Kadir Yalçın

NEDEN SEÇİM YASASI?

Seçim Yasası ihtiyacı nereden çıktı ya da yasayla hangi boşluk dolduruluyor?

Nedeni, “cumhur ittifakı” adı takılarak iddia edildiği gibi, “yerli ve milli” olanları bir araya getirerek memleketi kurtaracağı ileri sürülen seçim ittifakının önündeki engelin kaldırılması mı? Her şey ittifak için mi?

Ama başta Erdoğan olmak üzere, koalisyonlardan şikayet edip duranlar, neden birden bire, dolaysızca koalisyona yol açacağı, hatta koalisyonu sürekli hale getireceği kesin olan ittifaka ihtiyaç duyar oldular?

Yanıt, son birkaç yıllık siyasal toplumsal gelişme sürecindedir.

TEK ADAM-TEK PARTİ DİKTATÖRLÜĞÜ İNŞASI

Öncesi bir yana bırakılırsa, cumhurbaşkanını halkın seçmesine ilişkin tartışmaların başlatılması, tek adam-tek parti rejimi inşası yöneliminin ilk pratik adımı sayılabilir. 2014’ün 10 Ağustos’unda Erdoğan cumhurbaşkanı seçilmiş; bu tarihe kadarki tekçilik eğilimi, elde edilen “halkın seçtiği cumhurbaşkanı” olanağının ardından sözcüğün gerçek anlamıyla şiddetlendirilmiştir.

2014 sonrası iki kritik tarihten ilki 2016 15 Şubat’ındaki akim kalmış darbe teşebbüsü ve sonrasında OHAL ilan edilmesi; ikincisiyse, geçersiz oyların geçerli sayıldığı, hileli ve yasaya aykırı 16 Nisan 2017 Referandumu’yla Anayasa’nın değiştirilmesinin kararlaştırılmasıdır.

Bu ikisi, tekçilik eğilimiyle devletin faşist biçim almakta olduğu –MHP’nin destekçilik yapmasıyla parti sayısı artıp, bir buçuklaşan– “tek adam-tek parti rejimi”ne geçişin yeni ama güçlü dayanaklarının oluşmasının yolunu açmışlardır.

OHAL’in sağladıkları…

Söylemeye gerek yok ki, 15 Temmuz, Erdoğan için, kendi deyimiyle “Allah’ın bir lütfu” olmuş, alınan tepkiler nedeniyle önceleri adım atılmakta zorlanılan birçok temel konuda OHAL sopası kullanılarak ilerlenebilmiştir.

OHAL’in tekçi rejim inşasında sunduğu olanaklar saymakla bitmez.

1 . OHAL, yalnızca eski iktidar ortağı Gülen Cemaati’nden değil, hemen tüm muhaliflerinden kurtulmanın kaldıracı olarak işlev gördü, Meclis-onaysız, yargı-denetimsiz KHK’ler o güne kadar demokratik hak ve özgürlüklerden geriye ne kalmışsa, tümünün üzerinde tepinmenin “yasal” zemini oldu.

OHAL altında eşitsizlik genelleşti; eşit hak eşitliği talebi savaş nedeni sayılıyor. İfade ve basın özgürlüğü iki dudak arasına alındı. Toplantı-gösteri ve örgütlenme özgürlüğü vali ve polis şeflerine emanet edildi. Sadece OHAL döneminde 6 grev yasaklandı. 2017 Martı itibariyle TMSF’nin mal varlığına el koyduğu şirket sayısı 1289’u buldu.

KHK’lerle yasakçılık tırmandırılıp “darbecilik” iddiasıyla öğretmen, gazeteci, vekil ve hakimlerle yetinilmeyip twitter kullanıcısı binlerce kişi tutuklanarak, muhalif herkese ve her şeye savaş ilan edildi. Cezaevlerinde yer kalmadı. Bir yılda 169 bin kişi gözaltına alındı ve 50 binden fazlası tutuklandı. KHK’lerle görevden atılan memur sayısı 113 bin 440. İşten atma, gözaltı ve tutuklamalar halen sürüyor. Suçlama “FETÖ’cülük”; ancak suçlananlar içinde Cemaat’le mücadele eden demokrat ve sosyalistler hiç de az değil.

OHAL’le birlikte 30 güne çıkarılan gözaltı süresi, bugün 2 hafta. Bunca uzun gözaltının amacı ancak işkence olabileceği sır değil. Nitekim OHAL süresinde gözaltında 40’a yakın kişi şüpheli biçimde öldü, kimine intihar, kimine doğal ölüm dendi.

Bu uygulamalarıyla OHAL, ancak darbe içinde darbe olarak tanımlanabilir.

2 . OHAL, “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin aşılıp hukukun –üstünlüğü iddiasıyla birlikte– haraç mezat devreden çıkarılarak, yargının yürütmeye bağlanmasının temel bir dayanağı kılındı.

2018 Şubat’ında hapisteki gazeteci sayısı 149’du. Die Welt muhabiri Deniz Yücel, sonuçları Almanya’nın sessizliği olarak derlenmek üzere, hem de göstere göstere, hukuken değil ama siyaseten tahliye edildi. Cumhuriyet Davası son aşamada. 25 yıl cezaya çarptırılan CHP’li vekil E. Berberoğlu, Anayasa Mahkemesi’nin “suç değil” demesine rağmen hala hapiste. Özgür Gündem Davaları sürüyor. Kapatılan Hayat TV yöneticilerine 13 yıl hapis cezası istendi. Gazetecilik suç sayılıyor!

Anayasa Mahkemesi gazeteci Mehmet Altan’la Şahin Alpay’ın tahliyesine karar verdi. Ancak alt mahkeme, yargı çarkının bozukluğunu kanıtlayarak, karara uymadı.

Hukukun yürütmeye bağlandığı yasa-dışılıklar bunlardan ibaret değil. Adalet Bakanlığı’nın broşüründe, hakimlerden, HSK ile istişare yapmadan tahliye kararı vermemeleri istendi. Bu, mahkemelerin “bağımsızlığı”nın sonunun ilanı demek. Emirle karar alınan 12 Eylül’de de böyleydi!

Cumhuriyet ve Hayat TV Davaları ise hukukun ‘üstünlüğü’nün sonuna delalet: Yargılamalar, “yaptım oldu” denip, delilsiz yapılıyor. Cumhuriyet, haberlerinden yargılanıyor. Hayat TV’ye yöneltilen IŞİD propagandası yaptığı iddiası ise tam bir komedi!

Erdoğan-AKP yönetimi uzun yıllar hoşuna gitmeyen mahkeme kararlarını tanımadı. Hatta AYM’nin bir kararını tanımayıp “yok hükmünde” saydığını ilan etti. Öte yandan Artvin Cerattepe maden ihalesi örneğinde olduğu gibi, birçok uygulama, mahkeme kararlarına rağmen zorla gerçekleştirildi. OHAL’le ise, hukuk topyekun geçersiz kılındı. Yasanın yerini KHK’ler aldı ve yargı tamamen yürütmeye bağlandı. 4 binden fazla hakim ve savcı ihraç edildi. Beğenilmeyen kararlar veren hakimler ya görevden alındı ya da yerleri değiştirildi. Buna karşın Yargıtay Başkanı’na göre, hukuk, ABD’de değil ama Türkiye’de tarafsız ve her şeyin üstünde!

3 . Milli irade “tek adam”a emanet edildi.

Yargı neredeyse tamamen yürütmeye bağlanmakla kalınmadı; en azından 2014’le birlikte başlatılan Meclis’in işlevsizleştirilmesi sürecinde OHAL’le ileri adımlar atılarak, aynı şey yasama için de geçerli kılınmaktadır.

Yasa yerine çıkarılan 31 KHK’nin çoğu Meclis onayından geçmedi. Üstelik KHK’ler, iptal için Anayasa Mahkemesi’ne de götürülemiyor. OHAL’de karar yetkisine sahip tek “kuvvet”, yürütme! O da Erdoğan.

Seçim Yasası değişikliği gibi nedenlerle toplantıya çağrıldığında da, gruplar ve vekillerin söz hakları kısıtlanarak, Meclis’in çalışması engellenip en alt düzeyde gerçekleşebiliyor. Konuşmaları kısıtlanıp engellenen, bir kısmıysa zaten fiilen Meclis’ten atılan vekilleri olmadan, Meclis, işlev kaybıyla, neredeyse bir binadan ibaret hale sokulmuştur.

