Y. Yılmaz Karataş

Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de IŞİD sonrası dönemin en görünür sonucu başını Rusya ve ABD’nin çektiği paylaşım mücadelesinin belirgin hale gelmesi oldu. Suriye’de egemenlik mücadelesi yürüten güçlerin doğrudan karşı karşıya gelmemesi nedeniyle uzunca bir süre ‘vekâlet savaşı’ olarak adlandırılan savaş, bu emperyalist güçlerin ve arkalarında saf tutan bölge rejimlerinin de dahil olduğu bir savaşa doğru evrildi. Türkiye’deki iktidar her ne kadar ‘yerli ve milli’ olduğunu iddia etse de Afrin operasyonuna emperyalistler arasındaki egemenlik mücadelesinin bir parçası olarak ‘olur’ verildi. Deyr el Zor’da Demokratik Suriye Güçleri’nin (DSG) elindeki bir enerji tesisini ele geçirmek için operasyon yapan rejim, Rus askerlerine karşı ABD’nin havadan bombardımanı, Suriye’deki İran güçlerini hedef aldığı belirtilen bir İsrail uçağının Suriye rejim güçleri tarafından düşürülmesi gibi gelişmeler paylaşım mücadelesi kızıştıkça gerilimin daha da tırmanacağını gösteren gelişmeler-ki, burada Birleşmiş Milletler (BM) Suriye Özel temsilcisi Steffan de Mistura’nın “Suriye’de son dört yılın en tehlikeli dönemi”nin yaşandığı açıklamasını da hatırlatmak gerekiyor.

İşte Suriye’de gerilimin tırmandığı tehlikeli bir süreçte gerçekleştirilen Afrin operasyonu, her ne kadar AKP-Erdoğan iktidarı tarafından “milli güvenlik” gibi bir gerekçeyle açıklansa da Türkiye’yi bu tehlikenin orta yerine doğru sürüklemektedir. Ancak iktidar bu operasyonu kendisine tehdit olarak gördüğü Kürtlerin kazanımlarını ortadan kaldırmak, bölgede yayılmacı emellerini/hayallerini devam ettirmek ve ülke içinde de tek adam rejimini inşanın önündeki engelleri ortadan kaldırmak bakımından bir dayanak olarak gördüğü için ülkeyi böylesine tehlikeli bir sürece sokmaktan geri durmamaktadır. Afrin operasyonu daha ilk günden tam bir ‘milli seferberlik’ havasında başlatılıp CHP ve İyi Parti gibi muhalefet partileri iktidarın politikalarına yedeklenmeye zorlanırken bu operasyona karşı en ufak bir eleştiri ‘bozgunculuk’, ‘vatan hainliği’ olarak gösterildi ve “savaş, insan eliyle oluşturulan bir halk sağlığı sorunudur” diyen TTB Merkez Konseyi başta olmak üzere barış diyen bini aşkın kişiye yönelik gözaltı ve tutuklama furyası yürütüldü/yürütülüyor.

20 Ocak’ta başlayan operasyonun ilk ayının dolduğu günlerde hava her ne kadar iktidardan yana esiyor görünse de bu havayı tersine çevirecek gelişmelerin birikmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu operasyona opsiyonlu olarak ‘olur’ veren Rusya’nın Dışişleri Bakan Yardımcısı Bogdanov’un Afrin’de bir çatışmasızlık bölgesi oluşturmanın gündemde olduğunu söylemesi ve Suriye rejim güçleri ile Afrin’deki Kürt güçleri arasında Suriye ordusunun Afrin’e girmesi konusunda yapılan pazarlıklar ve bu yazının yazıldığı günlerde rejim-İran destekli sivil milislerin destek için Afrin’e girmeye başladığına dair haberler, AKP-Erdoğan iktidarının ve Türk burjuva medyasının “üç saatte gireriz”, “üç günde alırız” gibi açıklama ve söylemlerine rağmen bir ay boyunca Afrin’in sadece yüzde 10’unun ele geçirilebilmiş olması ve yine Türkiye’nin operasyonda zehirli gaz kullandığı iddialarının BM gündemine taşınması havanın giderek tersine döneceğinin işaretleri olarak belirtilebilir.

