Y. Yılmaz Karataş      

GİRİŞ

Bugün neo-liberalizmin genel bir krizinden söz etmek için erken olsa da Avrupa’dan Kuzey Afrika’ya, Latin Amerika’dan Asya’ya neo-liberalizme tepki hareketlerinin ve farklı politik model arayışlarının yaygınlık kazandığı da göz ardı edilemez bir gerçektir. Avrupa’da bir yandan Yunanistan’daki Syriza ve İspanya’daki Podemos’ta ifadesini bulan ‘radikal demokrasi’ hareketleri ve diğer yanda İngiltere’nin “liberal özgürlükçülüğün kalesi” AB’den ayrılma kararında (Brexit) ve Fransa, Avusturya, Hollanda başta olmak üzere birçok ülkede aşırı sağ-ırkçı partilerin yükselişe geçmesinde kendini gösteren tepki hareketleri neo-liberalizmin geleceğini giderek daha fazla tartışma konusu haline getirmektedir. Dünya genelinde ise, Kuzey Afrika’da Batılı emperyalistler tarafından desteklenen diktatörlüklerin yıkılmasından ABD’den dünyanın birçok ülkesine yayılan occupy (işgal et) hareketlerine ve Latin Amerika’daki Zapatistalardan Suriye Kürtlerinin Rojava modeline kadar alternatif demokratik model oluşturma arayışlarını ve öte yandan Asya-Afrika’daki radikal İslamcı hareketlerde ve ABD’de Trump’un başkan olmasında kendini gösteren neo-liberalizme tepki olarak ortaya çıkmış hareketleri sayabiliriz. Genelleyerek söylersek, bütün bu hareketleri neo-liberal kapitalizmin teorik açmazları ve pratik sonuçlarına bir tepki olarak ortaya çıkmış ancak çözümü farklı yönelimlerde arayan hareketler olarak tanımlayabiliriz. Daha sonra tartışma konusu yapacağımız üzere ‘radikal demokrasi’ hareketlerinin, liberalizm ile birlikte eleştiri oklarını Marksizm-Leninizm’e yöneltmiş olmaları, bu hareketlerin esas olarak neo-liberal kapitalizmin uygulamalarına öfke duyan halkların-emekçilerin umudu haline geldikleri oranda güç kazandığı gerçeğini değiştirmemektedir.

Neo-liberalizm, 1990’ların başlarında SSCB ve halk demokrasisi rejimlerinin çökmesinden (sosyalizm görünümlü revizyonist rejimlerin açık kapitalist rejimlere dönüşmesinden) sonra çokça parlatılan ‘küreselleşme’ sloganı üzerinden ilan edilen kapitalist ‘yeni dünya düzeni’nin ideolojisi olarak öne çıkmıştı. Burjuva ideologlar neo-liberal sistemi insanların barış ve refah içinde yaşayacağı yegâne sistem olarak göstermekle kalmamış, işi bu ‘yeni düzen’in “tarihin sonu[1] olduğunu söylemeye vardırmıştı. Sovyetler Birliği ve halk demokrasisi rejimlerinin kapitalist restorasyonunun belirginleştiği, dolayısıyla emperyalist-kapitalist sistem için ciddi bir tehdit olma özelliğini yitirdiği 1970’lerin sonları ve 1980 başlarında önce Thatcher İngiltere’si ve Reagan ABD’sinde uygulanmaya başlanan neo-liberal politikalar, bu dönem boyunca dünya genelinde doğruluğu/geçerliliği tartışılamaz ilkeler olarak propaganda edildiler. Ancak özelleştirme ve esnek çalışma başta olmak üzere uygulamaya konan neo-liberal politikaların en görünür burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki gelir uçurumunun giderek derinleşmesi, bağımlı ülke ekonomilerinin ve dünya ölçeğinde emekçi halk kitlelerinin büyük bir yıkıma uğraması olmuştur. Nihayetinde bugün artık yaldızı dökülen neo-liberalizm, dünya halklarının, işçi-emekçilerinin tepki hareketlerinin merkezinde yer alan, giderek daha çok tartışma konusu haline gelen bir ekonomik-politik model haline geldi.

Tarihin sonu’ olarak ilan edilen neo-liberal kapitalist sistemin krizini gösteren emarelerin biriktiği ve bu sisteme yönelik eleştiriler eşliğinde alternatif arayışlarının ortaya çıktığı koşullarda yapılması gereken ilk şey tarihe (sınıf mücadelesinin tarihi olan sınıflı toplumlar tarihinin öbür tarafında yer alan sosyalizme) yeniden dönüp bakmak ve sadece neo-liberalizme karşı değil, kapitalizmin bütün biçimlerine karşı muazzam bir teorik-politik mücadele birikimine sahip olan Marksizm-Leninizmin bu birikimini geleceği kurma mücadelesinin bir dayanağı olarak kullanmaktır. Açıktır ki, tarih, olmuş bitmiş olaylar-olgular yığını değil; dün-bugün-yarın diyalektiği bağlamında toplumsal süreçleri etkileyen/belirleyen bir bütün ise –ki öyledir– kapitalizme karşı mücadele birikiminin en ileri biçiminin en somut ifadesi olan Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında geleceği kurma mücadelesinin bu mirasın üzerinde şekillenmesi, daha özel bir anlam ve önem kazanmaktadır. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, neo-liberalizme tepki olarak ortaya çıkan ve alternatif bir model geliştirme iddiasında olan hareketlerin açmazlarını ve sınırlılıklarını bilimsel temelleriyle ortaya koymadan neo-liberalizme (emperyalist-kapitalist sisteme) karşı geleceği kurma mücadelesinin başarıya ulaşması da mümkün değildir. Çünkü kapitalizme karşı gerçek alternatifi –sosyalizmi– hedeflemeyen hareketler, emperyalist-kapitalizmin neo-liberal biçim altında işleyen sisteminde ne kadar gedik açsalar da işçi-emekçilerin mücadele ufkunu sınırlayıp belirsizleştikleri oranda bu sistemin kendini yenilemesinin dayanağına dönüşmekten –ki bugün önümüzde duran sınırlı sayıdaki deneyimin pratiği de bunu göstermektedir– kurtulamazlar. Öyleyse Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında geleceğe bakmak için sadece neo-liberal kapitalizme değil; ona tepki olarak ortaya çıkan hareketlere ve alternatif arayışlarına merceği tutarak ilerlemek gerekiyor.

  1. NEO-LİBERALİZM: TEKELLERİN ‘ÖZGÜRLÜK’ ÇAĞI!

Dünya kapitalizminin 1929’daki ekonomik bunalımı, liberalizmin, piyasanın ekonominin denge mekanizmalarını kendiliğinden (görünmez el) işleteceği/sağlayacağı tezinin rafa kaldırılmasını ve “devletin dengeleyici müdahalesi”ni savunan Keynezyen ekonomik politikaların uygulanmasının yolunu açmıştı. Bu dönem boyunca sosyalist merkezi planlama ile krizden etkilenmek bir tarafa ekonomik büyümeyi istikrarlı bir şekilde sürdüren Sovyetler Birliği’nin varlığı ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra da Sovyetlerin yanı sıra ‘Sosyalist Blok’un oluşması, başta Avrupa olmak üzere emperyalist-kapitalist rejimlerin ülkelerindeki işçi-emekçileri “komünizm tehdidi”nden uzak tutmak amacıyla devlet korumacı (Keynezyen) sosyal politikaları sürdürmelerini zorunlu hale getirmişti-ki bu politikalar her ülkedeki işçi emekçilerin mücadele birikimi ve örgütlenme düzeyine bağlı olarak farklı biçim ve düzeylerde uygulandı. Ancak özellikle İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan 1960’lı yılların ortalarına kadar dünya kapitalizmindeki hızlı büyüme 60’lı yılların sonlarına doğru yerini yavaşlama ve durgunluğa bırakmış; ekonomik büyüme ve kârlılık oranındaki düşüş 1973-74’te ‘petrol krizi’ biçiminde ortaya çıkan ekonomik krizin yaşanmasına yol açmıştı ki, 1965-75 arasında Almanya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde büyüme hızı ve kârlılık yarı yarıya düşmüş, işsizlik giderek artmaya başlamıştı.[2] 1970’lerin başlarında sanayideki kârlılık oranlarının Japonya’da yüzde 40’tan 20’ye, ABD’de 25’ten 13’e, Almanya’da ise 23’ten 11’e düşmesi, bir sermaye birikim modeli olarak Keynezyen ekonomik politikalarını, sermaye için sürdürülemez bir model haline getiriyordu. Ekonomik krizin sermaye için yarattığı uygun koşullar ve öte yandan Sovyet-halk demokrasisi rejimlerinin kapitalist restorasyon sürecine girmesinin[3] bir sonucu olarak kapitalist blok ile rekabet gücünü kaybetmesi ve dolayısıyla eskisi gibi bir tehdit olmaktan çıkması emperyalist-kapitalist sistem için neo-liberal ekonomik politikaların uygulanmasının önünü açıyordu.

Neo-liberal ekonomik model, aslında klasik liberalizmin paradigmasını canlandırma iddiasına dayanıyordu.

