalist dünya savaşından sonra parlamentarizmin iflasına yol açtı. Yönetmenin ‘yeni’ yöntem ve biçimlerinin (örneğin ‘küçük kabine’ sistemi, oligarşik grupların kulis ardında faaliyet göstermesi, ‘halk temsili’nin oynadığı rolün yozlaşması ve saptırılması, ‘demokratik özgürlükler’in kısıtlanması ve ortadan kaldırılması vb.) ortaya çıkışı bu yüzdendir. Belirli tarihi koşullarda burjuva-emperyalist gericiliğin bu saldırı süreci faşizm biçimini alır. Şu türden koşullar söz konusu: kapitalist ilişkilerin istikrarsızlığı; toplumsal bakımdan deklase (sınıfından kopmuş -ç) ögelerin hatırı sayılır miktarda bulunması; kentlerdeki geniş küçük-burjuva ve aydın tabakaların yoksullaşması; kırsal küçük burjuvazinin hoşnutsuzluğu; ve nihayet, proleter kitle eylemlerinin yarattığı sürekli tehlike. İktidarını daha kalıcı ve sağlam kılmak için, burjuvazi, parlamenter sistemden, partiler arasındaki ilişkilerden ve kombinasyonlardan bağımsız olan faşist yönteme geçmeye giderek daha fazla zorlanmaktadır. Faşizm, dolaysız burjuva diktatörlüğü yöntemidir ve ideolojik bakımdan ‘ulusal topluluk’ (‘Volksgemeinschaft’) ve ‘mesleki kol’lara göre temsil (yani aslında egemen sınıfın değişik gruplarının temsil edilmesi) düşüncelerinin ardına gizlenmiştir. Faşizm, kendine özgü bir toplumsal demagoji (anti-Semitizm, arasıra tefeci sermayeye yöneltilen saldırılar, parlamenter ‘gevezeler meyhanesi’ne beslenen öfke) aracılığıyla, küçük burjuva, aydın vb. kitlelerin hoşnutsuzluğunu sömüren bir yöntemdir. Faşist mücadele birlikleri, faşist parti aygıtı ve faşist bürokrasiden oluşan kapalı, paralı bir hiyerarşi inşa ederek, rüşvet dağıtma yöntemidir. Faşizm, aynı zamanda, işçilerin hoşnutsuzluklarından, sosyal-demokrasinin pasifliğinden vb. yararlanıp en geri tabakalarını kazanarak işçi sınıfı içinde de var olmaya çalışmaktadır. Faşizmin ana görevi, işçi sınıfının devrimci öncüsünü, yani proletaryanın komünist kesimlerini ve onun önder kadrolarını yok etmektir. Toplumsal demagoji ve parayla satın alma, aktif beyaz terör ve öte yandan dış politikada emperyalist saldırganlığın en üst noktaya dek yükseltilmesi, faşizmin karakteristik çizgileridir. Burjuvazi için özellikle kritik olan zamanlarda faşizm, anti-kapitalist bir terminoloji kullanır; fakat iktidarını güven altında görür görmez, büyük sermayenin terörist diktatörlüğü olduğunu gittikçe daha fazla gösterir ve üzerindeki anti-kapitalist maskeyi fırlatıp atar…

Sosyalizmin Sovyetler’deki varlığının kapitalizmin bunalımını nasıl derinleştirdiği ise şöyle anlatılıyordu:

İlk emperyalist savaşlar dizisinin (1914-18 arasındaki dünya savaşı) ve bir zamanların Çarlık imparatorluğunda işçi sınıfının kazandığı Ekim zaferinin sonucu, dünyanın birbirine temelden düşman iki kampa bölünmesi oldu; Emperyalist devletler kampı ve Sovyetler Birliği’ndeki proletarya diktatörlüğü kampı. Sınıfsal yapıda ve devlet iktidarının siyasal niteliğindeki farklar, iç ve dış politikanın, ekonomi ve kültür politikasının hedeflerindeki ilkesel ayrılık, temelden farklı gelişme doğrultuları –bütün bunlar, kapitalist dünyayı muzaffer proletaryanın devletiyle şiddetli bir çelişki içine düşürüyor. Bir zamanlar bütün halinde bulunan dünya ekonomisi çerçevesinde, bugün iki antagonist sistem birbiriyle mücadele etmektedir: Kapitalizm ve Sosyalizm. Şimdiye kadar, proletaryanın henüz hiçbir yerde devlet iktidarını ele geçirememiş oluşuyla belirlenen, biçimler alan sınıf mücadelesi, bugün tüm dünya işçi sınıfı kendi devletine, uluslararası proletaryanın biricik anavatanına sahip bulunduğu için, muazzam ve gerçekten bütün dünyayı kapsayan bir çerçevede kendini yeniden üretiyor. Bütün dünyanın emekçi ve ezilen yığınları üzerindeki etkisiyle Sovyetler Birliği’nin varlığı, dünya kapitalist sisteminin içine düştüğü derin, bunalımın ve sınıf mücadelesinin tarihte daha önce görülmemiş biçimde genişlemesinin –ve keskinleşmesinin– en önemli ifadesidir…

Ve nihai hedef programda açık ve net vurgularla ilan ediliyordu:

Komünist Enternasyonal’in ulaşmaya çabaladığı nihai hedef, kapitalist dünya ekonomisinin yerine komünizmin dünya sisteminin geçirilmesidir. Tarihi gelişimin bütün akışı boyunca hazırlanan komünist toplum düzeni, insanlığın biricik çıkış yoludur. Çünkü ancak bu toplum, insanlığı yozlaşma ve çökmeyle tehdit eden kapitalist sistemin temel çelişkilerini ortadan kaldırabilir.