Afrin operasyonu ile ilgili farklı tartışma ve açıklamaların yapılıp birçok belirsizliğin devam ettiği bir süreçte söylenebilecek ilk şey, bu operasyon nasıl Suriye’de emperyalistler arasındaki egemenlik mücadelesinin keskinleştiği bir ortamda bu emperyalistlerden birinin-Rusya’nın- ‘olur’u ile yapılabilmişse, seyrini belirleyecek olan da yine emperyalistler arasındaki mücadelenin gidişatı ve elbette gidişata önemli etkileri olacak olan dünyada sesini yükseltmeye başlayan barış ve demokrasi güçlerinin tutumudur. Öyleyse bugün tek adam rejimine karşı demokrasi, yayılmacı-savaşçı emellerine karşı barış mücadelesi bakımından iktidarın Afrin operasyonu konusunda yarattığı propaganda bombardımanına karşı bu operasyonun hangi gerici hesaplara bağlı olarak ortaya çıktığına ve olası tehlikeli sonuçlarına dair aydınlatma faaliyeti acil bir ihtiyaç durumundadır.

OPERASYONA KAPI ARALAYAN GELİŞMELER

Suriye, eski Sovyet toprakları dışında Rusya’nın askeri bir üsse sahip olduğu tek ülke idi. Uzunca bir süre Suriye’deki gelişmeleri yakından izleyen Rusya, 2011’de başlayan iç savaşın rejimi oldukça yıprattığı bir dönemde Eylül 2015’te yaptığı müdahale ile o dönem geleceği oldukça tartışmalı olan Esad rejimine rahat nefes aldırıp dengeleri değiştirmişti. Aynı dönemde ABD’nin Suriye iç savaşının başlarında desteklediği gruplar tamamen dağılmış, rejime karşı savaşta sahada sadece IŞİD ve Nusra gibi radikal İslamcı gruplar kalmıştı. IŞİD aynı zamanda Haziran 2014’te Irak’ta stratejik öneme sahip Musul’u ele geçirmiş, ABD’nin 2003’te Saddam’ı devirdikten sonra kurduğu düzeni tehdit eder hale gelmişti-ki, bu gelişme karşısında o dönem ABD Başkanı olan Obama ‘IŞİD ile Mücadele Stratejisi’ni açıklamıştı. ABD, IŞİD ile mücadeleyi yıpranan bölge politikasını revize etmek ve bölgedeki dayanaklarını yeniden güçlendirmek için bir fırsat olarak kullanmaya çalışmıştı. Bu dönem boyunca Kürtler, hem Irak’ta ve hem Suriye’de IŞİD ile mücadelede öne çıkan güç olmuş; dolayısıyla ABD, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin yanı sıra Kobanê direnişi sürecinden (Ekim 2014’ten) başlayarak Suriye Kürtleri ile de ilişki ve işbirliğini geliştirmeye başlamıştı. ABD, Suriye Kürtleri ile bu ilişki ve işbirliğini en büyük bileşeni YPG olan Demokratik Suriye Güçleri’ne (DSG) ağır silahlar vererek ve Türkiye’nin bütün itirazlarına rağmen IŞİD’e karşı Rakka ve Deyr el Zor operasyonlarını bu güçlerle yaparak daha ileri bir boyuta taşımıştı. Çünkü mevcut tabloda ABD’nin Suriye’nin geleceği konusunda Rusya ile pazarlık yapabilmesi bakımından Kürtlerle ilişkisi-işbirliği dışında bir dayanağı kalmamıştı-ki bu süreçte Kuzey Suriye-Rojava’da ABD üsleri de kurulmuştu. Bu dönem boyunca Rusya ile Kürt güçleri (PYD/YPG) arasında da kimi görüşmeler yapılmış ancak Kürtler, Kuzey Suriye’deki diğer halklarla birlikte Kuzey Suriye-Rojava Demokratik Federasyonu’nu ilan etmiş ve federatif çözümün Kuzey Suriye’de ABD’nin kalıcı hale gelmesine hizmet edeceği kaygısını taşıyan Rusya ile Kürtler arasındaki bu görüşmelerden bir sonuç alınamamıştı.