Liberalizm, tekel öncesi-rekabetçi kapitalizmin ideolojisi olarak serbest rekabet ve bireysel haklar/özgürlükler ilkelerine dayanıyordu ki, Aydınlanma döneminin “bireyin doğuştan gelen temel hakları” olduğu savunusu, liberal burjuvazi için feodalizmin tasfiyesi ve emek-gücünü satacak “özgür bireyler”in yaratılması olarak anlam kazanıyordu. Liberal ideoloji; serbest rekabet, özgür bireyler ve minimal devlet (devletin zaten piyasanın “görünmez el”i tarafından düzenlenen ekonomiye müdahale etmemesi) ilkelerine dayanıyordu. Liberal “özgürlükler” bir yandan üretim sürecinde piyasada bir meta haline gelen emek gücünü satan (işçi) ile satın alanı (kapitalisti) “yasalar karşısında eşit haklara sahip özgür bireyler” olarak karşı karşıya getiriyor, öte yandan da kapitalistler arasında rekabet serbestisine dayanıyordu. Ancak bu rekabet, kapitalist üretim yasalarının (artı-değeri azami hale getirmek için üretici güçlerin hızla geliştirilmesi, ancak üretimimin bu toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel biçiminin bir sonucu olarak “aşırı üretimin” yol açtığı ekonomik krizler, kapitalist birikim ve sermayenin merkezileşmesi vb.) işlemesiyle, birçok kapitalistin bu rekabet süreci içinde mülksüzleşmesine ve bu temelde sermayenin giderek yoğunlaşmasına (tekelleşmeye) yol açıyordu. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında artık büyük tekeller kapitalist üretim sürecine egemen olmaya başlamış, “eski kapitalizm”in yerini kapitalizmin yeni ‘tekelci’ aşaması almıştı. Kapitalizmin bu yeni aşamasında iç içe geçen sanayi sermayesi ile banka sermayesi kapitalizmin bazı özelliklerinin karşıtına (serbest rekabetin tekelleşmeye) dönüşmesine yol açmıştı. ‘Emperyalizm’ olarak adlandırılan bu yeni evre, kapitalist üretimin belirli bir gelişme sürecinde, bu gelişme sürecinin sonucu ve onun en üst aşaması olarak ortaya çıkmıştı.

1929 ekonomik bunalımından sonra uygulamaya konan Keynezyen ekonomik politikalar, 1970’lere gelindiğinde büyüme ve kârlılık oranlarındaki yavaşlama/düşüş nedeniyle kapitalist tekeller için sürdürülemez hale gelmiş ve revizyonist ihanetin ardından Sovyetlerin bu politikaların uygulanması bakımından yarattığı baskılanmanın ortadan kalkmaya başlamasıyla 70’lerin sonu-80’lerin başından itibaren İngiltere ve ABD’den başlayarak sermayenin dolaşımı önündeki bütün engellerin kaldırılması ve emeğe yönelik saldırıların önünün açılması için neo-liberal politikalara geçilmişti.

Sovyet ve halk demokrasisi rejimlerinin açık kapitalist sistemlere dönüşünden-yıkılmasından sonra neo-liberalizm, ‘yeni dünya düzeni’ adı altında bütün dünyaya demokrasi, insan hakları ve refah götürecek bir sistem olarak propaganda edildi. Oysa bu modelin “özgürlükçü” görüntüsünün altında emperyalist tekellerin sınırsız yağma ve sömürü özgürlüğünden başka bir şey yoktu.

Liberalizmin temel ilkelerinden biri olan bireyin özgürlüğü/bireysel özgürlükler[4] neo-liberal ideologlar tarafından kolektif hakları, hak ve sınıf mücadelesi için örgütlenmeyi etkisizleştirmenin, ortadan kaldırmanın ve dolayısıyla dizginsiz bir sömürü düzeni kurmanın bir aracı olarak kullanıldı.

Bu istismarı örneklemek için neo-liberal kapitalizmin 1970’lerin sonlarından bu yana yarattığı “özgürlük”ler tablosundan birkaç veriye işaret edilebilir:

  • UNCTAD’ın (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı) raporlarına göre 1965’te dünyanın en zengin yüzde 20’sinin geliri, en fakir yüzde 20’nin 30 katıydı. 2000’li yılların başında bu iki kesim arasındaki gelir uçurumu 60 kata çıktı. Dünya nüfusunun gelişmiş ülkelerde yaşayan yüzde 15’i toplam zenginliğin yüzde 80’ine sahipken, dünya nüfusunun yüzde 56’sını oluşturan düşük gelirli ülkeler bu zenginliğin sadece yüzde 5’ine sahiptir.[5]
  • Dünya Bankası’nın 2000’li yılların başında yayımladığı “Yoksullukla Mücadele” raporuna göre dünyada 1,3 milyar insan günlük 1 dolar gelirin altında ve 2,8 milyar insan da 2 dolar gelirin altında bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır.[6]
  • ILO (Uluslar arası Çalışma Örgütü) verilerine göre 2005’te dünyada 192 milyon işsiz bulunmakta, öte yandan esnek, güvencesiz çalıştırma nedeniyle ‘yoksulluk sınırı’nın altında bir ücretle çalışanların sayısı da 550-600 milyon kişiye ulaşmaktadır. Bu durumun en açık göstergesi işgücünün ürün maliyeti içindeki oranıdır. ILO verilerine göre Avrupa’da1970’lerde ürünlerin maliyetinde işgücü yüzde 55’lik bir orana sahipken günümüzde bu oran yüzde 11-12’lere gerilemiş, yani sömürü kat be kat artmıştır.[7]
  • OECD ülkelerinde 1970’lerde yüzde 35-40’larda olan sendikal örgütlülük 2000’de yüzde 20,2’ye ve 2012’de ise, yüzde 15,6’ya gerilemiştir. Bu tablonun diğer yüzünde enformel (kayıt dışı) çalışmanın yüzde 40’lara varması ve dünyada yasadışı göçmen işçi, mülteci veya sığınmacı sayısının 100 milyona (dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 2’si) ulaşması yer alıyor.[8]
  • 2013 verilerine göre dünyada yaklaşık 800 milyon insanın temiz içme suyundan yoksun olması ve dünyadaki evsiz sayısının 100 milyonu aşması bu tabloyu tamamlamaktadır.[9]

Liberalizmin temel ilkesi olarak kabul edilen “serbest rekabet”, uluslararası tekellerin dünya ekonomisine hükmettiği günümüz koşullarında içi boş bir slogan olmaktan öteye geçmez. Dünyanın en büyük 200 şirketi neo-liberal dönemde dört kat büyüyerek dünya ekonomisinin dörtte birini denetimleri altına alırken bünyeleri altında çalıştırdıkları işgücü sayısını da yüzde 25 azaltmışlardır.[10] Sadece bu veriler bile neo-liberal dönemde sermayenin yoğunlaşmasının ve emek gücü sömürüsündeki artışın düzeyini anlamak/anlatmak için yeterlidir. Başka bir deyişle neo-liberal kapitalizmde serbest rekabet, güvencesiz, kuralsız, esnek ve örgütsüz (sendikasız) çalıştırmanın bir sonucu olarak sömürünün artmasına eşlik eden tekeller arası rekabetten ibarettir ki, bu rekabet süreci sermayenin daha fazla yoğunlaşmasından ve büyüklerin küçükleri yutup yok etmesine doğru gelişmesinden başka bir sonuca yol açmaz.

Neo-liberal dönemde “minimal devlet” –ki bu politika, “ne kadar az devlet, o kadar çok özgürlük/demokrasi” gibi süslü sloganlar eşliğinde liberal/“özgürlükçü” sol tarafından da çokça dillendirildi– sermayenin sınırsız dolaşımı önündeki engellerin kaldırılması bakımından hayati önem taşıyan bir ilke olarak öne çıktı. Çünkü Keynezyen dönemdeki sosyal politikalar ve koruma duvarları, sermayeye yeni birikim alanları yaratmanın önünde önemli bir engel durumundaydı. Dolayısıyla emeğe yönelik saldırıların yanı sıra özelleştirme ve gümrük duvarlarının kaldırılması gibi IMF, DB, DTÖ gibi uluslar arası sermaye örgütleri üzerinden dayatılan uygulamalarla “minimal devlet” politikası hayata geçirildi. Dünyada 1988-2010 yılları arasında yapılan özelleştirmelerin ekonomik tutarının 2 trilyon 352 milyar dolara ulaşmış olması, özelleştirme politikalarının sermaye için nasıl bir sömürü ve yağma (birikim) alanı yarattığını çok açık biçimde göstermektedir.[11] Uluslararası tekellerin bağımlı ülkelerde kendi önlerindeki engelleri kaldırmak için darbeler düzenleyecek kadar güçlenmesi, bu dönemin liberal-“özgürlükçü” demokrasisinin nişanesi oldu!

Emperyalist-kapitalist sistemin neo-liberal dönüşüm sürecinde 1994 Meksika, 97 Asya, 98 Rusya ve 1999-2000 Türkiye ve Arjantin’deki krizleri 2008’deki genel kriz takip etmiş, bu krizlerin faturası güvencesiz, örgütsüz işçi-emekçi kitlelere yıkılmış olmasına rağmen, bugün neo-liberal kapitalizmin yeni bir ekonomik krizin koşullarını yaratan daralmadan kurtulduğu söylenmez. Özetle propaganda edilenin aksine neo-liberalizm, işçi emekçi halk kitleleri bakımından refahı değil, işsizlik ve yoksulluğu büyütmüş; burjuvazi ve emekçi sınıflar arasındaki ekonomik gelir uçurumunu derinleştirip dünyada eğitim, sağlık gibi en temel hizmetlere, barınma, beslenme gibi en temel insani ihtiyaçlara erişemeyen kitleleri tarihinde olmadığı kadar arttırmıştır. Nihayetinde neo-liberalizm, önce sosyal devletçi-korumacı Keynezyen politikaların tasfiyesi ve sonra finans merkezli bir birikime dayanan bir seyir izlemiş ancak bu dönem boyunca kapitalist sistemin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel/kapitalist biçimi üzerinde yükselen çelişkiyi derinleştiren bir hatta ilerlemiş, dolayısıyla giderek yeni bir krizin koşullarını hazırlamaktan kurtulamamıştır. Ve elbette neo-liberalizmin yarattığı yıkım tablosu dünyanın dört bir tarafında işçi-emekçi halk kitlelerde hoşnutsuzluğu büyütmüş ve bu temelde tepki hareketlerinin ve alternatif arayışlarının ortaya çıkmasına yol açmıştır.

