Y. Yılmaz KARATAŞ

ABD’nin, İran’ın bölge (Ortadoğu) politikasının belirlenip uygulanması bakımından en etkili ismi olan Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani’yi 3 Ocak’ta Bağdat’ta düzenlediği suikast ile öldürmesi ve ardından İran’ın misilleme olarak Irak’taki ABD üslerine füze saldırısı yapması, yeni yılda bölgedeki (Ortadoğu) egemenlik mücadelesi ve gerilimi yeni bir boyuta taşıyan hamleler oldu. Ancak gerek bu saldırılardan sonra ABD ve İran’dan yapılan açıklamalar ve gerekse bölgesel egemenlik mücadelesine taraf olan diğer güçlerin ‘itidal’ çağrıları, her iki tarafın bugünkü koşullarda bu gerilimi açık bir savaş durumuna götürmek istemediğini gösteriyor. Fakat öte yandan mevcut şartlarda kendi çıkarlarına hizmet etmeyeceğini düşündükleri için bu güçlerin gerilimi savaş durumuna taşımak istememelerinden bölgedeki diğer gelişmelere bağlı olarak bu gerilimin savaşa dönüşemeyeceği sonucu da çıkarılmamalıdır. Çünkü Süleymani suikastı ve İran’ın ABD üslerini hedef alması, bu iki güç arasındaki gerilimi karşılıklı olarak stratejik kişi ve mevzilerin askeri olarak hedef alınmasının ‘meşru’ sayıldığı bir noktaya taşımış, deyim yerindeyse uzunca bir süredir koşulları hazırlanan savaşın kapısını çalmıştır.

ABD’nin, İran’ın bölge politikasının belirlenip uygulanmasında en etkili isimlerden biri olan ve dolayısıyla İran’ın bölgedeki gücünü sembolize eden Süleymani’yi hedef alan saldırısı dünyanın en önemli enerji kaynakları ve bunların geçiş yollarının bulunduğu Ortadoğu’daki egemenlik/paylaşım mücadelesinden ve bu mücadelenin tırmandırdığı gerilimden bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla bu saldırının bölgede yaratabileceği olası sonuçları değerlendirebilmek için öncelikle bölgedeki dengelere ve egemenlik mücadelesinin bugüne kadar nasıl bir seyir izlediğine dönüp bakmak gerekiyor.

İRAN’A KISA BİR BAKIŞ

İran, kökeni milattan önceki tarihlere dayanan Pers İmparatorluğu’ndan günümüze bölgenin en köklü devlet geleneğine sahip ülkesidir. Tarih boyunca Doğu ve Batı arasındaki ticaret bakımından önemli bir geçiş bölgesi ve kültürel kavşaklardan biri olagelmiştir. Bölgenin en önemli petrol (ve doğalgaz) kaynaklarına sahip ülkelerinden biri olan İran’da Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan önce İngiliz emperyalistleri buradaki petrol yataklarını işletmek için girişimlerde bulunmuş ve 1908’de Anglo-Pers Petrol Şirketi (APOC) kurulmuştu. Şah Rıza Pehlevi’nin Nazi Almanya’sı ile işbirliğine yöneldiği İkinci Paylaşım Savaşı’na kadar ülkede İngiliz emperyalizmi etkili olmuş ve savaştan sonra İngiliz emperyalizminin yerini ABD almıştır. 1951-53 yılları arasında Başbakanlık yapan ve İran petrollerini millileştirmek istediği için CIA darbesiyle devrilen Musaddık dönemini saymazsak İran, 1979’daki ‘İslam Devrimi’ne kadar ABD ve İsrail’in bölgedeki en önemli müttefiki oldu.

Ancak İran, nasıl ‘İslam Devrimi’ne kadar ABD ve İsrail’in en önemli bölgesel müttefiki olduysa devrimden sonra da bölgedeki en önemli düşmanları ve dolayısıyla hedefleri haline geldi. Bu dönemden sonra İran, adına “devrim ihracı” dediği İran dışındaki Şii ve ABD-İsrail karşıtı güçleri de kendi politik eksenine bağlamaya ve ABD-İsrail’e karşı savunmayı ülke sınırlarının ötesine taşımaya dayalı bir politika izledi. İsrail’e karşı en önemli direniş odaklarından biri olan Lübnan Hizbullah’ı bu politikanın bir sonucu olarak 1982’de kurulmuştu. Yine İran’ın en büyük bölgesel rakiplerinden biri olan S. Arabistan ile savaş halinde olan Yemen’deki Husiler (Ensarullah) ve Süleymani ile aynı suikastta Komutan Yardımcısı Ebu Mehdi el-Mühendis de öldürülen Irak’taki Haşdi Şabi de bölgede bu politikanın devamcısı güçlerin en önemlileri arasında yer alıyor. 

Bugün ekonomik gelirlerinin yaklaşık yüzde 80’nini petrol ve doğalgaz ihracından elde eden İran, Ortadoğu petrollerinin ve sıvılaştırılmış doğalgazın (LNG) deniz yoluyla taşınması bakımından stratejik bir önem taşıyan Hürmüz Boğazı’nın -ki 2018 verilerine göre dünya genelinde günlük yaklaşık 100 milyon varillik petrol tüketiminin yüzde 17,2’si ve LNG’nin yüzde 66’sı Hürmüz boğazı üzerinden ihraç ediliyor- denetiminde belirleyici bir konumda bulunuyor. ABD emperyalizmine karşı egemenlik mücadelesi veren Rusya ve Çin ile askeri, ekonomik ve siyasi olarak işbirliği halinde olan İran, silah teknolojisi bakımından da dünyanın sayılı ülkeleri arasında yer alıyor. Ancak Süleymani suikastı öncesinde “iş, ekmek, özgürlük” talepli yaygın ve kitlesel gösterilere sahne olan İran’da, halkın azımsanmayacak bir kesiminin bölgeye müdahale politikasının ağırlaştırdığı ekonomik sorunlar ve yine molla rejiminin baskı politik baskılarından dolayı huzursuz olduğunu da eklemek gerekiyor.