Komünist düzen, toplumun sınıflara bölünmesine son verir; yani üretim anarşisine son vererek, insanın insan tarafından ezildiği ve sömürüldüğü bütün biçimleri ortadan kaldırır. Mücadele eden sınıfların yerine, emeğin dünya çapındaki yekpare birliği geçer. Tarihte ilk kez insanlık, kendi kaderini kendi eline alır. Sınıfsal ve ulusal savaşlarda sayısız insan hayatını ve tahmini imkansız zenginlikleri ortadan kaldırmak yerine, insanlık, bütün enerjisini doğal güçlere karşı mücadelede, kendi kolektif gücünü geliştirip yükseltmede kullanır.

Komünist dünya sistemi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırıp bunları kamu mülkiyetine dönüştürür dönüştürmez, dünya pazarının temel güçlerinin ve rekabetin plansız egemenliğinin, toplumsal üretimin körü körüne gelişmesi yerine, bütünün (toplumun bütününün -ç) hızla büyüyen ihtiyaçlarına uygun olarak üretimin toplumsal-planlı biçimde düzenlenmesi geçer. Üretim anarşisi ve rekabetin ortadan kaldırılması konusunda, yıkıcı bunalımlar ile ondan daha da yıkıcı olan savaşlar kaybolur. Üretici güçlerin muazzam ölçülerde israfı ve toplumun sancılı gelişmesi yerini, bütün maddi zenginliklerin düzenli kullanımına ve üretici güçlerin sınırsız, uyumlu ve hızlı bir biçimde serpilmesi sonucu ekonominin rahatça gelişmesine bırakır.

Özel mülkiyetin kaldırılması, sınıfların yok olması, insanın insan tarafından sömürülmesine son verir. Çalışma, sınıf düşmanına yarayan bir yaratma (işi -ç) olmaktan çıkar. Çalışma, salt bir yaşama aracı iken hayatın en başta gelen ihtiyacı durumuna gelir. Yoksulluk ortadan kaybolur, insan üretime hasredilen zamanın büyük ölçüde kısaltılmasını mümkün kılar ve böylelikle kültür alanında tarihte görülmemiş bir çiçek açma dönemini başlatır. Bütün devlet sınırlarını parçalayan, ilk kez birleşen insanlığın bu yeni kültürü, –kapitalizmin tersine– insanlar arasında açık ve temiz ilişkilere dayanacaktır. Bu nedenle o, mistisizmi ve dini, önyargıları ve batıl inançları bir daha geri gelmemek üzere ortadan kaldıracak ve böylelikle zafere ulaşan bilimsel bilginin gelişmesine çok güçlü bir itilim sağlayacaktır.

Komünist toplumun artık kendi öz temeli üzerinde geliştiği, insanın çok yönlü gelişmesiyle birlikte toplumsal üretici güçlerin de muazzam bir atılım gösterdiği ve toplumun, sancakları üzerine ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre’ sloganını yazdığı, komünizmin en üst basamağı tarihi önkoşul olarak, gelişiminin daha aşağı bir evresinden sosyalizm evresinden geçer…

Altıncı Kongre’de 4 milyon 24 bin 159 üyeye sahip 66 parti ve örgüt temsil edildi. Üyelerin 1 milyon 798 bin 859’u 52 komünist partisine, 2 milyon 225 bin 300’ü Genç Komünist Enternasyonal’e aitti.

Altıncı Kongre sonrasının en önemli olayı kuşkusuz 1929 Bunalımı’ydı. Ekim’de başlayan ekonomik çöküş, hem sanayileşmiş ülkeleri hem de bağımlı ülkeleri derinden sarstı. Bir gecede sosyal demokrasinin “örgütlü kapitalizm”, “ultra-emperyalizm” vb. türünden teorileri yerle bir olmuş, çöpe atılmış, KE’nin kapitalist-emperyalist sisteme ilişkin yaptığı tüm tespitler bir kez daha doğrulanmıştı.

KE VE FAŞİZME KARŞI MÜCADELE

Kapitalizmin gelişim tarihindeki politik yönelimlerine bakıldığında genellikle iki yöntemin egemen olduğu görülüyor. Havuç ve sopa! Eğer havuç tercih edilecekse, bunun olanaklarının bulunması lazım. Ülke sömürgelere sahiptir ve işçi sınıfının belirli tabakalarına tavizler verebilir, onları sömürgelerden elde ettiği kârların küçük bir kısmı ile satın alabilir. Böylece, özellikle güçlü bir sınıf hareketinin bulunmadığı koşullarda işçi sınıfını kontrol altına almak, mücadelesini törpülemek olanaklı olabilir.

Kapitalizmin ilk geliştiği İngiltere’de –ilk birikim dönemleri hariç–, Fransa’da, Almanya’da –sosyalistlere karşı olağanüstü yasa dönemi dışında– vb. burjuvazi bu olanaklara sahip oldu. Daha sonra ABD’de de bu ülkeler arasına katıldı. Almanya Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmıştı ve ne işçi sınıfına sunacak bir paya ne de uysal bir işçi sınıfına sahipti. Aksine savaş koşullarının yol açtığı yıkıntı güçlü ve devrimci bir sınıf hareketine yol açmıştı. Sosyal demokrasi zaman zaman cellat rolü oynamış, ama işler artık bununla yetinilemeyecek, sosyal demokrasinin bu görevi daha fazla yerine getiremeyeceği bir noktaya doğru gelişmeye başlamıştı. Bir taraftan sosyal demokrasinin yıpranmışlığı –her şeye karşın yine de gelenekten gelen küçümsenmeyecek bir güce sahipti– diğer taraftan sosyal demokrasiyi besleyecek maddi kaynaklardan –artık havuç yoktu– yoksunluk, Alman finans kapitalinin başka bir yol tutma zorunluluğuna neden oldu.

Savaştan yenilmiş olarak çıkmanın yol açtığı sıkışıklık, işçi hareketinin giderek daha fazla devrimcileşme eğilimi göstermesi ve dünyanın artık kapitalist ve sosyalist dünya olarak bölünmüş oluşu, klasik havuç-sopa politikasını yetersiz kılan etkenlerdi. Çok daha fazla şiddete, toplumun her gözeneğine sızılmasına, silahlanmış, militarist bir düzen kurulmasına şiddetle ihtiyaç duyuluyordu. Alman finans kapitalinin iç cepheyi düzenleme, dışarıya karşı saldırıya geçme politikasına ancak faşist bir yönetim, burjuvazinin açık bir diktatörlüğü karşılık düşebilirdi.