Eskiden kürsü dokunulmazlıkları olan vekiller Meclis’teki konuşmaları nedeniyle suçlanamazlardı. Şimdi konuşmalarından dolayı vekiller hakkında Meclis Başkanlığına her gün polis fezlekeleri yağıyor. CHP’nin de katkıda bulunduğu milletvekili dokunulmazlığını kaldıran Anayasa değişikliğiyle vekiller cezaevlerine doldurulmaya başlandı. Biri CHP’li (Enis Berberoğlu) 11 vekil hapiste. 7 vekilin ise vekilliği düşürüldü.

Görevden atılma ve tutuklanma vekillerle sınırlı değil. Seçilmiş 93 belediye başkanından 68’i ve 81 belediye encümeni halen hapiste ve 94 belediye İçişleri Bakanlığınca atanan AKP’li kayyumlarla yönetiliyor. Tutuklananların tümü Kürt illerinden seçilmiş başkanlar. 2 de CHP’li belediye başkanı görevden alındı.

AKP’li yöneticiler ve en başta Erdoğan, özellikle askerlerin gücü karşısında yıllarca “sandık” ve “milli irade” demişlerdi. Hatta bir kısım liberal solcu da çıkıp “askeri vesayete karşı” AKP’ye destek oldu, örneğin AKP’nin 12 Eylül Referandumu’ndan galip çıkmasına epey bir katkıda bulundular. Gelinen yer, herkes için ibret vericidir!

İşlevsiz bir Meclis, hapisteki vekillerle belediye yöneticileri ve ülkenin sandık ve Meclis yerine OHAL ve KHK’lere dayanarak yalnızca yürütme ve başındaki cumhurbaşkanı tarafından yönetiliyor oluşu “milli irade”nin içler acısı halinin kanıtıdır!

Milli irade”nin hala lafı edilmektedir ve 2019’da ortaya yeniden sandık konup seçimler yapılacaktır, ancak artık geçerli iradenin “tek adam”ın iradesi olduğunu sağır sultan bile duymuş, bilmektedir!

4 . Batakta olan ve giderek daha da bozulan ülkenin ekonomik durumu hem bir erken seçim nedenidir, hem de aslında “iyi” olduğuna ve ne kadar da “büyüdüğümüz”e dair ortalıkta çok tevatür dolandırılmaktadır. Geleceği olmayan, “sıcak para” ve borçlanmaya dayalı, iç ve dış borç faiz birikimini durmadan artıran, ihracatın ithalatı karşılama oranını yüzde 67’ye (2/3’e) gerileten, gelir bölüşümü uçurumunu emeğiyle geçinen yoksullar aleyhine derinleştiren ekonomi politikası “faiz düşürme” edebiyatı ve kampanyalarıyla pazarlanmaya çalışılıyor. Ancak ekonomi OHAL KHK’lerinden etkilenmeyip kendi yasalarıyla kendi yolundan gitmekte, dolar ve Euro yeni rekorlar kırmakta, resmi rakamlarla bile tüketici fiyat endeksi ve enflasyon yükselmektedir.

En son şeker fabrikalarının özelleştirilmesi gibi, elde kalan son devlet işletmelerinin satılıp savılması da ekonomiyi esenliğe çıkarmak bir yana pancar ve şekerden ekmek yiyen yaklaşık 2,5 milyonluk bir kitleyle yürütmeyi karşı karşıya getirmektedir. İşsizlik azaltılamamakta, büyüme iddiası gerçeği yansıtmamakta, rakamlarla şişirilen “büyüme” propagandasından medet umulmaktadır. İnşaatçılığın ekonominin temeli olduğu yalanı bir örnektir; ekonomiye dair karanlık tablo yalanın genelleştirilmesiyle “aydınlık” gösterilmeye çalışılmaktadır.

Gerçek olan ise, emeğiyle geçinenler barınma, ulaştırma ve beslenme derdindeyken, Forbes dünya milyarderleri listesine 2017’de 40 Türk’ün girmiş oluşudur.

5 . AKP döneminde din toplumsal yaşamda aşırı ölçüde öne çıkarıldı. Toplum, “sol”un, komünistlerin, hatta demokratlarla en uç noktada –artık “cumhur ittifakı”ndan yana olmayanlara dönüşmekte olan– “AKP’den yana olmayanlar”ın dışlanmasıyla; “inananlar-inanmayanlar” olarak bölünüp, iman ve inancın bütün gücü, “tek adam-tek parti” rejimi inşasının dayanağı kılınmaya çalışıldı, çalışılıyor.

Bütün siyasal ve eğitsel süreçler dinselleştiriliyor, laiklik çoktan lafta kaldı. Din ve devlet işleri arasındaki ayrım kaldırılarak, artık siyasal toplantılar yürütme tarafından Allah adıyla açılıyor. Devlet işlerinin görülmesi Diyanet’in fetvalarına bağlanmaya başlandı. İstisnasız bütün okullarda dinci vakıf ve tarikatlar, MEB ve müdürlerin dayatmasıyla, katılımın zorunlu olduğu toplantılar düzenliyor. “Seçmeli” denen dini içerikli dersler, öğretmen yokluğu gibi gerekçelerle zorunlu kılınıyor. Okullarda birden fazla mescit açıldı. Öğrenciler, ikamete göre yerleştirme yoluyla, sayıları on kat artırılan İmam Hatip okullarına yönlendiriliyor.

Alevi inancı dışlanıyor, cemevleri ibadet yeri kabul edilmiyor.

Toplumsal yaşamın dinselleştirilmesi, eğitim gören çocuklar ve gençlerin yanı sıra en çok kadınları zorluyor. Aralarında diyanetten de kişilerin bulunduğu bir dizi yobaz kadını örtünmeye zorlamak ve aşağılamakla kalmayıp, şehvet duygularını, kadının şiddet görüp öldürülmesini haklı çıkaracak dizginsizlikte açıkça ifade ediyorlar: “Üç yaşında çocuk babasına…”, “asansöre kadınla erkeğin birlikte binmesi halvet durumudur”… Dincilik, ev dışında çalışan ve başını örtmeden örneğin pantolon giyen kadının tecavüze davetiye çıkardığı görüşünü yaymaktadır.

Siyasal toplumsal yaşamın dine dayandırılması ve dinciliğin tırmanışı, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri rakamlarına yansımaktadır: Sadece 2017’de 409 kadın cinayete kurban gitmiş, 387 çocuk istismara uğramış, bunlardan 20’si öldürülmüştür. Tecavüze uğrayan kadın sayısının hesabıysa tutulamamaktadır.

İÇERİDEKİ SIKIŞMA DIŞARIDAN AŞILIR MI?

Ülke içinde baskı ve zor, kuşkusuz çoktandır “tek adam-tek parti” rejimi inşasının temel bir dayanağını oluşturmaktadır; ancak yasama ne denli yürütmeye bağlanmış olsa da, süreç henüz tamamlanmış ve parlamentoyla onu oluşturacak seçimlerin ülke gündeminden tamamen çıkarılması noktasına varılamamıştır. Seçim ise, milisler olarak örgütlü militan güç ve –görece dareylemli/hareketli kitlelerin dayanak edinilmesinin yanında hala görece hareketsiz duran ama seçmen olan ve kimi kullanacağı az-çok kararlı kimiyse kararsız yüzer-gezer oylara sahip bulunan geniş kitlelerin de taban olarak kazanılmasının önemli olması demektir.

Geniş kitlelerin kazanılmasının bilinen yolları bellidir. Asıl olan, dar bir egemen burjuva kesimin “kendi çıkarlarını kitlelerin çıkarı olarak gösterebilmesi”dir ki, çıkarların nesnel karşıtlıkları verili olduğundan, tarih, bunun yalandan başka yolu olmadığı defalarca kanıtlamıştır. Sömürücü dar bir zümre ya da sınıf, kendi çıkarlarını, geniş sömürülen yığınlara, onların da çıkarlarıymış gibi göstermeyi ancak yalana başvurup aldatıcılıkla başarabilir.

İkinci yol, içinde kuşkusuz yalanı da barındırarak, inançların kullanılması ve din istismarcılığıdır ki, uzun süredir giderek artan biçimde yapılmaktadır. Yalan, din ve inançların istismarını yapan, istismarcının ne kadar inançlı ve dindar olduğu, hatta dindar olup olmadığının hiç önemli olmayışındadır: Zamanında bir bakanın “bakara makara” diyerek Kur’an ayetleriyle dalga geçtiği hatırlanacaktır.