BOP VE ABD’NİN IRAK MÜDAHALESİNİN SONUÇLARI

Rusya ve Çin’in 1996’da Şanghay İşbirliği Örgütü’nü (ŞİÖ) oluşturarak kurdukları birlik, revizyonist SSCB’nin açık kapitalist bir rejime dönüşüp dağılmasından sonra ABD’nin dünya genelinde kurduğu hegemonyaya karşı yeni rakiplerin ortaya çıktığını/çıkmakta olduğunu haber veriyordu. En açık ifadesini Rusya lideri Putin’in “Tek kutuplu dünya kabul edilemez” sözlerinde bulan Rusya-Çin işbirliği -ki bu işbirliğinde ABD karşısında Rusya askeri ve Çin ekonomik gücüyle öne çıkmıştır- Ortadoğu, Kafkasya ve Asya-Pasifik’te ABD egemenliğine karşı giderek belirginleşip keskinleşen yeni bir paylaşım mücadelesinin başlamasının önünü açmıştı.

Nasıl gerçekleştirildiği konusunda birçok soru işareti ve karanlık nokta bulunan 2001 11 Eylül saldırısından sonra ABD emperyalizmi, adına “önleyici savaş stratejisi” ya da “Bush Doktrini” denen bir politikayı uygulamaya koymuştu. Bu strateji/doktrine göre, fiili bir saldırının olmadığı koşullarda bile ABD’nin ‘tehdit’ olarak gördüğü rejimlere/bölgelere müdahale hakkı olduğu savunuluyordu, ki 2001 Afganistan ve 2003 Irak müdahalesi bu politikaya bağlı olarak gerçekleştirilmişti. 

İşin aslı şuydu ki; ABD, paylaşım mücadelesinin kızışacağı koşullarda bölgedeki işbirlikçisi rejimleri kendi çıkarlarını savunabilecek güçte görmüyor ve bu nedenle Afganistan ve Irak müdahaleleriyle birlikte Pakistan’dan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyadaki rejimleri kendi politik ekseninde yeniden dizayn etmek için adına Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi denen bir projeyi uygulamaya koyuyordu. Bu politika İslam ülkelerindeki rejimlerin “ılımlı İslam” üzerinden; daha doğrusu batılı emperyalistlerle işbirliği halinde neo-liberal politikaları uygulayabilecek İslamcı güçler üzerinden yeniden dizayn edilmesini amaçlıyordu -ki, “ılımlı İslam”ın ‘model ülkesi’ yapılmak istenen Türkiye’de böylesi bir politik çizgide kurulan AKP’nin, kuruluşundan kısa bir süre sonra yapılan 2002 seçimlerini kazanmasında bu politikanın etkisi göz ardı edilemezdi.

Bu politikanın diğer tarafında 2003 ve 2004’te Ukrayna ve Gürcistan’daki “renkli devrim”lerin desteklenmesi vardı, böylece ABD, hem Ortadoğu’daki egemenliğine yönelik müdahalelere karşı kuzeyde bir savunma hattı oluşturuyor ve hem de bu rejimler eski SSCB içinde yer alan rejimler olduğu için Rusya’yı kendi iç sorunları ile uğraşmak zorunda bırakıyordu. 

Ancak Irak’a müdahalenin bölgenin diğer ülkelerinin dizayn edilmesi için bir atlama tahtası yapılması politikası -ki, Irak’tan sonraki hedef İran’dı- başarıya ulaşamadığı gibi, Irak’ta da ABD’nin öngöremediği sonuçların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Saddam rejimini 2003’te deviren ABD, Irak’ta iktidarın nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şii Araplar ile Sünni Araplar ve Kürtler arasında paylaştırıldığı bir düzen kurmaya çalıştı. Buna göre başbakan Şii Araplardan, meclis başkanı Sünni Araplardan ve sembolik bir değeri olan cumhurbaşkanı ise Kürtlerden oluşturulacaktı. ABD özellikle Saddam döneminde ciddi baskı ve katliamlara maruz kalan Şiileri, laik bir eksende kendi politikalarına bağlamak istiyor ve Şiiler üzerindeki İran etkisini minimize etmek istiyordu (Saddam döneminde baskı ve katliamlara maruz kalan diğer bir güç olan Kürtler, ABD ile işbirliği halinde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni oluşturmuşlardı). Bu politikanın yaşama geçirilebilmesi için 2004’te Amerikancı-laik bir Iraklı Şii siyasetçi -İyad Allawi- başbakan yapıldı. 

Oysa çok geçmeden yaşanan etnik ve mezhepsel gerilimler, Irak’ta ABD’nin hesaplarını tersine çeviren gelişmelerin ortaya çıkmasına yol açtı. Öncelikle Saddam’ın devrilmesine rağmen 2006’ya kadar işgale karşı ABD askerlerine yönelik saldırılar devam etti. Resmi rakamlara göre Irak’ta 2003-2006 arasında öldürülen ABD askeri sayısı 4 bin 700’den fazlaydı. Deyim yerindeyse ABD tam bir batağa saplanmıştı. Üstelik dahası da vardı. Bir yandan bütçeden alınacak pay ve Kerkük başta olmak üzere ihtilaflı bölgelerin nereye bağlı olacağı konusunda Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Irak merkezi hükümeti arasında ciddi anlaşmazlıklar yaşanıyor, öte yandan Saddam dönemindeki ayrıcalıklarını yitiren Sünni güçler ile Şii hükümet arasındaki mezhepsel gerilim zaman zaman gösteri ve çatışmaların yaşanmasına yol açıyordu. Başka bir deyişle ABD’nin ‘yeni düzen’i Irak’ta etnik ve mezhepsel gerilimleri derinleştiriyor ve radikalleşme eğilimlerini güçlendiriyordu. 