Hitler’i 1933’te iktidara taşıyan, genel hatları ile işte bu nesnel koşullardı. Sosyal demokrasi de genel uzlaşmacı tutumuyla bu yolun taşlarını döşedi. Hitler’in partisi, 1928 seçimlerinde sadece 800 bin oy alabilmişti. Sosyal demokratlar 9 milyon 100 bin, komünistler 3 milyon 200 bin oya sahipti. Ekonomik krizse derinleşiyordu ve 8 milyon işçi işsiz kalmıştı. Sosyal demokrasinin güçlü bir aktör olarak yer aldığı Weimar Hükümeti de bu durum karşısında tam bir çaresizlik sergiliyordu. Nazilerse, Versay Anlaşması’na, ekonomik krizin yıkıcı etkilerine karşı kitlelerin taleplerini istismar eden, özünde demagoji ve yalana dayalı propagandaları aracılığıyla kitleler arasında giderek daha fazla güç kazanmaktaydı. Nazi Partisi 1932 seçimlerinde, oylarını 13 milyon 418 bine yükseltmişti. Sosyalistlerle komünistlerin toplam oyu ise 13 milyon olmuştu. Bu da ciddi bir güçtü. 1930-32 yılları arasında sosyalistler 1 milyon 338 bin oy kaybederken, komünistler oylarını 1 milyon 384 bin artırmışlardı.[7]

Komünistler, dört kritik olaydan sonra; yani Nisan 1932’deki ücretlerin düşürülmesinin ardından Von Papen’in sosyal demokratları hükümetten atmasından, 29 Temmuz 1932’de Hitler’in başbakan olmasından ve 30 Ocak 1932’de Reichstag yangınından sonra, 1 Mart 1933’te birleşik cephe önerisinde bulundular. Bu dört öneri de sosyal demokratlarca reddedildi. Sosyal demokrasi yükselen işçi hareketini tehlikeli görüyor ve faşizm onlara bu kadar tehlikeli görünmüyordu.

Nazi çeteleri örgütlenmelerine hız vermekteyken, sosyal demokrasi Weimar Hükümeti içerisindeki etkisini kullanarak Cephe Savaşçıları’nı yasaklıyor, işçileri silahsızlandırıyor, gericiliğin silahlanmasına yardım –Kara Alman Ordusu, Çelik Miğfer, Fırtına Kıtaları vb.– ediyordu. Bu örgütler, Versay Anlaşması Almanya’ya silahlı kuvvetler kurmayı yasakladığından, “ülke savunması” bahanesiyle kurulmuşlardı ve bu, onlara görünüşte bir “meşruiyet” sağlıyordu.

Sosyal demokratlar, bu arada, devlet başkanlığı seçimlerinde, Nazilere “set olacağı” gerekçesi ile Hitler’e karşı Hindenburg’u, desteklemişlerdi. Bu sosyal demokrasinin ‘ehveni şer’ politikasıydı. Komünistler ise, seçimlerde ‘Hindenburg’a verilen her oy Hitler’e verilmiştir’ diyor ve Hindenburg’un Hitler’i iktidara taşıyacağını söylüyordu. Nisan 1932’deki seçimlerde Hindenburg 18 milyon 657 bin 497, Komünist aday Thaelmann ise 4 milyon 983 bin 341 oy aldı.

Bir dönem KE liderlerinden olan Manuilsky durumu şöyle özetliyordu: “Sosyal demokratlar şöyle diyorlar: Burjuva demokrasisini faşizme tercih etmekle komünistler ‘ehveni şer’ politikası izliyor. Evet, biz komünistler, büyük kötülüğün karşısında küçük kötülüğü tercih ederiz. Bizi sosyal demokratlardan ayıran bu değil. Sosyal demorasinin ‘ehveni şer’ politikasını teşhir ediyoruz, çünkü bu politika, burjuva demokrasisine ihanet ve faşizme doğrudan yardım etmek demektir.” Evet, sosyal demokrasinin konumu tam da buydu!

Nitekim, 30 Ocak 1933’te Hindenburg Hitler’i şansölye yaptı. Komünist Parti yasadışı ilan edildi, komünistlere karşı bir tutuklama ve öldürme kampanyası başlatıldı. Komünist Parti lideri Thaelmann da tutuklananlar arasındaydı ve daha sonra Naziler tarafından katledildi. Sosyal demokrasi bir süre Hitler’e yaltaklanmaya devam etti. Vorwärts 2 Şubat sayısında “sosyal demokratlar dışında” o güne kadar onun gibi bir başbakan gelmediğini yazarak Hitler’i övüyor, Leipart-Grossman önderliğindeki sendikalar, işçileri Hitler’in 1 Mayıs gösterisine katılmaya çağırıyorlardı.

Hitler 2 Mayıs’ta şiddet yoluyla sendikalarda kontrolü ele geçirdi ve sendikaları patronların hakimiyetindeki “Emek Cephesi”nde topladı. 22 Haziran’da sosyal demokrat partinin kapatıldığını açıkladı. Hitler hızlı gidiyordu. Mussolini, iktidarı Ekim 1922’de ele geçirmiş, ama kendisine yönelik suikast girişimi düzenlenen Kasım 1926’ya kadar komünist partiyi ve diğer muhalif partileri kapatacak gücü bulamamıştı. İtalyan işçi sınıfı saflarında komünistler etkindiler ve iyi bir mücadele yürütmüşlerdi.

