Ongun Gürsu

Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin sonu Engels’in geç dönem çalışmalarından birisidir. Marx’tan sonra klasik alman felsefesinin başka ülkelerde tekrar popülarite kazanmaya başlamasından sonra, Engels o güne kadar Marx ile birlikte, belli aralıklarla ve çeşitli araçlarla yapmış oldukları klasik Alman felsefesi eleştirilerini derleyip toparlama ihtiyacı duymuştur. Starcke’nin Feuerbach üzerine yazdığı bir kitap bu ihtiyaca aracı olmuş ve Engels’ten bu kitap hakkında yazı yazması istenince Engels Starcke’nin kitabını da aşan bir çalışma ortaya koymuştur. Engels’in bu çalışması öncelikle Neue Zeit dergisinin 1886 yılındaki iki ayrı sayısında yayınlanmış ve daha sonra kitap haline getirilmiştir.

HEGEL’DEN FEUERBACH’A

Engels bu bölümde iki ana nokta üzerinde durmuştur. Birincisi Hegel felsefesi ile kendi felsefeleri arasındaki temel fark ve ikincisi genç-Hegelcilerin pratik dine karşı verdikleri mücadele neticesinde materyalizme sürüklenmeleri ve dolayısıyla Feuerbach’ın Marx ve kendisi üzerinde de yarattığı etkidir.

Marx ve Engels’in başaşağı duran Hegel felsefesini tekrar ayakları üzerine kaldırdıkları, Hegel felsefesi ile Marksist felsefe arasındaki ayrımı ortaya koymak için en çok başvurulan ifadedir. Marx’ın tek bir yalın cümle ile çok iyi ifade ettiği bu durumun elbette ki pek çok alt başlığı bulunmaktadır. Örneğin bu metinde üzerinde durulan başlıklardan bir tanesi Hegel felsefesinin mutlak gerçekliği yadsımasına rağmen Hegel’in kendisinin mutlak gerçeklik fikrine saplanmasıdır. Engels Hegel’e kadar felsefi sistemlerin “mutlak” kavramlar üretmek zorunda olduğunu ifade etmiş Hegel’in de bu sistemden kopamadığını ve “mutlak” bir kavram ortaya çıkardığını ifade etmiştir oysa ki Hegel, felsefesinde “mutlak” kavramları dıştalayan devrimci bir adım ortaya atmıştır. Hegel “Gerçek olan her şey ussaldır, ussal olan her şey gerçektir” demiştir ancak gerçekliği her durumda ve zamanda değişmeden duran bir kavram olarak ele almamıştır. Hegel’e göre gerçeklik aynı zamanda zorunlu olandır. Engels burada şu örneği verir:

1789’da Fransız monarşisi, o kadar gerçek-dışı, yani tüm zorunluluktan yoksun, o kadar usa aykırı olmuştu ki, Hegel’in her zaman büyük bir coşku ile sözünü ettiği Büyük Devrim tarafından yıkılmalıydı. Bunun sonucu olarak, burada, monarşi gerçek-dışı, devrim ise gerçek olandır. Ve böylece, gelişmesi sırasında, daha önce gerçek olan her şey gerçek-dışı olur, zorunluluğunu yitirir, varolma hakkını ussallığını yitirir; cançekişen gerçekliğin yerini, yeni ve yaşayabilir bir gerçeklik alır; ve bu eğer eski, savaşım vermeden ölüme gidecek kadar usçul olursa barışçıl yolla, yok eğer zorunluluğa karşı direnirse zor yoluyla olur. Ve böylece Hegel’in savı, gene hegelci diyalektiğin oyunuyla kendi karşıtına döner: insan tarihi alanında gerçek olan her şey, zamanla, usa aykırı olur, demek ki, gelecek, yazgısı gereği, daha önceden usa aykırıdır…”[1]

