İhsan Çaralan
17 Haziran’da Ankara’da CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından başlatılıp 9 Temmuz’da İstanbul-Maltepe’de büyük bir kalabalığın katıldığı mitingle tamamlanan “Adalet Yürüyüşü”nün, şimdiden ülkemizin demokrasi mücadelesi tarihine “iz bırakan” bir yürüyüş olarak geçeceğini söylemek yanlış olmaz.
Bu 24 gün, yürüyüşün sonunda bugüne kadar gerçekleştirilen en kalabalık mitinglerden birisi, belki de birincisi olarak gerçekleşen mitingle birlikte, sadece uzun bir yürüyüş ve kalabalık bir miting olarak gerçekleşmedi; bu yürüyüş etrafında adaletin ne olup olamadığından demokrasi mücadelesinin ne oluğuna, yığınların mücadelesiyle demokrasinin ilişkisine kadar, belki ilerici demokrat çevrelerde çok tartışılan ama geniş emekçi yığınlar içinde pek de tartışılmayan konuların, toplumun nispeten geniş kesimleri içinde enin boyuna tartışıldığı bir 24 gün olarak geçti.
Yürüyüş ve mitingin sonrasında ise, demokrasi mücadelesinin nasıl bir mücadele olması gerektiğini, bu yürüyüş ve miting etrafındaki mücadeleden çıkan dersler ışığında tartışıyoruz. Ve öyle görünmektedir ki, bu büyük yürüyüş ve miting, sadece AKP’nin demokrasi karşıtlığını, özgürlükten anladığının kendi izin verdiği çizgiler içinde bir “serbestlik” olduğu gerçeğini gözler önün sermekle kalmadı; “talepler etrafındaki mücadelenin önemi”nden, “nasıl bir demokrasi mücadelesi programı” ve “nasıl bir demokrasi cephesi”ne varıncaya kadar pek çok önemli konuyu tartışmaya açmıştır.
ADALET YÜRÜYÜŞÜ DEMOKRASİ MÜCADELESİNE YENİ BİR ‘ÇITA’ KOYDU
“Adalet Yürüyüşü”ne, 24 günlük yürüyüş boyunca katılımın giderek artan bir trend izlemesi, yürüyüşün yurt sathında her geçen gün daha büyük bir ilgiyle karşılanması gösterdi ki; Türkiye’nin halkları, siyasetin parlamentodaki partiler arasında, parlamento çatısı altında yürütülen, farklı partilerin görüşleri arasında polemikten ibaret olduğu ön yargısını aşarak, kendi talepleri etrafında “saha”ya çıkan bir anlayışa ulaşmışlardır.
Daha önce işçilerin kendi talepler etrafında birleşerek, ortak mücadeleye atıldıkları örnekleri yaşadık. Metal Direnişi’nde talepleri etrafında birleşen işçilerin ortak mücadelesine tanık olduk. Ama açıkça siyasi bir talep etrafında, Hükümet’in tehditlerine karşın, geniş yığınların katıldığı bir eylem olması bakımından Adalet Yürüyüşü ayrıca bir öneme sahip olmuştur.
Elbette daha önce, 7 Haziran Seçimi’nde, Türkiye’nin halkları, parlamentarizmi aşan, taraftarı oldukları partilerden gelen tersine baskılara karşın, “tek adam-tek parti rejiminin önünü keseceği” ve demokrasi ve barış mücadelesinin ilerlemesine katkı yapacağı fikri etrafında HDP’ye oy verme konusunda ilginç bir birlik tutumu alarak, siyasi bir tutum geliştirmeyi başarmışlardı. 16 Nisan Referandumu’nda da, halkın önemli bir kesimi, arasındaki derin ayrılıklar olan siyasi kesimlerin de katılımıyla, “tek parti tek adam rejimine” karşı, daha demokratik bir Türkiye için “hayır”da birleşerek, despotizm ve faşizm heveslilerinin önüne barikat kurmuş; devlet ve Hükümet’in elindeki büyük imkanlara karşın, iktidar güçleri ancak YSK üstünden oy sayımına hile karıştırarak, bu barikatı aşabilmişti!