BURJUVA SALDIRGANLIĞIN YEDEK GÜCÜ OLARAK NEO-FAŞİZM

Sovyetler ve halk demokrasisi rejimlerinin çöktüğü ve neo-liberal politikaların uygulamaya konulduğu dönem, aynı zamanda sosyalizmin tarihinin en büyük ideolojik saldırısıyla karşı karşıya kaldığı bir dönem oldu. Başta Avrupa olmak üzere dünyada kendine “komünist” diyen birçok parti-örgüt dağıldı, kendini tasfiye etti. Bu partilerin etkilediği sendikal hareket geriledi, sendikalar güç kaybetti. Bu süreç, aynı zamanda neo-liberal kapitalist tekellerin çalışma yaşamında işçi sınıfına esnekleştirme-kuralsız çalıştırma, örgütsüzleştirmeyi dayatmasını kolaylaştırdı. Nihayetinde 80’lerin başlarından bugüne gelen neo-liberal politikalar, işçi sınıfının örgütlülüğünü ciddi biçimde zayıflattı-ki gelişmiş kapitalist ülkelerin hemen tamamında 1970’lerden bu yana sendikalı işçi oranının sürekli düşmesi bunun en açık göstergelerinden biridir. Neo-liberalizme karşı gelişen tepki hareketleri sosyalizmin böylesine büyük bir ideolojik saldırıyla ve işçi sınıfı örgütlüğünün ciddi bir tasfiye süreciyle karşı karşıya kaldığı koşullarda ortaya çıktılar. Başka biçimde söylenirse, bu tepki hareketlerinin biçiminin/karakterinin şekillenmesinde bu durum önemli bir rol oynadı. Dolayısıyla başta liberal demokrasinin kalbi Avrupa’da (Avrupa Birliği) olmak üzere dünyada sağcı, ırkçı, faşist parti-örgütlenmelerin güç kazanması son 30 yılda yaşanan gelişmelerden bağımsız düşünülemez.

Neo-liberal kapitalizmin 2008’deki krizi, işçi-emekçi halk kitlelerinde tepki hareketlerini ve alternatif arayışlarını hızlandırmıştır. Yunanistan, İspanya, Portekiz, İzlanda, İrlanda, İtalya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan başta olmak üzere bütün Avrupa’yı etkileyen kriz süreci, Avrupa’da ırkçı-faşist partilerin neo-liberal politikalara karşı tepki hareketlerini kullanarak güç kazanmasının önünü açmıştır. Öte yandan özellikle 2011’den sonra Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan savaş ve çatışmalar nedeniyle –ki bu savaş ve çatışmalar, Tunus ve Mısır diktatörlerinin devrilmesinin ardından halk ayaklanmalarında ortaya çıkan demokrasi ve değişim talebinin emperyalizm ve gericilik tarafında yedeklenmeye çalışılmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı– yaşanan göç hareketleri, Avrupa’daki tepki hareketlerinin ırkçı-faşist hareketlere yedeklenmesinde göz ardı edilemeyecek bir rol oynadı/oynuyor.

Krizi en fazla hisseden ülkelerin başında gelen Yunanistan’da faşist Altın Şafak Partisi, 2015’te yapılan son seçimlerde yüzde 7 oy aldı. Macaristan’da 2014’te yapılan seçimlerde faşist Jobbik Partisi yüzde 20 oy aldı. Bulgaristan’da son seçimlerde Türklerin oy kullanmasını engellemek için sınıra barikat kurmasıyla gündeme gelen neo faşist Ataka’nın oy oranı yüzde 10’u buluyor. Fransa’da neo-faşist FN-Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalarak, ikinci turda yüzde 34 oy aldı. Hollanda’da ırkçı faşist PVV-Özgürlük Partisi son seçimlerde yüzde 13 oy alarak ikinci parti oldu. Avusturya’da 2015’te yapılan eyalet seçimlerinde ırkçı Özgürlük Partisi (FPÖ) Steirmark’ta oylarını yüzde 10,6’dan yüzde 27,1’e, Burgenland’da ise, yüzde 9’dan yüzde 15’e çıkardı. İngiltere’de aşırı sağcı UKIP 2015 seçimlerinde yüzde 16 oy aldı. Yine Almanya’da aşırı sağcı Almanya için Alternatif Partisi’nin (AfD) parlamentoya girecek kadar güçlenmesi ve İtalya ( Kuzey Ligi), İsviçre (SVP),   Danimarka (Halk Partisi-DF), İsveç (Demokratlar Partisi), Finlandiya (Hakiki Finler Partisi), Belçika (Flaman Çıkarı- Vlaams Blang) gibi ülkelerde aşırı sağcı-faşist partilerin etkinliğinin giderek artması, işçi-emekçi halk kitlelerinin neo-liberalizme tepkilerinin gerici hareketlere yedeklenmesinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada AB emperyalistlerinin kışkırtmasıyla Ukrayna’da yapılan faşist darbeyi de ayrıca not etmek gerekiyor.

Irkçı-faşist partilerin –ve bazı ülkelerde radikal sol örgüt/partilerin– güç kazanmasıyla bağlantılı olarak değerlendirilebilecek bir diğer gelişme de uzunca bir süredir neo-liberal politikaların uygulanması konusunda aralarındaki ayrımlar ortadan kalkmış olan merkez sağ ve sol partilerin ciddi bir güç kaybına uğraması –ki Yunanistan’da 2009 seçimlerinde yüzde 44 oy alan ‘merkez sol’ PASOK’un 2015 seçimlerinde oylarının yüzde 6’ya düşmesi bunun en çarpıcı göstergelerinden biridir– oldu.

Bu ırkçı-faşist partilerin ortak özelliği işsizlik, yoksulluk, eğitim ve sağlık hizmetlerinden eskisi gibi faydalanamama gibi neo-liberal politikaların yol açtığı sonuçları bu politikaların dışında nedenlere bağlama, başka bir deyişle sistemden kaynaklı sorunları aynı şekilde sistemin mağdur ettiği başka toplumsal kesimlere fatura etme yönelimi içinde olmalarıdır. Yabancı düşmanlığı (zenofobi), göçmenleri ekonomik-sosyal sorunların nedeni olarak görme ve İslam karşıtlığının (İslamofobi) bu hareketlerin söylem ve politikalarında belirleyici olduğu söylenebilir. Bu ırkçı-faşist partiler, neo-liberalizmin yol açtığı yıkımı, emekçi halk kitlelerine göçmenlerin-mültecilerin kendilerinin hakkı olan işi, ekmeği gasp ettiği/edeceği biçiminde sunarak, bu işçi-emekçi halk kitlelerinin sorunun gerçek nedenlerini görmesini (neo-liberal politikalar) ve tepkilerini bu politikaların kaynağına (kapitalizm) yöneltmesini engellemekte ve dolayısıyla düzene karşı tepkileri çarpıtarak emperyalist-kapitalist sömürü düzeninin devamına hizmet etmektedir.

Avrupa’nın ikinci büyük ekonomisi (Almanya’dan sonra) olan İngiltere’de Haziran 2016’da yapılan referandumda AB’den ayrılma (Brexit) kararının çıkmasının, neo-liberal politikalar etrafında oluşturulmuş bir birlik olan AB’nin ve neo-liberal politikaların geleceği bakımından kırılgan sonuçlar doğurduğunu/doğuracağını şimdiden söyleyebiliriz. Çünkü İngiltere’deki ‘’brexit” kararında UKIP gibi sağ-ırkçı partilerin argümanları etkili olmuş olsa da, bu karar esas olarak İngiltere emekçilerinin AB’nin neo-liberal politikalarına bir tepkisi olarak ortaya çıktığı gerçeğini değiştirmemektedir. Irkçı-neo faşist hareketler, Avrupa işçi-emekçilerinin sosyal haklarının tasfiye edilmesine karşı tepki ve kaygılarını yabancı-göçmen düşmanlığı üzerinden gerici mecralara çekmekte ve sorunun gerçek nedenlerinin üzerini örtmektedir. İngiltere’deki referandum’da da bu çevrelerin Türkleri korku unsuru olarak ön plana çıkaran göç aleyhtarı propagandaları İngiltere işçi-emekçilerinin güvencesizliğin ve yoksulluğun nedenini dışarıdan gelen/gelecek “tehdit”lerde (göçmen-mülteci) aramasına neden olmuştur.

Bu sürecin ortaya çıkardığı bir diğer sonuç da Trump’ın ABD’nin başkanı seçilmesidir. 2001 11 Eylül’ünden bu yana güçlü olan İslam korkusu (İslamofobi), Meksika sınırına duvar örme, 11 milyon göçmeni geri gönderme, Suriyeli sığınmacıları kabul etmeme, kürtaja ceza, NATO’yu ABD’nin sırtında yük olarak gösterme ve işçi sınıfının yoksullaşmasında önemli rol oynayan NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi), Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) gibi neo-liberal ticaret anlaşmalarını eleştirmesi ABD’li emekçilerin önemli bir kısmı(göçmen ve siyahi emekçilerin dışında kalanlar) üzerinde etkili olmuş ve gerici bir politik çıkışa yedeklenmiş olsa da Trump’ın kazanması, neo-liberal politikalara tepkilerin önemli rol oynadığı bir sonuç olarak karşımıza çıkmıştır.

Bu tablonun diğer ucunda neo-liberal yıkım politikalarından en fazla etkilenen Asya ve Afrika’nın yoksul halkları yer almaktadır. Özellikle son 30 yılda Afrika’da Dünya Bankası ve IMF gibi uluslar arası finans kuruluşlarının yarattığı ‘borç-para-borç’ kıskacı, bu coğrafyada emperyalist rekabet sürecini derinleştirmiştir. ABD’nin büyük oranda egemen olduğu Ortadoğu’da ise, 2011’den sonra Suriye üzerinden yaşanan çatışma ve kamplaşma yeni bir paylaşım savaşının (ABD ve Batılı emperyalistler ile Rusya-Çin Bloku arasında) önünü açmıştır. İşte bu dönem boyunca yaşanan/yaşanmaya devam eden emperyalist paylaşım, yağma ve yıkım politikaları, 1960-70’lerde sosyalizmden etkilenen ve ulusal kurtuluş hareketleriyle gündeme gelen bu coğrafyada (Ortadoğu ve Afrika) yaşayan halkların o dönem elde ettikleri kazanımların neo-liberal politikalarla ciddi biçimde tasfiye edildiği günümüz koşullarında, bu yağma ve yıkım politikalarına karşı öfkesinin el Kaide gibi radikal İslamcı gruplara yedeklenmesi sonucunu doğurmuştur.