Üçüncüsüyse, kuşkusuz yine içinde yalanı barındırarak, aslında milletle hiçbir ilgisi kalmamış olanların “vatan-millet” propagandasıyla milli değerler istismarcılığı yapmalarıdır ki, son birkaç yıldır taban oluşturmak ya da tabanı tutmak üzere en çok kullanılan ve en değerli olduğu düşünülen yoldur. “Çözüm süreci” sona erdirilerek en gelişkin haliyle kullanılmaya girişilmiş, Cizre, Sur, Şırnak üzerinden ilerlenerek tahkim edilmiş, deneyden geçirilerek getirileri görülmüş, sonra ülke dışını kapsar kılınmıştır. Önce “Fırat Kalkanı”yla Carablus-el Bab ve sonra“Zeytin Dalı” Operasyonu’yla Afrin.

Yalan, burada da , milli değer istismarcısının milliliğinin ölçüsünde, hatta milli olup olmadığında, milli değerlerle hiç ilgileri olmayanların en çok “vatan-millet”ten söz açmasındadır: Yurt dışındaki onca yatırımının ötesinde uluslararası tekellerle işbirliği içindeki bir önemli müteahhidin, “milletin anasına avradına…” saydırırken kendini ele verdiği küfrü hatırlanacaktır. Operasyonunun bir argümanı olarak “Suriye’nin toprak bütünlüğünün savunulması”nın kullanılması, ama en son resmen buraların Suriye yönetimine verilme niyetinin bulunmadığının açıklanması da, bu kapsamda hatırlanmalıdır.

Erdoğan-AKP yönetimiyle dayanak edindikleri ve karşılığında desteklerini aldıkları bir tekelci burjuva zümrenin çıkarları, uzun süredir bütün halkın çıkarı olarak gösterilmekte ve toplum bu nedenle kutuplaştırılmaktadır, ancak bu rejimin yenilenmesini de kapsayarak iktidarın devamının sağlanması için yetmemektedir, yetmemiştir.

Aynı amaca ulaşılması bakımından inanç ve din istismarında doruğa varılmıştır, ancak bu da yetmemiş ve üçüncü olarak, milli değerlerin sınanmış istismarında ısrar edilmesi, çıkar yol sayılmıştır.

TSK, Afrin kırsalından Suriye topraklarına girmiştir.

MHP’yi de yanına alan Erdoğan-AKP yönetimi, evet, PYD-YPG yönetimindeki Suriye Kürtlerinin bu ülkenin kuzeyindeki devletleşme girişimine katlanamayıp, Türkiye’nin güneyinden kuşatıldığı iddiasıyla bu “kuşatma”yı kırmaya yönelmiştir. Paylaşım konusu olmuş Suriye’de bir “köprübaşı” tutarak hem masada yer bulabilmek için sahada yer almak, hem de hemen her büyük ve orta-boy devletin el attığı Osmanlı’nın eski Ortadoğu topraklarının bir bölümünü yeniden ele geçirme fırsatını değerlendirmek ise, stratejik yönelimdir. Ancak bunlardan ibaret değildir ve bir de, Afrin Harekatıyla yükselecek/yükseltilecek şoven türünden milliyetçiliğe yaslanarak ülke içinde rahatlamak umulmaktadır. “Rahatlamak” –bu, selamete ulaşma amaçlı bir rahatlık değildir; ama getirilerinin başında, milliyetçiliğin %50+1’le oya tahvili dolayısıyla tamamen yerleşilecek iktidarın sürekli kılınması vardır.

Afrin, Erdoğan’ın tabii ki farkında olduğu içeride ve dışarıda sıkışmışlığının çıkış yolu sayılmış; milliyetçilik tırmandırılarak hem içeride hem dışarıda “rahat”a kavuşulacağı varsayılmıştır!

Üstelik, milliyetçiliğin getirisi uğruna maceralardan macera beğenilerek, hem ABD ve hem de Avrupalılarla gerginliğin tırmandırılmasından kaçınılmamaktadır: Önümüzdeki süreçte, oralarda Amerikan askerlerinin de bulunduğu biline biline, devam edileceği, önce Münbiç ve ardından Fırat’ın doğusuna gidileceği ileri sürülüyor. Son haberlerse, “bir gece ansızın Şengal’e”, Mayıs’ta da Irak Merkezi Hükümeti ile birlikte Kandil’e harekat düzenleneceği şeklinde.

*

Gerçi –Avrupa Parlamentosu’nun son “Türkiye Afrin’den çekilsin” kararı bir yana konursa– Afrin’e düzenlenen askeri operasyon sırasında Avrupa ve Amerika’dan hemen hiç rahatsız edecek ses çıkmamış ve harekatın anlayışla karşılandığı görüntüsü hakim olmuştur. Ancak buna rağmen zorluklar büyüktür ve dışarıda da “durulursa düşülecek” yere varılmış ve Batılı müttefiklerle eski ilişkiler sürdürülemez olmuştur. Ülke içine dönük anti-emperyalistlik iddiasıyla büyüklük taslanmasının oya yansıyacak bir getirisi olacaktır, ama bunun muhataplar indinde bir bedeli olacağı gibi, ancak ABD ile Rusya arasında bir denge tutturularak ilerlenmeye çalışılmakta ve bizatihi bu durum yeni zorluklara neden olmaktadır. Sıklaşarak, hemen her gün bir öncekinden farklı olan yalpalamalı siyasetler izlemekten kaçınılamıyor oluşu görece yeni bir zorluktur ve ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamayıp bir başına ortada kalma tehlikesi büyümektedir. Ya da bundan kaçınayım derken taraflardan birine tam mahkumiyetin mukadder hale gelmesi tehlikesi küçük değildir. Çoktandır dışarıda da ancak silah kullanılarak ayakta durulmaya çalışılması, bir diğer önemli zorluktur: Önce “Fırat Kalkanı” şimdi de “Zeytin Dalı.” Sırada Münbiç’ten doğusuyla Suriye ve Irak’ın Kürt bölgelerinin olduğu ilan ediliyor! Ama “barış süreci” sonrasında, çözümün, yeniden içeride yüz yıldır isyan ve savaşlarla anılan Kürt bölgelerinin çoğaltılmasında aranmasının gerçekten çözüm olacağı nasıl ileri sürülebilir?

Ancak, zorluklar artsın artmasın, öyle ya da böyle, dışarıdan güç alınarak içerinin dizayn edilmesinde mesafe alınmaya çalışıldığıysa bir veridir. İçeride ve dışarıda zor ihtiyacı büyüse ve zorsuz edilemez olunsa bile, milliyetçiliğin yükseltilmesine tutunarak yerleşilmek istenen iktidarın sürekli kılınması, temel bir hareket ettiricidir.

ZORUN YETMEZLİĞİ VE HİLE İHTİYACI

15 Temmuz fırsata çevrilerek darbe içinde darbe yapılması ve OHAL koşullarıyla KHK’lerden yararlanılarak içeride baskı ve zorun yükseltilip genelleştirilmesi kuşkusuz bir ürküntüye neden olsa bile, rejim değişikliği gerçekleştirilerek tekçiliğe yönelmiş bugünkü yönetimin devamlılığının sağlanabilmesi açısından net bir sonuca ulaşıldığı söylenemez. Bunun için, hem halkın ve muhalefetinin tamamen ezilip bastırılması ve hem de 2019 Seçimleri için gerekli yüzde 50+1’in garanti altına alınması bakımından anketlerin ortaya koyduğu yetersizliğin üstesinden gelinmesi zorunludur. Siyasallaşmış muhalefet örneği olarak CHP’nin düzenlediği “Adalet Yürüyüşü”yle 8 Mart kutlamalarının yanı sıra henüz siyasallaşmamış, ama siyasallaşma ihtimalini şüphesiz içeren kendiliğinden “patlama”lara örnek olarak Bağcılar’daki zehirli gaz ve suyla müdahale edilen pazarcıların tepkisi OHAL’e rağmen engellenemediği gibi, Afrin öncesi anketler –üstelik MHP ile ittifak kurulup bir araya gelinmesine rağmen– Afrin öncesi en yandaş anketler bile –üstelik MHP ile ittifak kurulup bir araya gelinmesine rağmen– MHP destekli AKP oylarını %45’in üzerinde göstermemekteydi.