Faşizmin, özellikle de Alman faşizminin tahlil edilmesi elbette ki KE’nin göreviydi ve KE bu görevi yerine getirdi. Burjuva sosyal demokrat teorisyenler, Nazi hareketinin anti-kapitalist bir orta sınıf tepkisi olduğunu iddia etmekteydiler. Komünistler buna karşı çıkarak, Nazilerin arkasındaki asıl gücün tekelci sermaye, Krupplar, Thyssenler, Von Siemensler, Boschlar, Voglerler ve diğer büyük sanayicilerle bankerler olduğunu vurguladılar. Naziler Alman işçilerinin devrimci geleneğini istismar etme konusunda da hiçbir sınır tanımıyorlardı ve 1 Mayıs’ı kızıl bayraklarla kutlamışlardı. Sendika hakkını tanımışlar, ama sendikalara kapitalistleri, esnafı, köylüleri de katmışlardı! Tekeller içte tam egemenliklerini kurmuş, dışa dönük olarak ise, dış politikanın tek hedefinin dünya hakimiyeti olduğunu açıklamışlardı. Bu hakimiyet, Doğu’ya egemen olmaktan geçiyordu. Onlara göre, Alman emperyalizminin “yaşam alanı” buradaydı. Bütün insanlığın başına geçmek, Almanların “biyolojik kaderiydi”. Yahudi düşmanlığı, anti-komünizm temel sloganlarıydı.

Aralık 1933’te yapılan on ikinci KEYK toplantısında, Komintern, Almanya’daki Nazi diktatörlüğünü şöyle tanımladı: “Faşizm, mali sermayenin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık, terörist diktatörlüğüdür.”Almanya’da mali sermayenin şu ya da bu kesiminin başlangıçta bu sayılan nitelikleri taşıyıp taşımadığından öte, öncelikle Alman mali sermayesinin o dönemde uluslararası düzeyde mali sermayeler içerisinde en gerici, en şoven, en emperyalist ve savaşçı kesimi temsil ettiğini göz önüne almak gerekir. KE’nin Yedinci Kongresi bu tespiti onaylayacak ve Birleşik Mücadele Taktiğini ayrıntılandıracaktır.

Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesinden sadece 35 gün sonra ABD’de Roosevelt başkanlık koltuğuna oturdu. 1929 Bunalımı geride bir harabe bırakmıştı, Roosevelt derhal New Deal –Yeni Sözleşme– adıyla bir reform kampanyası başlattı ve çok sayıda yasa kongreden hızla geçirildi. Bunlar, dağılan bankacılık sistemini yeniden yapılandırıyor, borç ve desteklerle kapitalistleri kurtarıyor, sermayenin önünü açıyor ve bayındırlık işleri vb. ile işsizliği azaltmak gibi unsurlar –Keynesci politikalar– içeriyordu.

Bu arada Almanya ve Japonya 1934 başlarında Birleşmiş Milletler Cemiyeti’nden ayrıldılar. Kısa bir süre sonra İtalya da aynı biçimde davrandı. Pek çok ülke faşizmin kıskacına girmişti; ya faşist yönetimlerle yönetiliyor ya da faşistler iktidara yürüyordu. Avusturya, Polonya, Yugoslavya, Macaristan, Arnavutluk, Romanya, Bulgaristan, İspanya, Yunanistan bu ülkeler arasındaydı. Nazilerin ve faşizmin ilerleyişini büyük kapitalist-emperyalist ülkeler sessizce izlediler ve sonraları da onun doğuya, komünizme karşı yürüyeceği beklentisiyle, “yatıştırma politikası” izlemeye yöneldiler.

Bu süreçte KE’nin faşizme karşı birleşik cephe ve birlikte mücadele önerileri Amsterdam Enternasyonali –II. Enternasyonal– tarafından reddedildi. İspanya’nın savunulması teklifi de, reddedilen öneriler arasındaydı. Çin’de mücadele gelişiyor, 1934 sonbaharında başlayan “uzun yürüyüş” 1935 Ekim’inde sona eriyor, Mao’nun başında olduğu parti önemli bir güce ulaşıyordu.

Birleşik bir cephe kurulması durumunda faşizmin püskürtülebileceğinin en önemli örneği Fransa idi. Fransız işçi sınıfı içerisinde komünistlerin büyük bir etkinliği vardı ve faşistlerin Daladier’nin “sol blok” hükümetine karşı giriştiği şiddetli muhalefet, bu hükümetin acizliği nedeniyle amacına ulaşmıştı. Daladier Hükümeti 6-7 Şubat 1934’te yerini “aşırı muhafazakar” Doumergeu Hükümeti’ne bıraktı. İşçiler hükümete karşı mücadeleye başladılar ve 9 Şubat’ta militan bir gösteri düzenledirler; ordu ve polisin seferber edilmesi ve 10 işçinin öldürülmesi gösteriyi engelleyemedi. Ardından genel grev ilan edildi ve 14 Temmuz’da Paris’te yarım milyon işçi sokağa çıktı ve diğer illerde önemli gösteriler oldu. Gösterilerin ertesi günü Sosyalist Parti önderliği –Blum ve Zyromski– birleşik mücadeleyi kabul etti.

Komünist Parti Ekim 1934’te Halk Cephesi taktiğini ortaya attı. Fransız Sosyalist Partisi tabandaki hareketlenmeyi görerek, isteksizce de olsa bu öneriyi kabul etti. Cephe ilk seçimleri kazanmış ve faşizmi yenilgiye uğratmıştı.

Buna karşın Avusturya’da sosyal demokrasi, Alman kardeşlerinin taktiğine benzer taktiklerle Hristiyan Demokrat Parti’nin faşist başkanı ve Başbakan Dollfuss’u durdurmaya çalıştı. Dollfuss ani bir kararla parlamentoyu yok sayarak, ülkeyi kararnamelerle yöneteceğini ilan etti. Sosyal Demokrat Parti mücadele etmeyi ve kavgaya girmeyi reddetti, duruma razı oldu. Oysa 6 milyonluk ülkede bu partinin 600 bin üyesi ve güçlü bir örgütü vardı. Sonunda faşizm galip geldi. Bauer daha sonra, “o zaman kazanabilirdik, ama kavgadan korkup sindik” diyecekti.

