Nuray Sancar
18. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan 19. yüzyılda yoğunlaşarak devam eden; millet ve milliyetçiliğin tanımı, nasıl ortaya çıktıkları, ikisi arasındaki bağın ne olduğu üzerine yoğun bir tartışma vardır. Bu iki kavramın gündeme gelmesinin toplumsal-tarihsel koşullardaki değişimle, toprak mülkiyetinin ve bu mülkiyet ilişkileri üzerinde kurulu olan hükümranlığın kapitalist gelişim tarafından çoktan beri tehdit edildiği toplumsal-tarihsel koşullarla ilişkisi vardır. Bölünmüş vatan arazisinin engeller çıkardığı ticaretin ‘özgürce’ serpilip gelişmesi ve emek gücünün toprağa bağlı serflik ilişkisinden serbestleşmesinin imkanlarını geliştirecek bir siyasal örgütlenme üzerine, Avrupa’da kendi ülkelerinin aktüel durumlarını veri alarak kafa yoran entelektüeller millet-yurt-milliyetçilik ilişkisi üzerine önemli bir hazine bıraktılar.
19. yüzyılda sömürgelikten kurtuluş mücadeleleri döneminde konunun yeniden teorisyenlerin gündemine girmesi de bir rastlantı olmadı. Sömürge ülkelerinin entelektüellerinden ‘Avrupa merkezli’ milliyetçilik teorilerine ve milletle ilgili tarih yazımına itirazlar yükseldi. Post kolonyal çalışmalar yapan tarihçiler milletin ortaya çıkışı ve milliyetçilik üzerine Avrupalı entelektüeller tarafından ‘kurgulanmış evrensellik’ idealine karşı çıkmakta, Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerindeki millet ve milliyetçiliğin özgün biçimlerini gündeme getirerek tek bir millet ve milliyetçilik tanımının yapılamayacağını ileri sürmekteydiler.
John Stuart Mill’e göre ulusların sınırlarının esas itibarıyla hükümetle çakışması özgür kurumların genel bir şartıydı. Hemen hemen aynı dönemde yaşamış olan Fransız Devrimi tarihçisi Michelet de Fransız Devrimiyle doğan kendiliğinden Fransız örgütlenmesinin, kardeşlik devrini, tanrı huzurunda insanların kardeşliğini başlattığını savunuyordu. Bu kardeşlik rejiminde artık ne zengin ne fakir ne asil ne de avam olacaktı. Sosyal mücadele ve kavgalar artık tarihe karışıyordu. Karşıt mezhepler, inançlar ve felsefeler, protestanlar ve katolikler kardeşçe yaşayacaktı.[1] Ne sayısız istilalara uğramış, tarihsel olarak kozmopolit bir ülkede yaşayan Mill’in devlet-ulus ilişkisini özgür kurumlarla ilişkilendirmesinin ne de milletin ortaya çıkışını Fransız Devrimi sonrası bir kendiliğindenliğe bağlayan Michelet’nin sosyal mücadeleleri sona erdiren millet tasarımının, hemen görülecekti ki, bir karşılığı vardı.
Ne var ki millet-devlet ilişkisi hakkındaki değinilerinde, bu tamlama dünyanın her yerinde farklı görünümler ve içerikler kazanmasına rağmen kendi dönemleri bakımından haklıydılar. Feodal iktisadi ilişkilerin içinden doğan ve giderek genişleyen kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı, o zamanlar orta sınıf olarak tabir edilen burjuvazi, eski ve köhnemiş siyasi iktidarların artık ayak bağı olan üst yapı kurumlarını yıkarak ticareti ve sermayenin yeniden üretimini güvenceye alan yeni bir yasal siyasal düzen oluşturmaya yönelirken, derebeylerin yönetimindeki mülklere bölünmüş teritoryal düzeni de yıkmış ve kendi ulusal pazarlarını kurmaya başlamıştı. Fransız Devrimi dünya tarihi açısından pek çok siyasal kurumun ve toplumsal ilişkinin doğum tarihi olduğu için bir başlangıç noktasıdır. Ama onun fikren de çok önceden hazırlandığını akılda tutmakta yarar var.
Belirli sınırları olan milli pazarlara bölünmüş dünya haritasının ortaya çıkması uzun ve değişken bir süreçtir. Bu harita burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda yeni yatırım ve sermaye dolaşım alanları oluşturmaya çalışan, bu uğurda başka halkların yaşadığı toprakları sömürgeleştiren, emperyalizm çağında iki büyük dünya savaşı ve istilalarla dünya nimetlerini yeniden paylaşmaya çalışan tekelci sermayenin tekrar çizmeye cüret ettiği, ama bunun karşılığında yer yer sömürgelerde palazlanan yerli burjuvazinin ve halkların direnciyle de karşılaştığı bir çizim sürecinden geçmiştir ve geçmektedir.
Dolayısıyla millet-milliyetçilik-devlet arasındaki ilişkinin dünya kapitalizminin ortaya çıkışı ve gelişimiyle doğrudan bağlantılı ekonomi politik boyutu ihmale gelmeyecek bir nedensellik içerir. Bu boyut belirli bir bölgede yaşayan etnik toplulukların dil, tarih, gelenek, kader ve kıvançtaki bir ortaklıkla örgütlenerek bir arada yaşayamaya başlayan ulusun teşkilini kolaylaştırmıştır. Ancak bu süreç kendiliğindenlik içinde cereyan etmediği gibi öyle devam da etmez. Kapitalist devlet, Michelet’nin sözünü ettiği sosyal çatışmaları bastırabilmek, kendi yasasının hükmünü koruyabilmek ve vatan denilen toprak bütünlüğünün ebediyetini sağlamak ve hatta muhtemel fetihler için onay alabilmek için milli birliğin devamını her gün yeniden üretmek zorundadır. Ernest Renan, “millet denen bütünlük içinde bu bağlılığın bir geçmişi olması gerekir. Bununla beraber millet halihazırda elle tutulabilir bir olayda özetlenebilir: Ortak hayata devam etme hususunda dile getirilen rıza ve istek. Tıpkı bireyin varlığının sürekli bir teyidi olduğu gibi bir milletin varlığı da her gün yapılan bir Plebisittir.” diye yazıyordu.[2] Ki önemli bir noktaya parmak basmıştı. Ne var ki plebisitle rıza ve isteğin düzeyini ölçmeden önce yürüyen siyasi süreç oldukça karmaşıktır. Yurttaşların davranış kalıplarını belirleyen, sınırlar çizen Anayasa, ceza yasaları ve medeni kanun, bürokrasi, burjuva parti fraksiyonları, devletin ‘STK’ görünümlü aygıtları, tekelleşmiş medya ve elbette polis ve ordu kah demokratik usullerle beyin yıkayarak, kah baskı ve zorla, hatta tehdit ve şantajla ortak hayata devam etme hususundaki teyidi sağlar.
Bu kurumların nasıl bir işlev gördüğü, sınıf mücadelelerinin seyri, egemen sınıflar ile sömürülen sınıflar arasındaki mevzilenme ve işçi sınıfının örgütlenme düzeyi, aynı teritoryalde yaşayan ve kolektif haklarının tanınmasını isteyen ulusal ve etnik azınlıkların itirazları, toplumsal hareketlerin ivmesi, din ve mezhep çatışmaları, savaş ve gerilim, işgal ve ilhak halleri, devletin emperyalistlerle kurduğu ilişkiler ve o emperyalist ülkelerdeki halkların politik şekillenişi vb. bir dizi faktöre bağlıdır. Dolayısıyla milletin birliği statik bir durum değil, siyaseten yeniden üretilmesi gereken, çatışma öğelerinin ötelenmesi, yatıştırılması gereken dinamik bir oluşumdur. Günümüzde ve Türkiye’de bu gerilim öğeleri giderek birikmekte ve şiddetlenmektedir de.