“Adalet Yürüyüşü” bu iki önemli deneyden sonra ve bu deneylerin dersleri üstünden çok somut bir konu, “tek bir talep”, “Adalet istiyoruz” talebi etrafında önemli bir birlik oluşturmayı başardı.
Erdoğan-Bahçeli bloğunun yürüyüşü itibarsızlaştırarak başarısızlığa uğratma amaçlı kampanyası, Kılçdaroğlu’nun şahsını da hedefe koyan kara propaganda eşliğinde sürdürülen tehditler, hem “adalet tartışması”nın derinleşmesini, hem de ülke sathında yürüyüş ve adalet talebi etrafındaki tartışmanın yayılmasını getirdi. Böylece, geniş yığınlar, parlamentodaki partiler arasına sıkıştırılmış “ülke nasıl yönetilmeli” tartışmalarını izlemekle yetinmediklerini, tersine talepler için harekete geçebileceklerini; bunu yeri geldiğinde sandıkta, yeri geldiğinde sokakta, yollarda, meydanlarda,…eyleme dönüştürebileceklerini gösterdiler.
Elbette, geniş kamuoyunun, siyasetin sadece parlamentoda yapılmadığı, aslında halkın doğrudan siyasete müdahalesinin alanının sokalar, meydanlar olduğu tartışmasına katılmasını sağlayarak; Adalet Yürüyüşü’nün, Erdoğan-AKP iktidarının “Adalet yollarda değil parlamentoda, mahkemelerde aranır” iddiasının bir saptırma olduğunu açığa çıkarıp, bunun, siyaseti parlamento binasına, “adalet sarayları”na kapatarak kendi “av alanına” çekme gayreti olduğu fikrini yaygınlaştırarak, toplumda “siyasi mücadele” konusunda oluşan bilinci ilerletici bir rol oynadığını söylememiz yanlış olmaz.
Yürüyüş, miting ve ikisi etrafında yapılan tartışmalar, gerek demokrasi mücadelesi ve gerekse yığınların mücadeleye katılmasının ölçütleri bakımından mücadeleye yeni bir çıta koymuştur.
Burada “çıta” derken, elbette, “Artık bundan böyle 24 günden kısa bir yürüyüş, yüz binlerin katıldığı mitinglerden küçük miting yapılmaması gerekir, yapılırsa bu gelinen çizgiden geriye düşmek olur!” demiş olmuyoruz. Ölçütü, böyle, yürünecek yolun uzunluğu, katılımın kitleselliğinin boyutu,…olarak anlamak, mücadeleyi ilerleten değil geriye çeken, yapılan her işi küçümseten bir sekterliğe götürür. Tersine burada “çıta”dan kasıt, katılan kitlelerin azlığı-çokluğu, eylemin süresi gibi fiziki büyüklükler değildir.
Burada “çıta”dan kasıt;
- Masa başında ve bir siyasi çevrenin ihtiyaçları değil, ama etrafında birleşilecek talepler etrafında bir mücadelenin esas alınması,
- Bu mücadeleye katılacak güçlere, talebe “evet” demesi ötesinde başka özellikler ve şartlar dayatılmaması, koca koca örgütlerin çok önemli mücadele dönemeçlerinde bile her şeyi kendinden menkul sayıp “o varsa ben yokum!” deme anlayışlarının önemli ölçüde aşılması,
- Eyleme yığınların mücadeleye katılımını zorlaştıran değil, kolaylaştıran bir “disiplin”in egemen kılınması,
- Kullanılan sloganların, slogan yarışı değil, ortak sloganları ve ortak talebi gölgelemeyecek, katılan farklı çevreler arasında gerilim yaratmayacak biçimde belirlenmesinin, bir ilke olarak, yürüyüş ve mitinge katılan hemen bütün çevreler tarafından (gönüllü ya da gönülsüz) benimsenmesidir.