Özetle neo-liberal “özgürlükçü” kapitalizmin sömürü, yağma, yıkım politikaları bir yandan gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal kazanımları tasfiye ederek işçi-emekçileri güvencesiz bırakmakta ve öte yandan da bağımlı ülkelerde paylaşım mücadelesinin tetiklediği ekonomik-siyasi (savaşlar) göçlerin yarattığı korku üzerinden bu işçi-emekçileri ırkçı-neo faşist politikalara yedeklemektedir. Yani sistem kendi yarattığı sonuçları, işçi-emekçi halk kitlelerini bu gerici siyasi hareketler üzerinden yine kendine yedeklemenin bir aracına dönüştürmektedir. Elbette başta da belirttiğimiz gibi sosyalizmin tarihinin en büyük ideolojik saldırısıyla karşı karşıya kaldığı ve işçi sınıfının örgütlülüğünün ciddi biçimde tahrip edildiği koşullar, neo liberalizme karşı bu tepki hareketlerinin emperyalist kapitalizmin daha gerici biçimlerine yedeklenmesine yol açmaktadır-ki bu gidişatı değiştirmenin, bu tepki hareketlerinin gerçek düşmana yönelmesinin yolu da ancak işçi sınıfının bir politik özne olarak örgütlenmesinden ve bu temelde yürüteceği mücadeleden geçmektedir.

 UMUTSUZ BİR ‘UMUT’ HAREKETİ: RADİKAL DEMOKRASİ

Yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi neo-liberalizme tepki hareketlerinin ve alternatif model arayışlarının bir tarafında aşırı sağ-ırkçı parti ve örgütler yer alırken, diğer tarafında ise sosyalizmin geçici yenilgisini ve tarihinin en büyük ideolojik saldırısıyla karşı karşıya olmasını hem teorik kalkış noktası ve hem de siyasal bir hareket olarak güç kazanmasının dayanağı haline getiren “radikal demokrasi” hareketleri yer almıştır. Bu hareketlerin ideolojik arka planı“sosyalist rejimlerinin çöküşü”nün aynı zamanda Marksizm-Leninizmin teorik geçerliliğini ortadan kaldırdığı varsayımına ve politik programları ise, “sosyalizmin yanlış ve eksikliklerini reddetme/aşma” iddiasına dayanmaktadır. Radikal demokrasi hareketlerinin çıkış noktası olan ‘yeni sol’ özellikle 1968’lerde Sovyet revizyonizme (Kruşçevcilik) ve Avrupa’nın reformcu “komünist” partilerine (avrokomünizm) ve “kapitalizmle bir arada yaşamayı” savunan bu uzlaşmacı siyasi odakların sözde temsil ettikleri ‘sınıf siyaseti’ne bir tepki olarak ortaya çıkmış ve 1990’larda Sovyet-Doğu Bloku rejimlerinin çöküşünden sonra da bu çöküş-tasfiyenin yarattığı boşluğu doldurarak kendine geniş bir etki alanı yaratıp güç kazanmıştır. Başka bir deyişle Kruşçev revizyonizminin ve avrokomünist partilerin Marksizm-Leninizme ihanetiyle belirlenen siyasal atmosferde sınıf siyasetinin geçersizleştiği, “emek-sermaye çelişkisinin temel çelişki olmaktan çıktığı” iddiasına dayanan ve etnik, cinsel, ekolojik vb. hareketleri merkezine alan ‘yeni sol’-radikal demokrasi hareketleri kendilerine yaşam alanı bulmuş/yaratmıştır. Ancak bu hareketlerin kitleselleşip siyasi etki gücü kazanması esas olarak geniş halk kesimlerinin neo-liberalizme tepkisinin bir sonucu olmuştur.

Radikal demokrasi hareketleri içinde bütün dünyada yankı uyandırıp ‘umut’ yaratan en önemli hareket Zapatistalar olarak bilinen Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) oldu. 1980’lerde bir grup aydının kurduğu bu hareket Meksika yerliler (Mayalar) içinde örgütlenmiş ve Meksika’nın ABD ve Kanada arasında imzalanan NAFTA’ya (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) katıldığı gün olan 1 Ocak 1994’te Chiapas eyaletinden başlattığı ayaklanma ile bütün dünyada sesini duyurmuştur. Meksika’nın neo-liberal sisteme entegrasyonunun önündeki engelleri kaldırmayı amaçlayan NAFTA’nın, özellikle yerli halkın elindeki toprakların ‘özel mülk’ sayılıp satılmasını ya da yatırım yapılmaya uygun hale getirilmesini amaçlaması, binlerce yerlinin bu neo-liberal saldırıya karşı ayaklanmasının önünü açmıştı. Bu neo-liberal saldırganlık, Zapatistaların Lacandon Ormanı’ndan ilk bildirgesinde “Neredeyse hiçbir şeye, hatta başımızın üzerinde bir çatıya, toprağa, işe, sağlığa, yiyeceğe, eğitime bile sahip olmamamız umurlarında değil” sözleriyle ortaya konuyordu.

Ayaklanmanın ardından Zapatistalar ve Meksika Hükümeti arasında yapılan görüşmelerde ‘San Andres Mutabakatı’ imzalansa da –ki bu mutabakat yerli halkların toprak ile kendi geleneklerine dayanan özerklik ve özyönetim haklarının tanınmasına dayanıyordu– hükümetin bu mutabakata uymaması Zapatistaları bu özerkliği fiili olarak inşa etmeye yöneltti. Zapatistalar, yerli halkın yaşadığı Chiapas’ta her biri 80 köyden oluşan 38 özerk-otonom belediye biçiminde örgütlendiler. Bu örgütlenme ekonomik olarak yerli halkın geleneklerine uygun biçimde toprağın komün-kooperatifler biçiminde örgütlenmesine ve her komün-kooperatifin kendi ihtiyaçlarını karşılamasına dayalı üretim ve değişim (takas-ticaret) ilişkisine dayanmaktadır. Bu örgütlenme siyasi olarak ise, “aşağıdan demokrasi” modeline dayanmakta, halkın kendisiyle ilgili karar süreçlerine meclisler üzerinden katılımını esas almaktadır. Hareketin sembol ismi Marcos’un kendini Subcomandante (komutan yardımcısı) olarak adlandırması da Zapatistaların hiyerarşiye karşı aşağıdan demokrasiyi savunan modelinin simgelerinden biri durumundadır. Zapatistaların özerk-otonom belediyelere dayalı sisteminin neo-liberal saldırganlığa karşı yerli halkın çıkarlarını savunmaya dayalı ilerici-demokratik bir yönetim modeli olduğu açıktır. Ancak bu modelin-sistemin dünya ölçeğinde uyandırdığı umut-beklentinin ve neo-liberalizme karşı kazandığı ‘başarıların’ aksine kapitalist sistemi aşma ufkuna sahip olmadığının da altını çizmek gerekiyor.

Çünkü öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; Zapatistaların otonom-özerk yönetim sistemi, toprağın henüz metalaşmadığı, yani kapitalist entegrasyonun oldukça sınırlı düzeyde olduğu Chiapas bölgesinde ve yerli halkın devlet tarafından ortadan kaldırılmak istenen toprak üzerindeki komünal mülkiyet ve üretime dayalı ilişkilerinin korunması temeline dayanmaktadır. Bu bakımdan bu özerk bölgeler, kapitalizmin etkisinin sınırlı olduğu geçimlik ekonomiye dayanan ‘adacıklar’ olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla her ne kadar Zapatistalar, salyangoz işaretiyle sembolize edilen “yavaşça ama emin adımlarla ilerleme” sloganını kullansalar da iktidarı ele geçirme hedefinin olmadığı koşullarda –ki Zapatistalar iktidarı ele geçirme fikrini açıktan reddediyorlar– bu ilerlemenin kapitalist kuşatmanın dışında kalınabildiği oranda yerli halkın hayatının ‘iyileştirilmesi’ beklentisinde ifadesini bulan bir reformculuk ufkunu aşması mümkün değildir. Burada 2001 krizinden sonra Arjantin’de yaşanan fabrika işgallerini ve bu işgal fabrikalarındaki özyönetim deneyimlerini (patronsuzlar hareketi) hatırlamakta/hatırlatmakta yarar var. Özyönetim fabrikalarında ne kadar demokratik bir üretim modeli geliştirilmiş olursa olsun nihayetinde bu fabrikalar kapitalist pazar tarafından kuşatılmış ve bu pazara üretim yapan fabrikalar olmaktan kurtulamamıştır. Başka bir deyişle sistemi değiştirme, ortadan kaldırma gibi bir hedefi olmayan bu modelin sınırları kaçınılmaz bir biçimde kendisini kuştan kapitalist sistem tarafından belirlenmektedir.   Dolayısıyla doğrudan kapitalist pazara üretim yapan özyönetim fabrikaları Zapatistalar kadar şanslı da değildir. Ancak sonuç olarak ister Zapatistalar ve ister özyönetim fabrikaları olsun, bu hareketlerin neo-liberal kapitalist sistemi değiştirmeyi değil, onun yarattığı sonuçlarla mücadeleyi merkezlerine alan ve bu nedenle sistemi ortadan kaldırma kapasitesine-ufkuna sahip olmayan deneyimler durumundadır. Zapatistaların ilk yıllarda yarattığı heyecanın bugün giderek kaybolmaya yüz tutması da bu gerçekliğin bir sonucudur.