Çünkü millet, aslında hiçbir yerde homojen bir bütünlük değildir.
Millet homojen bir bütün olmadığı için devletin ve kurumlarının yaptığı, bölünmüş bir toplumdan homojen bir bütünlük çıkarmak için her gün, her an özel bir politik çalışma yürütmektir. Milliyetçilik bu faaliyetten doğan bir ideoloji ama sadece ideoloji olmakla kalmayan siyasal bir çıktıdır.
Bu bağlamda Türkiye’de ‘kaderde ve kıvançta ortak’ bir millet, burjuvazi için her zaman bir ideal olarak kalmıştır. Bu sınıfın örgütlü birliği olan devlet de sermaye sınıfının güncel ve yakın dönem çıkarları için milli birlik ruhunu ve bunun ideolojik besini milliyetçiliği ne kadar güncellerse güncellemeye çalışsın ne sınıflar arasındaki çatışmasızlığı, ne ulusal sorunun bastırılmasını başaramamış, üstelik milliyetçiliğin resmi formu bile kendi içinde, vurguları değişen akımlara bölünmüştür.
Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki konjonktürden 22 yıllık AKP iktidarına gelinceye kadar, ama aynı zamanda bu yirmi iki yıllık dönem içinde de ulusal ve uluslararası ilişkilerin değişimine göre milletin tanımı üzerinde de milliyetçilik ideolojisinin şekillendirilmesinde de devlet özel ve ağırlıklı bir rol oynamış; çok etnili ve kültürlü, sınıflara bölünmüş bir ülkede bir güvenlik paradigması olarak görülen ‘milli birlik ve beraberlik’ ruhunu üretmek için sabit ve değişen mitlerin kurgulanması, toplumsal mühendislik çalışmaları, baskı ve zor aygıtlarının devreye girmesi, tehcir-sürgün-vergi pratikleri, algı yaratma operasyonları, güvenlik ve asayiş organlarının, paramiliter linç gruplarının düğmelerine basılması vb. bir dizi yöntemi ya uygulayarak ya arkasında durarak kesintisiz bir abluka uygulamıştır.
Kuruluştan Sonra
Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışının tarihi Cumhuriyet’in kuruluşundan öncesinde başlar. İmparatorluğun geniş toprakları içinde kapitalizmin eşitsiz gelişiminin bir görüngüsü olarak milli ticaret burjuvazisinin belirli bir gelişim kaydettiği Yunanistan başta olmak üzere; 1822’den diğer Balkan ülkelerindeki 1913 kalkışmasına kadar süren bağımsızlık mücadeleleri Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde henüz ağırlıklı olarak ticaretle uğraşan ama serpilip gelişmek için sınırlarını zorlayan Türk milli burjuvazisini de etkilemekteydi. Tanzimat ve Meşrutiyetlerle anılan yenileşme hareketleri sırasında uluslararası sermayeye tanınan imtiyazlara ve bazı siyasi reformlara rağmen çözülüşünü engelleyemeyen ve dünya kapitalist sistemindeki yeniden paylaşım savaşına dahil olmak durumunda kalan Osmanlı’nın sonrasına yön vermeye çalışan fikirler çoktan filizlenmeye başlamıştı. Tanzimat yazarları Vatan kavramını, sonrakiler de modernleşme ile ulusal kültürün sentezini nasıl yapacaklarını tartışmaktaydılar. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu ve Arap ülkelerindeki toprakların kaybı, İstanbul’un işgali, Sevr anlaşması gibi keskin dönüm noktaları ulusal ve uluslararası baskılar-savaşlar karşısında artık yıkımın eşiğine gelmiş Osmanlı İmparatorluğu’nun arta kalan topraklarıda Kurtuluş Savaşı’nı başlattığında millet yabancı bir kavram değildi artık.
Cumhuriyet geleneksel-dini temayüller içindeki büyük bir köylü nüfusun yaşadığı topraklarda kuruldu. Bu, hâlâ toprak ağalığının hüküm sürdüğü coğrafyada, ilkel koşullarda geçimlik üretim yapan, hayatını hurafelerle düzenleyen nüfusun ‘ıslah’ ve ‘terbiyesi’ yeni devletin başlıca önceliklerinden biriydi. Sınıf mücadeleleri ile bölünmeyen, etnik kalkışmalara zemin açmayan ve aynı zamanda iktidarı eline almış burjuvazinin ekonomik ve politik hedeflerine bağlı, ortak dil, din, gelenek ve beka nosyonları etrafında onunla birleşmiş bir millet ‘inşası’ için seferber olan burjuva devlet, başka ülkelerde zaman alan milletleşme sürecini kısa zamanda kat etmek amacındaydı. Ardı ardına yapılan reformlar ulusal kapitalist pazar için üretim ve değişim ilişkilerini hazırlama, eğitim ve öğrenim birliğiyle ortak bilincin örgütlenmesini, üretici güçlerin ortak bir milli şuurla donatılmasını ve dünya kapitalist sisteminin teknolojik ve kültürel düzeyine yaklaştıracak bir ‘çağdaşlaşma’yı hedefliyordu.
Türk milletinin var oluşunu anlamlandıran doğuş mitlerinin üretimi ve Türk dilinin gramerleştirilmesi eşliğinde bir soykütük çalışmasına, antropolojik-arkeolojik araştırmalar, eğitim birliğini sağlamak üzere Tevhidi Tedrisat kanununun çıkarılması eşlik etti. Türklük bilinmeyen bir tarihten itibaren yeryüzünde vardı, tek tanrılı dinlerden de önce Tengri denen tek ilaha tapmayı Türkler keşfetmişti. Bir dizi devletler kurup yıktıktan sonra Orta Asya’dan gelerek 1071’de Anadolu’nun kapısını açan Alpaslan Türklerin son yurdunun anahtarına sahip olmuştu. Bu çalışmaların abartılmış sonucu, tarihi kurgunun Türk dilinin bütün dillerin atası olduğuna kadar genişletilmesiydi.
Mustafa Kemal ve çalışma ekibi Türkün kaybolmuş ve unutulmuş tarihinin üzerindeki tozlar temizlenerek nüfusun bilinçaltında ve hafızasının derinliklerinde kalmış, ama esasen özündeki Türklüğün ortaya çıkarılması gerektiğini düşünüyorlardı. Ama milli bilincin ‘inşa’ edilmesi milletleşmenin tek boyutu olmadı. Yeni iktidara çok milletli-mezhepli ve dinli bir ülke bakiye kalmıştı ve herkesin özünde uyuyan ama uyandırılması gereken bir Türk de yoktu.
Fertlerinin birbirlerine, yasayla sınırları çizilip belirlenen yurttaşlık bağıyla bağlı olduğu ‘modern bir millet’ tanımı içinde bütün diğer niteliklerin önemsiz kalacağı bir açıklık bunun için de yaratıldı. Anayasa’nın-yasanın sınırladığı kalıpların içindeki Türklüğü ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ diye özetleyen Mustafa Kemal’in yönettiği devlet zamanında ve sonrasında, bu vecizeyi mutlulukla söyleyemeyen kesimlerin sistemden nasıl büyük bir baskı ve zorla dışlandığının, katledildiğinin veya ezildiğinin örnekleri çoktur.
Halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, 1925’te ilan edilen Takriri Sükun Kanunu ve başlatılan soruşturmalarla birlikte tarikat ve cemaatlerin yer altına çekilmesi, boşalan alanda bir devlet dini yaratmak üzere Diyanet’in kurulmasıyla sonuçlandı. Böylece devlet toplumun dini fraksiyonlara ayrılmasının önüne geçmeye çalıştı. Sınıf çelişkileri ve çatışmaları ise her türlü örgütlenmenin ve partileşmenin yasaklanmasıyla bastırıldı. Kürt isyanları ezildi, Dersim katliamı yapıldı.