Bu gelişmeler üzerinden Suriye’de paylaşım/egemenlik mücadelesinin daha görünür bir hal aldığı bir dönemde (Aralık 2017’de) Rusya cephesinden önemli bir açıklama yapıldı. Lazkiye’deki Hmeymim Hava Üssü’ne giden ve burada Suriye Devlet Başkanı Esad ile görüşen Putin, Suriye’deki Rus askerlerinin büyük bir bölümünün ülkelerine geri döneceği açıklamasını yaptı. Aslında Rusya Tartus ve Hmeymim üslerinin kullanımı konusunda Suriye ile 49+25 yıllık bir anlaşma imzalamıştı ve Rusya’nın bu açıklaması daha çok Suriye’de bulunan diğer güçlere-ABD’ye- askerlerini çekmesi için yapılmış bir çağrı anlamını taşıyordu. Bu çağrıya ABD’nin yanıtı çok gecikmedi; ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü “Eğer Rusya çekilecekse bu onların seçimi fakat biz müttefiklerimizle ülkede istikrar sağlamaya devam edeceğiz” diyerek ABD’nin Suriye’de kalıcı olma niyetini bir kez daha ortaya koydu. Aynı günlerde dikkat çeken bir diğer açıklama da o güne kadar Kürtlere karşı hassas bir dil kullanan Suriye rejiminin ABD ile işbirliği yapan güçleri ‘vatan haini’ ilan etmesi oldu.

ABD ve Rusya arasında tırmanan bu gerilim, Suriye’de siyasi çözüm beklentisini çıkmaza sürüklüyor ve adım adım Türkiye’nin Afrin operasyonuna giden yolun köşe taşlarını döşüyordu. ABD, Kürtlerle işbirliğini Suriye’de kalıcı hale gelmenin bir dayanağı olarak kullanmak ve Kürtler de bu işbirliğini kendi geleceklerini belirlemek bakımından bir fırsata dönüştürerek Rusya’ya (ve Suriye rejimine) federatif çözümü kabul ettirmenin bir kozu haline getirmek istiyordu. Rusya ise, Kürtleri kendi himayesinde sınırlı bir özerkliğe razı ederek ABD’nin Suriye’de kalıcı olma hedefini boşa çıkarmayı amaçlıyor ama bu gelişmeler Rusya için işi çıkmaza sürüklüyordu.

Burada Türkiye, Rusya ve İran arasındaki işbirliğine dair bir not düşmek de gerekiyor. ABD’nin Suriye’de Kürtlerle işbirliği yapması ve bu işbirliğinin Kürtlerin gücünü arttırması, Kürtlerin her türlü kazanımını kendisi için büyük bir tehdit olarak gören Türkiye’deki iktidarın giderek Rusya ve İran’a yakınlaşmasına yol açmıştı. Bu işbirliği Rusya için hem NATO üyesi Türkiye’yi ABD ile karşı karşıya getirip ABD’yi sıkıştırmak ve hem de Suriye’de Türkiye destekli cihatçı çetelerin tasfiyesi bakımından oldukça işlevsel bir işbirliğiydi. Bu işbirliği üzerinden önce Halep’teki cihatçı çeteler temizlendi, sonra Eylül 2017’de Türkiye, Rusya ve İran arasında yapılan Astana Anlaşması gereğince Türkiye’ye cihatçı çetelerin son kalesi İdlib’de ‘çatışmasızlık gözlemcisi’ görevi verildi. Türkiye’nin İdlib’e gözlemci olarak yerleşmesinden birkaç ay sonra (Ocak 2018’de) Suriye ordusu İdlib’e yönelik büyük bir operasyon başlattı. Ancak sahadaki dengeler nedeniyle Suriye rejimi ve Türkiye arasındaki gerilimi tırmandırmak istemeyen Rusya’nın girişimi ile bu operasyon geçici olarak durdurulmuştu.