Erdoğan-AKP yönetimi geniş kitleleri kazanmak için hemen her yolu denemesine ve en son milliyetçiliğin dışarıdan destekli olarak yükseltilmesine girişilmesine karşın kararlı bir çoğunluğa sahip olamadı. Afrin Harekatı oy yüzdesini bir miktar artırdı, ancak yine de güvenilir bir düzeye ulaşılamadı.

Oysa AKP-Erdoğan yönetiminin kesinlikle işi oluruna, yani şansa bırakma niyeti yoktur. “Oyun” oynanmamaktadır. Yapılmaya çalışılan, basitçe bir taban tutma ve oy kaybını önleyerek bir hükümet değişikliğinin önünün kesilmesi çabasından ibaret değildir. Tartışma konusu olan ve yaşanan süreç, bugüne dek defalarca yaşanmış rutin bir hükümet değişikliğiyle (ya da değişmemesiyle) sınırlı olmayan, bir rejim sorununun oluştuğu devletin biçim değişikliği sürecidir.

Oluruna bırakılmamış ve son çare olarak, 16 Nisan 2017 Referandumu’nda fiilen, ama yasaya aykırı olarak yapılan hilelerin yasallaştırılmasına girişilmiştir.

Seçimlerde ittifakın olanaklı kılınması diye başlanmış, ancak bunu içerse bile, niyetin ittifakla sınırlı olmayıp daha ötesini de ilgilendirdiği görülmüştür. Sonuçta yangından mal kaçırırcasına, bir gecelik çalışmayla, sabaha karşı, akla gelebilecek hemen tüm hileleri yasalaştıran ve seçim ilkesini neredeyse tamamen “gizli oy açık sayım”dan “açık oy gizli sayım”a değiştiren yeni Seçim Yasası Meclis’ten geçirilmiştir.

YASAYLA DEĞİŞTİRİLENLER

Başbakan her ne kadar “olur mu canım” dese de, AKP’nin MHP’yle el ele, seçim ittifakını mümkün kılma adına, her türlü hileyi yasallaştırarak, seçim yasasında, sandıktan, kullanılan oyların tersi sonuç çıkmasını sağlayacak şekilde yaptığı değişiklikler biliniyor. Uzamaması için önemlilerinin altını çizerek, özetliyoruz:

1 . Aynı binada oturan seçmenler, farklı sandıklarda oy kullanmak üzere bölünecekler. Böylece komşuların tanışıklıkları aşılarak, bilinmeyen kişilerin, söz gelimi ölülerle Suriyeli göçmenlerin oy kullanmaları mümkün olacak. 16 Nisan, 1 Kasım ve 7 Haziran’da pek çok seçmenin ikamet adreslerinde hiç tanımadıkları kişilerin kayıtları çıkmıştı. Şimdi nüfus sisteminde soy araştırması yapanlar birkaç yüz yaşlarında olması gereken akrabalarının yaşadığına dair kayıtlar buluyorlar. Bu madde, seçmen-olmayan söz konusu ölülerle Suriyeli vb. ya da düpedüz yoktan yaratılmış kişilerin seçmenleştirilmeleri maddesidir.

2 . Sandıklar değişik bölgelere taşınabilecek. Böylece muhalif seçmenlerin oy kullanmaları engellenebilecek ve yerlerine başkalarının oy kullanmaları ya da kullanmış gibi gösterilmeleri mümkün olabilecek. Bu, özellikle Kürt illerinde muhalif bilinen bölgelerin sandıklarında, zorun da eklenmesiyle, uygulanacak.

3 . Sandık Kurulu Başkanıyla bir asil ve bir yedek üye devlet memurları arasından atanarak, kurullarda iktidara bağımlı kişi çoğunluğu sağlanacak. Böylelikle kurul çoğunluğuna dayanılarak müdahalelerde de bulunulabilecek sandıklardan öngörülen sonucun çıkması garantiye alınacak.

4 . Tanımı değiştirilerek, sandık çevresi, eskisi gibi okul değil, sandığının konduğu oda olarak tanımlanıyor. Böylece oy kullananların etkilenmemesi kaygısıyla okulun yanına yanaştırılmayan jandarma-polis, sandık odasının kapısına kadar gelebilecek. Bir diğer değişiklik maddesiyle de, jandarma ve polisin sadece sandık kurulu başkan ve üyeleri değil, ama herhangi bir seçmenin çağrısıyla bile sandık başına kadar gelip seçime müdahale edebilme olanağı tanındı.

5 . Şimdiden 52-53 milyon seçmen için 500 milyon bastırılmakta olduğu ileri sürülen zarflar, üzerlerinde sandık kurulu mührü bulunmasa bile geçerli sayılacak. Böylece 2017 Nisan Referandumu’nda yasaya aykırı olarak geçerli sayılan geçersiz oyların geçerliliği yasallaştırılıp çalıntı oy kullanımı genelleştirilmiş oluyor.

6 . Yalnızca ittifak için kullanılan ama seçim ittifakı yapan partilerden hangisine verildiği belirlenemeyen oylar ittifak partileri arasında paylaştırılacak. Böylelikle anayasa delinerek bazı partilere almadıkları oylar aktarılacak.

YENİ YASAYLA SEÇİME GİTMEK…

Öncelikli olan hileden medet ummanın teşhiridir.

Eğer benzetme yapılıp seçimlerin partiler=takımlar arasında oynanan “maçlar” oldukları varsayılarak konuşulacak olursa, yeni Seçim Yasası’yla oyunun kurallarının değiştirildiği tartışma götürmez. Şimdi artık “maç”ı, tarafsız hakemle oyanan rakipler arasındakimaç” olmaktan çıkaran kural değişiklikleri yapılmış, en başta rakiplerden –daha doğru söyleyişle bir takımın taraftarlarından– biri, aynı zamanda “hakem” ilan edilmiştir. 2019 Seçimleri’nde, “maçın bir takımı” sayılabilecek (bir arada ittifak halinde ya da ayrı ayrı) muhalif partiler; ölüler ve çocuklarla örneğin vatandaş olmayan göçmenlerin dahil edilip edilmeyeceğini kararlaştırarak seçmenleri belirleyecek, sandıkları taşıyacak, aynı apartmanda oturan seçmenleri farklı sandıklara bölecek, sandık kurullarının çoğunluğunu sağlayacak kadar devlet memurunu atayacak, sandıkların kapısına jandarma-polis dikecek ve herhangi çağrı üzerine doğrudan sandığa müdahale ettirecek, mühürsüz zarfları da geçersiz sayacak; içinde YSK da bulunan, mülki idare amir ve memurlarıyla doğrudan “rakip takım” durumundaki –MHP tarafından desteklenen– cumhurbaşkanının liderliğindeki AKP’nin elinde olan yürütmenin emrindeki devlet aygıtıyla “maç” yapacaklardır.

Benzetmeyi bir yana koyup seçime dönersek, bir tarafta –-ittifak kurmuş ya da kurmamış– muhalif partiler, ve karşılarında, başında cumhurbaşkanı olan bir yürütmeye bağlanmış jandarma-polis takviyeli sandık, ilçe, il ve yüksek seçim kurullarıyla bu yürütmeyi elinde tutan tekçilik peşindeki MHP’den destek alan iktidar partisi. Yeni seçim yasasıyla kurgulanan manzara budur!

Dolayısıyla seçimin bu yasayla dayatılmasına sessiz kalmak, hangi yüksek öz-güvenle olursa olsun, “eh ne yapalım…” deyip seçimin böyle bir yasayla düzenlenmesine boyun eğmek, yenilgiyi baştan kabullenmek demektir.

Hilenin yasalaştırıldığı böyle bir yasayla seçimlerin düzenlenmesinin dayatılmasından çıkarılması gereken, “bu oyun böyle oynanmaz” ya da “böyle devam edilemez” sonucudur! Oyunun kurallarının baştan aşağı değiştirilmesi karşısında hiçbir şey değişmemiş gibi davranılamaz. Politik durum sadece genel olarak değil, seçim ve kuralları dolayısıyla da değişmiştir; bu değişikliklerin gerektirdiği politika ve taktikler geliştirilmesi zorunludur. Değişen durum, politik mücadeleyi, dayatılan değişiklikler önemsenmeyip bu değişiklikleri karşılayacak herhangi farklılıklar olmaksızın eskisi gibi sürdürülemez kılmıştır.