Tanıl Bora “Türk bir element gibi tanımlanamayacak’sa Milli devlet o ‘saf’ Türklere Türklük öğretmek ve bunun için öğretilecek Türklüğün içeriğini tasarlamak durumundadır. O öze yüklenen vasıfları belirleyen milli kimliğin kuruluş biçimidir” diye yazıyor.[3] Milli birlik ve bütünlüğü bozmaya yatkın çatışma ögelerinin bastırılması veya bertaraf edilmesi geriye kalan Türk Milleti’nin biçimlendirilmesini kolaylaştırır. Bu biçimlendirmenin hedefi her şeyden önce yeni Türk burjuvazisinin sermaye birikimi esasına dayalı kalkınma hedeflerinin kesintiye uğramayacağı pürüzsüzlük halinin devamını sağlamaktır. Şiddet sadece bir ibret değil aynı zamanda Türklük ile kurulan ‘söylemsel’ ilişkinin de arızi olmayan bir sonucudur.
Bu ilişkinin Türkiye kapitalizminin gelişimi, uluslararası sisteme eklemlenme sürecinin özellikleri ve hedeflerdeki konjonktüre bağlı değişimlerle birlikte değiştiği de açıktır. Çok partili döneme geçilmesiyle birlikte aralarındaki rekabetin fraksiyonel temsillere bölündüğü sermaye kesimlerinin her birinin, çeşitlenmesine katkıda bulunduğu milliyetçilik söyleminin değişmeyen içeriği, ulusun yüceltilmesi ve o sırada iktidardaki parti tarafından yönetilen devlete tapınma beklentisi olmuştur. Bu tapınma; her türlü özgürlük ve hak mücadelesinden feragat ederek milletin, iradesini devlete devretme talebi anlamına gelir. Sürekli yeniden üretimi için de iç ve dış düşmanlar kategorisine sokulan oluşumlara ve iktidarın fiiliyatına göre tutum alan bir Türk milliyetçiliğinin konjonktürel olarak yeniden kurulmasını sağlamıştır.
Demokrat Parti döneminde tek parti iktidarına yönelik, yer yer şiddetin de eşlik ettiği eleştiriyle birlikte komünizm düşmanlığı: 12 Mart ve 12 Eylül Darbelerinde yine başta sol olmak üzere her türlü örgütlü sınıf ve halk kesimlerine yönelen aşağılama ve işkence; sonrasında Kürt düşmanlığı, irtica tehdidi algısı, günümüzde ise AKP iktidarına taraf olmayanların topyekûn terörizm ya da darbecilikle iltisaklandırılması Cumhuriyet tarihi boyunca düşman algısındaki önceliklerdeki değişimi gösterir.[4] Bunun Türkiye kapitalizminin geleceği ile ilgili burjuva tasarrufla ilgisi kesindir, ama her gün yeniden üretimi gereken milli birlik ruhunu ‘ya o ya bu’ biçiminde şart koyarak biçimlendirmenin de en kısa yollarından biridir.
Bu bakımdan iç ve dış düşmanlar, birliği varsayılan “ulusu bölmek” üzere fırsat kollayan dönemsel heyulalar tanımlanmaksızın içerideki sömürü ve baskı düzenin sürdürülmesi, dış politikanın anlamlandırılması, yönetme tarzının gerekçelendirilmesi mümkün olmayacaktır. Böylece olmaması gereken yer işaret edilerek sınırları çizilen millet denen bedenin, hareket edebileceği alan da şekillendirilmiş olur. Bu alan sermayenin günlük ve uzun vadeli çıkarlarını koruyup kollayan bir acenta gibi iş gören devletin etrafındaki kümelenme sahasıdır.
Milliyetçiliğin ideolojik işlevi tam da bu hedefle örtüşür. Ancak siyasi organın yani devletin verili tek ideolojik malzemesi milliyetçilik değildir. Milliyetçilik, bir soyutlama düzeyinde birbiriyle farkları ayırt edilebilen diğer ideolojilerle eklemlenebilir, onları içerebilir, bir sentez oluşturmak üzere işleme tabi tutabilir, hammadde olarak kullanabilir. Geleneğin ve tarihin hafızadaki kayıtlarını değiştirebilir, menkıbe ve öyküler aynı kalsalar bile kıssadan hisseleri güncelleştirebilir, hurafeleri dönüştürerek işlevsel kılabilir. Felsefe, din ve modern piyasanın kavramlarını içinde eritip popülerleştirebilir. Böylece kimin millet içinde yer alabileceğinin kriterleri genelde ve özel şartlarda şu veya bu şekilde çizilirken, halkın ortak hafızasının düzenlenmesi yoluyla o günkü siyasi iktidarın ‘seçilmiş millet’in kaderinin kaçınılmaz bir tecellisi olduğu, milletin kendi kendini yönetmesinin bir göstergesi sayıldığı iddiasına dayanak yapılabilir.
Devletin tasarrufu millete gelenek, örf adet, tarih şuuru gibi geçmişe yönelik bir ezel oluşturmak değildir sadece. Aynı zamanda ortak bir gelecek hayali de yaratmaktır. Şanlı bir geçmişten gelecekteki refah veya kurtuluşa doğru yürüyen toplumun gündelik huzursuzluğunu, talep ve beklentilerini ‘milli birlik’ şemsiyesi altında sonraya ertelemek, gündelik hayattaki sorunları ötelemektir. Bütün bunlara da rıza sağlamak ya da boyun eğdirmektir.
Burjuvazi için devlet-millet kaynaşması son derece önemlidir. Erdoğan AKP’nin dördüncü kongresinde şöyle diyordu: “Toplumsal merkezden güç alarak siyasi merkezi ürettik.” “Gelenek ile modernliği, yerel ile küreseli, eski ile yeniyi, kadim ile günceli, soyut ile somutu bağdaştırmış bir toplum”a ulaşmak hedefine ortak ettiği ‘millet’i iktidarının paydaşı haline getiriyor, AKP iktidarını milletin arzuladığını ima ediyordu. Aynı kongrede ‘Göklerden gelen bir karar vardır’ dizesinin geçtiği bir şiir okuyacak, böylece kendisini seçilmiş ilan ederek milleti bu tanrı buyruğunun önünde eğilmeye davet edecekti.
AKP iktidarı dönemi Türkiye kapitalizminin, parti kurmaylarının ‘özgüvenli olmak’ diye adlandırdığı ama gerçekte halkın en arsız ve saldırgan yöntemlerle yönetildiği bir dönem oldu. İlk yıllarından bu yana oy desteği azalarak devam etmesine rağmen kitlelerle kurduğu ekonomik, siyasi ve ideolojik bağ, Renan’ın deyimiyle plebisiter dayanak, klasik devlet aygıtlarının yanı sıra; yaygın yerel parti örgütleri, iletişim araçlarındaki yoğunlaşmış merkezileşme ve tekelleşme, yukarıdan aşağı doğru kurulan iktisadi ve siyasi taşeronluk sistemi, partililere sağlanan imtiyazlar-olanaklar, dağıtılan yardımlar, devlet güdümlü ‘STK’lar, vakıflar ve tarikatlar sayesinde ve aracılığıyla oluşturulmaya çalışıldı. Buna, iktisadi yönelimleri, tezleri, parti programı, bölgesel kalkınma planı, Yüzüncü Yıl projeksiyonu AKP’den farklı olmayan ana muhalefet partisi ile, irili ufaklı milliyetçi-dinci partilerin yaptığı katkıyı da eklemek gerekir ki, tekelci burjuvazinin iktidardaki fraksiyonuna ekonomik bir eleştiri getiremeyen ve emek eksenli bir tahayyülü olmayan bu partiler AKP’nin dini-milliyetçi bir taarruzla başlattığı iç gerilim ve düşmanlaşmayı derinleştiren kültürel argümanlar sunmakta doğrusu oldukça mesafe kat ettiler.