İşte Suriye, 2017 sonu-2018 başlarında böylesine hızlı gelişmelere sahne oluyorken Türkiye’nin Afrin sınırına büyük bir askeri yığınak yaptığı haberleri gelmeye başladı. Fırat’ın batısında ve Türkiye’nin ‘çatışmasızlık gözlemcisi’ olarak bulunduğu İdlib’in kuzeyinde yer alan Afrin kantonu, Rusya’nın Türkiye’nin olası müdahalesine karşı sınırda asker bulundurduğu, dolayısıyla Kürtlerin Rusya ile işbirliği halinde olduğu tek Kürt kantonuydu. Fırat’ın doğusundaki Cezire ve Kobanê kantonları ile yine Fırat’ın batısındaki Menbic’de ABD askeri vardı. Bilindiği gibi Suriye’deki Kürt hareketi (PYD/YPG) de Türkiye’deki Kürt hareketi gibi Öcalan’ı önder olarak görüyor ve bu nedenle Türkiye, Suriye Kürtlerinin kazanımlarını kendi çözümsüzlük politikalarını zora sokacak bir ‘tehdit’ olarak görüyordu. Bu nedenle Türkiye, Suriye Kürtlerine karşı operasyon için fırsat kolluyor; ABD ve Rusya arasındaki gerilimin tırmanması ve Rusya’nın Kürtlerin ABD ile ilişkilerinden rahatsızlığını yüksek sesle dillendirmeye başlaması ise, Türkiye’nin Afrin operasyonu için kapıyı aralıyordu. Afrin operasyonu ile Türkiye, bir yandan Kürtlerin gücünü sınırlayacak, öte yandan Cerablus’tan Reyhanlı’ya kadar olan sınır bölgelerinde hâkimiyet kurarak buraya ÖSO adı altında bir araya getirdiği cihatçı çeteleri yerleştirecekti. Dahası, Afrin’i ele geçirmek İdlib’de Türkiye’nin desteklediği cihatçı çetelere de nefes aldıracak ve zaten yayılmacı emellerini gizlemeyen Türkiye’deki Erdoğan iktidarının Suriye’nin geleceğinin belirlenmesi pazarlıklarında elini güçlendirecekti.

Türkiye’nin operasyonu öncesinde Rusya ve Afrin’deki Kürt güçleri arasında Afrin’in Türkiye saldırısından korunması için Suriye rejimine devri konusunda pazarlıklar yapıldığı ama Kürtlerin kentin denetiminin tamamen rejime devredilmesini kabul etmemesi nedeniyle bu pazarlıkların sonuçsuz kaldığı, operasyonun başlamasının ardından bizzat YPG yetkilileri tarafından açıklandı. Aynı günlerde ABD cephesinden hem operasyon öncesinde kışkırtıcı bir rol oynayan ve hem de operasyonun önünü açan iki açıklama yapıldı. İlk açıklama, SDG’nin de içinde yer alacağı 30 bin kişilik ‘sınır güvenliği ordusu’ kurulacağı açıklamasıydı. Bu, yukarıda da değindiğimiz gibi ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde kalıcı olacağı yönünde verilmiş mesaj olarak anlam kazandı. İkinci açıklama ise, “Afrin koalisyon güçlerinin operasyon alanı içinde değil” açıklamasıydı. Yani ABD, Afrin’e operasyon bizim değil, Rusya’nın sorunu diyordu. Herkesin bu operasyonla ilgili hesabı farklıydı. ABD, bu operasyonun Kürtleri kendisine daha fazla bağımlı hale getireceğinin hesabını yapıyor; Rusya ise, kendisi için riskli olan bu operasyona opsiyonlu olarak ‘olur’ vermeyi Türkiye ve ABD’yi askeri olarak karşı karşıya getirecek sürecin ilk adımı olarak görüyordu-ki Türkiye, Afrin’den sonraki hedefini ABD askerinin bulunduğu Menbic olarak açıklamıştı. Dahası Rusya, Türkiye tehdidinin Kürtleri kendi himayesinde bir çözüme zorlamak için işe yarayacağı beklentisini taşıyordu.