Bu söylenenlerin anlamı, şüphesiz hemen bir “seçim boykotu” ilanı değildir. Öncelikle gerekli olan, seçim hilelerine sarılmanın, hileden medet umma ve hileye mahkum hale gelmenin teşhiridir.

*

KHK’leriyle birlikte OHAL, zaten bir kural ihlaliydi. KHK’leriyle OHAL, özel olarak seçimin kurallarını koymamış olsa bile, Meclis’ten yasa çıkarılmasına gerek kalmaksızın, yürütmeye, ülkenin genel kurallarını istediği gibi koyma ve eskilerini keyfine göre yenileyip değiştirebilme imkanı sağlamaktaydı. Hala da sağlıyor ve yürütmeyi elinde tutanlar OHAL’siz bir ülke yönetimi ve dolayısıyla OHAL’siz bir seçimi düşünmek bile istemiyorlar.

OHAL’le gidilecek seçim, zaten açıktır ki, “hakaret” kabul edilebileceği için yürütmeyi elinde tutanların ve yürütme partisi olan AKP’nin açıktan eleştirisinin bile engellenme konusu olacağı, fikirlerin rahatça ifade edilip basın aracılığıyla kolayca yayılmasının, toplantı ve gösteri düzenlenmesinin, hatta çokça yaşandığı gibi bildiri dağıtımı ve afişleme çalışmasının bile yasaklanacağı bir seçim olacaktır. Bu, çok sayıda medya organının kapatılıp gazetecilerin hapse atıldığı, sayısız toplantı, gösteri ve grevlerin yasaklandığı, binlerce twitter kullanıcısının tutuklandığı bugüne kadarki OHAL uygulamalarından hiç abartısız çıkarılacak net bir sonuçtur.

Ülkenin politik toplumsal yaşamının doğrudan yürütme partisi AKP (ve desteğindeki MHP) tarafından yasaya gerek duyulmaksızın düzenlenmesi olan OHAL’in yasakları ve zorunun yanına içeride ve dışarıda tırmandırılan milliyetçilik eklendiğinde, seçimlerde, barış demenin ve yaşamı savunmanın bile suç olmakla kalmayıp “vatana ihanet” sayılacağı herhalde ortadadır.

Ama bunlarla yetinilmemektedir ve ek olarak seçim hilelerine başvurmak gerekli sayılmıştır. Seçim hilelerinin asıl olarak hedef aldığı, bir dönem “askeri vesayet” karşısında AKP’nin savunduğu iddiasında bulunduğu “milli irade” kavramı tartışma konusu edilip, neden hilelerle bu iradenin sandıktan değiştirilerek çıkarılmasına çalışıldığı sorgulanmalıdır. Eğer önemli olan “tek kişi”nin değil, ama milletin iradesi ise, neden oy olarak bu iradeye ve sandık sonuçlarına saygı duyulmamakta, ama oylama ve sayıma hile karıştırılarak yerine tek kişinin iradesi konmaya çalışılmaktadır?

SANDIK, SEÇİM VE MÜCADELE BİÇİMLERİ

Modern toplumlarda, toplumsal mücadelelerin tarihsel dersi vazgeçilmez önemdedir: Yenilmez ve kazanacak olan, ne yapacağını bilen kafa açıklığına sahip örgütlü halktır. Tarihin bu bilgisi, halkın karar vericiliğinin yerine tek kişinin karar vericiliğini ve sözüyle yönetiminin mutlaklığını geçirme teşebbüsünden başka bir şey olmayan “tek adam-tek parti diktatörlüğü” kurma heves ve dayatması karşısında çok daha vazgeçilmezdir.

Ve genel kuraldır, mücadele, tek biçimle sınırlanamaz. Eski bir çocukluk hastalığı, “her koşulda silahlı mücadele temeldir, temel mücadele biçimidir” şeklideydi; doğru olmadığı sadece teorik olarak değil deneyle de sabitlenmiştir. Olmadık işlevler yüklenen seçimlerin her şey sayılarak, parlamenter mücadele biçiminin tek ve temel mücadele biçimi olarak ileri sürülmesi de böyledir ve değinilen “çocukluk hastalığı” buradan peydahlanmış, parlamentarist günahın kefareti olmuştur.

Amacımız parlamento ve parlamentarizm eleştirisi yapmak değil; bunun ne zamanı ne de yeri. Tersine, tek adam-tek parti diktatörlüğü zorlamasının yöneldiği bir hedef de, şimdiden KHK’lere aktarılmaya başlanmış yasa-yapıcılığıyla parlamentonun bütünüyle işlevsizleştirilmesidir ve bu koşullarda faşist saldırı karşısında parlamentonun savunulmasının üstlenmekten kaçınılamaz. Ancak kadercilik ve teslimiyetçiliğin eleştirilmesi de zorunludur, çünkü koşullara boyun eğen bir teslimiyet, faşist rejim inşasının dolaylı desteğinden başka bir şey değildir.

Belirli bir mücadele biçimi zaten hiçbir koşulda her şey olarak görülemez; ancak bugün tartışmasız hale gelmiştir ki, mücadele sandık ve seçimle sınırlanamaz. Faşist saldırı karşısında parlamentonun savunulması ve parlamenter mücadele tabii ki gerekli ve vazgeçilmezdir, ancak onunla yetinilemez.

Konu, CHP içinden gelen “bu yasa kabul edilemez. Boykot ve Meclis’ten çekilme dahil yeni biçimler tartışılmalı” eleştirisine yanıt olarak savunulan “Kazanacağımız seçimleri neden boykot edelim?” savı ve bu savın bugün CHP’nin hareket tarzının yön vericisi olması nedeniyle yeniden gündeme gelmiştir.

Boykot gerekmeyebilir. Bu ayrıdır, seçimleri “her şey” saymak ve gayrısına hiç tartışmadan sırt çevirmek ayrı!

Kaldı ki öneri sahipleri net biçimde “boykot” da önermemektedirler: “Eğer biz iktidarın sandık sonuçlarına müdahale edeceği mekanizmaları gideremezsek, böyle bir seçime girmeyi kabul edecek miyiz? Bizim tartışmaya açmak istediğimiz şey bu. Yoksa 1,5 yıl sonraki seçim için bir boykot çağrısı değil, tam tersine seçim güvenliğine dairdi.[1]

Önerinin bu ortaya konuluşu pek de problemli görünmüyor. Seçim yasalarının her türlü hileye kapı açılarak değiştirilmesi ve seçimin tamamen güvensiz hale getirilmesi karşısında herhalde sessiz kalınacak değildir. CHP merkez yönetimi de sessiz kalmamış; sair muhalif partileri dolaşmış, belirli bir teşhir faaliyeti yürütmeye çalışmış, olmayınca, durmuştur. Sonuç alamayınca durması ve başka bir şey yapmaya yönelmeyerek hileli ve güvensiz seçimleri kabullenir bir tutum alması herhalde eleştirilmelidir.

Parlamentoya kutsallık atfederek parlamenter mücadeleyi mücadelenin tek biçimi sayan parlamentarist yaklaşıma göre, eskiden de “seçim her şey”di; koşulsuz geçerliliği vardı ve her şeyin düzenleyicisiydi. “Sandık”, “milli irade”ye eşitlenerek yüceltilirdi.

Oysa sandık ve seçim milli iradenin ortaya çıkması bakımından kuşkusuz önemlidir. Bugüne kadar çoğunluk ve azınlığın belli olması yoluyla, halkın iradesinin belirlenebilmesi için –sandık konarak ya da mektupla veya elektronik oy türünden– belirli bir biçimde kullanılan oyların sayılmasından başka demokratik bir araç keşfedilememiştir. Evet, sandık, evet, seçim; ama tarafsız kurullar ve nalıncı keseri olmayan kurallarla…

Sandık ve seçim önemliyken, kimse halkın iradesinin gerçekleşme ilke ya da ölçütleri durumundaki seçim kurallarıyla bu kurallara uygunluğu denetleyen kurulların önemli olmadığını ileri süremez. Eğer göz göre göre dalga geçilmeyecek ve faşizmi gizleyen bir gözbağı olmayacaksa, seçimler herkes için eşit, tarafsız ve demokratik kurul ve kurallarla düzenlenmek durumundadır. Böyle midir? Değildir! Seçim kurulları taraflıdır, kuralları ise hilelerle zor ve dayatmalar toplamından ibarettir.