Bugün bir yandan milli birlik yüceltisi yapılırken diğer yandan ancak bölünerek yönetilebilen bir millet tablosu, zaman içinde tek adam iktidarına evrilen AKP’li iktidarların dinamosu haline gelmiştir. Milliyetçilik Erdoğan iktidarının yüklediği eklektik donanımıyla bu sürece hizmet etmeye devam etmektedir.
AKP Döneminde Milliyetçilik
Başbakanlığı döneminde Recep Tayyip Erdoğan’ın bir zaman siyasi danışmanlığını yapan, Yeni Şafak Yazarı Yalçın Akdoğan, sunuş bölümünü Erdoğan’ın yazdığı Muhafazakar Demokrasi başlıklı, AK Parti Yayınlarından çıkan bir kitap yayınlamıştı. Bu kitapta dünyadaki konjonktürün değiştiğini; sağ-sol ayrımlarının kalmadığını yazıyor; “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal Beyatlı gibi düşünürlerin ‘İslam’a değer vermekle İslamcılık, milli ve yerel değerleri önemsemekle milliyetçilik arasında yürüdükleri ince çizgi bugünün siyasetine yön verebilecek mahiyettedir. Bu değerlere önem vermek ve siyasette esin kaynağı kabul etmekle bu değerleri ideolojiye dönüştürerek katı ve mekanik bir hale dönüştürmek arasındaki fark muhafazakarlığın vurgu yaptığı bir noktadır”[5] diyordu.
Bu satırların yazıldığı zamandan günümüze gelinceye kadar ince çizginin koptuğu, katı ve mekanik farkın silindiği bir realitedir. Bu çizginin gelecekteki evrimine Akdoğan, “Konjonktür ve toplumsal şartlar toplumu bir arada tutabilecek nasıl bir örgütlenme modeli öngörürse muhafazakarlık ona yakın durmaktır” gibi bir kapı aralığı bırakmayı ihmal etmemişti. Çünkü ona göre “özelleştirmeci veya devletçi bir politika arasındaki tercihte önemli olan, toplumu barış içinde bir arada tutma kaygısı bakımından hangisinin daha tercihe değer bir alternatif olarak görüldüğüdür. Muhafazakarlığın temel kaygısı ‘yetkin’ bir varlık olmayan insanı koruyabilecek toplumsal organizmayı canlı tutmaktır. Bunun için bir dönem piyasaya müdahale bir dönem de onu kendi işleyişine terk etme politikası benimsenebilir… Modern toplumsal koşullarda büyüme toplumsal ve politik istikrar için gereklidir.”[6]
Bu sözlerin tercümesi, 1980’lerden bu yana en büyük ve yüklü özelleştirmeleri yapan AKP iktidarının her hamlesini toplumu bir arada tutmayı gözeterek yapacağı, olası itirazlara göre konum alacağıdır. ‘Yetkin bir varlık olmayan insan’dan kastın soyut ve genel bir tanım olarak insan değil, özelleştirilmekte olan devlet mülklerini devlet desteğiyle satın alan tekelci sermayenin, yetkinlik şartını yerine getirmeyi iktidarın üstleneceği sahiplerinin olduğu da açıktır. Bir yandan kökeni Anadolu Kaplanları’na dayanan yandaş sermayenin kalkınmasını sağlarken, diğer yandan sermaye grupları arasındaki rekabetin sistemi sarsacak gerilimlere yol açmaması için, ayrıca kamu elindeki mülklerin satışından mağdur olan işçi sınıfının tepkilerini en aza indirmeyi gözeterek yapılan tedrici özelleştirme hamleleri sırasında ‘toplumsal bütünlüğün’ bozulmamasının gözetilmesi AKP kurmayları açısından önemliydi. Henüz geleneksel bürokrasiyi, yargı kadrolarını değiştirme; Yargıtay ve Danıştay’ı şekillendirme, Balyoz harekatıyla orduyu yeniden düzenleme işine yönelinmemişti ve uluslararası tekellerin yurt içinde dolaşım, pazar, mübadele ilişkilerini bürokratik prosedürlerden kurtarmayı hedefleyen ‘devletin yeniden yapılandırılması’ sürecine de geçilmemişti, ama geçilmeye ramak vardı.
O zaman da Erdoğan AKP iktidarının ‘milli iradenin tecellisi’ olduğunu iddia ediyor ve kendisini seçmekle milletin bu iradeyi teyit ettiğini ilan ediyordu. Sermayenin konjonktürel çıkarları doğrultusundaki yeniden yapılandırmalar milleti eski, elit ‘vesayet sınıfından kurtarmak için’ diye pazarlandı. Anayasadaki değişiklik referandumları da darbecilikle hesaplaşma olarak propaganda edildi. Bu süreçte sağın ve solun mitlerini birlikte anarak yapılan ve darbecilerden hesap sorulacağı vaadiyle sürdürülen propaganda, AKP’nin kendi seçmen kitlesinin sunabileceği destekten daha fazlasını toplayabilmişti. Seçimler ve referandum sonrasında yapılan ünlü balkon konuşmaları, o zamanlar tüm halkın aynı bayrağın altında toplandığını hayal eden, bunu arzu eden bir grup liberal gürültücünün de hayranlığını kazanmıştı. Erdoğan ‘Biz 80 milyon, hepimiz birlikte Türkiye’yiz’ diyordu.
Henüz iktidarının ilk yıllarında bu desteğe mecbur ve bağımlı olan, bürokrasi ve ordu içindeki herhangi bir tepkiyi tetiklemekten korkan Erdoğan ve iktidarı için ‘Sessiz Devrim’in devam etmesi en geniş mutabakatın sağlanmasına, herhangi sert bir direnişin açığa çıkmamasına bağlıydı. Toplumsal bir alarm durumuna yol açmamak önemli olduğundan kamuoyunun nabzı ile hareket etmek önem taşıyordu. Hemen her yıl; referandumlar, genel ve yerel seçimler, sonra cumhurbaşkanlığı seçimleri vb. yollarla aktif, anketler ve kamuoyu araştırmalarıyla da pasif plebisitlerle bu nabız sıcağı sıcağına ölçülmekteydi.
AKP 2001 krizinin hemen ardından dünya ekonomisinin genişlemeye başladığı, metropollerdeki sıcak para fazlasının dağıtıma sokulabildiği ve Türkiye’nin de bundan yararlanabildiği bir dönemde iktidara gelmişti. Devletin, tahrip edilmiş sosyal politikalar ve krizle derinleşen yoksullaşmayı ödünlemeye çalışan bir yardım vakfı gibi çalışmaya başlaması milli birlik halinin sorun çıkarmayacak kıvamda tutulmasını kolaylaştırmıştı. Bu durum ülkede bir gerilimin olmadığı anlamına gelmiyordu ve Erdoğan’ın Gezi Direnişi sırasında söylediği gibi milli birlik artık ‘yüzde 50’yi tutmak’ anlamına geliyordu. Ona yeterli olan oydaşma hali milletin tamamından değil yüzde elli artı 1’den gelmekteydi.