OPERASYONUN İÇERİDEKİ CEPHESİ

Türkiye’nin Afrin operasyonu, MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı’nın Moskova’da Suriye hava sahasının Türk uçaklarına açılması konusunda yaptıkları pazarlıklardan ve bu pazarlıklara bağlı olarak Türkiye-Afrin sınırındaki Rus askerlerinin geri çekilmesinden sonra başladı. 20 Ocak’ta başlayan operasyonu tam bir ‘milli seferberlik’ ruhu ile karşılayan her renkten burjuva medya organları, 72 uçağın Afrin semalarından yağdırdığı bombaları“Afrin’de destan yazıyoruz” manşetleri ile selamladı. Daha operasyonun bir günü dolmadan ülkenin birçok kentinde sosyal medyada bu operasyona karşı çıkan yüzlerce kişiye yapılan ‘şafak operasyonu’, bu operasyonun sadece dışarıda yönelik olmadığını bütün açıklığıyla gözler önüne serdi. İktidar, bu operasyon ile medya bombardımanı eşliğinde toplumun geniş kesimlerinin milliyetçi-şoven eğilimlerini kışkırtıyor ve operasyona verilen desteği barış ve demokrasiyi savunan halk güçlerinin baskı altına alınıp tasfiyesinin bir dayanağı olarak kullanmak istiyordu. Savaşa karşı barış diyen TTB’ye karşı linç kampanyasının ardından TTB Merkez Konseyi üyelerinin gözaltına alınması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Türk’ adını hak etmediği açıklamaları eşliğinde bu kurumları tasfiyeye yönelik hazırlıklar, operasyonun içerideki hedefleri hakkında fikir veriyordu. Bırakın operasyona karşı çıkanları, operasyonu destekleyenlerin en ufak kaygı ya da itirazları bile ‘bozgunculuk’ olarak damgalanıyor, mesela eski Genelkurmay başkanlarından İlker Başbuğ’un “asker cenazelerinin siyasete malzeme yapılmaması gerektiği” açıklaması, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından “Bu açıklamayı yapmak ona mı düşmüş? Gerekli cevabını alacak” sözleriyle yanıtlanıyordu.

Operasyon üzerinden aralarında meclisteki üçüncü büyük parti olan HDP’nin yer aldığı barış ve demokrasi güçlerine yönelik baskı ve tasfiye politikası sürdürülürken, daha ilk günden operasyona desteklerini açıklayan CHP ve İyi Parti’nin muhalefeti etkisizleştirildi. Burada mesele gerçekten Türkiye’nin güvenliği ise, bunun yolunun ancak Suriye Kürtlerinin geleceklerini belirleme hakkına saygı temelinde oluşturulacak barışçıl komşuluk ilişkileriyle mümkün olduğu ortadayken CHP’nin bir yandan operasyona destek çıkan ama öte yandan bu operasyonda cihatçı çetelerden devşirilen ÖSO gruplarının kullanılmasına itiraz eden tutarsız muhalefetinin Erdoğan iktidarına üzerine tepineceği yeni bir alan açmaktan başka bir işe yaramadığını belirtmek gerekiyor. Aynı günlerde cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ı destekleyeceğini önceden açıklayan Bahçeli’nin MHP’si ile AKP arasında seçim ittifakının önünü açan bir yasa tasarısı hazırlandı. Daha doğrusu seçim yasası ‘tek adam rejimi’ için oluşturulan koalisyonun başarısını garantiye almak amacıyla yeniden düzenlendi. Seçim yasasındaki düzenleme ile MHP ile yapılan kader birliği, bu operasyonun yarattığı havayı ‘tek adam rejimi’nin inşası için bir dayanak haline getirmeyi amaçlıyordu. Ne kadar süreceği belirsiz olan bu operasyon aynı zamanda iktidara ‘tek adam rejimi’nin anayasası olarak anlam kazanan (tek adamın ağzından çıkan her sözü kanun haline getiren) OHAL’i de kalıcı hale getirmenin olanağını sağlıyordu.