KE’nin 7. Kongresi 25 Temmuz – 20 Ağustos 1935’te yine Moskova’da toplandı. Kongre’de 65 komünist parti temsil ediliyordu. Savaş çanlarının çaldığı, faşizmin yükseldiği bir dönemdi. Kongre’nin ana raporu Dimitrov tarafından sunuldu. Kongre, faşizm tahlilini onayladı. Ayrıca şu vurguları da yaptı:

Faşizm ne sınıflar üstü bir yönetim ne de küçük burjuvazinin ya da lumpen proletaryanın mali sermaye üzerindeki yönetimidir. Faşizm, bizzat mali sermayenin iktidarıdır… Faşizm kapitalizmin büyüyen gücünün değil, artan zayıflığının kanıtıdır. Kapitalist sistemin çürüyüşünün ifadesidir: Burjuvazinin faşist diktatörlüğü vahşi, fakat istikrarsız bir iktidardır. Faşizm kaçınılmaz değildir: Alman faşizmi önlenebilirdi. Fakat bunu başarmak için, birleşik bir anti-faşist proletarya cephesi oluşturmak gerekirdi… Faşizmin iktidara gelişi, bir burjuva hükümetini olağan bir şekilde diğerinin izlemesi değil, fakat burjuva sınıf egemenliğinin bir devlet biçimi olan burjuva demokrasisinin yerini, diğer devlet biçimi olan açık terörist diktatörlüğün almasıdır.[8]

Kongre, ayrıca yaklaşan savaş tehlikesine karşı, faşist güçlerin savaşçı ittifakına karşı –Sovyetler tarafından yürütülen– geniş bir dünya barış cephesi kurulması çabalarını da aktif biçimde destekledi.

Kongre’nin doğal olarak ağırlıkla tartıştığı sorun halkın anti-faşist birleşik cephesiydi. Bu halk cephesinin çekirdeğini işçi sınıfının birleşik cephesi oluşturmalıydı ve bunun etrafında tüm halkın birleşik cephesi örgütlenmeliydi. Bu nedenle, cephenin programı da buna uygun olmalıydı. Yani yakın hedef proletarya diktatörlüğü değil, halkın geniş kesimlerinin talepleri temelinde anti faşist bir mücadeleydi. Mücadelenin başarıya ulaşması durumunda bir halk cephesi hükümeti ortaya çıkabilirdi. Böyle bir hükümet kapitalizmin yıkılmasından sonra değil, önce gerçekleşebilirdi. Komünistlerin böyle hükümetlere katılması özgün duruma bağlıydı. Ama komünistler her durumda kendi bağımsızlıklarını korumalıydılar.

Kongre, her sanayi dalında tek sendika, her ülkede tek sendika federasyonu, sanayi kollarına göre örgütlenen sendikaların tek uluslararası federasyonu, sınıf mücadelesi zemininde tek bir sendikalar enternasyonali yaklaşımını ortaya koydu. Komünist ve sosyalist partilerin ve gençlik örgütlerinin birleşmesi sorunu da tartışıldı. Kongre böyle bir örgütsel birlik için beş şart belirledi. Bu birlik için, diğerlerinin yanında, “burjuvazinin egemenliğinin devrimci yoldan yıkılması zorunluluğunun ve proletarya diktatörlüğünün Sovyetler şeklinde kurulmasının kabulü… emperyalist savaşta kendi burjuvazisini desteklemeyi reddetmek ve birleşik partinin demokratik merkeziyetçilik ilkesine dayanması” gerekiyordu.

Dimitrov “kongremiz KE’nin yeni bir taktik yönelim geliştirdiği bir kongre olmuştur” diyordu. Manuilsky de “Bir siyasi partinin taktikleri, paspal bir arşiv memurunun yatarken bile çıkarmadığı gözlüğüne benzemez. Partinin mücadele araç ve yöntemlerinin bir toplamını oluşturan taktikler, değişen şartların gerektirdiği ölçüde hassasiyetle değiştirilmek üzere oluşturulurlar” vurgusunu yapıyordu.[9]

Yedinci Kongre, en genel anlamıyla, aslında uluslararası düzeyde sosyalizmin faşizme karşı savaşta önder olması gerektiğini ve bunun için de demokratik ülkelerle savaşa karşı barış için ittifak yapılması gerektiğini ortaya koymuş oldu.

Yedinci Kongre, faşizme karşı mücadele açısından çok önemli bir kongreydi ve KE’nin son kongresiydi. Bu Kongre sonrasında, KE’nin farklı ülkelerdeki güçleri gelecek dönemde uluslararası işçi sınıfı ve dünya halklarının faşizme ve savaşa karşı mücadelesinde en ön safta yer aldılar ve faşizmin yenilgiye uğratılmasını sağladılar.

Kurulan Halk Cephesi Fransa’da 1936 seçimlerini kazandı. Komünist Parti hükümete katılmadı, ama aktif olarak destekledi. İspanya’da cephe tipi bir birlik oluşturuldu ve KE İspanya emekçilerine Franco’ya karşı iç savaşta her türlü desteği verdi, gönüllü savaşçılar için uluslararası düzeyde çağrılar yaptı. Çin’de ciddi kazanımlar elde edildi vb.

KE’NİN FESHEDİLMESİ

KE partileri faşizme ve savaş tehlikesine karşı barış için kararlı bir mücadele yürüttü, pek çok parti sadece işçi sınıfının değil, tüm halkın önderi olarak öne çıktı, verilen mücadelelerin merkezinde yer aldı. Ancak savaş koşulları yeni kongreler düzenlenmesinin önünde engel oldu. KEYK, bu arada görevini sorumlulukla sürdürdü ve alınan kararların pratiğe geçirilmesinin takipçisi oldu. Savaşın nasıl çıktığının yanı sıra Sovyetler Birliği’nin izlediği taktikler bu dergide daha önce pek çok kez işlendi; bu nedenle bu süreci burada yeniden ele almayacağız.