Yalçın Akdoğan’ın Muhafazakar Demokrasi kitabını yayınladığı sıralarda Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki nüfuz ve hegemonyasını yeni birleşimlerle yenilemeyi amaçlayarak oluşturduğu Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Eşbaşkanlığına getirilmişti Erdoğan. ABD emperyalizmi ve finans kurumları tarafından Türkiye laik-modern ama aynı zamanda Müslüman bir iktidarın işbaşında olduğu model ülke olarak pazarlanırken, Ortadoğu’daki muhtemel dönüşümün farkında olan AKP kadroları açısından BOP, bir yandan eski Osmanlı bakiyesi topraklar üzerinde yeni bir nüfuz oluşturma imkanı açan, diğer yandan Türkiye sahada olduğu sürece paylaşım kavgalarından pay almasını kolaylaştırabilecek bir araçtı. Turgut Özal döneminde eski Sovyetler Birliği hinterlandında yer alan Türki Cumhuriyetlerin dağılması ve Kuzey Irak’ta ortaya çıkan Kürt oluşumuna nezaret etmek için bölgeye yerleşen Çekiç Güç’e sağlanan imtiyazlar karşılığında Kerkük ve Musul’un da dahil olduğu bir yayılma alanı hayal edilmiş ve bir Yeni Turan fikri oluşmuştu. Bu durum, Türk sermaye sınıfının dünya siyasi konjonktüründeki değişimleri kendi kapitalist yayılmacı dürtüleriyle değerlendirmeye çalıştığının göstergesidir. Türkiye’yi model veya lider ülke, Erdoğan’ı da Ortadoğu’nun varisi olarak kodlamaya yarayan BOP Eşbaşkanlığı Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığına getirilmesiyle birlikte özel bir çerçeve kazandı. Türkiye’nin arabulucu, birleştirici, gönül kazanan, barıştan yana bir ülke olduğunu propaganda edebilmek için devlet şemsiyesi altında ama görünüşte sivil birçok kurum-kuruluş oluşturuldu, diplomatik seferler düzenlendi. Buna iktidar, kamu diplomasisi yapmak, yumuşak güç kullanmak, donör ülke olmak gibi isimler yakıştırıyordu ve devletler arası diplomasiyi Ortadoğu halklarıyla doğrudan ilişkiler kurmaya genişletmişti.
Bunun içerdeki milliyetçiliğe katkısı önemlidir. Ortadoğu ülkelerinde başlıcaları Libya, Kuzey Irak Kürt bölgesi, Suriye olmak üzere Türkiye’nin yatırım yapmaya başladığı, işçi gönderip işçi aldığı süreç Erdoğan’ın Türkiye’nin önünü açan ‘Asrın Lideri’ olduğu imajına payanda yapıldı. 2009’daki Davos Zirvesi’nde İsrail’e yapılan ‘One Minute’ şovu hem Ortadoğu halklarına hem de içeriye mesajlar içeriyordu. Dünyaya kafa tutan lider imgesi iç siyaset pazarında uzun uzun süre kullanıldı.
Ancak hayale motivasyon sağlayan dünya konjonktürü giderek sertleşmeye başlayınca durum değişti. 2011’de başlayan Arap isyanlarının devamında Mısır’da meydana gelen darbe; Türkiye’nin ekonomik ilişkiler içinde olduğu Libya’da Kaddafi’nin öldürülmesi; Suriye’de Kürt kantonlarının kurulması, silahlı cihadist örgütlerin ortaya çıkması; ABD ve Rusya’nın sahada paylaşılmış bölgeler oluşturmaları; ABD’nin Kobani’de Türkiye’ye rağmen IŞİD’i bombalaması; 2013 yılında patlayan Gezi Direnişi; 2014 yılında yerel seçimler öncesinde, o zamana kadar hükümetin gizli ortağı pozisyonundaki Fethullah Gülen Cemaati’nin AKP’ye yönelik tape saldırıları; BOP’un sunduğu imtiyazlar için ‘yumuşak güç diplomasisi’ adı altında ekonomik ve siyasi yayılmacılık yolunda olan iktidarın heveslerini kısmen sınırlandırdı. Asrın Lideri güzellemesinin yerini beka kaygısı, Mısır darbesi gibi bir darbeye maruz kalmaktan duyulan korku aldı. Ne var ki bir yola girişmişti ve iktidar yeni durumu içeride ve dışarıda savaş pozisyonu almak üzere değerlendirdi.
IŞİD’e karşı verdiği mücadele uluslararası bir popülarite kazanan ‘seküler Kürt hareketi’nin içerideki etkisi, bölünme endişesi yaşayan Türk burjuvazisinin rekabet halindeki fraksiyonlarını da birleştirdi. Çözüm masası 2015 Haziran seçimlerinden önce zaten tek taraflı devrilmişti. Seçimlerde tek başına iktidar olma imkanını yitiren AKP hükümeti ‘hendek savaşı’nı başlattı. Birçok bölgede öz yönetim ilanında bulunan Kürt ulusal hareketini bastırmak amacıyla, halkın da hedef alındığı şiddetli bir şehir savaşı başlatıldı. Bu operasyonun düzenleniş amacında Kürt halkını bölmek, moralini yerle bir etmek, umutsuzluğa düşürmek ama bu arada Fırat’ın doğusu ile batısını birbirinden iyice uzaklaştırmak da vardı.
Oysa 2015 seçimlerinde HDP’nin yüzde 13 seviyesine çıkan oyu çözüm sürecinin Batı’da da bir karşılığı olduğunu gösteriyordu ve bu Türk-Kürt kardeşleşmesinin devlet tarafından istenmeyen bir seviyeye çıktığının göstergesiydi. Seçimlerin tekrarlanmaya zorlandığı 1 Kasım seçimlerinden önce IŞİD’in canlı bomba patlattığı ve 100 kişinin ölümüne, çok sayıda insanın yaralanmasına ve sakat kalmasına yol açan 10 Ekim Ankara Garı katliamından yararlanan iktidar katliamdan oyunu artırarak çıktı. Fırat’ın Batısı’ndan halkların kardeşliğine uzanan el de cezalandırılmış oldu. Sonuç olarak AKP 1 Kasım’da yenilenen seçimlerle yeniden iktidara geldi.
Bundan sonraki sürecin karakteristiği yoğunlaştırılmış bir Kürt düşmanlığını kışkırtmaktır. Kürt siyasi hareketinin seçim kazanımlarının ellerinden alınmasından ve HDP’nin kapatılma talebine kadar gelişen, milliyetçilik dozu artırılmış propaganda eşliğinde toplumun bütününe yönelik şantaj, tehdit ve Kürtlerle siyasi münasebetlerin kriminalleşterilmesi sürdürüldü. Kürt düşmanlığının geniş ve genel bir yer tuttuğu milliyetçiliğin artan vurgusu bir yandan AKP muhalefetine ‘ıslah’ işlevi görüyor diğer yandan da AKP iktidarının etrafındaki koalisyonu (partiler ve cemaat-tarikatlar) güncel olarak perçinleyen bir rol oynuyordu. Aynı zamanda işçi ve emekçi sınıfların devlet ve iktidarla olan çelişkilerinin üstünü örtüyor, halkı, kendi aktüel taleplerinden daha acil, daha uhrevi bir beka kaygısı etrafında saflaştırma işlevi görüyordu. İktidar kendi teröre eşitlediği Kürt politikasını ‘ya bendensin ya düşmandan’ retoriğiyle sürdürdü. Sürdürmeye de devam ediyor.
İktidar için HDP ve ilişkilenmiş olanlar artık her durumda başlıca günah keçisiydi. Bu ağır siyasi atmosfere ana muhalefet partisinin verdiği destek teskerelere destek vermek, iktidar Kürt belediyelerine kayyum atadığında ses çıkarmamak, ülkenin sürekli bir OHAL nizamına girdiğinin kanıtları olan baskı ve zulme karşı halkı seçimlerden beklentiye sokarak oyalamaktı.
İçerideki gelişmeler aslında uluslararası tekeller ve emperyalist devletler arasındaki şiddetli rekabetin de bir yansımasıdır. 2008 ve 2018 krizlerinden sermayeyi kurtarmak için alınan palyatif önlemlerle çıkan emperyalist devletler arasında; Suriye’de beliren ve daha sonra Ukrayna’da artan ve İsrail’in Filistin’e saldırıları sırasında pekişen kutuplaşma/saflaşma dünya nüfuzu ve hegemonyasının eski düzeninin artık bir ayak bağı olduğunu göstermekteydi. AKP’nin resmi gazetesi Yeni Şafak, iliştirilmiş medya ve buralardaki kanaat önderleri çoktan beri dünyadaki nizamın ve haritaların değişmek üzere olduğunu ve Türkiye’nin de bu alt üst oluştan payını alması gerektiğini yazmaktaydılar. Rekabetin ve çatışmaların güncel odağı ata yadigarı Ortadoğu’ydu.