Seçimlerin kurul ve kurallarıyla herkes için eşit, tarafsız ve demokratik biçimde gerçekleşip gerçekleşmemesi, toplumun örgütlenmesi sorunundan soyutlanarak ele alınamaz. Bir sandığın ortaya konması olarak seçimler, siyasal toplumsal şekillenme ve toplumun örgütlenişinden kopuk kendi başına bir olgu olarak anlaşılıp açıklanamaz. Toplum neyse, onun düzenlediği seçimler de odur. Birinin demokratik olup diğerinin olmaması düşünülemez. Seçimler, zaten, siyasal toplumsal şekillenmenin sorunları temelinde gerçekleşir ve bu sorunlara şu ya da bu çözüm önerisiyle bu önerilerin toplamından oluşan programların hangilerinin uygulanacağını karara bağlarlar.

Halk özgürlüklerini kullanabiliyorsa özgürce oyunu kullanır ve kendi sorunlarının çözümüyle ilgili kendi kararını bildirir. Bu, “milli irade” de denen halkın iradesinin şekillenmesi olduğu kadar, bu iradenin belirleyiciliğidir de.

Halk özgürlüklerinden yoksunsa, başka fikirlerden de yararlanıp o fikirlerle özgür bir tartışma ortamı içinde kendi bildiği gibi düşünüp düşüncesini ifade edemiyor, özgürce toplanıp gösteriler yaparak ve basın aracılığıyla bu fikirlerini yayamıyor, istediği biçimde örgütlenemiyor, grevi yasaklanıyor, toplantısına izin verilmiyor ya da dağıtılıyorsa, ortaya konan sandık anlamsızlaşıyor demektir. Bu durumda sandıkta yine bir irade yansır; ancak bu iradenin halkın özgür iradesi olmak bir yana “milli irade” de denen halkın iradesi olduğu iddia edilemez.

Sandık ve seçimler, halk iradesi ya da “milli irade”nin ortaya çıkış araçlarıdır. Ve sandık ve seçimler, eğer milli iradenin –iktisadi olanları bir yana hiç değilse biçimsel siyasal– gerçekleşme koşulları olan ifade, toplantı ve örgütlenme gibi bireysel demokratik hak ve özgürlükler varsa anlam kazanabilir. Kurul ve kurallarıyla herkes için eşit, tarafsız ve demokratik olmayan bir seçim ise, ancak halkın kendi iradesinin ortaya çıkabilme olanağının bulunmadığı, ülkeye dayatılmış demokratik olmayan koşullarda gündeme gelebilir ve bu koşulların ürünü olabilir. OHAL’le sınırlar konmuş, KHK’lerle yönetilen, inanç ve milli değer istismarıyla ve kuşkusuz yasak ve zorla dayatılmış demokratik olmayan siyasal toplumsal koşulların, herkes için eşit, tarafsız ve demokratik olmayan hilelerle bezenmiş seçim kurul ve kurallarının olmasında şaşılacak şey yoktur, “böyle başa böyle tarak”tır!

Ve bu koşullarda sandıktan çıkacak iradenin halkın iradesi olma imkanı yoktur; seçimle sınırlanmadan mücadele edilip geçersizleştirilemezse, sandıktan çıkacak olan, sandıkları bu haliyle ortaya koyan, seçim kurul ve kurallarını olduğu kadar, içeride ve dışarıda ülke ve topluma kendisini zorla dayatan, “milli irade”nin yerine geçirilmiş “tek adamın iradesi”dir!

Öyleyse, faşizmin önü kesilerek toplumun demokratikleştirilmesi mücadelesinden olduğu gibi, kural koyuculuk mücadelesinden de kaçınılamaz: Demokratik kurallar mı anti-demokratik kurallar mı? Bu ikilem, toplumun karşı karşıya bulunduğu “demokrasi mi-faşizm mi” ikilemi ve mücadelesinden soyutlanıp ayrılamaz.

Herhalde tartışmasızdır ki, mücadele biçimlerini de belirlemek üzere, eşit, tarafsız, güvenlikli ve demokratik olmayan seçim kurul ve kuralları da faşizm de kabullenilemez! Öyleyse, yeni Seçim Yasası’nın yasalaşmasının engellenemediği parlamentoda konuşmalar yapıp belirli bir mücadele vermiş olmakla yetinilemez. Yapılacak, ilave işler ve verilecek ilave mücadeleler olmalıdır.

BİR AHMET HAKAN VARMIŞ!

Tek adam ve partisiyle yasakları ve sair anti-demokratik uygulamalarını eleştirmek yerine, muhalefetteki CHP’ye veryansın etmeyi marifet sayagelmiş Ahmet Hakan, CHP’nin iç tartışmasındaysa demokrasi mücadelesi önerenleri suçluyor: “Eğer muhalefet partileri ‘Seçim güvenliği diye bir şey kalmadı, seçimde hile yapacaklar, çıkardıkları kanunla şimdiden seçimi kazandılar algısını yaymaya devam ederlerse…” diyor, “zaten karamsarlık içinde olan muhalif seçmenin daha da karamsar hale gelmesine yol açarlar.

Yani? CHP’lilerin ellerini havaya kaldırıp teslim bayrağı çekerek, “Ooo, seçim amma da güvenlikli yapılıyor, ne hile var ne yasak ne de zorbalık” demeleri gerekiyor olmalı!

Çünkü “seçim güvenliği yok” falan derlerse, “bu durumda da şu üç şey olur” deyip sürdürüyor:

Bir: ‘Nasıl olsa sonuç değişmeyecek’ diyen muhalif seçmenler, oy kullanmak için sandığa bile gitmezler, havlu atarlar. İki: ‘Nasıl olsa iktidar her şeyi ayarladı’ diyen muhalefet partileri temsilcileri, sandık başlarını tutmaz. Sandıkta denetim kaybolur. Üç: ‘Nasıl olsa kaybedeceğiz’ diyen muhalefet partilerinin örgütlerinin seçime asılma enerjisi düşer, parmağını bile kıpırdatmaz.

“Hele seçim boykotu lafını ortaya atmak ve seçim boykotunu tartışmaya açmak muhalefetin çöküşünü tescillendirir. Kemal Bey ve CHP kurmayları da durumun farkında olacaklar ki hiç sektirmeden, anında ‘Boykot moykot yok açıklaması yaptılar. Doğru tutum budur.

Allah böyle ‘dost’tan korusun”!

  1. Hakan da “yarım aklıyla” tersinden söylemiş olmaktadır ki, sorun, “seçim güvenliği yok” deyip bırakmak ve hile-hurda teşhiriyle yetinmek değildir. Hilelerin yasa kılınması ve seçim güvenliğinin yok edilmesi tabii ki teşhir edilmelidir, ancak bununla yetinilemez.

NE YAPMALI YA DA DEMOKRASİ MÜCADELESİNİ YÜKSELTMEK

Açık ki, Erdoğan-AKP yönetiminin başlıca yönelimi ve ülke ve topluma dayattığı sorun, tekçi rejim inşasıdır. Sadece seçim kurul ve kurallarıyla sınırlı olmadan, KHK’leriyle OHAL ve sair yasaklamalarla, içeride ve dışarıda zora başvurularak faşist kural koyuculuk gündemdedir ve hayli mesafe almıştır. Kurul ve kurallar değiştirilmiş ve değiştiriliyorsa, demokratik kurum ve kurallar için, yani demokrasi ve ülkenin demokratikleştirilmesi için mücadeleden başka yol yoktur. Taşınan sandıklara oy doldurulması, ölülere oy kullandırılması ve oyların, dolayısıyla “irade”nin değiştirilmesinin rutin hale getirilmesi türünden bütün karşıt koşullara rağmen hala “sandık” ve “milli irade”ye dair eski genel-geçer tekerlemenin sürdürülmesi, iman kuvvetinden medet ummak olduğu kadar, gerçekleşme koşullarından yoksun, olmayacak bir dua anlamındadır ve savunulmasında ısrar edilmesi vahim hata olur.

Şimdi, gözlerin dikilmesi gereken yer; birçok hile katılıp farklılaştırılan kurul ve kurallarıyla sandık ve parlamentonun ötesinde, sandığa gidip irade belirterek vekilleri seçecek ve parlamentoya hayat verecek olanların, yani halkın, 1) iradesinin güdülenmesini aşmak zorunda olmanın yanı sıra, 2) iradesinin çalınıp değiştirilmesini de aşmak zorunda olduğudur.