Bu politika üç önemli sonuca yol açtı: Birincisi, ABD’nin Şiiler üzerinde İran etkisini sınırlama hesabı ters tepti ve İran’ın Irak’taki Şii güçler üzerinde etkisinin giderek artmasının önünü açtı. 2006’dan sonra Irak’ta İran ile yakın ilişkileri olduğu bilinen Nuri el Maliki’nin Başbakan olması, bu durumun en somut göstergesiydi. İkincisi, Saddam dönemindeki güçlerini kaybeden Sünniler arasındaki radikalleşme eğilimi, 2011’den sonraki Suriye savaşı döneminde IŞİD’in Irak’ta da ciddi bir güç haline gelip Musul’u işgal etmesinin koşullarını sağladı. Üçüncüsü ise, bu gerilimler Kürtler arasında 2017’deki referandumda ifadesini bulan bağımsızlık eğiliminin güçlenmesini sağladı. 

Bu süreçte ABD’nin bölge politikaları bakımından önemli bir diğer gelişme de Temmuz-Ağustos 2006’daki İsrail-Lübnan (Hizbullah) savaşı oldu. Bu savaşta İran’ın en önemli bölgesel müttefiklerinden Lübnan Hizbullah’ı İsrail’i işgal ettiği Lübnan’ın güneyinden çekilmeye zorlayarak yenilgiye uğrattı. İsrail’e karşı savaşan Hizbullah güçlerinin komuta merkezinde İran’ın “devrim ihracı” siyasetinin baş aktörü Kasım Süleymani bulunuyordu. Elbette Hizbullah’ın bu zaferi ABD ve İsrail karşısında İran’ın bir başarısı olarak da anlam kazanmıştı.

Ortaya çıkan tablo karşısında ABD, 2006’dan itibaren Irak’taki askeri güçlerini geri çekmeyi (sınırlamayı) tartışmaya başlamış ve bu süreçte Irak ve bölge siyasetine müdahale dayanaklarını arttırmak için Türkiye’deki AKP-Erdoğan yönetimi ile Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında ilişki ve işbirliğinin geliştirilmesi yönünde adımların atılmasına önayak olmuştu. Bu temelde 5 Kasım 2007’de yapılan Bush-Erdoğan görüşmesi, Türkiye’deki iktidarın “stratejik ortaklık”, “bölgesel liderlik” vb. adı altında ABD stratejisine bağlanmasında bir dönüm noktası olmuştu. Obama’nın Başkan olduğu 2009’dan sonraki ilk dönemde ABD, bölgedeki egemenliğini korumak için daha çok diplomatik, “barışçıl” yöntemleri kullanmaya çalıştı.

LİBYA, SURİYE, IRAK VE YEMEN’DE ‘VEKÂLET’ SAVAŞLARI

Irak müdahalesi üzerinden bölgeyi dizayn etme girişimlerinin başarısızlığa uğraması, ABD’nin bölgede (Ortadoğu) ve dünya genelinde rakiplerinin yükselişini durdurmaya yönelik yeni hamleler yapmayacağı anlamına gelmiyordu. 2010 sonunda Tunus’ta başlayan ve kısa sürede başka ülkelere yayılan halk ayaklanması, ABD ve batılı emperyalistlerin bölge ülkelerindeki rejimleri dizayn etmeye yönelik yeni girişimlerinin önünü açmıştı. Tunus’ta 2010 Aralık ayında Muhammed Buazizi adlı üniversite mezunu seyyar satıcı, polisin arabasına el koyması sonrasında kendini yakmış ve Buazizi’nin eylemi ülke genelinde yoksulluk ve baskıya karşı bir ayaklanmaya dönüşmüştü. Bu ayaklanma sadece kısa sürede (Ocak 2011) 23 yıllık Bin Ali diktatörlüğünün yıkılmasıyla kalmamış komşu Mısır’a da sıçrayarak yine Şubat 2011’de 30 yıllık Hüsnü Mübarek diktatörlüğünün yıkılmasının önünü açmıştı. ABD ve batılı emperyalistler, işbirlikçisi diktatörlerin devrilmesinden (Mübarek ABD ve Bin Ali Fransa’nın işbirlikçisiydi) sonra yeni duruma göre yeniden pozisyon almışlardır. Bölgeyi kendi politik eksenlerinde yeniden dizayn etmek için bir fırsata çevirmek üzere harekete geçmiş; iki İhvancı (Müslüman Kardeşler) lider; Tunus’ta Gannuşi ve Mısır’da Mursi başa geçirilmişti. O dönem “ılımlı” olarak değerlendirilen ve batılı emperyalistlerle işbirliği halindeki iki İslamcı lider kullanılarak halkların devrimi çalınmıştı!

Müdahale bu iki ülke ile sınırlı kalmamış, Avrupalı emperyalistlerin enerji ihtiyacı için kritik bir önem taşıyan Libya’ya taşınmıştı. Kaddafi yönetiminin ülkesine yayılan gösterileri bastırmak için şiddete başvurduğu gerekçesi üzerinden ABD ve Fransa’nın öncülüğünde NATO’nun Libya’ya müdahale etmesi kararı alınmıştı. Önce bu karara itiraz eden Türkiye’deki Erdoğan iktidarı, bölgenin dizayn edilmesi politikasında kendisine verilen taşeronluk rolü üzerinden yeni Osmanlıcı hayallere kapılarak Libya’ya müdahale eden NATO kuvvetlerinin merkez komutanlığının Türkiye’de olmasını kabul etmişti. Ardından ABD ve Fransa’dan aldığı destekle Katar ve S. Arabistan’la birlikte gösterilerin yayıldığı bir diğer ülke olan Suriye’ye müdahalenin öncülüğüne soyunmuştu. 