Türkiye burjuvazisinin ve iktidarının şiddetli bir beka kaygısına ve hırsa kapılmasının nedeni ufukta görülen kaçınılmaz karşılaşmalarda elverişli bir pozisyon tutmaktır. Ön alıcı müdahaleler için emperyalist güçler arasında mekik dokuyarak, içeride de iktidarın gerilim tetikleyicisi ve savaş kışkırtıcısı pozisyonuna yönelik eleştirileri bastırarak, ama sonuçta NATO siyasetine ve ABD’ye bağımlılığını artırmaktan başka bir şey elde edemeyerek proaktif dış politikasını sürdürdü ve sürdürmeye çalışıyor. Suriye’nin kuzey sınırını 30 kilometre geçerek yerleştiği bölgeleri Türkiye’nin uzantısı haline getirirken, Libya kıyılarından Ege’ye uzanan suları ‘Mavi Vatan’ adlandırmasıyla Misakı Milli’ye dahil etmeye, Kuzey Irak Kürt bölgesine terörü bitirmek adı altında düzenlenen hava akınlarıyla da Türkiye’deki Kürt ulusal hareketini oyun dışı bırakmaya çalışıyor.
Bu yayılmacı hevesin milliyetçi argümanlardaki karşılığı ‘büyük Türkiye, dünyayı dize getiren büyük lider’dir. AKP’nin tüzüğüne de geçirilen ‘tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet’ sloganının sembolü Rabia, AKP’nin önceki dönemindeki Ortadoğu’daki nüfus mühendisliğinin yerine geçirilen; ‘tek vatan’ın toprak ilhaklarıyla veya iktisadi ilişkilerle bağlanan ülkelerde üslenmekle sınır ötesine genişletildiği bir sürecin simgesi olmuştur.
Komşu ülkelerin sınır bütünlüğünü tanımayan ilhak girişimlerinin ve operasyonların, Afrika ülkelerinde yatırım alanları arayışının, Sudan’a yapılan yardımların vb. Türkiye burjuvazisinin elindeki sermayenin yeniden değerlenebilmesi, inşaattan enerjiye silahtan tarım ürünlerine kadar ihracat pazarları yaratmak bakımından bir karşılığı vardır. Kapitalist yayılmacılığın halka yönelik retoriği de ‘büyük Türkiye’, ‘dünyanın en büyük ekonomileri arasında yükselen Türkiye’ olmuştur. Gerçekte büyüyen, devletin olanaklarını, emekçiler için kurulan fonları bile hortumlayarak büyüyen Türkiye burjuvazisidir. Biat ve destek karşılığı sınırsız olanaklar sağladığı kapitalist işletmelerin kamu-özel ortaklığı adıyla bilinen yatırım borçlanmalarını teminat altına alan, vergi indirimleri yapan, karşılıksız sermaye desteği veren iktidar, emekçi sınıfları mahkum ettiği yoksulluğa rağmen ‘büyüme eşittir müstakbel refah’ propagandası eşliğinde ve “hepimiz aynı gemideyiz” propagandası yaparak destek ve milli birlik ve bütünlük talep etmeye devam ediyor.
İktidarın ABD ve Avrupa emperyalistleriyle gerilim-uzlaşma, yeniden gerilim tekrar uzlaşma eşliğinde süren ilişkilerin belirli fazlarında Erdoğan’ın, volümü, mülteci nüfus için pazarlık yaptığı Almanya’ya faşist diye hitap edecek, Fransa’ya Ruanda katliamını soracak kadar yükselen sesi Türk’ün dünyaya had bildirmesi olarak işleniyor. Bu kuru gürültü içinde, Türkiye’nin her bağırtıdan sonra attığı geri adımlar kaybolduğu için Osmanlı’dan miras fetihçi gelenek hafızanın derinliklerinden milliyetçiliğin mütemmim cüzü olarak çağırılmış oluyor ve Yeni Türkiye’nin milliyetçi ruhuna ekleniyor.
Yerli ve Milli
Bu ruhu yeniden üretebilmek için gerekli dayanaklar Türkiye’nin teknolojik gelişimine dair beklentilere tahvil edilmiş durumda. Yollar, köprüler, hastaneler, hava alanları, her köşede açılan özel üniversiteler, Karadeniz’de doğal gaz bulunduğu iddiası, uzaya gönderilen turist astronot, yerli otomobil, İHA’lar-SİHA’lar, uçak gemileri ve daha bir dizi teknolojik üretim yerli ve milli ekonominin gelişimi olarak sunuldu. “Yerli ve Milli” sözü o kadar çok alanda kullanıldı ki, seçimlerde bile yerli ve milli adaylara oy verme çağrısı yapıldı. Yerli ve milli olan; kendisini halk iradesinin tescili olarak gören ama bu iradeyi bir kez aldıktan sonra kimseye hesap vermeyen, hesap vereceği devlet kurumlarını ortadan kaldıran, kadrolarını kendisi atayan iktidardı. Olmayan ise geriye kalan her türden muhalefet.
Erdoğan yerli ve milli kavramını emperyalizmle karşıtlık içinde de kullandı. Oysa teknolojik üretimden dış politikaya kadar her bakımdan bağımlı ve başta ABD olmak üzere Avrupa emperyalistlerinin finansal tefecilerine muhtaç, parası ödenmiş füzeleri bile getirtemeyecek kadar ülkeyi kuşatma altına aldırmış, buna rağmen alavere dalavere ile üste çıkmaya çalışan iktidarın yerli ve milli bir adım atabilecek sahası o kadar geniş değildir. Ancak yerli ve millilik milliyetçi saflaştırmanın motive edici gücü olarak kullanılabilmektedir.
Türkiye pek çok bakımdan 70’lerde kendisine biçilen teknolojik montajcılık ve renovasyon rolünden öteye çok az geçebilmiştir. Kısmen öne geçtiği alan ise İHA ve SİHA gibi savaş gereçleri üretiminde olmuştur. Cumhuriyet’in yüzüncü yıl kutlamalarında Boğaz’da resmi geçit yaptırılan uçak gemilerinin parçaları büyük ölçüde ithal malıdır ve uluslararası iştiraklerin ürünüdür. Suriye’ye yapılan harekatlardan bu yana kendisine başkomutan dedirten Erdoğan’ın üniformalı görüntüleriyle birlikte yayınlanan videolar ile milliyetçilik en azami düzeyde köpürtülerek, ortada bir savaş yokken bile Türkiye’nin güçlü düşmanlarla savaşan, yerli ve milliliği korumak için harekat halinde olan bir ülke olduğu imgesi yayılmaya çalışılmaktadır.
PKK’ye karşı yapılan harekatlarda ölen askerlerin, 15 Temmuz’da öldürülen sivillerin resmi olarak şehit mertebesine yerleştirilmesi de bu imgenin kontürlerinin belirginleştirilmesine hizmet eder. Her şehit cenazesi bir gösteriye, muhalefet liderlerinin neredeyse lincine varan tansiyon yükseltmeye sahne olmuştur. Yerli-Milli söyleminin içeriği vatan için, ama daha doğrusu Erdoğan’ın iç ve dış politik hedeflerinde cisimleşmiş tekelci burjuvazinin çıkarları için ölmeyi gerektirecek bir biçimde tanımlanmıştır. Böylece sınırları ve beklentileri genişleyen milliyetçilik yurttaştan resmi ideoloji ve siyasete ölümüne bağlanmayı talep eder. Bunun gerisi yerli ve milli olmayandır; teröristtir, suçludur, aşağılanması, susturulması ve susmuyorsa cezalandırılması gerekir.