KE, çeşitli ülkelerin birbirlerinden önemli ölçüde farklılaşan gelişmeleriyle karmaşıklaşan uluslararası ilişkiler çerçevesinde işçi ve komünist hareketin savaş koşullarında tek bir merkezden yönetilebilmesinin olağanüstü zorlaşması ve faşizmin komünizm ve halk düşmanlığını dayandırdığı Komintern’e yönelik “bütün ülkelerin komünistlerinin Sovyet ajanı oldukları” şeklindeki suçlamalarının etkisi kırılarak faşizme karşı mücadelenin kolaylaştırılması zorunluluğu türünden nedenlerle artık işlevini tamamladığı ve tarihsel görevini yerine getirdiği tespitini yaptı. Parti dahil, işçi sınıfının tüm örgütlenme biçimleri tarihsel ve toplumsal koşullara, içerisinden geçilmekte olan anın mücadelesinin duyduğu ihtiyaçlara göre şekillenmekteydi. Asıl olan, sadece her koşulda bu mücadeleyi sürdürecek örgütsel biçimlere, sağlam bir ideolojiye, somut durumun somut tahlili üzerinden geliştirilecek politik taktiklere sahip olmaktı. KE de uluslararası işçi sınıfının bir örgüt biçimiydi ve belirli tarihsel koşullarda kurulmuş, görevini başarıyla yerine getirmişti. Artık, daha da karmaşıklaşan görevleri yerine getirme yeteneğinde olan farklı biçimlerin kullanılması söz konusuydu. Üçüncü Enternasyonal de tıpkı Birinci Enternasyonal gibi dağıtıldı ve mücadele yeni koşularda devam etti.

22 Mayıs 1943’te KEYK, uluslararası işçi hareketinin yol gösterici merkezi olarak Komünist Enternasyonali feshederek “Komünist Enternasyonal seksiyonlarını KE tüzüğü ve kongre kararlarından doğan yükümlülüklerden azat etme” kararını tüm dünyaya duyurdu. “Savaş şartları nedeniyle bir Komünist Enternasyonal kongresi toplayamayan Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu, aşağıdaki önergeyi Komünist Enternasyonal seksiyonlarının onayına sunmayı uygun bulur” ifadesiyle, önerge KEYK üyeleri Dimitrov, Gottwald, Jdanov, Kolarov, Koplenig, Kuusinen, Manuilsky, Marty, Pieck, Thorez, Florin, ve Ercoli tarafından imzalanmıştı.

Bu önerge partilerin onayına sunulmuştu ve durumu gerçekçi bir şekilde değerlendiren partilerin hiçbiri karara itiraz etmedi. KEYK ve Yürütme Komitesi Prezidyumu ve Sekretaryası ve Uluslararası Kontrol Komisyonu, 10 Haziran 1943 tarihi itibarıyla feshedildi. Fesih kararı, Genç Komünist Enternasyonal’i de kapsıyordu ve onun tarafından da onaylanmıştı.

Aşağıda Komintern’in dağıtılmasına ilişkin belgeden bazı bölümler ve Stalin’le yapılan bir röportajdan kısa bir bölüm aktaracağız:

Eski, savaş öncesi işçi sınıfı partilerinin büyük çoğunluğunun politik çöküşünün bir sonucu olarak 1919’da kurulan Komünist Enternasyonal’in tarihsel rolü, işçi sınıfı hareketinin, içindeki oportünist unsurlar tarafından bayağılaştırılmasına ve çarpıtılmasına karşı Marksizm’in ilkelerini yüksekte tutmaktan; çeşitli ülkelerde en ileri işçilerin öncüsünün gerçek işçi sınıfı partileri içinde birleştirilmesini sağlamaya yardım etmekten ve ekonomik ve politik çıkarlarını savunmaları ve faşizme karşı ana siper olarak Sovyetler Birliği’ni desteklemeleri için işçileri harekete geçirmede onlara yardımcı olmaktan oluşuyordu.

Komünist Enternasyonal, Hitlercilerin savaş hazırlıkları için bir silah olarak ‘AntiKomintern Pakt’ının gerçek anlamını başından itibaren teşhir etti. Savaştan çok önce, durmaksızın ve yorulmaksızın, Hitlercilerin diğer ülkelerde sürdürdükleri ve Komünist Enternasyonal’in bu devletlerin içişlerine sözde karıştığına ilişkin çığlıklarıyla maskelemeye çalıştıkları kirli, yıkıcı çalışmayı açığa vurdu.

Ama savaştan çok önce, çeşitli ülkelerin iç ve uluslararası ilişkilerinin daha fazla karmaşık duruma gelmesiyle birlikte, herhangi bir tür uluslararası merkezin ayrı ayrı her ülkedeki hareketin karşı karşıya geldiği sorunların çözümünde başa çıkılamayacak engellerle karşılaşacağı gittikçe daha açık duruma geldi. Çeşitli ülkelerin gelişmelerinin tarihsel yollarındaki derin ayrılıklar; karakterlerindeki ayrılıklar ve hatta onların sosyal düzenlerindeki çelişkiler; ekonomik ve politik gelişmelerindeki düzey ve tempo ayrılıkları; sonunda, işçilerin bilinç ve örgütlenme derecesindeki ayrılıklar çeşitli ülkelerin işçi sınıfının karşı karşıya geldiği değişik sorunları koşullandırdı…

1935’te toplanan Komünist Enternasyonal Yedinci Kongresi, gerek uluslararası durumda, gerekse işçi sınıfı hareketinde meydana gelen ve seksiyonlarının karşılaştıkları sorunlar ile ilgili kararlarda büyük esneklik ve bağımsızlık talep eden değişiklikleri hesaba katarak, işçi sınıfı hareketinin her bir ülkenin somut koşullarından ve özelliklerinden kaynaklanan bütün sorunları hakkındaki kararlarda, komünist partilerin iç örgütsel işlerine karışmaktan sakınmayı bir kural durumuna getirmenin Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi için bir gereklilik olduğunu zaten vurguladı. Bu aynı düşünceler, ABD Komünist Partisi’nin Kasım 1940’ta Komünist Enternasyonal saflarından çekilme kararını incelerken Komünist Enternasyonal’e yol gösterdi.