Suriye yönetiminin devrilmesi AKP-Erdoğan için, Emevi Cami’sinde kılınacak namazla kendini bölgenin/İslam ülkelerinin lideri ilan etmek ve elbette bölgesel paylaşımdan pay kapmak anlamına geliyordu. Ama bu müdahale ABD ve batılı emperyalistler için Erdoğan’ın hayal ettiğinden çok daha fazla önem taşıyordu. Çünkü eğer Suriye rejimi düşerse İran’la bağlantısı kopacak olan Lübnan Hizbullah’ı yalnızlaşacak, İsrail’e karşı direniş kırılacaktı. Ötesinde iki önemli dayanağını (Suriye yönetimi ve Hizbullah) kaybedecek olan İran kuşatılmış olacaktı. Hepsinden önemlisi, İran’ın kuşatılması ABD için en önemli rakiplerinin -Rusya ve Çin- bölgeye geçişlerinin önünün kesilmesi demekti. Bu durum kaçınılmaz olarak Suriye savaşını bölgesel paylaşım mücadelesinin merkezi haline getirmişti. Rusya’nın eski SSCB toprakları dışındaki tek deniz üssünün Akdeniz’deki egemenlik mücadelesinde stratejik bir önem taşıyan Suriye’nin Tartus kentinde olması, Suriye müdahalesinin bölgesel paylaşım mücadelesindeki yeri/önemi bakımından açıklayıcıdır.

Suriye’ye müdahalenin başını Türkiye, Katar ve S. Arabistan gibi Sünni İslamcı güçlerin çekmesi ve ABD-İsrail’e karşı ‘direniş ekseni’ içinde yer alan güçlerden biri olan Suriye rejiminin başındaki Esad’ın Alevi olması, Suriye savaşının kısa sürede Sünni ve Alevi-Şii güçler arasında mezhepsel savaş görünümü kazanmasını sağladı. Bu durum dünyanın dört bir tarafından radikal İslamcı-el Kaideci militanların Suriye’ye gelerek savaşa dahil olmasına ve el Nusra, Ahrar’uş Şam ve sonra IŞİD gibi örgütlerin Suriye rejiminin devrilmesi için müdahalenin öncülüğünü yapan rejimler tarafından desteklenmesine yol açtı. Dolayısıyla Suriye’de esas olarak iki emperyalist güç (ABD ve Rusya-Çin) arasındaki egemenlik mücadelesi, bu savaşta öne sürülen güçler üzerinden bir ‘vekalet savaşı’ haline geldi. 

İran ve Lübnan Hizbullah’ı Suriye’ye müdahaleye karşı en başından açıktan tutum almış olsalar da savaşa dahil olmaları cihatçı çetelerin 2013’te Lübnan sınırındaki Kuseyr kentini kuşatması sonrasında başlamıştı. Hizbullah’ın Kuseyr kuşatmasına karşı harekete geçmesini ve Suriye savaşının seyrinin önemli oranda değişmesini sağlayan (Kuseyr kuşatmasında yenilgiye uğrayan cihatçı çeteler Suriye savaşında giderek güç kaybettiler) isim yine İranlı General Kasım Süleymani idi. 

Aynı dönemde bölgedeki savaş ve egemenlik mücadelesinin seyrini değiştiren bir diğer önemli gelişme de Suriye’ye gönderdiği cihatçılar üzerinden el Nusra’yı kurduran Irak İslam Devleti (IİD) lideri Bağdadi’nin Nusra ve IİD’in ‘Irak-Şam İslam Devleti’ (IŞİD) olarak birleştiğini ilan etmesiydi. Nusra lideri Culani ve etrafındaki militanlar her ne kadar bu birleşmeye karşı çıksa da IŞİD kısa sürede sahadaki en etkili güç haline geldi. IŞİD’in rejimi devirmeye çalışan diğer cihatçı gruplardan farkı, ele geçirdiği bölgelerde ‘İslam emirlikleri’ kurması ve başta petrol olmak üzere yaptığı ticaretle ekonomik ve askeri gücünü sürekli büyütmesiydi. Önce Rakka’da emirlik kuran IŞİD, Irak’taki Şii Maliki hükümeti ve Sünni güçler arasındaki gerilimin tırmanması ve Sünni güçlerin IŞİD’i kurtarıcı gibi görmeye başlaması üzerinden Haziran 2014’te Irak’ın en önemli kentlerinden Musul’u ele geçirdi. Musul’u IŞİD’e teslim eden vali, Erdoğan iktidarının Irak’a Sünni güçler üzerinden müdahale etme politikasının öne çıkan isimlerinden Esil Nuceyfi’ydi.

Bölgesel egemenlik mücadelesinin seyrini değiştiren bu gelişmeler, ABD’nin bölge stratejisinde de değişimi zorunlu hale getirmişti. Çünkü ortaya çıkan tabloda Suriye rejiminin devrilmesi koşulları önemli oranda daralmış ve dahası IŞİD bölgedeki enerji kaynakları ve geçiş yolları üzerinde ciddi bir tehdit haline gelmişti. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi, aynı zamanda ABD’nin Irak’ta kurduğu düzeni de tehdit ediyor ve Şii güçler üzerinde İran’ın etkisinin giderek büyümesini sağlıyordu.