Elbette bunlar, Türkiye’nin uzun ve badireli yollarından geçerek gelen demokrasi mücadelesinin kültürü içinde bilinmez ölçüler değildir. Nitekim, yakın geçmişte Özgürlük Dünyası ve Teori ve Eylem’de kitle mücadelesinin tartışıldığı her konuda ya da sınıf partisi tarafından demokrasi mücadelesinin tartışıldığı her platformda bu ölçütler ortaya konup savulmuş, özellikle “talepler üzerinden mücadele”nin ve talebe sahip çıkan her kesimin birleşmesinin ilkesel önemi, sınıf partisiyle çeşitli sol çevreler arasında başlıca polemiklerden biri olarak gelişmiştir. Ama bugün, yukarıda sözünü ettiğimiz ölçütler, artık hem daha geniş kitleler içinde benimsenir olmuş, hem de siyasi çevreler bakımından da eğilip bükülerek karşı çıkılabilecek ölçütler olmaktan büyük ölçüde çıkmıştır.
Bu durum, bundan böyle bu tür tartışmaların olmayacağı anlamına gelmiyor; ama artık, çok farklı görüşteki işçilerin kendi talepleri etrafında birleşmeleri nasıl doğal karşılanıyorsa, ortak siyasi talepler etrafındaki bir kitle mücadelesinde de, çeşitli siyasi çevrelerin farklılıklarının ortak mücadelenin engeli olmaktan çıktığı/çıkacağı bir yolun açıldığını söyleyebiliriz. Bu doğrultudaki yeni adımlar, bu yolu genişletecek, birlik ve ortak mücadeleye dair sorunların daha azaldığı bir dönemin kapısını açacak görünmektedir. Dolayısıyla talebi ve talep etrafındaki birliğin önemini bir tarafa itip, kendi çevresinin duygu ve “çıkarları”nı dayatan; “o varsa ben yokum; bu ya da şunlar şunlar benim için ilke sorunudur!” gibi iddiaları elbette yine duyabileceğiz, ama bu tür “ilke” ya da “ilkeleri” ciddiye alanların sayısı geçmişe göre çok azalacaktır!
TALEPLER ETRAFINDA MÜCADELE VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ
Dahası, öncesini bir yana bıraksak bile, 7 Haziran Seçimleri’nden başlayarak yapılan tartışmalarda; halk yığınlarının hangi talepler etrafında birleşecekleri, demokrasi ve özgürlüklerin savunulmasında ciddi, istikrarlı ve bir strateji etrafında birleşmiş bir mücadelenin önemi ve nasıl yapılabileceği, demokrasi mücadelesinin yakın tarihi (son yarım yüz yıl) boyunca Türkiye’deki demokrasi güçlerinin, ilerici demokratik çevrelerin başlıca gündemi olduğu tartışılmasızdır.
Dahası, mücadele içinde az çok bir geçmişi, bugün de söz söyleme imkanı olan her çevrenin, kendisinin bir “demokrasi mücadelesi programı” olduğu da, herkesin bildiği bir gerçektir. Daha da ötesinde, bugüne kadar bu program sahiplerinin, ancak kendi programları kabul edildiğinde bir ortak mücadelenin olabileceğine dair ısrarları, mücadelenin önündeki bir engel olarak, siyasal mücadelenin, demokrasi mücadelesinin bir sorunu olmaya devam etmiştir.
Burada eleştirilen, her siyasi parti ve çevrenin bir “demokrasi mücadelesi programı” olması ve o siyasi odağın kendi programı etrafında bir birlik için gayret göstermesi değildir. Bu olmazsa zaten ilerleme de olmaz ve mücadelenin gerçek temellerine oturması zorlaşır. Burada eleştirilen, “benim etrafımda olmazsa, birlik olmaz” anlayışıdır. Ve bu anlayış, yukarıda ifade edildiği gibi, belirli bir talep etrafında birleşilen Referandum’da ve Adalet Yürüyüşü’nde aşılmıştır; ancak daha kapsamlı bir birlik, bırakalım bir “demokrasi programı”nı, birçok sıcak talepten oluşan bir “demokrasi mücadelesi platformu” oluşturmak söz konusu olduğunda bile, “benim dediğim gibi olmazsa olmaz” diyen bir sekterizm hemen yeniden depreşebilmektedir.