Milli irade”nin asli sahibi halktır. Ve iradesinin oluşmasının kurallarını, dayatmaları aşarak kendi koymalı, gerçekleşme koşullarını kendisi var etmelidir. Bunun, mücadele edip kazanmaktan başka yolu yoktur. Asıl A. Hakan’ın CHP’ye önerdiği gibi dayatılmış olan hile doldurulmuş kurallara boyun eğilirse, kadercilik ve yenilgi kabulleniciliği yapılabilir: “Bunlarla baş etmek olanaksız!” –Bu, teslimiyete giden yolun başlangıcıdır.

Ve tersi doğrudur. Seçim güvenliğinin yok edilmesinin teşhirinin yanı sıra dayatılan gericiliğin iktidarının sürekli kılınması için baskı ve zorun yetmeyeceğinin farkında olup hileye başvurarak halkın iradesini çalmak üzere hileyi yasalaştırmaya girişenlerle “baş edebilir” denip yola çıkılırsa, kazanılabilir.

Bunun için, tekçi gericiliğin dayatmaları kabullenilmeyip –gerektiğinde “rest çekilerek” seçimlerin boykotu da göze alınıp dayatma dayatmayla yanıtlanarak– değiştirilmeleri için mücadelenin seçilmesi zorunludur: Parlamenter olan ve olmayan olanaklı bütün biçimlerinden yararlanarak, demokrasi mücadelesini yükseltmek tek yoldur.

Ancak gericiliğe karşı böyle bir mücadele “milli irade” ve “sandığın savunulması”nın da koşullarını var edebilir.

*

Öyleyse sorunumuz gereksiz bir parlamentarizm ve hele “seçim boykotu” tartışmasına girmek değil, ama görünen köyün kılavuz istemeyeceği gerçeğini kabul etmektir: Gerçekleşme aracı olarak sandık ve yansıyacağı parlamentonun, öyleyse parlamenter mücadelenin her şey olduğuna ve kendisinin dışındaki bütün mücadele biçimlerini kararlaştırdığına iman edilmeden, milli iradenin, gerçekleşme koşullarıyla birlikte savunulması ve bu koşulların yaratılması için mücadele. Bireysel özgürlüklerin kazanılmasını ve kullanılabilir kılınmasını amaçlayan demokrasi mücadelesi.

Buradan oluşturulacak güç, sandıkların savunulmasının da dayanağı olacaktır.

Örnek mi? Memur atamalarıyla sandık kurullarında sözde yasal çoğunluk elde edilerek istenen her hilenin yapılabileceği inancının pervasızlığı, bu kurullardaki –geçen seçim sonuçlarıyla “hak kazanmış” CHP’li ve HDP’li– azınlık muhalif üyelerle, eğer onlar, ülkede, kendileri için de dayanaklar yaratarak ilerleyen bir demokrasi mücadelesine ve onun demokratikleştirici gücüne dayanabilirler ve kendilerini emanet edebilecekleri bu güçten güç alabilirlerse, püskürtülebilir.

Yoksa “sandık” ve “seçimi kazanacağız, başka şeye ne gerek var” türünden argümanlar, kör inancın dayanaksız argümanlarından başka şey olamazlar.

GERİCİ İTTİFAKIN ANLAMI

Yeni Seçim Yasası “kazanmak için her yol mubah” yaklaşımıyla hileleri yasalaştırdı, ancak şüphesiz ki hileler değil, seçimde de geçerli olacak “yerli ve milli” “cumhur” ittifakı ileri sürülerek pazarlandı. Daha henüz yasa çıkmadan, AKP ile MHP zaten ittifak kurmakla kalmayıp çoktan “can ciğer kuzu sarması” olmuşlardı.

Kazanmak için her yolun mubah” sayılması gibi, iki partinin ittifak kurmaları ya da kurmak zorunda kalmaları da, genellikle abartılarak olduğundan güçlü görülüp gösterilen tekçi gericiliğin gerçekte fazla da güçlü olmadığını kanıtlayan iki veridir. Tıpkı olağan koşullarda biriktirilemeyen gücün OHAL aracılığıyla biriktirilmeye çalışılmasında olduğu gibi… Ve tıpkı barışçıl yollarla elde edilemeyen gücün, 7 Haziran seçimlerinin iptal edilmesi dahil Anayasa’nın ihlalini kapsayarak ve zorun devreye sokulmasıyla elde edilmesine girişilmesinde olduğu gibi… Yine, son süreçte gözlerimizin önünde gerçekleşen, içeride ve dışarıda politik mücadelenin, General Clausewitz’in ünlü sözünü doğrulayarak, silahla sürdürülmesine girişilmesinde olduğu gibi. Olağan olanın yerine olağanüstü olana, serbestlik yerine yasaklara, barışçıl olan biçimler yerine silahlı mücadele biçimlerine başvurulması, yiğitlenme olarak görülüp gösterilebilir. Ancak, hele gerçeklerin açıkça çarpıtılmasından medet umma noktasına gelindiği de göz önünde bulundurulduğunda, sadece zayıflık belirtileri oldukları, önde duran iş ya da görevlerin alışılmış olağan biçimlerle üstesinden gelinemediğine delalet ettikleri tartışmasız olmalıdır. Kendilerine ve kazanacaklarına inanıp güvenmeyenler, halkla olan ilişkilerinin aldatıcılığa dayalı olduğunun ve sonunda açığa düşeceklerinin farkındadırlar, hile dahil her yolu mubah sayar ve dünyanın gözü önünde hiç sıkılmadan hileyi yasalaştırırlar.

Öte yandan, ittifak ihtiyacı da, hele tekçiliği yüceltenler bakımından, güçlü olmadıkları inancının ürünüdür. Kendisini en iyi bilen, yine kişinin kendisidir ve en başta Erdoğan tarafından sık sık yaptırılan anketlerin ortaya koyduğu gerçek de öyledir.

Erdoğan ve AKP’sinin cumhurbaşkanı seçtirmek için gücü yetmemektedir. MHP ile eksiğini tamamlamaya yönelmiş, bu da yetmeyince, hilenin yasalaştırılmasına gidilmiştir. MHP ise, çoktan baraj altıdır ve tekçi yönetimin devamı açısından, AKP’nin eksiğini tamamlayabilmesi için bile bir türden barajı aşarak Meclis’e girmesi gerekmektedir. İki güçsüzlükten bir güçlülük çıkarılması çabası, ideolojik ve politik olarak da tam uyuşma yolunda olan iki partinin ittifakını koşullamıştır.

MÜCADELENİN ORTAKLAŞTIRILMASI ÜZERİNE ÖZET

Açıkça tekçilik iddiasında olagelmiş partileriyle rejim değişikliğine yönelmiş gerici ittifak karşısında demokrasi mücadelesinin yükseltilmesinin kazandığı tayin edici önemin, bu mücadelenin ortaklaştırılması ihtiyacını da artırdığı herhalde görmezden gelinemez.

İttifaklar, olmuyorsa taleplerde ortaklaşılarak, mücadelenin daha alt birlik biçimleriyle de olsa birleştirilmesi, hem –yaratacağı sinerji, sağlayacağı çalışma kolaylığı ve güven duygularının da gelişmesine hizmet edeceği geniş kitlelerin etrafında toplanması için sağlayacağı alternatif ve oluşturacağı çekim merkeziyle– demokrasi mücadelesinin yükseltilmesinin ihtiyaçlarını karşılayacak, hem de seçimler açısından toplam olarak gericiliğin önünü kesmeye yetecek yüksek oyu sağlayacaktır.

Her halükarda halkın başlıca dert ve sorunlarından yansıyarak oluşan talepler için mücadelede birleşmek, aklın yoludur: Ya bu talepler etrafında oluşacak bir birlik platformunda sağlanacak halkçı ve demokratik bir ittifak… Ya da “dirsek teması” sağlamış olsalar bile ayrı ayrı duran siyasal ve sendikal vb. güçlerin, 16 Nisan Referandumu’nda “hayır”da ortaklaşılması türünden, yine halkın belirli talepleri temelinde mücadelelerini ortaklaştırmaları.

Çeşitli ideolojik ve politik saiklerle birincisinin gerçekleşmemesi durumunda ikincisi uygulanabilir bir seçenektir.