Komünistler, hiçbir zaman zamanını doldurmuş örgütlenme biçimlerinin korunmasının yandaşı olmadılar. Onlar işçi sınıfı hareketinin örgüt biçimlerini ve böylesi örgütlerin çalışma yöntemlerini her zaman bir bütün olarak işçi sınıfı hareketinin temel politik çıkarına, somut tarihsel durumun özelliklerine ve bu durumun doğrudan doğruya sonucu olan sorunlara bağımlı kıldılar…

KEYK Prezidyumu kararı şöyleydi:

Yukarıda belirtilenler nedeniyle ve ayrı ayrı ülkelerdeki Komünist partilerin ve onların önder kadrolarının gelişmelerini ve politik olgunluklarını göz önünde tutarak, ve aynı zamanda, şimdiki savaş sırasında bazı seksiyonların, uluslararası işçi sınıfı hareketinin yönetici merkezi olarak Komünist Enternasyonal’in dağıtılması sorununu gündeme getirmelerini de hesaba katarak, Dünya Savaşı koşullarında bir Komünist Enternasyonal Kongresi toplayamayan Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu, aşağıdaki öneriyi Komünist Enternasyonal seksiyonlarının onayına sunar: Uluslararası işçi sınıfı hareketinin yönetici merkezi olarak Komünist Enternasyonal dağıtılmalı, böylece Komünist Enternasyonal seksiyonları Komünist Enternasyonal’in kongrelerinin kararlarından ve kurallarından doğan yükümlülüklerinden kurtulmalıdırlar. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu, Komünist Enternasyonal’in bütün taraftarlarını, işçi sınıfı ve çalışanların can düşmanı olan Alman faşizminin ve ortaklarının ve bağımlılarının en hızlı yenilgisi için enerjilerini anti-Hitlerci koalisyon devletleri ve halklarının kurtuluş savaşını içten destekleme ve savaşa aktif olarak katılma üzerine yoğunlaştırmaya çağırır.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu (imzalandı): G. Dimitrov, M. Ercoli, W. Florin, K. Gottvvald, V. Kolarov, J. Koplenig, O. Kuusinen, D. Manuilsky, A. Marty, W. Pieck, M. Thorez, A. Zhdanov. Komünist Partilerin aşağıdaki temsilcileri de mevcut karara imzalarını eklemişlerdir: Bianco (İtalya), Dolores Ibarruri (İspanya), Lehtinen (Finlandiya), Ana Pauker (Romanya), Matyas Rakosi (Macaristan).

Stalin’in 28 Mayıs 1943 tarihli Reuter Ajansı’nın Moskova muhabirinin sorularına yanıtı ise aşağıdaki gibiydi:

Soru: Komintern’in dağıtılması kararı üzerine İngiliz yorumu çok lehte oldu. Bu konu ve gelecekteki uluslararası ilişkilere etkisi üzerine Sovyet görüşü nedir?

Yanıt: Komünist Enternasyonal’in dağıtılması uygun ve zamanlıdır; çünkü, ortak düşman Hitlerizme karşı bütün özgürlüksever ulusların ortak saldırısının örgütlenmesini kolaylaştırmaktadır. Komünist Enternasyonal’in dağıtılması uygundur; çünkü: a) Kısaca Hitlercilerin ‘Moskova’nın diğer ulusların yaşamlarına sözde karışma ve onları ‘Bolşevikleştirme’ niyetinde olduğu anlamındaki yalanını açığa vurur. b) Komünizmin işçi hareketi içindeki düşmanlarının, çeşitli ülkelerdeki komünist partilerin sözde kendi halklarının çıkarlarına değil; ama dışarıdan gelen emirlere göre hareket ettikleri anlamındaki iftirasını açığa vurur. Bundan böyle bu iftiraya da bir son verilmiştir. c) Faşizme karşı mücadeleyi yaymak için, bütün ülkelerin yurtseverlerinin, ayrı ayrı kendi ülkelerindeki ilerici güçleri, parti ya da dinsel inançları ne olursa olsun, tek bir ulusal kurtuluş kampı içinde birleştirme çalışmasını kolaylaştırır. d) Hitlerizmin dünya egemenliği tehdidine karşı savaşmak için bütün ülkelerin yurtseverlerinin, bütün özgürlüksever halkları tek bir uluslararası kampta birleştirme; böylece eşitlikleri temelinde ulusların dostluklarının gelecekteki örgütüne giden yolu açma çalışmasını kolaylaştırır. Bir araya gelen bütün bu koşulların, Hitlerci zalimliğe karşı zafer kazanmak için savaşlarında, müttefiklerin ve diğer birleşmiş ulusların Birleşik Cephesi’nin daha da güçlenmesiyle sonuçlanacağını düşünüyorum. Komünist Enternasyonal’in dağıtılmasının kusursuz biçimde zamanlı olduğunu zannediyorum; çünkü tam da şimdi, faşist canavar son gücünü kullanıyorken, bu canavarın işini bitirmek ve halkı faşist baskıdan kurtarmak için özgürlüksever ülkelerin ortak saldırısını örgütlemek gereklidir. Komünist Enternasyonal’in feshedilmesinin son derece zamana uygun olduğu düşüncesindeyim.” (J. Stalin, Eserler, Cilt 14, sf. 347-8)

KOMİNTERN’İN TARİHSEL ROLÜ

Birinci ve İkinci Enternasyonal’i değerlendirirken Lenin şöyle diyordu: “Birinci Enternasyonal, proletaryanın sosyalizm uğruna mücadelesinin temellerini attı. İkinci Enternasyonal birçok ülkede yaygın kitle hareketleri zeminini oluşturma evresiydi.”Lenin Üçüncü Enternasyonal’in oluşumunu ise şöyle değerlendiriyordu: “Üçüncü Enternasyonal ise, İkinci Enternasyonal’in çabalarının semeresini toplayarak, oportünist, sosyal şovenist, burjuva, küçük  burjuva çöpleri ayıklamış ve proletarya diktatörlüğünü kurmak üzere yola çıkmıştır.