Adalet Yürüyüşü ve arkasından gerçekleştirilen büyük miting konuyu bu boyutuyla da tartışmaya açtı.
Öyle görünmektedir ki, Kılıçdaroğlu, Referandum ve “Adalet Yürüyüşü”ndeki başarılarından cesaret alarak, 10 maddelik bir “Adalet Çağrısı” –aslında onu aşan bir Demokrasi Çağrısı– yaptı.
“OHAL’in kaldırılması” başta olmak üzere, Türkiye’nin iç ve dış politikasının başlıca konularını kapsayan 10 maddelik bir “manifesto” denilebilecek çağrı; elbette ki, hemen hiç kimsenin “bunlar olmasın” diyemeyeceği önemli talepler içermektedir.
Emek hakları içerikli taleplere yer vermeyişinin yanında, CHP’nin Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümüne dair geleneksel rezervleri ve Türkiye’nin Ortadoğu politikasında, bölgeye müdahalesi konusunda, bölge ülkelerine asker gönderme konusunda “tezkere”ye destek verdiği dikkate alındığında, “adalet çağrısı” bir yandan demokrasi mücadelesi açısından ciddi bir zaaf olarak ortaya çıkarken, öte yandan da, CHP ve dolayısıyla demokrasi cephesinde oluşacak birlikler için “yumuşak karın” oluşturmaktadır. Çünkü; AKP-MHP ortaklığı, hatta CHP içindeki milliyetçi muhalefet, bu “yumuşak karnı” kullanarak, CHP’nin demokrasi ve özgürlükler konusunda atacağı adımları sabote edecek girişimler yapabilir, yapacaktır.
Bizden ya da başka çevrelerden gelecek bu eleştirilere karşın elbette ki, bu 10 maddenin bütünü, bütününden de öte, herhangi bir ya da birkaç maddesi etrafında her birlik önemlidir. Örneğin, “OHAL kaldırılsın, KHK’lar geri çekilsin” talebi etrafında geniş bir birlik kurmak ve ortak mücadeleye girişmek, ülkeyi OHAL’le yönetmeye kararlı Hükümet’e geri adım attırabileceği gibi, “uyum yasaları”na karşı ve giderek “tek parti tek adam rejimi”ne giden yolu kesecek bir mücadelenin de ön adımı olabilecek mahiyette bir mücadele ortaklığı yaratabilir.
10 Maddelik “Adalet Çağrısı”nın “eksiklikleri” ve “yumuşak karnı”na ilişkin tepkiler olacak ve bu tartışmanın, elbette hem gerçek bir demokrasi mücadelesi programının oluşmasına, hem de bu mücadeleyi hayata geçirecek güçlerin birliğine hizmet edecek biçimde yürütülmesi önemli olacaktır.
Öncesini bir yana, öyle anlaşılmaktadır ki, bugün henüz laik ve demokratik bir Türkiye programı çerçevesinde ve genel bir demokrasi mücadelesi etrafında kalıcı bir mücadele için bir birlik olamasa bile, ama kısmi talepler etrafında birlikler ve ortak bir mücadele açısından ise koşulların son derece uygun olduğunu söylemek için pek çok nedeninin olduğu da görülmektedir.
Örneğin bugün en sıcak talep olarak “OHAL’in kaldırılması ve KHK’lerin geri çekilmesi” etrafında çok geniş bir birliğin sağlanması mümkündür. Ki, içinden geçilen dönemin özelliği dikkate alındığında, bu birliğin, aynı zamanda “uyum yasaları”na karşı mücadeleyle birleşebileceği ve “tek parti – tek adam rejimine karşı mücadele”ye evrilen bir yola gireceğini görmek için derin analizler yapmaya gerek yoktur.
