Y. Yılmaz Karataş

Nazilerin Polonya’yı işgal ettiği ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başladığı tarih olan 1 Eylül (1939), bu savaşın yarattığı yıkım ve felaketleri unutmamak/unutturmamak için ‘Dünya Barış Günü’ olarak kutlandı/kutlanıyor. Her ne kadar BM (Birleşmiş Milletler) 2001’den sonra Sovyetler Birliği’nin faşizme karşı direnişinin izlerini silmek için 1 Eylül yerine 21 Eylül tarihini ‘Dünya Barış Günü’ olarak ilan etmiş olsa da Türkiye ve Ortadoğu coğrafyası gibi barış mücadelesinin güncelliğini/önemini koruduğu yerlerde 1 Eylül bir mücadele günü olarak kutlanmaya devam etti/ediyor.

Gerçekten de 2011’den bu yana Suriye merkezli bir savaş ve paylaşım mücadelesinin yaşandığı Ortadoğu, dünyanın en önemli enerji kaynaklarının ve geçiş yollarının yer aldığı bir coğrafya olarak yüz yıldır bitmeyen savaşlara ve paylaşım mücadelelerine sahne olmaya devam ediyor. Bu coğrafyanın yanı başında yer alan Türkiye ise, bir yandan Kürt sorunundan kaynaklı olarak 35 yılı bulan ve sınırların ötesine yayılan çatışmalar ve öte yandan da Erdoğan iktidarının yayılmacı emelleri nedeniyle giderek daha fazla bölgedeki bu savaş ve gerilimin bir parçası haline geliyor.

Bugün Ortadoğu’daki en etkin emperyalist güç olmayı sürdürmesine rağmen Rusya’nın başını çektiği kamp ile egemenlik mücadelesi halinde olan ABD’nin Suriye’de Esad’lı bir çözüme razı olması, 7 yılı aşkın bir süredir savaş ve yıkımı yaşayan Suriye’de barışçıl çözüm umut ve beklentilerini arttırıyor. Ancak çerçevesine dair belirsizlikler devam etse de Suriye’deki uzlaşma ve çözüm beklentisinin arka planında daha geniş çaplı bir bölgesel savaş ve gerilimin köşe taşları da döşeniyor.

İran’ı “terörist devlet” ilan eden Trump yönetimi, İran’a karşı S. Arabistan, Mısır ve İsrail ekseninde yeni bir planı devreye sokmaya hazırlanıyor. ABD’nin yeni Ortadoğu planıyla da bağlantılı olarak İsrail, Filistin’e karşı tarihinin en kapsamlı saldırılarından birini yürütüyor. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ‘bağımsızlık referandumu’ sonrasında rejim destekli milis güçlerinin müdahalesiyle birliğini korumaya devam etse de Irak’ın geleceğiyle ilgili belirsizlik sürüyor. Suriye rejimini destekleyen Şii Hizbullah’ın en etkin siyasi güç olduğu Lübnan, Irak gibi Suriye savaşının sarsıntılarını en fazla hisseden ülkelerin başında geliyor. Yemen’de Husiler ile S. Arabistan rejimi arasındaki çatışmalar devam ediyor. Türkiye’de ‘çözüm süreci’nin sona erdirildiği 2015’ten bu yana Kürt sorunundaki baskı ve şiddet politikalarına bölgedeki (Suriye) müdahale politikaları eşlik ediyor.

1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle ülkede ve bölgede barış talebini öncelikli hale getiren ama barış talepli mücadelenin başarısı için de antiemperyalist bir çizgi-programı zorunlu kılan gelişmeleri başlıklar halinde özetlemek gerekirse:

SURİYE: BÖLGESEL SAVAŞ TEHDİDİNİN GÖLGESİNDE BARIŞ GÖRÜŞMELERİ

ABD emperyalizmi, Suriye’ye müdahale politikasının öncülüğüne soyunan Türkiye, S. Arabistan ve Katar’ın en büyük destekçisiydi. Ancak bu müdahale politikası, beklentilerin aksine kuşatılmak istenen Rusya-Çin-İran blokunu güçlendirmekle kalmamış savaşın mezhepsel görünüm kazanması nedeniyle Suriye ve Irak’ta radikal İslamcı grupların (IŞİD) ABD’nin bölgesel çıkarları -enerji kaynakları ve geçiş yolları- için bir tehdit haline gelmesine de yol açmıştı. Bu nedenle ABD sarsılmaya başlayan hegemonyasını yeniden tesis etmek ve kendisine yönelen tehditleri bertaraf etmek için ‘IŞİD ile Mücadele Stratejisi’ adı altında bir politikaya yöneldi. Bu politikanın bugün için Irak’ta gerek en önemli enerji merkezlerinden biri olan Musul’un IŞİD’in elinden alınması ve gerekse ülkede ABD’nin 2003’te kurduğu düzenin devamının sağlanması bakımından kısmi-geçici bir ‘başarı’sından söz edilebilir. Öte yandan Suriye’de de IŞİD’e karşı mücadele eden en önemli güç olan Kürtlerle (Suriye Demokratik Güçleri-SDG) geliştirilen işbirliği sayesinde ABD ülkenin kuzeyinde belli bir etkinlik kazandı. SDG’yi ağır silahlarla donatan ABD, SDG’nin yönetimi elinde bulundurduğu bölgelerde (Fırat’ın doğusunda) birçok askeri üs kurdu. Dolayısıyla Kürtlerle işbirliğinin ABD’yi Suriye’nin geleceğinin belirlenmesinde belirleyici güçlerden biri haline getirdiği söylenebilir.

Suriye’nin güneyinde cihatçı grupların elindeki son kent olan Dera’da rejim güçlerinin kontrolü ele geçirmesinden sonra ülkede savaşın sona erdirilmesi ve bir siyasi çözüm için geriye iki önemli nokta kaldı. Bunlardan ilki rejim güçlerinin Rusya’nın desteğinde operasyona hazırlandığı İdlib. İdlib, Halep başta olmak üzere diğer kentlerden tahliye/tasfiye edilen cihatçı grupların sığındığı son kent. Dolayısıyla İdlib operasyonu cihatçı grupların tasfiyesinin son aşaması olarak değerlendirilebilir -ki, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un 14 Ağustos’ta Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile yaptığı görüşme sonrasında İdlib operasyonunun Türkiye ile koordineli yapılması konusunda anlaşmaya varıldığının açıklanması, bu tasfiye sürecinde Suriye rejimi ve Rusya’nın işini kolaylaştıracaktır.

Geriye siyasi çözüm için en önemli düğüm olan Kürtler’in statüsü konusu kalıyor. Trump ve Putin’in 16 Temmuz’da Helsinki’de yaptıkları görüşmede Suriye’de Esad’lı bir siyasi geçiş konusunda anlaşmaları -ki Trump’ın anlaşma için Suriye’de İran etkisinin azaltılması koşulunu öne sürdüğü ve bu koşulun Putin tarafından kabul edildiği belirtiliyor- Suriye rejimi ve Kürtler arasındaki müzakerelerin de önünü açtı. Rejim ve Kürt heyetleri arasında Temmuz sonunda başlayan müzakereler, Şam’da devam ediyor. Arap basınında yer alan haberlere göre bu görüşmeler Kürtler’in özerklik/yerinden yönetim taleplerinin nasıl/ne kadar karşılanacağı üzerinde yoğunlaşıyor.

Suriye’nin geleceği ve rejim-Kürt güçleri arasındaki müzakereler bakımından en önemli belirsizlik, Kürt bölgelerindeki ABD üslerinin -Haseki’de iki ve Derik, Qamışlo, Kobanê, Tel Abyat ve Menbiç’te birer olmak üzere toplam 7 askeri üssü bulunduğu iddia ediliyor- ne olacağı. Her ne kadar Trump, askeri güçlerini Suriye’den çekmekten söz etse de buradaki ABD üslerinin durumuyla ilgili farklı değerlendirmeler yapılıyor. ABD’nin bölgede kalıcı hale gelmesinin sadece diğer bölge ülke ve halkları için değil, uzun vadede Kürtler için de önemli bir sorun ve tehdit haline geleceği düşünüldüğünde (çünkü ABD varlığı halklar arasında güvensizlik ve düşmanlığı sürekli kışkırtacak ve Kürtlerin ABD’ye bağımlılığını arttıracaktır) bu konuda Kürtlerin önümüzdeki dönem nasıl bir tutum ortaya koyacakları önem kazanıyor.