Bu gelişmeler karşısında ABD Başkanı Obama, Suriye ve Irak’ta artan İran etkisini durdurmak ve kendi bölgesel işbirlikçilerini kendi politik ekseninde yeniden birleştirmek üzere adına ‘IŞİD ile Mücadele’ denilen yeni bir stratejiyi uygulamaya koydu. Bu dönem aynı zamanda tehdit olarak gördüğü Suriye Kürtlerine karşı IŞİD’i ve Suriye rejimine karşı Nusra, Ahrar’uş Şam gibi radikal İslamcı çeteleri desteklemeye devam eden Türkiye’deki Erdoğan iktidarı ile ABD’nin sahada karşı karşıya gelmeye başladıkları dönem oldu.

Burada bölgesel egemenlik mücadelesinin önemli bir alanı haline gelen bir diğer ülke olan Yemen için de bir parantez açmak gerekiyor. Bölgede deniz yoluyla yapılan enerji transferi ve ticaret bakımından Hürmüz’den sonra en önemli boğaz olan Bab’ül Mendeb’in (yıllık 1,8 trilyon dolar ticaret hacmi) bulunduğu Yemen (diğer tarafı Cibuti), bölgedeki enerji geçiş yolarını denetleme mücadelesinde stratejik bir konumda bulunuyor. Yemen’de de ülkeyi 33 yıl yöneten Ali Abdullah Salih, 2011’deki kitlesel gösterilerden sonra istifa etmiş ve S. Arabistan’a sığınan Salih, yerini yardımcısı Hadi’ye bırakmıştı. Ancak Suudi yanlısı yönetim tarafından ayrımcılığa uğrayan Şiiliğin Zeydi kolundan gelen Husiler (Ensarullah) 2015’te başkent Sana’yı kuşatıp Hadi’yi de istifaya zorladılar. Husilerin iktidarı ele geçirmesi, Yemen üzerinde İran etkisinin artması ve S. Arabistan’ın kuşatılması bakımından önemli sonuçlar ortaya çıkardı. Bu gelişme karşısında S. Arabistan, Yemen’e savaş açtı. Bu savaşta S. Arabistan ile birlikte BAE de yapılan saldırılara katılıyor; Kuveyt, Bahreyn, Katar, Fas, Sudan, Ürdün ve Mısır’ın destekledikleri bu operasyonlara ABD, İngiltere ve Fransa lojistik ve istihbarat desteği sağlıyordu. Savaş nedeniyle Husiler ve S. Arabistan destekli eski rejim yanlıları dışında el Kaide de Yemen’de etkinlik sağlayan güçlerden biri haline geldi. Suudilerin başını çektiği koalisyonun saldırıları nedeniyle Yemen bir yandan bitmeyen katliamlar ve öte yandan kıtlık ve salgın hastalıklarla boğuşuyor. Yemen, bölgesel egemenlik mücadelesi ve savaşın bölge halklarını nasıl bir duruma düşürdüğünün ibret verici bir örneği olarak duruyor.

IŞİD’LE MÜCADELEDEN İRAN’I KUŞATMAYA

Irak’taki mezhepsel gerilim, IŞİD’in Sünniler içinde kısa sürede güç kazanıp kurtarıcı gibi görülmesine yol açmış ve bu sayede IŞİD Haziran 2014’te Irak’ın ikinci büyük kenti olan Musul’u neredeyse hiç çatışmadan (Musul Valisi Esil Nuceyf IŞİD’e karşı bir direniş olmadan Musul’dan kaçmıştı) ele geçirmişti. IŞİD’in Musul’un içinde bulunduğu Ninova eyaletindeki işgal ve saldırıları Ezidi Kürtlerin yaşadığı Şengal bölgesine de yönelmiş ve çoğu kadın binlerce kişi IŞİD’e esir düşmüş ve yüzbinlerce Ezidi göç etmek zorunda bırakılmıştı.

IŞİD’in Musul’u işgali sonrasında Irak’taki Şiilerin dini lideri Ayetullah Sistani, “ulusal seferberlik” ilan etmiş ve Haşdi Şabi (Halk Seferberlik Güçleri) bu çağrı üzerine büyük çoğunluğu Şii olan (120 bin Şii ve 16 bin Sünni) bir ‘milis güç’ olarak kurulmuştu. Irak meclisi de 2016 yılında Haşdi Şabi’yi resmi silahlı güç olarak kabul etmişti. 

İran, IŞİD’in Şiilerin kutsal mekanlarına yönelik saldırıları karşısında gerekirse Irak’a askeri güç gönderebileceğini açıklamıştı. Zaten Haşdi Şabi milisleri üzerinde de İran’ın belirleyici bir etkisi vardı ve Kasım Süleymani bu güçlerin gayrı-resmi komutanı durumundaydı. ABD’nin Bağdat Havaalanında suikast düzenlediği Süleymani’nin yanında da Haşdi Şabi’nin komutan yardımcısı Ebu Medhi el Mühendis vardı.

IŞİD saldırganlığı bir yandan Irak’ta İran’ın etkisini arttırıyor ve öte yandan tırmanan savaş ve gerilim ABD’nin kurduğu düzenin devamını önemli oranda zora sokuyordu. Ayrıca IŞİD, Irak’ın en önemli petrol bölgeleri ve enerji geçiş yolları için ciddi bir tehdit haline gelmişti. 

İşte 2014’e gelindiğinde ABD ve müttefiklerinin Suriye müdahalesi üzerinden İran’ı kuşatma; Rusya ve Çin’in bölgeye müdahale girişimlerine set çekme politikası beklenenin tersi sonuçlara yol açmış; bu savaş ve mezhepsel gerilim Akdeniz’den Kızıldeniz’e İran’ın müdahale ve etkisini arttıran sonuçlar doğurmuştu. Bu noktada dönemin ABD Başkanı Obama, Eylül 2014’te çok yönlü/hedefli bir plan olarak ‘IŞİD ile Mücadele Stratejisi’ni açıkladı.