Burada Zapatista hareketiyle bağlantılı olarak iki noktaya daha değinmek gerekiyor. Birincisi, Rojava’da Kürtlerin 2012 yazından sonra kurdukları demokratik kantonların radikal demokrasiyi savunan aydınlar arasında Zapatistalara benzer bir heyecan yaratması ve dahası bu aydınların söz konusu hareketlerin –Zapatistalar ve Rojava– örgütlenme modeli arasındaki benzerlikler üzerinden yeniden ‘umut’ tazelemeleridir. Ancak şimdiden söyleyebiliriz ki, bugün Suriye’deki emperyalist kamplaşma koşullarında ortaya çıkıp geleceğinin nasıl şekilleneceği konusunda belirsizlikler olan Rojava’daki yapılanma taşıdığı bütün demokratik-ilerici özelliklere rağmen kapitalist sistemi ortadan kaldırma ufkuyla hareket etmemekte –ki siyasal programında tekelciliği reddetmesi ve dayanışmacı ekonomiden söz etmesine rağmen bu program anti-kapitalist değildir– ve zaten iktidar fikrini reddettiği için sınırları ‘otonomi-özerklik’le belirlenen bir mücadele ekseninde yer almaktadır.

İkincisi ise, John Holloway gibi radikal demokrasi kuramcılarının Zapatistaları devlet merkezli politikanın ve Leninist devrim fikrinin reddine dayalı ideolojik söylemlerine somut bir dayanak-kanıt olarak sunmalarıdır ki[12], radikal demokrasi kuramının temel varsayımlarını ileriki bölümlerde tartışacağız.

Avrupa’da radikal demokrat-yeni sol çevreler içinde Zapatistalara benzer bir heyecan yaratan gelişme ise, 2015’te Yunanistan’da Radikal Sol Koalisyon’un (SYRİZA) iktidara gelmesi oldu. Stratejik hedeflerini “20. yy sosyalizminin başarısızlığından dersler çıkartarak 21. yy demokrasi ve sosyalizmini kurmak” olarak açıklayan Çipras’ın liderliğini yaptığı Syriza, önce Ocak ve ardından Eylül 2015’te yapılan seçimleri kazanmayı başardı.

Syriza’yı iktidara taşıyan süreç, Yunanistan’ın 2008 kapitalist krizinden en fazla etkilenen Avrupa ülkesi olmasıyla başladı. Yunanistan’da Papandreu liderliğindeki PASOK (Panhelenik Sosyalist Hareket) Hükümeti, ekonomik krizden çıkmak ve Yunan ekonomisini “güçlendirmek” adına 2010’da ‘troyka’(Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF) ile ‘Birinci Troyka Anlaşması’nı imzaladı. “Bütçe açığının kapatılması ve Yunan ekonomisindeki kırılganlığa son verilmesi” gibi gerekçelerle kamu emekçilerinin ve emeklilerin ücretlerinde kesinti yapılıp sosyal haklarının kısılması, kamu yatırımlarının ve sübvansiyonların sınırlanması gibi emek karşıtı politikaları dayatıldığı bu anlaşmanın sonuçları Yunan işçi-emekçiler için tam bir yıkım oldu. İşsiz sayısı 2 milyonu buldu (Yunanistan’ın nüfusu yaklaşık 11 milyon), 500 bin küçük esnaf iflas etti, ücretlerde yüzde 45’lere varan kesintiler yapıldı ve emeklilik yaşı 67’ye çıkartılarak sosyal haklar tırpanlandı, birçok kamu kurum ve işletmesi özelleştirildi. Ülkede işçi-emekçilerin de bu dayatmalara karşı tepkisi büyüyerek devam etti-ki, 2009’dan Syriza’nın seçimleri kazandığı 2015’e kadar 30’u aşkın genel grev yapıldı.

Syriza’nın Troyka’nın dayatmaları ve neo-liberal saldırganlık karşısında nasıl bir yol izleyeceğini-dolayısıyla neo-liberal kapitalizme karşı umut olup olamayacağını- gösteren ilk ve en önemli sınav, Troyka’nın işçi-emekçilerin haklarına-kazanımlarına saldırı temelinde dayattığı “kurtarma paketi”yle ilgili Temmuz 2015’te düzenlenen referandum ve sonrasında takındığı tutum oldu. Referandumda halkın yüzde 61’i Troyka’nın paketine ‘hayır’ diyerek bu dayatmalara karşı tutum alma konusunda Syriza’nın elini güçlendirdi. Syriza’nın önünde iki yol vardı: Ya Troyka ve AB’nin dayatmalarına karşı işçi-emekçi halk kitlelerinin beklentileri doğrultusunda yeni bir programla yola devam edecek ya da AB-uluslararası sermayenin bu kuruluşları ile uzlaşma yoluna girecekti. Syriza, halkın beklentilerinin tersine referandum sonucunu ‘troyka’ya karşı bir pazarlık konusu yapmakla sınırlı bir tutum izleyerek “kurtarma paketi”ni kabul etti. Bu paket, kamu özelleştirmelerinin tamamlanması –ki bu özelleştirmeler büyük oranda ‘borç’ ödemeleri için kullanılacak–, özellikle ücretlerde kesinti yapılarak kamu harcamalarının kısılması, KDV’nin arttırılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi başta olmak üzere sosyal güvenlik sisteminde işçi-emekçilerin aleyhine olan düzenlemelerin kalıcılaşması, esnaf ve çiftçilere yeni vergiler getirilmesi gibi emekçi halk kesimlerine ağır yükümlülükler getiriyordu. Çipras hükümetinin Troyka ile ‘uzlaşma’ tutumuna ilk tepkilerden biri Syriza içinden geldi. Troyka ile “kurtarma paketi”nin imzalanmasına karşı çıktığı için Enerji Bakanlığı’ndan alınan Lafazanis’in liderliğini yaptığı ‘Sol Platform’, Syriza’dan ayrılarak ‘Halk Birliği Partisi’ni kurdu.

Neo-liberal yıkım politikalarına karşı mücadele eden Yunan emekçilerinin umudu olarak iktidara gelen Syriza’nın daha önce PASOK ile Troyka arasında imzalanan “kurtarma paketleri”nin devamını getirmesi, aslında kendini var eden politikaların inkârı olarak anlam kazandı. Çünkü “kurtarma paketleri” Yunan emekçiler için daha fazla işsizlik, daha düşük ücret ve sosyal haklarda kesintinden başka bir şey getirmemişken, aynı politikayı sürdürmek açıktır ki, Yunan işçi-emekçilerinin değil, Troyka’nın temsil ettiği uluslararası sermaye kuruluşlarının çıkarlarının korunmasına hizmet etmektir. Ve elbette Syriza’nın bu politikaları kendisinden beklenti içindeki işçi-emekçi kitlelerde hayal kırıklığı yaratmaktadır ki, 2017 yılında yapılan kamuoyu yoklamalarında Syriza’nın oyunun yüzde 20’lerin altında görünmesi, emekçi halk kitlelerinin desteğini çekmekte olduğuna işaret etmektedir. Dolayısıyla Syriza’nın “20. yy. sosyalizmi”nin (ve Marksizm-Leninizmin) yanlışlarını aşmak adına işçi sınıfı iktidarının reddine dayanan radikal demokrasi programının (21. yy demokrasi ve sosyalizmini kurmak iddiası) vardığı yer sermaye programı ile uzlaşmak olmuştur. Başka bir deyişle bu programın ufku, en iyimser söylemle neo-liberal saldırı politikalarının sonuçları ile mücadele etmekle sınırlıdır ki, bu ufuk, söz konusu saldırı yasalarının sonuçlarıyla mücadeleyi de dar sınırlar içine hapsetmektedir.

Yunanistan gibi kapitalist krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri olan İspanya’da Aralık 2015’te yapılan seçimlerde yüzde 21 oy alarak dikkatleri üzerine çeken Podemos (Yapabiliriz) hareketi ise, daha baştan AB’nin yapısı ve kurumlarının yeniden düzenlenmesi, çalışma saatlerinin 35’e düşürülmesi, tüm ailelere asgari geçim güvencesinin sağlanması gibi “reformcu” taleplerle sınırlı, dolayısıyla sistemi değiştirmeyi değil, olumsuz sonuçlarıyla mücadeleyi esas alan bir programla ortaya çıkmıştır. Bu hareketin ve programının ufkunu lideri Pablo Iglesias’ın şu sözleri bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır: “Bizler, 70’ler ve ’80’li yılların sosyal demokrasi kapsamında değerlendirilen fikirlerden başka bir şey savunmuyoruz. Ama ne ki o günün sosyal demokrasi vizyonu, bugün aşırı sol olarak damgalanıyor. Radikalleşen biz olmadık. Dünya sağa kaydı.[13] Fakat bu durum, Podemos’un mevcut siyasal atmosferde neo-liberal programları uygulayan ‘merkez’ partilerden kopuş halindeki emekçi kitleler için alternatif haline gelmiş olması gerçeğini değiştirmemektedir. Nihayetinde Yunanistan’da ve dünyanın her tarafında olduğu gibi İspanya’da da işçi-emekçi halk kitleleri gerçek kurtuluşun hangi program/politikalardan geçtiğini kendi deneyimlerinden yaşayarak öğrenecektir.

Radikal demokrasi hareketlerinin ortaya çıkış süreçlerinde yarattıkları umut ve beklentinin aksine neo-liberal politikalar ile mücadele ve emperyalist kapitalist sistemi “dönüştürme” konusunda Zapatista örneğinde olduğu gibi yetersiz kalmaları ve Syriza örneğinde olduğu gibi başarısız olmalarının nedenleri, emekçi hareketinin bilinç ve örgütlenme düzeyinin düşüklüğüyle birlikte bu “radikal” hareketlerin ideolojik arka planında ve bu temelde oluşturdukları politik programlarında aranmalıdır. Elbette ‘radikal demokrasi’ içinde değerlendirilebilecek görüş ve akımların birbirinden farklı birçok yaklaşımı olduğu söylenebilir. Ancak bunların ortak paydası olan ve politik çıkmaz/açmazlarının nedenini oluşturan iki temel varsayımdan söz edilebilir.