Sonuç olarak Suriye’de 7 yılı aşkın savaş ve yıkımın ardından barışçıl çözüm umudu bölgesel savaş tehdidinin gölgesinde boy vermeye çalışıyor.

ABD’NİN YENİ ORTADOĞU PLANI: ARAP-SÜNNİ NATO’SUYLA KUŞATMA!

ABD’de Trump’ın başkan olur olmaz yaptığı ilk işlerden biri, 2015’te nükleer faaliyetlerinin denetlenmesi karşılığında İran’a yönelik ambargonun kaldırılması konusunda BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi (ABD, Çin, Rusya, Fransa ve İngiltere) ve Almanya’nın katılımıyla (P5+1) yapılan anlaşmayı “kabul edilemez” ilan etmek oldu. O zaman ABD Başkanı olan Obama’nın bu anlaşmayı imzalamasına en büyük tepki İsrail ve S. Arabistan’dan gelmiş; İsrail, bu anlaşmayı “İsrail’in varlığı için bir tehdit” olarak nitelemiş ve S. Arabistan ise, anlaşmanın İran’ı bölge (Ortadoğu) için daha büyük bir tehdit haline getireceğini söylemişti. İlk yurtdışı ziyaretini S. Arabistan’a yapan ve Kral Selman ile 110 milyarı doğrudan olmak üzere 350 milyar dolarlık silah anlaşması yapan Trump, Mayıs 2018’de ABD’nin P5+1 anlaşmasından çekildiğini açıkladı. Aynı dönemde dikkat çeken bir diğer gelişme de Sünni Arap ülkelerinin liderliğine soyunan S. Arabistan’ın Veliaht Prensi Muhammed’in artık “ılımlı İslam” çizgisini benimsediklerini açıklaması ve ayrıca İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesi yönünde adımlar atması oldu.

İran karşıtı eksene Mısır ve Ürdün’ün de katılmasıyla ABD’nin yeni bölge planı belirginleşmeye başladı. İran’ı hedefe koyan ama aslında İran’ın arkasındaki emperyalist güçlerin de (Rusya ve Çin) bölgedeki etkisini sınırlamayı amaçlayan ve ‘Ortadoğu Stratejik İttifakı’ (Middle East Strategic Alliance-MESA) adı verilen bu plana göre Sünni Arap ülkelerden ortak bir askeri güç oluşturulması hedefleniyor. Bu amaçla Ekim ayında Washington’da bir zirve yapılacağı belirtiliyor.İsrail, bu oluşumu açıktan desteklese de Arap-Müslüman halkların tepkisini azaltmak için muhtemelen ‘gizli ortak’ olarak kalacak. Sünni-Arap NATO’su olarak da adlandırılan bu askeri oluşumun öncelikli hedefi belirttiğimiz gibi Suriye savaşının başladığı süreçten bu yana sadece Suriye’de değil, Irak’tan Lübnan’a Bahreyn’den Yemen’e kadar en etkin bölgesel güç haline gelen İran’ı kuşatmak. Bağlı olarak İran’ı en önemli bölgesel ortak-müttefik olarak gören Rusya ve Çin’i durdurmak.

Sonuç olarak ABD, Sünni Arap rejimlerini ve İsrail’i kendi çıkarları temelinde aynı eksende bir araya getirmeyi ve Siyonist saldırganlığı meşrulaştırmayı amaçlayan bu yeni planı, Ortadoğu’da zayıflamaya başlayan hegemonyasını yeniden sağlamlaştırmak için zorunlu bir adım olarak görüyor. Ancak bu plan dâhilinde atılacak adımların bölgedeki gerilimi tırmandıracağını ve bölgesel savaş riskini büyüteceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok.