Bu strateji asıl olarak ABD’nin bölgedeki egemenliğini tehdit etmeye başlayan İran ve desteklediği güçlerin artan etkisini durdurmak ve bu temelde işbirliği yaptığı bölgesel güçleri -S. Arabistan, BAE, Mısır, Ürdün vd.- kendi stratejisi etrafında yeniden birleştirmek amacını taşıyordu. Ayrıca bu strateji Irak’ta da ciddi bir gerilim halinde olan merkezi hükümet ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin IŞİD’e karşı işbirliği yapmasının da önünü açıyor; ABD’nin 2003’te kurduğu düzenin devamına hizmet ediyordu.

IŞİD ile mücadele stratejisi her ne kadar Irak merkezli bir strateji olarak açıklanmış olsa da IŞİD’in Ekim 2015’te Suriye’deki Kürt kantonlarından Kobanê’ye yönelik kuşatması ve bu kuşatmaya karşı ortaya konan direniş, bu stratejinin ilk adımının Suriye’de atılmasını sağlamıştı. ABD; IŞİD’e karşı direnen Kürt güçlerine havadan destek sağlamış ve IŞİD kuşatması dağıtılmıştı. ABD, seküler-demokratik çizgideki Suriye Kürt hareketi ile işbirliği yaparak hem katliamları ve işkenceleri ile anıldığı bölgedeki olumsuz imajını temizlemek ve hem de IŞİD’e karşı stratejisini genişletmek fırsatını bulmuştu. Suriye Kürtleri ile Kobanê’de başlayan işbirliği, IŞİD’e karşı Rakka ve diğer operasyonların da Suriye Kürtleri ile yapılmasına ve ABD’nin Suriye’deki etkisini bu işbirliği üzerinden arttırmasına yol açmıştı. ABD’nin Suriye Kürtleri ile işbirliği, Suriye Kürtlerini en önemli tehdit ve hedef olarak belirleyen Türkiye’deki Erdoğan ile ilişkilerinin önemli oranda bozulmasına yol açmış ve 2016’dan sonra Rusya’yla işbirliğine yönelen Erdoğan iktidarı (Rusya, NATO üyesi Türkiye ile işbirliğini ABD’nin planlarını bozmak için bir dayanak olarak kullandı/kullanıyor) sahada ABD ile karşı karşıya gelmeye başlamıştı. 

Elbette IŞİD ile mücadelenin merkezinde Musul’un kurtarılması vardı. IŞİD’in El Anbar eyaletinin Bağdat’a 120 km mesafedeki Ramadi kentini de ele geçirmesi nedeniyle gecikmeli olarak Ekim 2016’da başlayan Musul operasyonuna Irak ordusu, Haşdi Şabi, Kürdistan Yönetimi’nin Peşmerge Güçleri ve ABD güçleri katılmıştı. Bu operasyon, ABD’nin bölgesel egemenlik ve paylaşım mücadelesinde en öncelikli hedefi olan İran ile belli düzeyde işbirliği yaptığı/yapmak zorunda olduğu bir operasyon olarak gerçekleşti. ABD güçleri Musul operasyonuna havadan katılırken kara güçlerinin başında da ABD’nin Ocak ayı başında suikast düzenlediği Kasım Süleymani vardı. Musul operasyonu, IŞİD’in kenti ele geçirişinden 3 yıl sonra Haziran 2017’de sona erdi.

Musul operasyonundan sonra Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Barzani, koşulların artık ‘bağımsızlık’ için uygun olduğunu söyleyerek Eylül 2017’de ‘bağımsızlık referandumu’ düzenleyeceklerini açıklamıştı. Irak’ın bölünmesi anlamına gelen bu karar ABD tarafından desteklenmediği gibi, bağımsız Kürt devletini bir tehdit olarak gören İran ve Türkiye yönetimleri tarafından da engellenmeye çalışıldı. IKBY’nin 25 Eylül 2017’de ‘bağımsızlık referandumu’ nu yapmasına Haşdi Şabi ve Irak ordu güçleri Kerkük başta olmak üzere IKBY ve merkezi yönetim arasında aidiyetleri konusunda anlaşmazlık bulunan bölgelere girerek yanıt verdi. Bu hamle Kerkük gibi stratejik öneme sahip bir kentin İran destekli güçlerin denetimine girmesine yol açtı. Musul operasyonu ve sonrasındaki gelişmeler Irak yönetimi tarafından resmi statü verilen Haşdi Şabi’nin kalıcı hale gelip Irak’ın en etkin siyasi gücüne dönüşmesine ve Kasım Süleymani’nin öldürülmesine giden sürecin de başlangıcı oldu. 

ABD Başkanı Obama, 2015’te İran’ı “barışçıl” yöntemlerle denetim altına almak için nükleer işbirliği anlaşması imzalanması karşılığında İran’a yönelik ambargonun kaldırılmasını içeren P5 +1 anlaşmasını (BM’nin 5 daimi üyesi; ABD, Rusya, Fransa, Çin, İngiltere + Almanya) imzalamıştı. 2016 sonunda ABD Başkanı olan Trump’ın ilk yaptığı işlerden biri İran ile yapılan anlaşmadan çekilmek ve İran’ı “terörist ülke” ilan etmek oldu. Trump’ın bu kararı İran’la yapılan anlaşmadan rahatsızlık duyan İsrail ve S. Arabistan başta körfezdeki Sünni Arap rejimler tarafından sevinçle karşılanmıştı.

Trump dönemiyle birlikte önceliği İran’ın bölgede artan etkisi karşısında işbirlikçi bölgesel güçleri kendi politik ekseninde birleştirmek olan ‘IŞİD ile mücadele stratejisi’ yerini doğrudan İran’ın ve (ve elbette arkasındaki emperyalist güçleri) hedefe koyan ‘İran’ı kuşatma stratejisi’ne bıraktı. 