Erdoğan iktidarının bölgedeki yayılmacı emelleri ile bu emellerin ancak ‘tek adam iktidarı’yla başarıya ulaşabileceği propagandası, iç ve dış politikanın kesişme noktasını oluşturuyordu. Hatırlanırsa iktidarın Türkiye’yi Eylül-Ekim 2016’da Musul’un IŞİD’den kurtarılması için yapılacak operasyona katmak için girişimlerde bulunduğu günlerde-ki bu girişimler başarısızlıkla sonuçlandı- Cumhurbaşkanı Erdoğan “Lozan’ı bir zafer gibi yutturmaya çalıştılar” demiş, Türk burjuvazisinin yüz yıllık Musul’dan pay kapma hayallerine tercüman olmuştu. Afrin operasyonunun başladığı günlerde Erdoğan bu yayılmacı emellerini yine “Lozan dahil olmak üzere kim nerede neyi vermiş hepsini milletime açıklayacağım” sözleriyle ortaya koymuştu-ki operasyonda kullanılan ‘milli’ silahlar da bu propagandanın bir parçası haline getirildi. ‘Güçlü Türkiye’ için yayılmacılık; yayılmacılık için de ‘tek adam rejimi’ gerekiyordu!

RUSYA’DAN YENİ HAMLELER GELEBİLİR

Rusya, Türkiye’nin Afrin operasyonuna kapıyı kayıtsız-koşulsuz açmamıştı. Rusya’nın operasyon için verdiği ‘olur’ opsiyonlu, yani süresi-sınırı oluşacak yeni dengelere bağlı olan bir ‘olur’du. Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Bogdanov’un Afrin’in daha önce Astana Anlaşması’yla oluşturulan 4 ‘çatışmasızlık bölgesi’ ne 5. ‘çatışmasızlık bölgesi’ olarak dahil edilebileceğine yönelik açıklaması, koşulları uygun gördüğünde Rusya’nın devreye gireceğine yönelik bir mesaj olma anlamı taşıyordu. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi Rusya’nın bu operasyona ‘olur’ verirken amaçlarından biri de Kürtleri rejimle işbirliği yapmaya zorlamak, Rusya’nın bu beklentiyle birlikte ele alınması gereken bir diğer önemli beklentisi de bir aydır Afrin kırsalında operasyonlar yapan ama bu bir ayda Afrin coğrafyasının sadece yüzde onluk kısmında denetimi sağlayabilen Türkiye’yi Afrin merkezine ilerlemeden durdurup yönünün ABD ile doğrudan karşı karşıya geleceği Menbic’e doğru çevrilmesini sağlamaktı. Suriye rejiminin Türkiye’yi Afrin’de işgalci olmakla suçlayan açıklamaları her an bu yönlü yeni hamlelerin gelebileceğinin işaretini veriyordu.

Türkiye cephesinden Afrin’den sonra Menbic’e operasyon yapılacağı açıklamalarının yapıldığı günlerde Menbic’i ziyaret eden ABD’li General Funk “Benim işim savaşmak” diyerek Türkiye’ye mesaj göndermiş ve bu açıklama Türkiye-ABD arasındaki gerilimi daha da tırmandırmıştı. İşte böylesine kritik bir süreçte (15 Şubat’ta) ABD Dışişleri Bakanı Tillerson Türkiye’yi ziyaret ederek önce Cumhurbaşkanı Erdoğan ve sonra da Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile görüştü. Bu görüşmelerden ABD ve Türkiye arasındaki gerilimin düşürülmesi ve anlaşmazlıkların giderilmesi için ortak çalışmalar yapılması kararı çıktı. İki dışişleri bakanının görüşmesi sonrasında hazırlanan ortak bildiride dikkat çeken noktalardan biri bu bildiride PYD/YPG’nin adının geçmemesi (mücadele edilecek terör örgütleri olarak PKK, IŞİD ve El Kaide belirtiliyordu) ve Menbic için ortak komisyon kurulması yönünde alınan karardı.