SİYONİST SALDIRGANLIK VE FİLİSTİNSİZ ‘ÇÖZÜM’

Trump ile birlikte Ortadoğu’da daha saldırgan bir politika izleyen ABD’nin öncelikli müdahale alanlarından biri de Filistin oldu. Trump’ın 2017 sonlarında Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdıklarını açıklamasıyla tırmandırılan İsrail-Filistin gerilimi, geçtiğimiz aylarda İsrail Parlamentosunun İsrail ve işgal ettiği toprakları sadece Yahudi toprağı ilan eden ırkçı ‘Ulus Devlet Yasası’nı kabul etmesiyle yeni bir boyuta taşındı.

Öncelikle son dönemlerde Filistin’e yönelik ABD ve İsrail saldırganlığının tırmandırılmasının ABD’nin yeni bölge planından bağımsız olmadığını vurgulamak gerekiyor. Filistin’e yönelik Siyonist saldırganlık karşısında ABD’nin İran’a karşı oluşturmak istediği Sünni-Arap NATO’sunun başını çeken Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi Arap ülkelerinin sessizliği de bu durumu doğruluyor. Ayrıca Trump’ın Kudüs kararını açıklamasının hemen öncesinde (2017 sonlarında) S. Arabistan Veliaht Prensi Muhammed’in Filistin lideri Mahmud Abbas’ı arayarak ABD’nin Filistin için dayattığı “çözümü” kabule zorlamak için verdikleri yardımları kesmekle tehdit ettiğine dair haberler yapıldığını da hatırlatalım. Gelişmeler gösteriyor ki, Filistin sorunu ABD işbirlikçisi Arap rejimlerinin görünüşte bile savunmadıkları/savunamadıkları bir noktaya doğru ilerliyor.

Özetleyerek söylemek gerekirse: ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararı ve ardından İsrail’in ‘Ulus Devlet Yasası’ Siyonist saldırganlığı ve İsrail’in Filistin topraklarında sürdürdüğü işgali meşrulaştırıp kalıcı hale getirmeye yönelik adımlardır. Ve bu saldırganlığın hedefi Filistin’de İran-Lübnan Hizbullah’ı etkisini ortadan kaldırıp Filistin’deki direnişi kırmak ve Filistin halkına diz çöktürüp ABD “çözüm”ünü dayatmaktır. Öyleyse onlarca yıldır sönmeyen Filistin ateşine benzinle gitmekten farksız olan bu adımların önümüzdeki dönem Filistin’i bölgesel gerilim ve çatışmaların merkezlerinden biri haline getireceğini şimdiden söyleyebiliriz.

IRAK, LÜBNAN, YEMEN…

Irak’ta Saddam’ın 2003’te devrilmesinin ardından ABD, yönetimin Şii ve Sünni Araplar ile Kürtler arasında paylaştırılmasına dayanan bir ‘düzen’ kursa da ülkede o günden bugüne gerilim ve çatışmalar eksik olmadı. IŞİD’in Irak’ta Musul’u ele geçirecek kadar güçlenmesinin arka planında o dönemin Şii Maliki Hükümeti ve Sünni aşiretler arasındaki gerilim ve çatışmalar yer alıyordu. Öte yandan merkezi yönetimle Kerkük başta olmak üzere aidiyeti konusunda anlaşmazlık olan bölgeler ve petrol gelirlerinin paylaşımı konusunda anlaşmazlıklar yaşayan Kürdistan Bölgesel Yönetimi de 2014’ten sonra bağımsızlıktan söz etmeye başlamış ve Eylül 2017’de ‘Bağımsızlık Referandumu’ gerçekleştirmişti. ABD’nin Irak’ta kendi kurduğu düzenin sonunu getirip bölgesel çıkarlarına zarar vereceği için desteklemediği, İran ve Türkiye’nin ise açıktan karşı çıktığı referandum sonrasında Irak yönetimi ve İran destekli sivil milis güçleri (Haşdi Şa’bi) Kerkük başta olmak üzere Kürdistan Yönetimi’nin IŞİD ile mücadele sürecinde fiilen ele geçirdiği bölgeleri işgal etti. Referanduma karşı yapılan bu müdahale ile Kürtler’in Irak’ta son yıllarda elde ettiği kazanımlar ciddi biçimde geriletildi. Fakat bugün Irak’ta belli bir ‘sessizliğin’ olması, sorunların çözüldüğü anlamına da gelmiyor. Aksine Suriye savaşı sürecinde olduğu gibi herhangi bir bölgesel gerilim veya çatışmadan ilk etkilenecek yerlerin başında yine Irak geliyor.