Mayıs 2017’de ilk yurtdışı ziyaretini S. Arabistan’a yapan Trump’ın Kral Selman’la 350 milyar dolarlık silah ve askeri işbirliğini içeren anlaşmayı imzalaması, İran’ı kuşatma yönünde atılmış ilk önemli adımlardan biriydi. Ardından ABD’nin bölgede zayıflamaya başlayan hegemonyasını yeniden sağlamlaştırmak üzere Sünni Arap ülkeleri ile İsrail’i bir araya getirmeyi amaçlayan gizli bir plan hazırladığı ortaya çıktı. Kısa ası MESA (Middle East Strategic Alliance) olan “Ortadoğu Stratejik İttifakı” ile İran’ın etkisini sınırlamanın ötesinde bölgedeki egemenlik/paylaşım mücadelesinde daha etkin bir pozisyon kazanmaya çalışan Rusya ve Çin’in de durdurulması amaçlanıyordu. Bunun için S. Arabistan ve BAE’nin başını çektiği körfez ülkeleri ile Mısır ve Ürdün’ün içinde yer alacağı bir Sünni-Arap askeri gücü kurulması hedefleniyordu.

Artan İran etkisine karşı Sünni Arap rejimler ile İsrail işbirliğinin önündeki engellerin kaldırılması için gündeme getirilen bir diğer plan da ‘Yüzyılın Anlaşması’ idi. Filistin sorununu Sünni Arap rejimler ile İsrail arasındaki işbirliğinin önünde bir engel olmaktan çıkarmayı amaçlayan bu plana göre işgal altındaki Batı Şeria’nın Yahudi yerleşim yerleri dışında kalan toprakları ile Gazze Şeridi’nde “Yeni Filistin” adı altında bir “devletçik” kurulacak. Kudüs, her iki ülkenin (İsrail ve Filistin) başkenti olarak kabul edilecek ama İsrail’in elinde kalmaya devam edecek. Ayrıca sayıları 6 milyonu bulan Filistinli mültecilerin ülkelerine dönüşlerini içermeyen bu plana göre Mısır, Yeni Filistin’e fabrika ve ticaret amaçlı toprak kiralayacak ancak bu topraklar Filistinliler için yerleşime açılamayacaktı. Başka bir ifadeyle ‘Yüzyılın Anlaşması’ Filistin’i sembolik bir devlet haline getirirken İsrail’in işgallerini güvence altına almayı ve daha önemlisi Sünni Arap rejimler ile İsrail’in ABD stratejisi etrafında işbirliği yapmasının önündeki engelleri ortadan kaldırmayı amaçlıyordu.

Ancak gerek Sünni-Arap NATO’su ve gerekse ‘Yüzyılın Anlaşması’ konusunda yapılan girişimlerin ABD’nin istediği/umduğu sonuçları doğurduğunu söylemek oldukça güç. Bu girişimlerden istenilen sonuçların alınamaması bugün için böyle bir değerlendirme yapmak için erken olmakla birlikte bölgede ABD hegemonyasının zayıfladığı tartışmalarını başlatmıştı.

HÜRMÜZ GERİLİMİNDEN SÜLEYMANİ SUİKASTINA

Basra Körfezi’ndeki Hürmüz Boğazı, deniz yoluyla enerji transferi konusunda dünyanın en stratejik noktası konumunda bulunuyor. Dünya genelinde deniz yoluyla taşınan yakıtların yüzde 30’unun geçiş noktası olan Hürmüz’den S. Arabistan, Irak, İran, Kuveyt, BAE’nin petrol ve Katar’ın LNG’si Asya’ya, Avrupa’ya ve Amerika’ya taşınıyor. 

Bölgede üretilen enerjinin geçişi bakımından böylesine stratejik bir önem taşıyan Hürmüz, dünya ticareti konusunda ABD’nin en önemli rakibi olsa da enerjide dışarıya fazlasıyla bağımlı bulunan Çin için İran’ın önemini daha da arttırıyor. Çünkü İran, Çin için bir yandan ABD kuşatmasına karşı Güneybatı Asya’da kurulan bir savunma hattı işlevi görüyor ve öte yandan Hürmüz boğazının denetimde belirleyici konumu nedeniyle Çin’in ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlamasını güvence altına alıyor.

Misyonu “bölgedeki ticari gemilerini korumak” ile açıklanan ABD donanmasının 5. Filosu’nun (üssü Bahreyn’de) bölgede bulunan en büyük deniz gücü olması, buranın emperyalist paylaşım mücadelesi bakımından taşıdığı önemi yeterince açıklıyor. 

Irak’tan sonra ABD’nin İran’ı kuşatma stratejisi kapsamında tırmandırdığı gerilimin taşındığı en önemli merkez Hürmüz oldu.

2019 Mayıs’ında BAE’nin Füceyre limanı yakınlarında yakıt yüklü 5 tanker ve Haziran ayında da Umman denizinde iki tanker saldırıya uğradı. ABD ve Körfezdeki müttefikleri bu saldırılardan İran’ı sorumlu tutan açıklamalar yaptılar ancak İran bu suçlamaları reddetti. Ardından İran’ın Arap yarımadasının karşısında yer alan ve stratejik bir önem taşıyan Hürmüzgan eyaletinde casusluk faaliyeti yapan bir ABD İHA’sını düşürmesi gerilimi daha da tırmandırmıştı.