Erdoğan iktidarının milliyetçiliği sadece fragmantal kesitlerin yan yana yerleştirildiği bir dizi imgeden oluşmaz. İHA ve SiHA’lardan milli bir heyacan yaratabilmek için öncesine uzanan bir bilinç ve duygu değişiminin sistemli bir biçimde oluşturulması gerekir. İktidarın iletişim kurumlarının kullandığı biçimiyle somut herhangi bir olay üzerine, onu yorumlama tarzı olarak ‘algı yaratma’ sürecinde o anki propaganda kadar zihnin işleyişini şekillendiren ısrarlı yüklemenin de önemi vardır. Naziler’in propaganda sorumlusu Goebbels de “bir yalan yeterince tekrarlanırsa gerçeğe dönüşür” demekteydi. Bu günümüz milliyetçiliğinin yeniden üretiminin de bir koşuludur. Bu tekrarların söylemi aşan bir kurumlaşmaya ve bu kurumların toplum mühendisliği çalışmasına ihtiyacı vardır.
Yıllar önce “Tevfik Fikret’in oğlu Halukları değil Mehmet Akif Ersoy’un Asım neslini yetiştirmek istiyoruz” diye eğitim sistemini yeniden yapılandırma işine girişen Erdoğan iktidarının yaptığı hamlenin bugün geldiği nokta, sayısız imam hatip liselerinin açılması, buna paralel olarak okullaşma oranının düşmesi, örgün eğitimden uzaklaşan çocuk yaştakilerin MESEM’lerdeki ağır iş kollarında çalıştırılmaya başlamasıdır. Öte yandan Diyanet mensupları, tarikatlar, Cumhur İttifakı ortaklarına mensup militanlar örgün eğitimde ‘değerler eğitimi’, Nebi-Siyer dersleri vermeye yönlendirilmiş, okullar bu kesimlerin yeni nesil içinde kök salma alanları haline getirilmiştir. Öğrencilerin barınma sorununu çözmekten elini çeken ve bu alanı yine yandaş tarikatlara bırakan, üniversitenin demokratik kadrolarını dağıtan iktidar, eğitim sürecinin her kademesini ideolojik birer merkez haline dönüştürmek amacıyla büyük ve giderek daha da cüret kazanan adımlar atmıştır.
15 Temmuz sonrasında bir dizi Kürt ve sol yayını kapatan, kitle örgütlerinin kapısına kilit vuran aynı iktidar bizzat Erdoğan’ın aile üyelerinin yönetimlerinde olduğu, üstelik halka STK olarak takdim edilen devlet güdümlü vakıflar, dernekler kurmuş, elinin altındaki belediyeleri de sadece kâr ve rantın yeniden dağıtım aracı olarak değil aynı zamanda ideolojik-kültürel propaganda araçları olarak kullanmaya başlamıştır. Cumhurbaşkanlığına bağlı İletişim Daire Başkanlığının çalışmaları ve Diyanet hutbeleri halka ne düşünmeleri gerektiğini formüle etmekle meşguldürler. Tekelleşmiş medya da günün 24 saati yandaş kanaat üreticileri aracılığıyla ideolojik yüklemeye devam ediyorlar.
Bu her yönden süren abluka, 22 yılın sonunda özel bir düşünme biçimi geliştirmeye odaklandı ve günlük hayatında bencil ve bireyci; topluluk olarak milliyetçi muhafazakar, tarih kavramı iğdiş edildiği için geçmişi günün verileriyle düşünebilen, tasfiye edilen yasal hakların öncesini hatırlayamayan ve sahip olduğuyla yetinerek iktidara minnet duyabilen bir nüfus ortaya çıkarmak için toplumsal hafızasını da resetlemeye girişti. Ortalama ücretin asgari ücrette sabitlenmesi bile, yoksulluk sınırının üstündeki bir ücreti imkansız gören bir anlayışın gelişmesini körüklemiştir. Ne var ki yerli-milli asgari ücret politikası gündelik hayat realitesi karşısında iktidar için yeterli bir milliyetçi ruh birliğini sağlamaktan uzaktır. İşçi grevleri, sendikalaşma ve örgütlenme mücadeleleri, toplumun diğer kesimlerinin potansiyel patlama eşiğine gelmesi iktidar için toplumsal istikrarı güvenceye alma koşullarını da değiştirdi.
Dinin bir motivasyon kaynağı olduğunu ve din unsurunun etkisiz görülmesinin de sosyolojik kanunlara ters olduğunu AKP’nin ilk iktidar döneminde Yalçın Akdoğan kitabında yazmıştı. Ve o zaman laiklik tamam, ama diyordu, dine de bir muhtariyet hakkı sağlanmalıdır.
Anayasa’nın çizdiği sınırlar içindeki laiklik kavramını kendi yükselişine payanda yapan AKP iktidarı döneminde din giderek bir toplum harcı haline getirildi. 2002 öncesinden başlayarak türbanın bir eğitim ve insan hakları manzumesine yerleştirilmesi ekseninde süren tartışmalar yıllarca sürdü.
Bugün ise birer ticari kurum olarak da önleri açılmakla kalmayıp aynı zamanda iktidar ortağı olarak konumlandığı sayısız cemaat ve tarikat birbirinden değişik din anlayışlarına rağmen iktidar siyasetinde ortaklaşarak tek adam iktidarının elverişli ideolojik yayılım araçlarına dönüştüler. Ama daha önemlisi, giderek daha saldırganlaşan faşist rejim inşasında para militer bir güç olarak rezerve edilmiş olmalarıdır.
Bunun provası 15 Temmuz darbesinde Erdoğan’ın çağrısıyla sokağa çıkan güçler tarafından yapılmıştır. Bunun dışında tarikat şeflerinin ve müridlerinin kent sokaklarında yaptıkları gövde gösterileri, kuran kursu öğrencilerinin tören nizamı içinde yürütülmesi ve daha birçok örnek, tarikatların da birer STK olarak tanımlandığı tek adam yönetiminin şemsiyesi altında, dini örgütlenmeler ve dinin siyasallaşması popülerleştirilmiştir.
Dinin bir inanç biçiminden daha fazla bir şeye dönüşerek siyasal motif haline gelmesi ve de toplumun geçmişiyle geleceğini birbirine bağlayan bir zamk haline getirilmesi milliyetçiliğin halihazırda kapatmakta zorlandığı doku gevşemelerini pekiştirir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş dönemi hükümdarlarıyla AKP icraatını birbirine din devamlılığı üzerinden bağlayan iktidar retoriği, Cumhuriyet dönemindeki laiklik anlayışı ve resmi din kurgusunun bir reklam arası yaratarak bu devamlılığı baltaladığını içerir. Sadece tek adam iktidarı döneminde değil ondan önce de Alpaslan’dan başlayarak Yavuz Sultan Selim’e kadar eski padişahları şükranla anan ve kendisiyle tarih arasında süreklilik kuran Erdoğan ‘kefenimi giydim geldim’ hamasetini de literatüre kazandırmıştır.
Cumhuriyet döneminde daha önce kutlanan bayram ve protokollere itibar etmeyen, Miladi takvime göre Ramazan ayı ve bayramı bile her gün on gün geriye kayarken Kutlu Doğum Haftası kutlamalarını 23 Nisan’a denk getiren, Kurtuluş Savaşı zaferleri yerine Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizlerin yenilgiye uğratıldığı Kut’ül Amare zaferini tarihin tozlu raflarından indiren; Enver Paşa’nın binlerce askerin donarak ölmesine yol açtığı Rusya seferini kutlama listesine alan ve nihayet Ayasofya’yı, elinde kılıç tutan Diyanet İşleri Başkanının nezaret ettiği, büyük çoğunluğunu tarikat kitlesinin oluşturduğu kalabalıkla keşfetme ritüeli düzenleyen iktidar bugün milliyetçiliği dinle soslamak ve bunu sosu kıvamlaştıran ritüelleri düzenlemek ihtiyacındadır.