Bütün bu yukarıdan beri sayılan nedenlerden dolayıdır ki, Türkiye’de demokrasi mücadelesi, daha bir süre “tekil” ya da “kısmi” talepler üzerinden ilerleyecek gibi görünmektedir. Bu yüzden de bugün üstünde birleşilecek en geniş mücadele ortaklığını sağlayacak talepler etrafında mücadeleden giderek, bütünlüklü bir demokrasi cephesinin programı olacak bir “demokrasi cephesi programı” bu mücadele içinde varılacağını söyleyebiliriz.
Örneğin CHP, “adalet istiyoruz” talebi etrafında sokağa çıkarak, ilerlemiş, 10 maddelik bir platform etrafında herkesi bu “çağrı”nın kapsadığı talepler için mücadeleye çağırabilmiştir.
“Adalet Yürüyüşü” ve ardından “Adalet Mitingi” bu doğruludaki adımların hızlandırılması için cesaret verici olmuştur. Ve bu mücadele ilerlediği ölçüde hem demokrasi mücadelesi etrafındaki güçler yelpazesinin genişlemesi, hem de bu mücadele etrafındaki güçlerin birliği daha kalıcı hale gelecektir.
DEMOKRASİ MÜCADELESİNİN EN ÖNEMLİ EKSİĞİ
Demokrasi mücadelesi; insan hakları mücadelesiyle bireysel ve kolektif özgürlükler için mücadeleyi de kapsayan, halkın çıkarları doğrultusunda egemen sınıfların iç ve dış politikasıyla ekonomi politikasına müdahale ederek onların siyaset alanını daraltan, ve egemen sınıfların iktidarı alt edilerek, yerine halkın iktidarını geçirilmesini amaçlayan bir mücadeledir.
Böyle bir mücadelenin, elbette, bu mücadeleden yana bütün bu sınıf ve kesimlerin üzerinde ortaklaşacağı, laik ve demokratik Türkiye’nin inşası programını kapsayan talepler üzerinden gelişeceği tartışılmazdır. Dolaysıyla demokrasi mücadelesi, daha bugünden, “kısmi” talepler üzerinden mücadeleleri kapsadığı gibi, aynı zamanda bu taleplerin sahibi olan toplumsal kesimlerin mücadelesinin ortaklaştırılmasını amaçlayan girişimleri de kapsamak durumundadır.
Öte yandan demokrasi mücadelesi, hedefine varmak için, kararlı bir güç birliği oluşturabilen ve bu gücü hedefi doğrultusunda sevk eden, sınıf mücadelesinin bütün biçimlerin hayata geçirebilecek yeteneğe sahip bir mücadele olabildiği ölçüde, ilerleme ve gelişme şansı bulabilecek bir mücadeledir. Bu yüzden de, demokrasi mücadelesi, ne “tekil” ve “kısmi” talepler etrafında oluşup dağılan ve böyle tekrarlanan birliklerle başarılabilir bir mücadele değildir. Tersine bu mücadele, devletin ve hükümetin, yanı sıra tekelci sermayenin büyük maddi gücünü elinde bulunduran egemenlere karşı bir mücadele olarak, onların bu büyük gücünü alt edecek büyüklükte bir gücü, halk yığınlarının gücünü bir araya getirmek durumundadır.
Ülkemizde yüz yılı aşkın bir zamanda beri süren, önü darbelerle, gerici sınıf ve güçlerin türlü çeşitli şiddet ve baskı yöntemleriyle kesilmeye çalışılan demokrasi mücadelesi, bugün de, hem dünyayı yöneten emperyalistlere, hem bölge gericiliklerine, hem de ülkeyi yöneten egemen gerici güçlerin ortaçağ değerleriyle cilalanmış, demokrasi mücadelesinin kazanımlarını yok etmeyi hedef alan gerici anti demokratik ve faşist girişimlerine karşı kapsamlı bir mücadele olarak biçimlenmek durumundadır.