İran’ın hava sahasını ihlal eden ABD İHA’sını düşürmesinden sonra ABD öncülüğünde Avustralya, Birleşik Krallık, Bahreyn, S. Arabistan ve BAE’nin katıldığı bir ‘uluslararası deniz güvenliği koalisyonu’nun kurulduğunu ve bu koalisyonun Basra Körfezi, Hürmüz Boğazı, Umman Denizi ve Bab’ül Mendeb’de güvenliği sağlama görevini yürüteceğini açıkladı. Bu koalisyona İran, Çin ve Rusya’nın Aralık ayında Hint Okyanusu’nun kuzeyi ve Umman Denizi’nde yaptıkları ortak tatbikatla yanıt vermeleri, aslında bölgesel paylaşım/egemenlik mücadelesindeki kamplaşmayı da gözler önüne seriyordu.

ABD’nin İran’ın Kudüs Gücü Komutanı ve bölge politikalarının belirlenmesinde belirleyici bir rolü olan Kasım Süleymani’ye suikast düzenlemesi, böylesi bir siyasi atmosferin ve gelişmelerin sonrasında gerçekleştirildi. Bu suikast bir yanıyla İran’ın Irak ve bölge genelinde güç ve etkisini arttırmasına verilmiş bir yanıt ise, öbür yanıyla da İran’ın Umman Denizi’nde ortak tatbikat düzenlediği Rusya ve Çin’e de bir mesaj anlamı taşıyordu. ABD, bölgedeki güç ve etkisini kaybetmeye başladığının tartışıldığı bir ortamda İran’ın sahada en etkili ismini öldürerek etkili bir yanıt vermiş oldu. 

ABD’nin Süleymani Suikastı ve İran’ın Irak’taki ABD üslerine füze saldırısıyla verdiği yanıt, bölgedeki paylaşım/egemenlik mücadelesinin artık yeni bir boyuta evrildiğini gösteriyor. 

Bu gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuçları birkaç başlık halinde özetlemek gerekirse:

Süleymani suikastı ve ABD üslerine yönelik füze saldırısından sonra Irak meclisinin ülkedeki ABD askerlerinin çekilmesi kararı ve ABD’nin bu kararı uygulamayacağını açıklaması, Irak’ın önümüzdeki dönem de bölgesel egemenlik mücadelesinin alanı olmaya devam edeceğini haber veriyor. Elbette bu durum önümüzdeki dönem Irak’taki istikrarsızlığın artarak devam etmesi ve geçtiğimiz yılın son aylarında yoksulluk ve yolsuzluklara, kamu hizmetlerin verilmeyişi ve baskı politikalarına karşı kitlesel ve yaygın eylemler yapan her milliyet ve mezhepten Irak halklarının daha ağır bir tabloyla karşı karşıya gelmesi anlamına geliyor.

İkincisi, ABD’nin İran’ı kuşatma stratejisi bir yanıyla İran’ı en büyük düşman/tehdit olarak gören Sünni Arap rejimler ile İsrail arasındaki ilişki ve işbirliğini geliştirmeyi ve İsrail’in güvenliğini sağlamayı amaçlamaktadır. ABD’nin Filistin sorununda kendi çözümünü (Yüzyılın Anlaşması) dayatarak bu ilişki ve işbirliğinin önündeki engelleri kaldırmak istemesi, kaçınılmaz olarak Filistin sorununu dünden daha fazla bu egemenlik mücadelesinin alanı/konusu haline getirecektir.

Öbür yanıyla İran’ı kuşatma stratejisinin asıl hedefinin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de yeni mevziler kazanmaya çalışan Rusya ve yine ‘Bir Kuşak Bir Yol’ adını verdiği proje ile tarihi ‘İpek Yolu’nu canlandırıp ekonomik anlamda ABD’nin egemenliğine son vermek isteyen Çin olduğu da bir o kadar tartışma götürmez bir gerçektir. Bu bakımdan son suikast ile daha da tırmanan ABD ile İran arasındaki gerilimin bir savaşa dönüşüp dönüşmemesi ve savaş halinde bu savaşın yaratacağı sonuçlar asıl olarak bu emperyalist bloklar arasında egemenlik mücadelesinin nasıl bir seyir izleyeceğine bağlıdır. Dolayısıyla ABD-İran geriliminin bir savaşa dönüşmesi halinde bu savaşın bölgesel ve giderek bir dünya savaşına dönüşmesi ihtimal dışı değildir-ki, bunun bölge halkları için büyük bir yıkım ve felaketlere yol açacağı şüphe götürmezdir.

Son olarak dünyanın en önemli enerji kaynaklarına ve geçiş yollarına sahip olan bölgede emperyalistler ve bölge gericilikleri arasındaki paylaşım/egemenlik mücadelesinin faturasını bölge halkları savaş, sömürü, göç ve yoksulluk olarak ödemektedir. Bugün dünyanın en önemli petrol üreticilerinden biri olan Irak’ta halkların yaşadığı yıkım bunun en çarpıcı örneklerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. Bölge halklarının yüz yıldır kendilerine bir kader olarak dayatılan bu politikadan kurtuluşu ancak emperyalistlere ve işbirlikçisi gericiliklere karşı antiemperyalist-demokratik bir çizgide ve sınıfsal talepleri de içeren bir hatta mücadelelerini birleştirmelerinden geçmektedir. Bugün her ne kadar paylaşım mücadelesi halinde bulunan iki karşıt kamp arasındaki gerilimi yeni bir boyuta taşımış olsa da Süleymani suikastı aslında bölgedeki müesses nizamın (kurulu düzenin) devamına hizmet etmekte ancak son dönemlerde Irak’ta, Lübnan’da, İran’da ve diğer bölge ülkelerinde halkların etnik-mezhepsel ayrımları aşarak ekonomik ve demokratik talepler etrafında sürdürdüğü mücadele bütün yetersizliklerine rağmen bu müesses nizamın değiştirilmesi bakımından umut vermektedir.