Tillerson’un ziyareti, Rusya’nın NATO üyesi iki ülkeyi; ABD ve Türkiye’yi askeri olarak karşı karşıya getirme ve ABD’yi sıkıştırma beklentisini en azından şimdilik boşa çıkardı. Önümüzdeki dönem ABD’nin Suriye’de kalıcı olmak için stratejik önem atfettiği Fırat’ın doğusunda Kürtlerle işbirliğinin kabulü karşılığında Türkiye’nin zaten Kürt yerleşim bölgesi olmayan Menbic’de ABD ile birlikte sembolik düzeyde asker bulundurmasına dayanan bir anlaşma (olası böyle bir böylesi bir anlaşma elbette Türkiye’nin Kürtlerin kazanımlarına dair kaygılarını ortadan kaldırmaz ama kısa vadede iktidarın bu gelişmeyi seçimler öncesinde bir ‘zafer’ gibi sunup kullanmasına hizmet edebilir) ve yine ABD’nin Kandil ve Şengal’de PKK’ye karşı olası operasyon halinde Türkiye’ye istihbarat desteği sağlaması gibi konular üzerinden pazarlıkların sürmesi mümkün görünüyor.

Tillerson’un Türkiye ile gerilimi düşüren ziyaretinin ardından bu kez Suriye cephesinden Afrin operasyonunun devamını zora sokacak bir hamle geldi. Suriye’nin resmi haber ajansı SANA, Tillerson’un 15 Şubat’ta gerçekleştirdiği ziyaretin üzerinden daha bir hafta geçmeden Suriye askerinin Türkiye’nin saldırısından korumak amacıyla kısa süre sonra Afrin’e gireceği haberini geçti. Daha sonra Suriye askerlerinin değil ama rejim-İran destekli milis güçlerinin ağır silahlarla Afrin’e girdiği haberleri geldi. Bu haberlerle eş zamanlı olarak Rusya Dışişleri bakanı Lavrov, Suriye rejimine bir an önce Kürtlerle diyalogu geliştirme çağrısı yaptı.

Bu gelişmelerin ortaya çıkardığı gerçek şuydu: Türkiye’deki iktidar Afrin operasyonunu her ne kadar yerli ve milli bir operasyon olarak ilan etse de bu operasyon Suriye’de egemenlik mücadelesi halinde olan iki emperyalist güçten birinin -Rusya’nın- kendi çıkarına uygun bulduğu için ‘olur’ verdiği bir adımdı. Ve Rusya, bu adımın artık kendi çıkarlarına hizmet etmekten çıkmaya başladığını gördüğü oranda açılan kapıların yeniden kapanması ve başka hamlelerin gelmesi sürpriz olmayacaktı.

Ana hatları ile özetlemeye çalıştığımız bu gelişmeler üzerinden genel sonuçlar çıkarmaya, değerlendirmeler yapmaya geçmeden önce tablonun daha görünür olması için iki noktaya daha değinmek gerekiyor. Birincisi, yazının girişinde de değindiğimiz Deyr el Zor’da DSG’nin elinde bulunan bir enerji (doğalgaz) tesisini ele geçirmeye yönelik rejim ve paralı Rus askerleri tarafından yapılan saldırıya karşı ABD’nin havadan yaptığı bombardımandı. ABD bombardımanında ölen asker sayısı konusunda farklı rakamlar telaffuz edilse de bu gelişme Suriye’deki enerji kaynaklarının denetimine dair mücadelenin önümüzdeki dönem de devam edeceğini gösteriyor. Bu enerji kaynaklarının Suriye’nin komşularındaki kaynaklar gibi dünya ölçeğinde bir değere sahip olmaması, Suriye’nin geleceğiyle ilgili pazarlıklar bakımından oldukça önemli bir koz oldukları gerçeğini değiştirmiyor. İkinci gelişme ise, İran ve Lübnan Hizbullah’ının artan etkisine karşı İsrail’in Suriye’ye yönelik saldırganlığını arttırmasıdır -ki, Trump’ın stratejisi de ABD’nin bölgedeki gücünü koruması için gerilim ve çatışmaları yaygınlaştırmaya dayanıyor.