Yukarıdaki uzun tarihsel süreç bağlamından çıkardığımız koşulda dahi bu durumun doğruluğu gözlemlenebilir. “Mutlak fikrin” filozofun zihninde oluştuğu an, durağan olmayan zaman içerisinde yalnız bir anlık yer kaplar. Oysa zaman akmaya devam ettiği için “mutlak fikir” ortaya çıktıktan sonra filozofun zihninde aynı kalmasına rağmen kendisini oluşturan gerçeklikler daha kağıda dökülemeden değişime uğramaya başlar. Ki bir fikrin oluşması anlık bir eylem değildir ama ileride de göreceğimiz üzere kendisi oluşturan ve içinde bulunulan koşullarca belirlenen güdülere bağlıdır. Bu da fikirleri oluşturan güdülerin, durağan değişmez durumlarca değil ama hareket halindeki dinamik süreçlerce belirlendiğini gösterir. Dolayısıyla bir kez daha mutlak kavramı anlamını yitirir. Dolayısıyla ister uzun tarihsel bir süreci ele alalım, istersek bir fikrin oluşumunu anlık bir olay veya bir süreç olarak ele alalım “mutlak” lığı oturtabileceğimiz durağan bir zemin bulamayız. Dolayısıyla Marksizm Hegel felsefesine göre, ancak Hegel’den farklı olarak mutlaklığı değil değişimi ön plana alan bir felsefe olmuştur.

Bölümde değinilen ikinci konu olan Feuerbach’ın önemi ise, Hegel’in idealist felsefesinden, materyalizme sürüklenmeye başlayan genç hegelciler’in Feuerbach’ın o dönemde yayınlanan Hristiyanlığın Özü adlı kitabının idealizmi yıkan fikirlerine sahip çıkmaları ve benimsemelerdir. Engels’in Feuerbach’ı kendileri ve Hegel arasında bir ara halka olarak nitelendirmesinin sebebi de buradan kaynaklanmaktadır.

 İDEALİZM VE MATERYALİZM

Engels bu çalışmasında, idealizm ve materyalizm kavramlarını yalnız düşüncenin mi varlıktan önce yoksa varlığın mı düşünceden önce geldiği sorusuna verilen cevap çerçevesinde ele aldığını ifade etmiştir. Bu soruya verilen cevabın idealizm ve materyalizm tartışmalarının en yalın hali olduğunu belirtmiştir. İnsanların düşüncenin kaynağını bilemedikleri için düşünceyi kendilerinden bağımsız bir yere koydukları ve bu bağımsız şeyi “ruh” kavramı ile anlamlandırdıklarını ifade etmiştir. İnsanoğlu bir kez kendisinden bağımsız bir ruh kavramını yarattıktan sonra, bu ruhun nereden geldiği, insanın hayatı sona erdikten sonra kendisinden bağımsız olan bu ruha ne olduğu gibi sorunlarla uğraşmaya başlamıştır. Tanrı(lar), ölümden sonra yaşam gibi kavramlar bu sorulara verilen cevaplar neticesinde gelişmiştir. Materyalizm, insanlığın bir medeniyet olarak gelişmesinden sonra, idealizme karşı dünyayı yorumlamak için alternatif bir yol olarak ortaya çıkmasına rağmen, Orta Çağın sonuna kadar ses getirememiştir. Rönesans, reform, aydınlanma akımı gibi gelişmeler neticesinde kilisenin geriye çekilmesi, materyalizmin daha rahat alan bulmasını sağlamıştır. Ancak Engels’in burada dikkat çektiği önemli bir konu bu gelişmelerin saf aklın gücünden değil ama sanayi ve doğa bilimlerinin gelişmesinden kaynaklandığıdır. Kilise ve dolayısıyla Hristiyanlık özelinde, idealizmin karşında dikilen Fransız materyalizmi, dayanaklarının önemli bir bölümünü Newton’un mekanik fizik yasalarında buluyordu. Doğa bilimlerinin, kimyanın, biyolojinin gelişmeye başlamasına kadar da materyalizm bu çerçevede varlığını sürdürebilmişti. Ancak, diğer bilim alanlarındaki gelişmelerden sonradır ki materyalizm, mekanik sınırlarından kurtulabilmiştir. Engels Fransız (mekanik) Materyalizmine ait iki darlıktan şu şekilde söz eder:

Mekanik yasaların da elbette ki işlediği, etkili olduğu, ama daha üst sıradan yasalarca daha geri plana atıldıkları kimyasal ve organik yapıdaki olaylara da yalnız tek başına mekaniğin uygulanması, klasik Fransız materyalizminin özgül, ama o dönem için kaçınılmaz darlıklarından biridir. Bu materyalizmin ikinci özgül darlığı, evreni bir süreç olarak, kesintisiz tarihsel gelişme yolunda bir madde olarak kavramadaki yetersizliğidir.”[2]

Engelse göre bilimdeki her gelişme, kaçınılmaz olarak materyalizmi değiştirmek ve dönüştürmek zorundadır. Ancak felsefe alanındaki gelişmelerde bilim alanındakiler gibi materyalizmi geliştirmektedir. Evren konusunda örneğin, diyalektiğe kadar materyalizm hareketi bir kısır döngü olarak yorumlarken, ancak diyalektikten sonradır ki değişim ve gelişim yasaları materyalizm alanına girebilmiştir.