Lübnan, ülkedeki en güçlü siyasi aktör olan Hizbullah’ın savaşa doğrudan dâhil olmasıyla ve nüfusunun dörtte birine yaklaşan mülteci sayısıyla (resmi rakamlara göre yaklaşık 1 milyon mülteci) Suriye savaşının etkilerini en fazla hisseden ülkelerden biri oldu. En büyük destekçileri İran ve Suriye olduğu için, Lübnan Hizbullah’ı hem en büyük dayanaklarından birini ve hem de İran ile bağlantı noktasını kaybetmeme adına Suriye savaşına dâhil olmakta hiç tereddüt göstermeyerek birçok cephede Esad güçlerinin yanında savaşa katıldı.

Lübnan’da Fransızların oluşturdukları ama Irak’takinden çok daha karmaşık olan yönetimin mezhepsel temelli olarak paylaşımı, ülkede sürekli krizler yarattı. Eski Başbakan Refik Harriri’nin 2005’te bombalı bir suikast sonucu öldürülmesi, ülkedeki mezhepsel bölünmeyi ve siyasi krizi derinleştirdi. Bugün Refik Harriri’nin oğlu Saad Harriri’nin başını çektiği 14 Mart Bloku, Hizbullah’ın başını çektiği 8 Mart Bloku’na karşı S. Arabistan ve batılı emperyalistler tarafından destekleniyor. Yani Lübnan’da da emperyalist müdahale ve bölgesel kamplaşma ile iç içe geçmiş bir bölünme ve siyasi gerilim yaşanıyor.

Yemen’de S. Arabistan’ın Ağustos ayında düzenlediği bir hava saldırısı sonrası bir otobüste bulunan çoğu çocuk 50 kişinin yaşamını yitirmesi sonrasında ABD’li ünlü aktör Jim Carrey’nin sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşım durumu özetliyordu: “40 masum çocuk bir otobüste öldürüldü. Bizim müttefikimiz. Bizim füzemiz. Bizim suçumuz!”

Yemen’de S. Arabistan destekli Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in 2011’de başlayan olaylar ve çatışmalar sonrasında devrilmesinden bu yana S. Arabistan ile başkent Sana başta olmak üzere ülkenin büyük bölümünü ele geçiren Şii Husiler arasındaki çatışmalar devam ediyor. S. Arabistan ve ABD, İran’ı Husilerin arkasındaki güç olmakla suçluyor. Dolayısıyla bugün S. Arabistan’ın Husilere karşı savaşı, ABD ve körfezdeki işbirlikçilerinin İran’ı durdurup kuşatma stratejisinin bir parçası olarak anlam kazanıyor.

TÜRKİYE BÖLGESEL KAMPLAŞMA VE ÇATIŞMALARIN NERESİNDE

2011’den bu yana Suriye üzerinden yaşanan bölgesel çatışma ve kamplaşmanın en önemli sonuçlarından biri de 2012 Suriye’nin kuzeyinde (Rojava) özerk yönetimler kuran ve Irak’ta da IŞİD’e karşı mücadelede etkin bir rol oynayan Kürtlerin bölgenin geleceğinin belirlenmesinde göz ardı edilemeyecek bir güç haline gelmeleri ve bağlı olarak Kürt sorununun tarihinde olmadığı kadar bölgesel boyut kazanması oldu. Bu gelişmelerin, zaten ‘bölgesel liderlik’ hevesi ile Suriye’ye müdahale politikasının öncülüğüne soyunan ve Kürt sorunundan kaynaklı olarak 30 yılı aşkın bir süredir çatışmaların yaşandığı Türkiye’nin bölge siyaseti üzerinde ciddi etkileri olması kaçınılmazdı. Bu dönemde AKP-Erdoğan iktidarı bir yandan Suriye’de Kürtlerin gücünü kırmak için IŞİD-radikal İslamcı gruplarla işbirliğini sürdürürken öte yandan da ülke içinde Öcalan ile görüşme sürecini başlattı. Bu bakışta kendi içinde çelişkili gibi görünen bu politikanın amacı, Kürtlerin Suriye ve bölgedeki gücünü olabildiğince kırmak ve bağlı olarak ülke içinde Kürtleri AKP-Erdoğan iktidarının “çözüm”üne razı edip onları yedeklemekti ki, başkanlık rejimi tartışmalarını “çözüm süreci”nde başlatılmış olmasının nedeni de buydu.