Ancak dine içerili hurafe ve bağnazlık milliyetçiliğin yoldaşı haline getirilmekle kalmamış, Erdoğan en son şeriatı savunma noktasına gelmiştir. Bir dizi toplumsal ve yasal düzenlemeyi; kadınları, seküler kültürü, eğlence biçimlerini ve LGBTİ’yi hedef göstererek yapmaya ve toplumsal ilişkileri yeniden düzenlemeye çalışan iktidar için dini örgütler ve propagandaları, toplumsal güçlerin hareket sahasını tek tek bireyleri beden, ruh ve bilinçlerine sınırlar koyarak, tehdit ederek, yerine göre cezalandırıp hapsederek ibretle korkutmak için birer araç haline gelmiştir. Bu korku kaynağı, artık cehennem değil, iktidara riayet etmemek ve hizaya gelmemek gibi dünyevi günahın hesabının hemen bugün sorulacağı bilgisidir.
Öte yandan milliyetçi ideoloji, ulusal ve uluslararası ilişkilerdeki konjonktür önceliklerine, emek ve kadın mücadelelerinin kazanımlarına bağlı olarak yer yer esnek ilişkiler kurmak zorunda olduğu ataerkil ideolojinin de yeniden, daha saldırgan ve kuşatıcı bir biçimde yeniden üretiminde hazır ve nazırdır. Diyanet fetvaları, iktidar söylemleri, tarikat buyrukları kurulu cinsiyet ilişkilerini yeniden şekillendirmek üzere iş başındadır. Toplumsal cinsiyetle ilgili söylem ve pratiğin muhtevası kadınları kazanımlarını kullanamayacak, taleplerini ise seslendiremeyecekleri bir biçimde oluşturulurken erkekler ise ıslah ve terbiyeden sorumluluğa atanmış, şiddetin hukuki yaptırımlarından kısmen muaf tutulmalarıyla kadınlar üzerindeki baskı artırılmıştır.
Toplumsal cinsiyet rollerinin aile içindeki yeniden üretim koşullarını yeniden, ağırlaştırarak düzenleyen iktidarın, İstanbul Sözleşmesi başta olmak üzere iptal ettiği sözleşmeler, medeni kanunda yaptığı, yapmak üzere olduğu yeni gerici yasalara meşru bir kılıf geçirmek amacıyla LGBTİ’lerin hedef haline getirilmesi yeni bir, yerli-milli bir kadın köleleştirme sürecinin üstünü örten yıkıcı bir heyulaya ihtiyaç duymasının karşılığıdır. Siyasallaştırılan dini içererek güçlendirilen milliyetçilik mevcut toplumsal cinsiyet kalıplarını darmadağın ederken yenisini LGBTİ’ye de tutunarak kurmaya çalışmaktadır. Böylece giderek kıvamı koyulaşan milliyetçilik, yolda giderken yeni düşmanlar edinmek suretiyle toplumsal ilişkilerin yeniden üretim biçiminin kurallarını ve saiklerini de yeni bir düzleme yerleştirmeye çalışmaktadır.
***
Sonuç olarak; AKP’nin 22 yıllık iktidarı boyunca milliyetçilik kendisinden başka ideolojileri de şu veya bu ölçüde içererek, halkı kışkırtarak saflaştırmaya elverişli bir faktör olarak gelişti. Her yeni gündemde iktidarın etrafında kümelenmeye, bu yönde ilerlemek istemeyen kesimleri seçim yapmaya zorlayan bunun da iktidarın dayandığı tekelci sermayenin uzun ve kısa dönemli ihtiyaçlarının hizmetine koşulmak anlamına geldiği güncel milliyetçi retorik, bugün dini taassupla eklemlenmiş haliyle toplumun tamamı için, şiddet eşliğinin eksik olmadığı bir ıslah gerekçesi olarak içeriklenmiştir.
Toplumsal hafızanın, gündelik hayatın, tarih ve gelecek algısının sınırlarını hükümler ve fetvalarla çizen, ritüellerle popülerleştiren bu birleşik kuvvet, ulusun tamamını ikna etmese bile, bir perspektif vasatı kurmak için ‘kurbağayı ısıtarak’ alıştırmaya devam ediyor.
Ulusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan, birleştirici değil, şimdi ancak böldüğü ölçüde başarılı olan bu birleşik söylem ve yaptırım gücünün sürekli tehdidi altında bulunan işçi ve emekçi sınıfların kendi taleplerinin kapsayıcı gücüne güvenerek birleşik bir mücadele yürütmekten başka bir şansı yoktur; ulusun bu büyük parçasının sömürüden ve yönetim anlayışını şekillendiren gerici ideolojik şiddet ve kuşatmadan kurtuluşunun da.
KAYNAKLAR
Abdullah, T. (2022) “AK Parti’nin Milliyetçilik Anlayışı ve Yürüttüğü Politikalara Yansıması”, https://acikerisim.aksaray.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12451/9517.
Akdoğan, Y. (2004) Muhafazakâr Demokrasi, Ak Parti Yayınları, Ankara.
Aktoprak, E. ve Kaya, A. C. (2016) 21. Yüzyılda Milliyetçilik, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
Anderson, B. (1995) Hayali Cemaatler/ Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İ. Savaşır, İkinci Baskı, Metis Yayınları, İstanbul.
Armağan, M. (der.) (2001) Tartışılan Sınırlar Değişen Milliyetçilik, çev. İ. Türkmen, Şehir Yayınları, İstanbul.
Bora, T. (1998) Türk Sağının Üç Hali, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
Bora, T. (1995) Milliyetçiliğin Kara Baharı, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
Calhoun, C. (2007) Milliyetçilik, çev. B. Sütçüoğlu, 1. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Hobsbawm, E. J. (1995) Milletler ve Milliyetçilik, çev. O. Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Kentel, F.; Ahıska, M.; Genç, F. (2009) Milletin Bölünmez Bütünlüğü/ Demokratikleşme Sürecinde Parçalayan Milliyetçilik(ler), 2. Baskı, TESEV Yayınları, İstanbul.
Kohn, H. (1944) Türk Milliyetçiliği, çev. A. Çetinkaya, Hilmi Kitabevi, Ankara.
Renan, E. (2016) Ulus Nedir?, çev. G. Yavaş, Birinci Basım, Pinhan Yayıncılık, İstanbul.
Smith, D. A. (1994) Milli Kimlik, çev. B. S. Şener, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
Özgültekin, F. S. (2019) “AK Parti Döneminde Tarih Yazımı ve Milliyetçilik-Köşe Yazarları Üzerine Bir inceleme”, https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/71778
[1] Anthony D. S. (2001) “Milliyetçilik ve Tarihçiler”, M. Armağan (der.) içinde, çev. İ. Türkmen, Şehir Yayınları, İstanbul. sf. 35.
[2] Armağan, M. (der.) (2001) Tartışılan Sınırlar Değişen Milliyetçilik, çev. İ. Türkmen, Şehir Yayınları, İstanbul, sf. 36.
[3] Bora, T. (1998) Türk Sağının Üç Hali, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 14.
[4] Tam biat sağlayamadığını düşündüğü burjuva fraksiyonlarla kavgası şiddetlendiği zamanlarda TÜSİAD’a “taraf olmayan bertaraf olur” diye had bildiren de Erdoğan’dır. 2010 için bkz. https://www.milliyet.com.tr/siyaset/erdogan-bitaraf-olan-bertaraf-olur-1277904 ve 2014 için bkz. https://www.posta.com.tr/siyaset/taraf-olmayan-bertaraf-olurdan-sonra-yeni-gerilim-214559
[5] Akdoğan, Muhafazakar Demokrasi, sf. 26.
[6] Akdoğan, age, sf. 35-36.