Birincisi,   emek-sermaye çelişkisinin kapitalist sistemi/üretim biçimini belirleyen temel çelişki olduğunun reddedilmesidir. Bu reddiyenin mantıksal sonucu elbette sınıf merkezli politik mücadeleden vazgeçilmesi ve sınıfın yerine başka ‘özne’lerin geçirilmesidir.

Radikal demokrasi kuramcılarına göre Marksizmin emek-sermaye çelişkisinin sistemin temel çelişkisi olduğu tezi, bugün artık geçerliliğini yitirmiş indirgemeci, ekonomik belirlenimci bir tezdir. Bu iddianın mantıksal sonucu Marksizm-Leninizmin sınıf mücadelesini temel alan mücadele anlayışının da geçersizleşmesidir. Dolayısıyla burada karşımıza sistemin hangi özne-öznelerle ve nasıl ‘dönüştürüleceği’ sorusu/sorunu çıkmaktadır.

Radikal demokrasinin kuramcılarından Laclau’ya göre dönüştürücü özne ‘söylem’, yani kişinin kendini tanımladığı ‘kimlik’tir ki, sınıf da bugün kimlik siyasetinin önemsiz hale gelmiş bir türünden başka bir şey değildir.[14] Bookchin ve Wallerstein’a göre ırk, cinsiyet, etnik köken gibi çelişkilerin “ikincil” olduğu tezi geçersizleşmiş ve “sınıf mücadelesinin yerine bu özneleri de kapsayan daha incelikli ve kapsayıcı bir kavram olan ‘hiyerarşi’ almıştır.[15] Negri’ye göre, sınıfın yerini iktidarın dışında olmasıyla tanımlanan ‘çokluk’ almıştır.[16] Zapatistaları 21. yüzyılın devrimci mücadelesinin sembolü olarak gören Holloway da, Negri’ye benzer bir biçimde, özne olarak ‘eyleyen (iktidara karşı çıkan) insan’ı koyar.[17]

Radikal demokrasi kuramı ile ilgili söylenebilecek ilk şey, bu kuramın sosyalizmin tarihinin en büyük saldırısı ile karşı karşıya kaldığı sınıf hareketinin yenilgi yıllarında ortaya çıkan bir kuram olmasıdır. Bu dönemde kimlik siyasetinin (ekolojik, ırk-etnisite, cinsel, dinsel vb) öne çıkmış olması, sınıf mücadelesine dair reddiyelerin (sınıf mücadelesinin geçersizleştiği, önemini kaybettiği iddiasının) tartışılmaz doğrular olarak sunulmasını kolaylaştırmıştır. Ancak meselenin özü şudur: Kapitalizmin sermaye birikimine dayanan bir toplumsal sistem olması, yukarıda adı geçen yazarların da kabul ettiği bir gerçektir. Peki, sermaye birikiminin kaynağı nedir? Elbette kapitalistin, yaşamını sürdürmek için çalışmak zorunda olan işçinin emek-gücünü kendisine ödediği ücretten daha büyük bir değer (artı-değer) üretmesi için kiralamasıdır. Çünkü kapitalist birikim, ancak işçinin emek-gücünün sömürüsüyle (ürettiği değerin ödenmemiş kısmına, artı-değere kapitalist tarafından el konulmasıyla) sağlanır. Ve daha fazla kâr, sermaye birikimi için gerçekleştirilen bu üretim süreci, kaçınılmaz bir biçimde işçi-ile kapitalisti de karşı karşıya getirmekte ve aralarındaki çelişkiyi sürekli olarak yeniden üretmektedir. Marx’ın Kapital’de söylediği gibi, “Kapitalist üretim …emekçiyi durmadan, yaşaması için emek-gücünü satmaya zorlamakta ve kapitaliste, daha da zenginleşmesi için bu emek gücünü satınalma olanağını hazırlamaktadır… Şu halde kapitalist üretim süreci, kendi iç bağlantısı içerisinde ya da yeniden üretim süreci olarak düşünüldüğünde, yalnız meta üretmekle, artı-değer üretmekle kalmıyor, aynı zamanda kapitalist ile ücretli işçi arasındaki toplumsal ilişkiyi de üretiyor ve yeniden üretiyor.[18]

Öyleyse, eğer kapitalist sistem, emek ve sermaye arasındaki çelişkiye dayanan bir birikim modeline dayanıyorsa, bu sistemin üzerine oturduğu çelişkinin sistemi belirleyen temel çelişki olması gerekmez mi? Dahası, emek ve sermaye arasındaki çelişkinin önemini kaybettiği, belirleyici olmaktan çıktığı, diğer çelişkilerle (etnik, cinsel, ekolojik vb) eşitlendiği iddia ediliyorsa önce kapitalist birikimin artı-değer üretimine dayanan bir birikim süreci olmaktan çıktığının kanıtlanması gerekmez mi? Ya da tersi bir biçimde sermaye birikiminin etnik, cinsel, ekolojik çelişki-sorunlar üzerinden gerçekleşmeye başladığının kanıtlanması. Ancak radikal demokrasi kuramcıları bunu yapamadıkları için sınıfın bileşiminin değiştiği gibi söylemlerle arkadan dolanarak sınıf yerine kafalarındaki modele uygun yeni, belirsiz özneler yaratmaktadır. Oysa neo-liberal kapitalizmin esnek, güvencesiz, örgütsüz çalışmayı dayatarak sınıfın bütün kazanımlarına karşı çok yönlü saldırısının bir sonucu olarak sınıfın yapısı ve bileşiminde ortaya çıkan değişimler, emek-sermaye çelişkisini önemsizleştirmek bir tarafa Avrupa’da 1970’lerden bugüne işgücünün ürün maliyeti içindeki payının yüzde 55’lerden yüzde 11-12’lere düşmesi örneğinde olduğu gibi bu çelişkiyi kat be kat daha fazla büyütmüştür.

Kaldı ki Marksistler; etnik-ırksal, cinsel, ekolojik vb. çelişkilerin-sorunların önemini hiçbir zaman yadsımaz. Bizim karşı çıktığımız bu çelişki-sorunların sınıf çelişkisinin üstünün örtülmesinin bir dayanağı haline getirilmesi ve bu temelde sınıf mücadelesine dayanan devrim ve iktidar fikrinin reddedilmesidir. Toparlamak gerekirse, ABD’de ırkçılığın kaldırılması ya da Güney Afrika’da Irkçı “Apartheid rejimi”nin yıkılması, yasalar önünde eşitliği sağlasa da –ki eşitliğin sağlanması ancak bu uğurda verilen büyük demokratik mücadelelerin sonucu olabilmiştir– bu ülkelerin emperyalist-kapitalist sistemin birer parçası olması gerçeğini değiştirmediği gibi, bu ülkelerde siyahîlerin en ağır ve güvencesiz işlerde çalışan ve en fazla sömürüye maruz kalan toplumsal kesimler olmasını da ortadan kaldırmıştır. Fakat bu durum Lenin’in deyimiyle sosyalistlerin bu demokratik talepler için tutarlı ve çok yönlü bir mücadeleye girmesini engellemez.[19] Çünkü bu mücadele bir yandan proletaryanın burjuvaziye karşı zaferinin koşullarını yaratacak ve öte yandan bu zafer ulusal, etnik, cinsel vb. gibi sorunların kalıcı çözümünün yolunu açacaktır.

İkinci olarak, radikal demokrat yazarların/ideologların Marksizmin emek-sermaye çelişkisinin kapitalist sistemi belirleyen temel çelişme olduğu önermesinin reddinden çıkardıkları sonuç kapitalist sistemin proleter devrimle/işçi sınıfı iktidarı ile yıkılabileceği fikrinin artık geçerliliğini yitirmiş bir önerme olduğudur. Başka bir deyişle eğer işçi sınıfı (proletarya) sistemin temel çelişkisini çözebilecek ‘özne’ olmaktan çıkmışsa artık işçi sınıfı devrimi/iktidarı da geçerliliğini yitirmiştir. O nedenle radikal demokrat ideologlar proleter devrimi, yani Bookchin’in deyimiyle “devlet gücünü ele geçirmeye yönelik geleneksel sosyalist görüşü reddet”mekte[20] ve “Dünyayı iktidar olmadan değiştirme”yi[21] savunmaktadır. Ancak Lenin’in deyimiyle her devrimin temel sorunu olan iktidarı ele geçirmeden sistemi “dönüştürme” arayışlarının pratiği ortadadır. Eğer proletarya devrimi ve iktidarını reddediyorsanız varacağınız yer ya Zapatistalar gibi sınırları kapitalist sistem belirlenmiş bir ‘otonomi’ ya da Syriza örneğinde olduğu gibi AB burjuvazisi ile ‘uzlaşma’ olmaktadır.