Böyle bir mücadelenin istikrarlılığı ve yeterince büyük güçleri bir araya getirebilmesinin şartı ise, işçi sınıfının bu mücadelenin merkezinde yer almasıdır. Ve işçi sınıfının bu mücadelenin asli gücü haline gelmesi yoluna girilmeden, demokrasi mücadelesinin güçlerinin, egemenlerin anti demokratik gerici düzenine karşı laik ve demokratik bir Türkiye amacına sahip güçlerin birleştirmesi ve bu mücadelenin gerektirdiği hedeflere yöneltilmesi olanaklı olmayacaktır.
Elbette ki, yukarıdan beri belirtildiği gibi, işçi sınıfının demokrasi mücadelesinin asli gücü haline gelmesi, bugünden yarına mümkün olan bir şey değildir. Tersine işçi sınıfının demokrasi mücadelesinin asil gücü haline gelmesi, bugün bulunduğu en geri çizgiden, mücadele içine çekilmesi ve bu süreç içinde istikrarlı ve kapsamlı bir teşhir, örgütlenme ve eğitimi de kapsayan bir mücadelenin adım adım gerçekleştirilmesiyle olanaklı olacaktır.
Söylenenlerin anlaşılır olması için, burada şunu da eklemeliyiz: Bugün demokrasi mücadelesinin, gerek istikrarsızlığı gerek “kısmi talepler”le sınırlı bir seyir izlemesinin, gerekse birlikten çok “dağınıklık” ve “çok parçalı olmak”la tanımlanır bir çizgide bulunmasının nedeni, işçi sınıfının demokrasi mücadelesi içindeki zayıflığı ve “etkisizliği”dir.[1] Demokrasi mücadelesinin bu en önemli zaafı, aynı zamanda, işçi sınıfının sınıf mücadelesindeki (sadece siyasi mücadelede değil, sınıfın ekonomik ve ideolojik mücadelesini de kapsayan) pozisyonu bakımında da en önemli zaafıdır.
Peki, demokrasi mücadelesinin ve işçi sınıfının bu zaafı nasıl aşılacaktır?
Bu sorunun yanıtı açıktır: İşçi sınıfının demokrasi mücadelesinde anlamlı bir yer tutması, partisinin çizgisinde bir mücadele hattına girmesiyle olanaklıdır. Gerek ülkemiz gerekse dünya işçi sınıfının mücadele tarihi bunu çok açık ve tartışılmaz biçimde kanıtlamaktadır.
Dolayısıyla işçi sınıfının demokrasi mücadelesinde layıkıyla yer almasının sorumluluğu tamamen sınıf partisinin bu alandaki çalışmasına bağlıdır ve bu çalışmayla mümkün olabilir. Sınıf partisi bu görevini yerine getirirken, herhangi bir yardımcısı ya da “bu görevi de o yapsın” diyeceği bir güç odağı yoktur!
Zaaf çok önemli ve yapılması gereken görev ağırdır. Ama şu da bir gerçektir ki; yukarıda sözünü ettiğimiz gelişmeler, sınıfın bu alandaki mücadeleye çekilmesini kolaylaştıran koşulları da düne göre hızla olgunlaştırmaktadır.
Elbette, bugün işçi sınıfının örgütleriyle ve “sınıf tavrı”yla demokrasi mücadelesinin içinde olduğu söylenemez. Ancak bu, işçi sınıfının demokrasi mücadelesi karşısında tamamen kayıtsız olduğu anlamına da gelmez. Tersine DİSK, KESK gibi Konfederasyonlar, bazı sendikalar, işçilerin ileri kesimleri ve her sektörden mücadeleci sendikacılar, “dağınık” ve “kısmi” talepler üzerinden de olsa, demokrasi mücadelesi içinde yer almaya yönelmiştir.