***

Buraya kadar söylenenleri toparlamak bakımından birkaç sonuç çıkarmak, değerlendirme yapmak gerekirse:

  • Bu operasyonun antiemperyalist bir içeriğe sahip olduğuna dair yapılan bütün propagandaya rağmen, sahadaki gerçekler tersini göstermektedir. Suriye’de egemenlik mücadelesi halinde olan iki emperyalist güçten biri olan Rusya, kendi çıkarlarına hizmet ettiğini/edeceğini hesap ettiği oranda opsiyonlu olarak bu operasyonun önünü açmıştır. Ancak Suriye’deki son gelişmeler, Türkiye’nin ABD ile sorunlarını çözmek üzere adım attıkça Rusya ve İran ile arasındaki mesafenin açılacağını gösteriyor. Dolayısıyla cambazın aynı anda iki ipte oynaması mümkün değildir ve Türkiye’deki iktidarın “milli güvenlik” adına uyguladığı politika şu ya da bu tarafta Türkiye’yi emperyalistler arasındaki gerilim ve çatışmaların bir parçası haline getirmekten öte bir anlam taşımamaktadır.
  • Ekin 2014’te IŞİD’in Kobanê kuşatmasının başarısızlığa uğraması ve dolayısıyla Kürt kantonlarının yıkılması beklentisinin gerçekleşmemesi, bu kantonların varlığı koşullarında ülke içindeki Kürtlere kendi çözümünü dayatamayacağını gören iktidarın ‘çözüm süreci’ni sona erdirmesinde önemli bir rol oynamıştı. İktidar Suriye Kürtlerinin kazanımlarını ülke içindeki çözümsüzlük politikaları, daha doğrusu ulusal hareket ve taleplerinin ezilmesine dayanan çözüm için bir tehdit olarak görmeye devam etmektedir-ki Afrin operasyonu da bu politika kapsamında gündeme getirilmiş bulunmaktadır. Ancak bugün Türkiye’nin bütün girişimlerine rağmen Kürtlerin herhangi bir statüye sahip olmadığı bir çözüm ne ABD ne de Rusya cephesinden mümkün görünmemekte; yani ne kadar ötelemeye çalışırsa çalışsın Türkiye’deki iktidarın ‘kırmızı çizgi’lerinin aşılacağı ve bir kez daha yanı başında Kürt sorunu gerçekliğiyle karşılaşmaktan kaçamayacağı bir sürece doğru evrilmektedir. Durum buyken Türkiye’nin müdahaleye-şiddete dayalı çözüm ısrarı, halklar arasında düşmanlığı körüklemekten ve emperyalistlerin bu sorunu kullanmalarını kolaylaştırmaktan başka işe yaramamaktadır.
  • Sivil ölümlerine dair yapılan haberler ve zehirli gaz kullanıldığı iddialar dünya kamuoyunun operasyona karşı hassasiyet ve tepkisini yükseltmektedir. Öte yandan Afrin’de Suriye rejimi ve destekçisi güçlerin devreye girebileceğini gösteren işaretler, bu operasyonun geleceğine dair belirsizlikleri arttırmaktadır. Dolayısıyla bu belirsizliklerin artması iktidarın sadece sınırın ötesinde yeni sorun ve açmazlarla karşı karşıya kalmasına değil; ülke içinde de yarattığı havanın tersine dönmesine yol açması şaşırtıcı olmayacaktır.
  • Bu operasyonun içerideki cephesinin amacının ‘tek adam rejimi’nin önündeki engelleri ortadan kaldırmak olduğu tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Bugün ‘tek adam rejimi’ne karşı olduğunu söyleyip operasyonu destekleyenlerin bu gerçeği görmelerini sağlamak; iktidarın savaşçı ve yayılmacı emellerine karşı ülkede demokrasi ve bölgede barış mücadelesinin başarısı için bir zorunluluk durumundadır.
  • Son olarak emperyalistlerin ve işbirlikçi rejimlerin Suriye’nin paylaşımı için yürüttüğü mücadele, bölgede çatışma ve gerilimleri tetiklemekte ve bu durum Suriye’de siyasi çözümü zora sokmaktadır. Bölge halklarının bu karanlık girdaptan kurtulması için emperyalistlerin her türlü müdahalesine karşı açık tutum almaktan ve halkların kendi geleceğini kendilerinin belirleyeceği bir gelecek için halklar arasında dayanışma ve ortak mücadeleyi geliştirmekten başka çıkar yol bulunmamaktadır. Çünkü emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin savaş, yayılmacılık ve düşmanlık politikalarının bölge halklarına ölüm, göç, yoksulluk ve yıkımdan başka bir şey getirmediğini görmek için son birkaç yılda olanlara dönüp bakmak yeter!