Ancak birincisi ya da ikincisi, her hangisiyse, halkın başlıca talepleri temel alınarak oluşacağı için, dayanakları ve sahip olacağı içeriğiyle, tercih nedeni olmaktan öte, iş görecek ve hem halkı birleştirecek hem de siyasal toplumsal ilerlemenin ihtiyaçlarını karşılayacak demokratik birlik türleridir.

Daha işin başında tuttuğu yol ve içeriği bakımından hatalı olacak ve halkın etrafında birleşmesini sağlayamayacağı gibi, tekçi gericiliğin önünü kesmeye de güç yetiremeyecek olan ittifak biçimleriyse, “yüksek” politik saikler, ancak her şeyden önce yanlış saptamalarla kurulmasına çalışılacak ideolojik birliklerdir. Bir ittifak yaklaşımı olarak, başka ülkelerin yanı sıra Türkiye’de de “solcuların birliği” hep ileri sürülmüştür. Toplumun sağcılaştığı görüşünden hareketle ve “gerçekçilik” adına CHP’nin önceden de denediği seçimleri de kapsayan “sağa açılma” politikası çerçevesinde günümüzde dillendirilen ise, “orta-sağ ittifak” ya da doğrudan “sağ ittifak” olarak tanımlanabilecek CHP+Merkez sağ (Saadet+İP) ittifakıdır.

Şu şu partiler olmazsa olmaz” yaklaşımının yanlışlığı bir yana bırakılırsa, ittifak anlayışı olarak “solcuların birliği”, salt ideolojiktir ve politik gerçeklerden kopuktur. Üstelik faşizme karşı halkın en geniş kesimlerinin birleştirilmesi ihtiyacını anlamamakta, solcuların bir araya gelmesinin yeterli olmasa bile başlıca hareket ettirici olması gerektiğini ileri sürmekte ve günümüzün siyasal toplumsal koşullarını da anlamadığını ortaya koymaktadır.

Gerekli olan, belirli –“sol”– görüşlere sahip olanların değil, ama belirli taleplerin nesnelliği etrafında görüşleri önemli olmadan halkın bir araya gelmesidir ki, değiştirici/dönüştürücü güç, mücadele içinde görüşleri de değişip dönüşecek olan halktadır. Bu, Marksizmin ittifak sorununa genel yaklaşımıdır; birlik ya da ittifak dendiğinde, geniş halk kitlelerinin talepler etrafında birliği ve buna hizmet edecek güç birlikleri vb. türden siyasal birlikler anlaşılır. Ancak bu, başka hiçbir tür birliğin olamayacağı ve Marksistler tarafından savunulup uygulanamayacağı anlamına gelmez. En geniş halk kitlelerini birleştirmeye uygun genişlikte siyasal güçler çeşitli nedenlerle bir araya gelemeyebilirler; bundan, olamayanı gerçekleştirmeye çalışma değil, olabilene yönelme tutumunun çıkmasından doğalı yoktur. Bu bir dizi “sol” güç tarafından oluşturulacak bir birlik de olabilir; ama kimse bundan, Marksistlerin “solcuların birliği”ni benimseyip savunmaya geçtiği anlamını çıkaramaz. İttifak sorununa yaklaşım değişmez, ancak somut olarak mümkün olan ittifak biçimi değişebilir.

CHP yönetiminde etkili olduğu, son yerel seçimlerde örneğin Ankara’da Mansur Yavaş’ın belediye başkanlığına, Erdoğan’ın kazandığı seçimdeyse şu an MHP vekili olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesiyle kanıtlı olan “sağa yanaşma” ve “sağla ittifak” yaklaşımı da yanlış politik saptamalara dayanmaktadır.

Yanlış olan hareket ettirici saptama; “Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunun sağcı ve milliyetçi-muhafazakar olduğu” ve bu nedenle, seçim kazanmanın tek yolunun, direksiyonu “sağ”a kırıp “sağa açılım” politikası izlemek ve “milliyetçi-muhafazakar ‘muhalifler’le ittifak kurmaktan geçtiği”dir. Bu yaklaşımın yanlışlığının son cumhurbaşkanlığı seçimleriyle yerel seçimlerde ortaya çıkmış oluşu bir yana, “sağ” ya da “sol”dan önce halk ve dertleriyle bu dertlerinden kaynaklanan talepleri gelir. Çeşitli birlik biçimleriyle gerçekleşebilecek ittifaklar bakımından hareket zemini de, hareket ettirici de, ancak bu olabilir ve olmalıdır.

Halkın dertleri, çözülmedikçe, kalıcıdır. Ancak aynı dertlere ve buradan türeyen aynı taleplere sahip olmaya devam ettiği koşullarda halkın politik eğilimleri değişebilir ve değişir. Örneğin medya vb. hangi politik parti ya da eğilimin tekelindeyse, bunu mümkün kılmak üzere sermaye konjonktürel olarak hangi eğilimdeyse ve çıkarları gücünü nerede yoğunlaştırmasını işaret ediyorsa, geniş kitleler oradan kaynaklanan yoğun ideolojik-politik-kültürel bombardımanın etkisi altında kalacak ve politik eğilimleri bundan etkilenerek değişme gösterecektir. Asıl kalıcı değişim ise, geniş kitlelerin, giderek kendi çıkarlarının bilincine varmak üzere hareketlenme içine girmesidir ki, bu, nesnel ekonomik toplumsal koşullarda oluşacak kırılmalarda sıçramalarla gerçekleşir. Kapitalist kriz, büyük savaşlar vb. gibi toplumsal kırılma ve alt-üst oluşlar, siyasal alt-üst oluşlara da zemin hazırlar ve bu zamanlarda geniş kitlelerin siyasal eğilimleri tahmin edilemeyecek kadar hızlı bir değişim içine girer.

Özetle, çözülmedikçe halk kitlelerinin dert ve talepleri görece aynı kalır, ama ideolojik ve siyasal eğilimleri farklı hızlarda değişirler. Dolayısıyla, ittifaklar, bu nedenle kalıcı olmayan ve değişecek eğilimlere dayanarak değil, ama halkı kucaklayacak görece kalıcı nesnelliklere dayanılarak gerçekleştirilmelidir.

Dünya 5’ten büyük diyor Erdoğan, slogan üretiyor! Doğru dünya beşten büyük. Ama Türkiye de 1’den büyük! 80 milyondan fazla Türkiye ve bir kişinin ağzına ve eylemine bakamaz! İrade halkındır. Yol gösterici, halkın talepleri ve gerçekleştirilmeleri için yaratılacak çözümler olmalıdır.

Bugün yaklaşık hesap yapılarak, “yüzde 65-70’i sağcı muhafazakar”, “yüzde 30-35’i solcu demokrat” ölçüsüyle bölümlenen ve “sağa yakınlaşma” ve giderek “sağcılaşma”nın “nesnelliği” olarak ileri sürülen –ittifak politikası bakımından da geçerli sayılan– politik ölçüt, doğru ve kullanılabilir değildir. Şu ya da bu siyasal, dinsel, ideolojik eğilimleri kuşkusuz vardır; ancak bunlar halk kitlelerin bizzat kendi nesnelliklerinden gelen kendi eğilimleri değil, ama onlara dışarıdan empoze edilen, paranın da gücüne sahip olan politik güçlerin eğilimleridir. Gerçekte hangi politik vb. eğilime sahip olursa olsun işçi işçidir, köylü köylü, esnaf da esnaf. Ve farkında olsunlar ya da olmasınlar, her birinin kendi dertleri, buradan gelen talepleri ve tümünün şekillendirdiği nesnel çıkarları vardır. Ve bir gerçek de odur ki, özelleştirmeci, fabrika kapatıcı, pancar ekimi yasaklayıcısı vb. vb. –üstelik kendi çıkarlarıyla sözünden başka çıkar ve söz tanımamaya niyet ve yemin etmiş– egemenler karşısında, yine farkında olsunlar ya da olmasınlar, –şeker fabrikalarının özelleştirilmesinde olduğu gibi– dert, talep ve çıkarları ortaklaşır.

Tekçiliğe karşı olan ve demokrasi diyen siyasal güçlere düşen, kendileri bir araya gelerek; dert, talep ve çıkar ortaklığına sahip geniş kitlelerin kendi çıkarlarının farkına varmaları ve tekçiliğe karşı safa girmelerini sağlamak üzere ellerinden gelenleri yapmalarıdır.

Sandığın namusu”nun korunmasının da, faşizmin önünün kesilmesinin de yolu buradan geçmektedir!

[1] İlhan Cihaner, Birgün, 18 Mart 2018