Ama bu yer alış, elbette henüz sendika bürokrasisinin etkisi altında, reformculukla, parlamentarizmle malul bir yer alıştır.
Bu önemli gerçekleri de unutmamak koşuluyla; bugün sınıf partisinin önünde, işçi sınıfının demokrasi mücadelesinde yer alması için şu üç başlıca alanda yapması gereken önemli işler vardır:
1) Konfederasyonlar ve bağlı sendikaların demokrasi mücadelesine katılması için girişimler
Ülkemizdeki işçi ve kamu emekçileri sendikaları Konfederasyonlarından DİSK ve KESK demokrasi mücadelesinde, Hak-İş ve Memur Sen ise, açıkça demokrasi mücadelesini karşı “hükümet sendikacılığı” çizgisinde yer almaktadırlar. Ama diğer konfederasyonlar ve bu konfederasyonlara bağlı sendikaların zaman zaman demokrasi mücadelesi tarafında yer aldıklarını gösteren “emareler” görülse de, genelde günü kurtaran, her şey olup bittikten sonra “vücut diliyle” tavır ifade eden bir belirsizlik tutumu gösterdikleri apaçık görülmektedir. Ancak bunların, ileriye doğru küçük adımlar attıklarında bile, ortak bir tavır almaktan uzak, dağınık, bu nedenle de etkisiz kaldıkları da bir gerçektir. Oysa, sınıfın şu kadarı ya da bu kadarını örgütlemiş olmaktan bağımsız olarak, bugün sendikaların, bir bölümüyle bile ortak tavır aldıklarında, demokrasi mücadelesinde ülkemizdeki en önemli güç olabileceklerini az çok sınıf mücadelesi deneyimi olan kimse reddedemez. Gerek bu söylenenler, gerekse sendika ve sınıf örgütleri olarak tarihsel rolleriyle ilgili nedenlerden dolayı, bu tablo, sınıf partisine bu tabloyu değiştirecek girişimler yapma yükümlüğü getirmektedir. Bu yüzden sınıf partisi, bugün sendikaların içinde çeşitli yol ve yöntemlere yapacağı girişimlerle, sendika ve Konfederasyonların gündemlerine demokrasi mücadelesinin taleplerini sokmak, bu konudaki tartışmalara yön vermek ve mümkün olduğu kadar sendikaların ortak tavır almalarını sağlayacak bir çalışmayı hiç ihmal etmemek durumundadır.
Elbette, bu mücadele zorlukları olan bir mücadeledir, ama istikrarlı, akıllıca yürütülecek bir çalışmayla atılacak küçük adımların bile sınıf ve demokrasi güçleri üzerinde moral etkisi fazla olacaktır. Dahası, mücadelede her adım yeni adımların daha güçlü atılmasını da getirecektir.
2) Şubeler, temsilcilikler, sınıfın ileri unsurlarının demokrasi mücadelesine çekilmesi
Konfederasyonlara ve sendika merkezlerine göre işçiye daha yakın ve sendikal bürokrasinin daha az etkisi altında olan şubeler, doğrudan işçiler tarafından seçilmiş, (sendikalı, sendikasız) işyeri temsilcileri, şubeler platformları, sendikal birlikler, kurultay komiteleri gibi çeşitli adlar altında, mücadeleci sendikacıların oluşturduğu her mevziyi, yerel demokrasi mücadelesine katılmaya teşvik etmek, bu amaçla yerel etkisini ve ilişkilerini kullanmak, bu mekanizmalar içinde demokrasi mücadelesine katılmayı teşvik etmek, sınıf partisinin yerel örgütlerinin başlıca sorumluluklarındandır.