Çünkü nasıl işçi sınıfının devrimci rolü Marksizm-Leninizm bakımından bir keyfiyetin değil, kapitalizmin işleyiş yasalarının yarattığı çelişkinin bir sonucuysa, işçi sınıfının iktidarı da kapitalist devlet aygıtını parçalayıp ortadan kaldırmanın zorunlu bir aracıdır. Ve bu aracı zorunlu kılan Marksist-Leninistlerin iktidar ve devlet aşkı değil, burjuva sınıfın işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde sömürü koşullarını yeniden yaratmasını engellemenin başkaca bir yolunun olmamasıdır. Yoksa Marksist-Leninistler ‘Komünist Manifesto’dan bu yana nihai hedeflerinin devleti ve sınıfları ortadan kaldırarak komünizmi kurmak olduğunu açıkça ilan etmişlerdir. Fakat komünist toplumu kurmak için “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi” olan proletarya diktatörlüğü, insanlığı ücretli kölelikten kurtarmak ve kapitalist sömürücülerin direncini kırabilmek; sömürücü sınıfların egemenliğine dayanan önceki bütün devlet biçimlerinden farklı bir devlet biçimi olarak işçi sınıfının kendisiyle birlikte bütün sınıfları ve sınıfların bir egemenlik biçimi olan devleti ortadan kaldırmak için zorunlu bir “geçiş dönemi”nden başka bir şey değildir.[22]

Özetle işçi sınıfı iktidarının reddine dayanan “kurtuluş” ve sistemi “dönüştürme” arayışlarının başarısızlıkları ortadayken radikal demokratların geçmişte yaşanan sorunların nedeni olarak sosyalist iktidarı göstermeleri, açıktır ki, kapitalist sistemin parçalanıp burjuva egemenliğinin yok edilmesinin reddi olarak anlam kazanmakta ve bu nedenle en çok emperyalist kapitalist sistemin çıkarlarına hizmet etmektedir. Ekim Devrimi’nin bırakalım Sovyetler Birliği’nde iktidara gelen işçi-emekçiler için anlamını, bu devrimden korkan kapitalistlerin işçi sınıfına tanıdığı/tanımak zorunda kaldığı sosyal haklar ve öte yandan sosyalist iktidarın dünyadaki ulusal kurtuluş mücadelelerinin en büyük destekçisi, dayanağı haline gelmesi bile sosyalist devrim ve iktidarın dünya işçi sınıfı ve ezilen halkları için taşıdığı önemi anlamak için yeterlidir.

NEO-LİBERALİZMİN ALTERNATİFİ YENİ ‘EKİM’LERDİR

Denilebilir ki, dünyada son yüz yılda işçi sınıfı mücadelesi ve ulusal kurtuluş mücadeleleri bakımından Ekim devriminin ya da revizyonist ihanetten sonraki sosyalizmin geçici yenilgisinin olumlu ya da olumsuz bir biçimde etkilemediği hiçbir önemli bir gelişme yoktur. Sadece buradan bakıldığında bile Ekim devrimi olmuş bitmiş bir tarihsel olgu değil, insanlık tarihinin bugün ve yarınını da etkileyen/etkilemeye devam eden tarihsel-toplumsal bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır.

Her şeyden önce Ekim Devrimi, sömürülen-emekçi sınıfların binlerce yıllık sömürüsüz bir dünya özleminin gerçekleşebilir olduğunu göstermesi bakımından insanlık tarihinde ‘özel’ bir yer tutmaktadır. 1917 Ekim devrimi ile birlikte dünyanın altıda birinde-Rusya’da- sömürücü sınıfların –burjuvazinin– egemenliği yıkılmış, Sovyetlerde örgütlenen işçi ve köylüler Bolşevik Partisi’nin öncülüğünde iktidarı ele geçirerek proletarya diktatörlüğünü kurmuştu. İşçi sınıfı ve geniş emekçi halk kitleleri için demokrasinin en ileri biçimini temsil eden proletarya diktatörlüğü, sömürülenlerin değil; sömürücü sınıfların baskı altına alındığı bir devlet biçimi olarak örgütlenmişti. Ancak bu devlet, hem egemenliği elinde bulunduran sınıf ve hem de örgütlenme biçimi bakımından önceki bütün devlet biçimlerinden farklıydı. Çünkü sosyalist devlet, kendi varlık koşullarını güçlendirmeye çalışan bütün öteki devlet biçimlerinden farklı olarak kendi varlığını ortadan kaldırmayı hedefleyen ve bu anlamıyla klasik anlamda artık ‘devlet olmayan bir devlet’ olarak örgütlenmişti. Bu gerçek ortadayken radikal demokrasi ideologlarının sosyalizmi ‘iktidarcı’ ve ‘devletçi’ olmakla suçlamalarının hiçbir nesnel dayanağı yoktur. Dolayısıyla sadece sömürücü sınıfların direncini kırmayı ve onların varlık koşullarıyla birlikte devleti ve tüm sınıfları ortadan kaldırmayı amaçlayan bir devlet biçimi olarak proletarya diktatörlüğünün reddi, niyet ne olursa olsun önünde sonunda burjuva sömürü düzeninin devamına hizmet eder. Çünkü Zapatistalar ve Syriza örneklerinde gördüğümüz gibi emperyalist kapitalist sistem içinde ‘adacıklar-otonom bölgeler’ kurmaya ya da sistemi ‘yavaş yavaş dönüştürme’ye dayalı radikal demokrasi stratejisi ya sınırları kendisini kuşatan emperyalist kapitalist sistem tarafından belirlenen bir ‘yaşam alanı’na mahkûm olma ya da dönüştürme iddiası ile yola çıkılan sisteme eklenti olmakla sonuçlanmaktadır.

Oysa Ekim Devrimi ve sosyalist iktidarın kurulması sonrasında üretim araçlarının özel mülkiyetine ve artı-değer sömürüsüne dayanan kapitalist üretim ilişkileri son bulmakla kalmamış işçinin kendi emeğinin ürünlerine yabancılaşması da son bulmuş ve dahası işçi-emekçi halk kitlelerinin ihtiyaçlarını temel alan bir üretim sistemi -sosyalist üretim- kurulmuştu ki, sosyalist planlama ile bir yandan işsizlik son bulmuş, öte yandan eğitim, sağlık, barınma, ulaşım gibi halkın en temel ihtiyaçları ücretsiz karşılanmaya başlamıştı. Ve bu dönem boyunca sosyalizmin sömürünün tasfiyesi konusundaki başarıları sadece Sovyet halklarının bir kazanımı olmakla kalmamış, dünyanın emperyalist kapitalist sistem içinde kalan ülkelerinde işçi-emekçilerin sosyal devletçi olarak adlandırılan politikalarda ifadesini bulan kazanımlara yol açmıştır ki, bu kazanımların tasfiyesi yönündeki saldırılar bugün de devam etmektedir.

Proleter devrimler çağını başlatan Ekim devrimi, burjuvazinin işçi-emekçi halk kitlelerini kendi iktidarının peşinden sürüklemek için kullandığı “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganındaki taleplerin, ancak işçi-emekçilerin kendi iktidarlarını kurarak gerçekleşebileceğini; burjuvazinin kendi çıkarlarının devamına hizmet eden demokrasisinin biçimsel bir demokrasi olmaktan öteye geçmediğini göstermiştir.

Burjuvazi, ‘devrimci çağı’nda feodalizme karşı kendini egemen sınıf olarak örgütleyip kendi devletini kurarken işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerini kendilerini de ‘egemen’ hissedecekleri bir sistem inşa etmişti. “Halkın kendi kendini yönetmesi” sloganında ifadesini bulan burjuva demokrasisi, kapitalist sömürü sisteminin, özel mülkiyetin kutsanmasının en geniş halk kitlelerine kabul ettirilmesinin temel dayanağı haline getirilmişti. Nihayetinde demokrasi bir devlet biçimi olarak sınıfsal bir karakter taşır ve burjuva demokrasisi de burjuva egemenliğin devamını sağlamaya yönelik mekanizmalara dayanır. Burjuva demokrasisinde halkın 4-5 yılda bir oy kullanmasına indirgenen demokrasi, seçimlerin aslında ülkeyi egemen sınıfın –burjuvazinin– hangi kesim ya da üyelerinin yöneteceğinin belirlenmesi olarak anlam kazanır. Bunun da ötesinde karar alıcı/yasa çıkarıcı organ olan parlamentonun aldığı kararların uygulanması yetkisini hükümete/başkana vb. gibi başka bir yürütücü güce devretmesi nedeniyle demokrasi kavramının içi tamamen boşaltılır. Devleti burjuva sınıfın hizmetinde olan bir bürokratik kast yönetirken, parlamentonun görevi de halkın yönetim süreçlerine katıldığı algısının yaratılmasından ibaret olur. Neo-liberalizmin uygulamalarında da görüldüğü gibi burjuva eşitlik ilkesi, yasalar önünde eşitliğe indirgenmiş, insanların içinde bulunduğu koşulları göz ardı eden dolayısıyla gerçekleşme şansı olmayan bir ilke olmaktan öteye geçmez. Çünkü burjuva mülkiyet ve sömürü ilişkilerinin eşitsizliği sürekli yeniden üretip büyüttüğü koşullarda ‘eşitlik’ ilkesi, aslında bu eşitsizliğin meşrulaştırılmasının ötesinde bir anlam ifade etmez.

Oysa Ekim Devrimi’nden sonra kurulan sosyalist demokraside iktidar organları olan Sovyetler devletin özel bir bürokratik kast olarak varlığı yerine devlet yönetimini bu iktidar organları üzerinden toplumun her üyesinin gündelik olarak katıldığı bir süreç haline getirmiştir. Bu bakımdan Sovyetler kararları alanlar ile uygulayanlar arasındaki ikiliği ortadan kaldırmış, yöneten-yönetilen ayrımının ortadan kaldırılmasının önünü açmıştır ki-burada elbette Sovyetlerde emekçi kitlelerin yönetmeyi öğrenme sürecinde birçok pratik sorun ve açmazla karşı karşıya kaldığı gerçeğini göz ardı etmiyoruz. Bir devlet biçimi –işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüye son vermek üzere burjuva azınlığın üstünde bir baskı aracı– olarak sosyalist demokrasi ne kadar tam uygulanırsa onu gereksiz kılacak –sınıfların ortadan kaldırılmasını ve devletin sönümlenmesini sağlayacak– koşullara, insanlığın sınıfsız-devletsiz özgürlük çağına o kadar yaklaşılmış olur. Dolayısıyla bu klasik anlamda ‘devlet olmayan devletin’ demokrasisi, kendi sonunu hazırlamanın aracı haline gelir. En somut ifadesini 1936 Sovyetler Birliği Anayasası’nda gördüğümüz sosyalist demokraside eşitsizliği yaratan mülkiyet ve sömürü ilişkilerine son verilerek toplumsal eşitliğin maddi koşulları gerçek anlamda yaratılır. 1936 Sovyet Anayasasında çalışma (iş), barınma, ulaşım, eğitim, sağlık, dinlenme gibi en haklardan her milliyet ve inançtan kadın erkek bütün emekçilerin eşit biçimde faydalanması devlet güvencesi altına alınmıştır.