İktidarın bu politikası için kritik bir önem taşıyan IŞİD’in Kobanê kuşatmasının kırılması ve sonrasında ABD’nin ‘IŞİD ile Mücadele Stratejisi’ kapsamında Kürtlerle işbirliğine yönelmesi ve ülke içinde de 2015 Haziran seçimlerinde Kürtlerin (HDP) başkanlık rejimine karşı açık tutum alması, iktidarın hesaplarını bozan gelişmeler oldu. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak Kürt sorununda yeniden çatışmalı sürece dönüldü; kent-hendek savaşlarının yarattığı yıkıma OHAL’den sonra belediyelere atanan kayyımlar ve parti eş başkanları ile milletvekillerinin aralarında bulunduğu binlerce siyasetçinin tutuklanması eşlik etti.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra ABD ile Türkiye’deki iktidar arasındaki gerilim yeni boyut kazanınca dünün düşmanları Rusya ve İran ‘dost’ oldu. Rusya, bu ‘dostluk’ sayesinde NATO üyesi Türkiye’yi ABD-batılı emperyalistlere karşı kullanma olanağını elde etti. Ancak bu işbirliği Türkiye’ye de Kürtlere karşı belli bir müdahale alanı/olanağı sağladı ki, Rusya, görünüşte IŞİD’e karşı ama gerçekte Kürt kantonlarının (Kobanê ve Afrin) birleşmesini engellemek amacıyla yapılan ‘Fırat Kalkanı’ operasyonundan Afrin operasyonuna kadar Türkiye’nin Suriye’deki operasyonlarına ‘olur’ verdi. Çünkü Rusya, bu politika üzerinden hem Kürtlerin gücünü sınırlayarak onları kendi çözümüne razı etmeyi ve hem de NATO üyesi Türkiye’yi ABD ile karşı karşıya getirerek Suriye’de kalıcı olmaya çalışan ABD’nin işini zorlaştırmayı amaçlıyordu.

Gelinen yerde Suriye’de bir siyasi çözüm konusunda ortaya çıkan uzlaşma ve bu temelde cihatçı grupların elinde olan son kent olan İdlib’e operasyon hazırlığı ile rejim ve Kürtler arasındaki görüşmeler, Türkiye’nin Suriye’deki varlığını giderek daha fazla tartışma konusu haline getirmekte ve manevra alanını daraltmaktadır. Ancak iktidarın müdahaleci-yayılmacı politikadaki ısrarı, emperyalistlerin Türkiye’yi bölgesel savaşın içine sürüklemesi tehlikesine de fazlasıyla kapı aralamaktadır. Nihayetinde içeride baskı ve şiddete ve dışarıda müdahale ve yayılmacılığa dayalı politika, çözümsüzlüğü derinleştirmekte ve ülkeyi bölgesel savaş tehdidinin bir parçası haline getirmektedir. İktidarın ülkeyi sürüklediği bu açmazdan kurtulmanın yolu ise, içeride demokratikleşme ve dışarıda halkların kaderlerini tayin hakkına saygıya dayalı barışçı bir politikanın benimsenmesinden ve emperyalistlerin müdahale politikalarına karşı açık tutum alınmasından geçmektedir.

BARIŞ MÜCADELESİ VE ANTİEMPERYALİZM

Yukarıda ana başlıklar halinde özetlediğimiz gerilim, savaş ve çatışmalar, Ortadoğu’da barış mücadelesinin neden acil bir talep/sorun olduğunu fazlasıyla ortaya koyuyor.