3) Sınıfın ana kitlesinin demokrasi mücadelesine çekilmesi
İşçi sınıfının, demokrasi mücadelesinin belirleyici gücü olarak, demokrasi mücadelesine katılması, hiç kuşkusuz ki, sınıfın ana kitlesi içinde yürütülecek çok istikrarlı bir siyasi ajitasyon ve örgütleme mücadelesiyle mümkün olabilir. Bu yüzden, sınıf partisinin bu üç alan içinde hiç dikkatten kaçırmayacağı çalışma da, sınıfın ana kitlesi içinde yürütülecek çalışmadır. Yığınlar içinde, demokrasi bilincinin yayılması, işçilerin ve onların örgütlerinin demokrasi mücadelesi içinde yer almalarının gerekliliği, bu mücadelenin öncü gücü ve ana gövdesinin oluşturulması için bunun önemi, demokrasi mücadelesiyle işçi sınıfının iktidarının kurulması arasındaki ilişkiye kadar kapsamlı bir eğitimi de içeren bir çalışma, sınıf partisinin çalışmasının başlıca hedefidir. Kuşkusuz ki bu çalışma, orta ve uzun vadedeki sonuçları bakımından da “sınıf partisinin sınıfın partisi olması”nın da başlıca dayanağı olacak bir çalışmadır. Bugün bu çalışmanın imkanlarının düne göre çok daha arttığını ve işçi sınıfının ana kitlesi üzerindeki AKP-MHP kültünün kabuğunun çatlamasının bu çalışmanın etkisini ve alanını genişleteceğini söylemek de yanlış olmaz.
***
Önümüzdeki ayların gündemleri olarak;
- OHAL’in kaldırılması ve KHK’ların geri çekilmesi için demokrasi güçlerinin harekete geçirilmesi,
- “Seçim Yasası” ve “Siyasi Partiler Yasası”nı da kapsayan pek çok yasanın “uyum yasaları” adı altında değiştirilmesi için son hamlelerin yapılması ve muhalefetin sesini kesmek için Meclis İçtüzüğü’nün değiştirilmesi,
- Suriye başta olmak üzere, bölge politikasının açmaza sürüklenmesinin sonuçlarının gözle görülür hale gelmesi,
- ABD ve AB ile ilişkilerin “normlar mücadelesi” olarak da iyice kızışması,…dikkate alındığında, demokrasi mücadelesinin sokakları ve meydanları da kullanarak büyüyeceğini söylemek için pek çok neden vardır. Bu yüzden, 7 Haziran Seçimleri’nde ortaya çıkan, Referandum ve “Adalet Yürüyüşü”yle daha görünür hale gelen fırsatlar doğru değerlendirilirse, demokrasi mücadelesinin olağanüstü büyüyebileceği bir döneme girileceğini söylemek için çokça nedeni olduğu ortadadır.
“Ülkenin nasıl yönetildiği” tartışmasını, halkın ve işçi sınıfının mümkün bütün kesimleri içinde yaymak, demokrasi mücadelesinin güçlerini merkezi ve yerel düzeyde birleştirmek ve ortak mücadeleye çekmek içini mücadeleye!
[1] İşçi sınıfı, nesnel olarak, demokrasi mücadelesine katılan toplumsal sınıf ve tabakaların taleplerine sahip çıkmadan kendi iktidarını kuramayacağı, ve kendi uğradıklarıyla sınırlı olmadan bütün haksızlıklara karşı tutum alıp mücadele yürütmesi, kendi mücadelesinin başarısının olmazsa olmazı olduğu için, demokrasi mücadelesine katılan diğer sınıf ve tabakaları demokrasi mücadelesi içinde birleştirme yeteneğine sahip bir sınıftır. Yalnızca kendi kısmi talepleri için mücadele eden ezilen sınıf ve tabakalar, azınlık milliyetler, ezilen din ve mezhepler, kadın çevreleri, çevreciler vb., kendi talepleri için mücadele ederken arkalarında işçi sınıfının desteğini görerek, böyle bir desteğin güvencesiyle de ortak demokrasi talepleriyle birleşip harekete geçmeleri kolaylaşacağı için, işçi sınıfı, demokrasinin en tutarlı savunucusu olarak, aynı zamanda, mücadelenin istikrarının ve sonuna kadar götürülmesinin de da garantisidir.