Ekim devrimi, Sovyetlerde demokrasin en ileri biçiminin örgütlemesinin ötesinde sanayinin ve tarımda kolektif üretimin geliştirilmesi ve bu gelişmeye bağlı olarak çok kısa zamanda -üstelik dünyada emperyalist-kapitalist sistem büyük bir ekonomik krizi (1929 kirizi) yaşarken- toplumsal refahın hiçbir kapitalist ülkede örneği olmayan bir biçimde attırılarak işsizliğin son bulması, halklar hapishanesi olan Rusya’da ulusal sorunun ulusların kendi kaderini tayin hakkı temelinde çözümünün sağlanması –ki 1930’larda Sovyet okullarında 70 farklı dilde eğitim verilmesi bu çözümün en somut ifadelerinden biridir–, toplumsal yaşamın kadın-erkek eşitliğinin maddi koşullarının yaratılması temelinde düzenlenmesi, eğitim ve sağlıkta izleri bugüne kadar devam eden bilimin halkın hizmetine sunulmasına dayanan politikalar gibi işçi sınıfı ve emekçiler için tarihte eşi benzeri olmayan kazanımlar sağlamıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu kazanımlar Sovyet toprakları ile sınırlı kalmamış, hem emperyalist-kapitalist istem altında yaşayan işçi emekçilerin sosyal hakları ve örgütlenmeleri bakımından büyük kazanımların yolunu açmış, burjuvaziyi önemli tavizler vermeye zorlamış ve hem de ezilen ulusların ulusal hareketlerinin başarısı bakımından en büyük dayanak olmuştur.

Ekim Devrimi ve inşa edilen sosyalizm işçi sınıfı ve emekçiler için tarihi kazanımların önünü açmış olsa da, sosyalizm –proletarya diktatörlüğü– işçi sınıfı ve iktidarı elinden alınmış olsa da varlık koşulları tamamen ortadan kalkmamış olan burjuvazi arasında sınıf savaşımının devam ettiği bir ‘ara dönem’dir ki, bu dönemde burjuvazinin varlık koşulları tamamen ortadan kalkmamıştır, çünkü artı-değer sömürüsüne son verilmiş olsa da emek-değer ilkesi meta değişimine yön veren ilke olmayı sürdürür ve bunun da ötesinde küçük üretim burjuvazinin-kapitalizmin varlık koşullarını sürekli üretmeye devam eder. Dolayısıyla kapitalizmin tüm unsurları ile tasfiyesi yönünde kararlı adımlar atılmadığı/atılamadığı koşullarda kaçınılmaz bir şekilde kapitalist restorasyonun önü açılmış olur. Sovyetlerde Kruşçev dönemiyle birlikte burjuva-kapitalist unsurların tasfiyesine yönelik sürecin durdurularak “maddi ilgilenirlik” gibi kapitalist tüketim kültürünü kışkırtan “reform”ların yapılması ve dahası işçi-emekçi halk kitlelerinin giderek yönetim sürecinin dışına itildiği bürokratik mekanizmaların etkinlik kazanması, işçi sınıfı ve emekçilerin Sovyetler Birliği’nde bu sınıf savaşımını geçici olarak kaybetmesinin yani kapitalist restorasyonun önünü açtı. Sonuçta 1956’dan 1990’lara kadar devam eden bu restorasyon sürecinden sonra da Sovyet rejimi-Doğu Avrupa’daki halk demokrasisi rejimleri ile birlikte-açık kapitalist rejime dönüştü.

Ancak her şeye rağmen insanlık tarihinin çok kısa bir dönemini kapsamış olan Ekim devrimi, sömürücü sınıfların binlerce yıllık egemenliğinin yıkılabileceğini, işçi-emekçilerin kendilerini gerçek anlamda yönetebildikleri sömürüsüz bir düzenin kurulmasının mümkün olduğunu göstermesi bakımından yok edilemez bir iz bıraktı. Burjuvazinin sadece sosyalist ideolojiye değil, bu ideolojinin gerçekleşebilir olduğunu gösteren Ekim Devrimi’ne her fırsatta yeniden ve yeniden saldırmasının asıl nedeni de budur. Burjuvazinin saldırganlığının ve korkusunun nedeni Ekim devriminin hem işçi sınıfı ve emekçilerin iktidar olabileceklerini ve hem de iktidar olduklarında neler yapabileceklerini göstermiş olmasıdır. Dolayısıyla bugün neo-liberal saldırganlıkta ifadesini ulan emperyalist-kapitalist sömürü ve baskı sisteminin karşısında Ekim Devrimi –sosyalizm– insanlığın geçmişini değil, geleceğini temsil etmektedir. Bugün geçmişten dersler çıkararak geleceğin sınıfsız-sömürüsüz toplumunu kurmak için   dünyanın dört bir tarafında yeniden örgütlenip güç kazanmaya başlayan Marksist-Leninist parti ve örgütlerin varlığı ve mücadeleleri bu gerçeğin en somut ifadesidir. Marksist-Leninist parti ve örgütlerin Latin Amerika’dan Asya’ya ve Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya dünyanın dört bir tarafında neo-liberal kapitalizme tepki olarak gelişen sınıf ve halk hareketleriyle birleşmek ve onları tarihe yön verecek örgütlü bir güçler haline getirmek için attığı her adım bizi yeni ‘Ekim’lere daha da yakınlaştırmaktadır. İşte bu nedenle Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında kriz emarelerini her geçen gün daha fazla biriktiren ve sadece işçi-emekçilere değil, en geniş halk kitlelerine sömürü, savaş, ırkçılık, gericilik dışında başka bir şey vaat etmeyen neo-liberal saldırganlık karşısında insanlığın gerçek kurtuluşu ancak yeni ‘Ekim’lerden geçiyor.

[1] ABD’li burjuva ideolog Fukuyama tarafından gündeme getirilen “tarihin sonu” tezi, Marksizmin ilkel dönem dışında “bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” tezine de gönderme yapıyor, işçi sınıfını temsil eden sistem –sosyalizm– yıkıldığına göre tarihin sonunun da geldiği, dolayısıyla liberalizmin artık evrensel geçerliliği olan tek sistem haline geldiğini iddia ediyordu.

[2] Prof. Gülten Demir, ‘Küreselleşme Üzerine’ makalesi, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, s. 56, sf. 82-83

[3] SSCB’de geri dönüşün nedenleri kapsamlı bir tartışma konusu olmakla birlikte Kruşçev revizyonizmi tarafından devlet kapitalizmi ve meta ekonomisi uygulanmasıyla “kapitalizmle barış içinde bir arada yaşama ve rekabet etme” anlayışının benimsenmesi ve bu temelde sosyalist yaşam kültürü yerine halkın tüketim beklentilerinin emperyalist-kapitalist ülkelerdekine uygun biçimde dönüştürülmesi sonucunda ortaya çıkan ekonomik koşulların yeni bir bürokratik kastın oluşumuna yol açmasının kapitalist restorasyonda belirleyici bir rol oynadığı söylenebilir.

[4] Klasik liberalizmde de bu ilke insanların içinde bulundukları koşulları, bağlamı göz ardı eden şekli bir ilke olmaktan, bireyin özgürlüğünü dış müdahalelere maruz kalmamaktan ibaret görmekten öteye geçmez. Bu bakımdan mesela bireylerin aç, işsiz, eğitimsiz vb. olması/kalması, bir ‘dış’ müdahale olmadığı için liberal ideoloji bakımından onların “özgürlüğü”nü engellemez!

[5] F. Sapancalı, ‘Yeni Dünya Düzeni’ ve Küresel Yoksulluk makalesi, Dokuz Eylül Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, c. 3, s. 2, 2001

[6] Age

[7] Yücel Uyanık, Neoliberal Küreselleşme Sürecinde İşgücü Piyasaları, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, s. 10 / 2 (2008), sf. 209-224

[8] Age

[9] https://bianet.org/bianet/…/184714-unicef-su-kitligi-600-milyon-cocugu-etkileyecek

[10] Yücel Uyanık, Neoliberal Küreselleşme Sürecinde İşgücü Piyasaları, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, s. 10 / 2 (2008), sf. 209-224

[11] http://siyasihaber3.org/ozellestirme-mi-kitlesel-servet-transferi-mi

[12] J. Holloway, Kapitalizmin İçinde, Kapitalizme Karşı ve Kapitalizmin Ötesinde, sf. 16-17,   İletişim Yayınları

[13] Pablo Iglesias, aktaran Nilgün Cerrahoğlu, “Soldaki umudun adı Corbyn” yazısı, 11 Haziran 2017 tarihli Cumhuriyet Gazetesi

[14] Ernesto Laclau – Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çev: Ahmet Kardam/Doğan Şahiner, Birikim, 1992-İstanbul

[15] M. Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, sf. 81, Ayrıntı Yayınları, 1994/ I. Wallerstein, Liberalizmden Sonra, Metis Yayınları, 1998, sf. 214-215

[16] M. Hardt-A. Negri, Çokluk, sf. 12, Ayrıntı Yayınları, 2004

[17] J. Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, sf. 47, İletişim Yayınları, 2011

[18] K. Marx, Kapital, Birinci Cilt, Sol yayınları, 1986, sf. 594

[19] Lenin, Marksizm ve Ulusal Sorun, Evrensel Basım Yayın, sf. 132

[20] J. Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, sf. 27, İletişim Yayınları, 2011

[21] M. Bookchin, Toplumu Yeniden Kurmak, Metis Yayınları, Türkçe basıma önsöz, sf. 9-19

[22] K. Marx, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, 3. Baskı, sf. 41