Bölgede yaşanan bu gerilim, savaş ve çatışmaların hangisine bakarsak bakalım karşımıza aynı gerçek çıkıyor: Bütün bu savaş ve çatışmaların arka planında emperyalistler ve bunların yanında saf tutan bölge gericilikleri arasındaki egemenlik-paylaşım mücadelesi yer alıyor. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi Ortadoğu coğrafyası dünyanın en önemli enerji kaynaklarının ve bunların geçiş yollarının bulunduğu bir bölge olması nedeniyle yüz yılı aşkın bir süredir emperyalistler arası paylaşım mücadelesine ve bu mücadelenin yol açtığı savaş ve çatışmalara sahne oluyor. Bölgeye egemen olan emperyalist güçler ve işbirlikçi rejimler değişse de paylaşım mücadelesi; savaş ve çatışmalar değişmeyen gerçek olarak kalıyor. Bugün elbette Suriye ve Yemen’deki savaşların, Filistin’deki çatışmaların, Irak ve Lübnan’daki gerilimlerin her birinin kendine özgü yanları bulunuyor ama bu durum özgünlüklerin ötesinde yaşananların arkasında emperyalist güçler ve bölgesel gericiliklerin bulunduğu gerçeğini de değiştirmiyor. Ve Türkiye, yukarıda da belirttiğimiz gibi gerek Kürt sorununun bölgesel bir boyut kazanması ve gerekse iktidarın yayılmacı politikaları nedeniyle bu bölgesel gerilim ve çatışmaların içinde giderek daha fazla dâhil oluyor.

Bu tablo içinde Ortadoğu’nun hangi ülkesi ya da bölgesinde barıştan söz edeceksek, emperyalistlerin ve işbirlikçi bölge gericiliklerinin müdahale politikalarına karşı açık tutum alınması ve bu müdahale politikalarına son verilmesinin sağlanması bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu savaş ve çatışmaları yaratan güçlerin müdahalelerine son verilmeden siyasi bir çözümü ve kalıcı barışı sağlamak mümkün değildir. Dolayısıyla bugün Ortadoğu’da barış mücadelesinin başarısı her türlü müdahaleye karşı olmayı, tutarlı bir antiemperyalist çizgiyi-tutumu zorunlu kılmaktadır. Çünkü böylesi bir tablo içinde emperyalistler arasındaki geçici anlaşma-uzlaşmalar da ancak daha büyük çatışmaların, yeniden paylaşım mücadelelerinin ‘hazırlık süreçleri’ olarak anlam kazanmaktadır.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Ortadoğu’daki paylaşım mücadelelerinin genellikle etnik, dinsel, mezhepsel farklı kimliklerin karşı karşıya getirildiği, çatıştırıldığı bir görünüme bürünmesi, emperyalistlerin ve işbirlikçi egemen sınıfların sömürü ve yağma politikalarını sürdürmelerini kolaylaştırmakla kalmamakta; halklar-farklı kimlikler arasında gerilim ve düşmanlıkları da körüklemektedir. Bu durum barış mücadelesinin başarısı için ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı için mücadeleyi de zorunlu hale getirmektedir.

Özetle bugün Ortadoğu’da halklar arasındaki etnik-dinsel-mezhepsel ayrım ve çatışmaların sona erdirilip kalıcı barışın sağlanması ile emperyalist müdahalelerin son bulup emperyalistlerin varlık-sömürü koşullarının ortadan kaldırılması mücadelesi iç içe geçmiş durumdadır. Ancak böylesi bir mücadele hattı, kimliklere hapsedilmiş siyasetin ötesinde bölgenin bütün işçi-emekçilerini ve ezilen halklarını birleştirebilecek antiemperyalist-devrimci bir siyaseti ve mücadele platformunu zorunlu hale getiriyor. Bugün dünyanın en önemli enerji kaynakları ve geçiş yollarına sahip olduğu halde yüz yıldır bitmeyen savaşları; yıkımı, göçleri, ölüm ve yoksulluğu bir kader gibi yaşayan Ortadoğu, kuşkusuz barış mücadelesinin en acil talep/ihtiyaç olduğu coğrafyaların başında geliyor. Ve bu mücadelenin başarısı için yüz yıldır azımsanmayacak bir mücadele tarihine-birikimine sahip olan bölgenin ezilen halkları ve işçi-emekçilerinin emperyalistler ve bölge gericilikleri tarafından kendilerine bir kader gibi dayatılan bu savaş, sömürü ve göçlere karşı barış ve insanca yaşam mücadelesinde birleşip kendi kaderlerini ellerine almaları gerekiyor.