Lenin’in bu tespitlerini biraz yakından irdelemek gerekiyor. Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde işçi hareketinin ortaya çıkması ve Marx ve Engels’in bilimsel sosyalizmin teorisini geliştirmesinden sonra kurulan Birinci Enternasyonal, modern işçi hareketinin teorik ve örgütsel temellerini attı. Sosyalizmin bir ütopya değil, modern toplumun gelişmesinin bir sonucu olduğunu, kendi sınıf konumunun özelliklerinden hareket edecek olan işçi sınıfının, sömürüyü ve sınıfları ortadan kaldırma tarihsel görevi ile yükümlü olduğunu ortaya koydu. O günün dünyasında etkisi o kadar büyük oldu ki, görece az etkisi olmasına rağmen Paris Komünü ona mal edildi.

İkinci Enternasyonal ise, kapitalizmin görece “barışçıl” döneminde örgütlendi ve emperyalizm döneminde çalışmasını sürdürdü. Sendikaları, kooperatifleri ve işçi partilerini ilk defa kitlesel örgütler haline getirdi. İşçi sınıfı, parlamenter mücadele taktikleri konusunda deneyim kazandı. Ancak özellikle 1890’lı yılların ortasından itibaren oportünizme doğru ilerledi ve olgunlaşan oportünizm çıbanı Birinci Dünya Savaşı ile birlikte patladı.

Üçüncü Enternasyonal ise, emperyalizm döneminde, kapitalizmin genel bunalımının savaşa yol açtığı koşullarda, işçi sınıfının Rusya’da iktidara gelmesinin üzerinden örgütlendi. Kendisini, dünya işçi sınıfının, ezilen halkların ve köylülüğün önderi olarak kabul ettirdi. Proletarya hareketinin, özellikle Lenin’in yol göstericiliğinde sınıf işbirliğinden, küçük-burjuva hayallerden kurtulmasını sağladı. Marksizmin devrimci özünü yeniden ortaya çıkardı. Uluslararası işçi hareketini, tarihsel görevini yerine getirebilmesi için devrimci bir program, devrime yetenekli partiler ve uluslararası bir önderlikle donattı.

Faşizme karşı mücadele, işçi sınıfı ve halkların kendi ülkelerinde birleşik cepheler kurması ve savaşa karşı mücadele etmeleri ve sonuçta Sovyetler Birliği’nin önderliğinde faşist barbarlığın yenilgiye uğratılması mücadelesi, Üçüncü Enternasyonal’in en önemli tarihsel başarılarından biridir. Bunun sonucu olarak halk demokrasileri kuruldu ve dünyanın üçte biri sosyalizme kazanıldı. Ve elbette Lenin’in yukarıda vurguladığı gibi, proletarya diktatörlüğünün kurulması ve sonrasında sosyalizmin inşa edilmesine verdiği destek ve katkı Üçüncü Enternasyonal’in en önemli tarihsel kazanımıydı. Bu olmasaydı, kuşkusuz faşist barbarlık insanlığa daha büyük kayıplar yaşatacaktı.

Burada şu soru da yanıtlanmalıdır: Bugün yeni bir enternasyonale gerek var mıdır? Her üç Enternasyonal’in tarihsel olarak ortaya çıkış koşulları hatırlandığında şu söylenmelidir: yeni bir enternasyonal ancak uluslararası işçi hareketinin yeni bir tarihsel atılımının üzerinden kurulabilir. Ama bugün olduğu gibi uluslararası komünist hareketin unsurlarının kendi arasında yakın bir ilişki geliştirmesi, ortak bir platforma sahip olması, ortak bir yayın organı çıkarması ve işçi hareketinin ve dünyanın temel politik sorunlarına açıklık ve ortaklaştırılmış bir yaklaşım sağlaması, ideolojik saldırılara karşı işçi sınıfının ve Marksizm-Leninizmi kararlılıkla savunması, her bir partinin kendi ülkesinde işçi hareketinin günlük mücadelesinin içinde yer alması son derece önemlidir. Yeni bir Enternasyonal’e giden yolun taşları da bu çabalar ve mücadeleler içinde döşenecektir.

Kapitalist-emperyalist sistem yeni bir alt üst olma dönemine doğru gidiyor ve tüm çelişkileri keskinleşiyor. Kapitalist-emperyalist sistemin insanlığın geleceğinde olumlu bir rol oynayamayacağı artık açık seçik ortaya çıkmıştır. İşçi sınıfı yeni bir uygarlık yaratabileceğini sosyalizmi inşa ederek kanıtlamıştır. Gelecek işçi sınıfının ve emekçi halkların olacaktır.

Bitirirken şuna dikkat çekmek isteriz, bu yazı dizisi burada sonlanıyor. Kuşkusuz III. Enternasyonal’i bütün yönleri ile eksiksiz bir biçimde anlatabildiğimizi söyleyemeyiz. Bu sorun, –özellikle Troçkist ve oportünist cepheden– III. Enternasyonal’e yöneltilen eleştirilerin yanıtlanması olmadan eksik kalacaktır. Bu görev, ilerideki sayılarda yerine getirilecektir.


[1] Foster, W. Z. (2011) Üç Enternasyonalin Tarihi, Çevirmen: Can Saday, İstanbul: Yazılama, sf. 295

[2] Lenin, V. İ. (1989) Üçüncü Enternasyonal Konuşmaları, Çeviren: Cemal Eren, İstanbul: Pencere Yayınları, sf. 126-127

[3] Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi, sf. 310

[4] Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi, sf. 313

[5] Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi, sf. 326.

[6] Bundan sonraki alıntılar Weber, H. (der.) (1979) III. Enternasyonal Belgeler, Çeviren: Ümit Kıvanç, İstanbul: Belge Yayınları, sf. 125-195’ten yapılmıştır.

[7] Özet için bkz. Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi

[8] Dimitrov, G. (2005), Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Çeviren: Seçkin Cılızoğlu, Ali Özer, İstanbul: Evrensel Basım Yayın

[9] Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi, sf. 372