FEUERBACH’TA DİN FELSEFESİ VE TÖREBİLİM

Bu bölümde Engels, Marx’ın ve kendisinin Feuerbach’ın felsefesi ile temel ayrışma noktalarının açıklaması üzerinde durmuştur. Engels başlıktaki konular üzerine Feuerbach’ın getirdiği yorumların içeriğinin idealist yönüne dikkat çeker:

Hegel’in törebilimi ya da ahlak öğretisi, hukuk felsefesidir ve 1. Soyut hukuku; 2. Öznel ahlakı; 3. Nesnel ahlakı içerir, bu sonuncusu da kendi içinde aile, sivil toplum ve devletten olmuştur. Biçimi ne kadar idealistse, içeriği o kadar gerçekçidir. Ahlakın yanısıra bütün hukuk, ekonomi ve siyaset alanı, burada biraraya toplanmıştır. Feuerbach’ta bunun tam tersidir. Biçim bakımından o, gerçekçidir, hareket noktası olarak insanı alır: ama bu insanın içinde yaşadığı dünya kesinlikle söz konusu değildir, onun için de bu insan, din felsefesinde uzun, tumturaklı sözler söyleyecek o hep aynı soyut insan olarak kalır.”[3]

İki felsefenin karşılaştırılması ile aslında Engels bize Marksizmin hem içerik hem de biçim yönünden materyalist olması gerektiğini söylemiş olur. Ne Hegel gibi hayali malzemelerle gerçek bir ocakta yemek yapabilirsiniz nede Feuerbach gibi gerçek malzemelerle hayali bir ocakta. Feuerbach’ın din ve ahlak üzerine söylediklerinin Hegel’in söyledikleri ile kıyaslandığı ve bazılarının tarihsel saptamalar ile çürütüldüğü bölümde verilen örneklerin tamamı okunmaya değerdir. Ancak burada Engels’in ifade ettiği ve üzerinde mutlaka durulması gereken ikinci ana nokta mutlak ahlak ile olandır. Feuerbach’ı eleştirirken Engels şu ifadeleri kullanmıştır:

Özet olarak, Feuerbach’ın ahlak kuramı, bütün kendinden önce gelenler gibidir, bu kuram da, bütün zamanlara, bütün halklara, bütün koşullara uygulanır ve kesinlikle bu yüzdendir ki, hiçbir zaman ve hiçbir yerde uygulanabilir değildir…”[4]

 DİYALEKTİK MATERYALİZM

Bu bölüm Engels tarafından çok güzel bir şekilde kurgulanmıştır. Genç Hegelciler olarak Hegel’den kopuşları ile yani bilindik materyalizm idealizm ayrışması ile başlayan bölüm, Hegel’deki idealizmden kopuş ancak bir yöntem olarak diyalektiğin benimsenmesi ve metafizik görüşün geçerliliğini yitirmesi ile devam etmiştir. Metafizik görüşün doğa bilimlerinde etkinliğini kaybetmesinden sonra sıra insan bilimine gelmiş ve metafizik düşünce, felsefede de etkinliğini yitirmiştir. Metafizik düşüncede hareket, ve bu hareketi devindirici gücün ne olduğu sorunsalı üzerinden sınıflar teorisine, sınıfların tarihsel bir özetine değinmiş ve siyasal mücadele mi ekonomik mücadele mi sorunu üzerinden bölümü tamamlamıştır. Konu Feuerbach ile ilgili olunca en sona dinlerin gelişimi ve toplumlardaki rolleri ile ilgili bir bölüm eklemiştir. Bölümün bu kurgulanışı Marx’ın ve Engels’in diyalektiği bir sunuş yöntemi olarak kullanmalarına da bu yönüyle örnek olarak gösterilebilir. Engels bu bölümde soyutlamalar arasındaki ilişkileri ve geçişleri kullanarak okuyucuda fikrin somutlanmasını sağlamıştır. Hegel’den kopuş, idealizm-materyalizm tartışması hakkında:

Hegel felsefesinden kopuş, burada da materyalist görüşe dönmenin sonucudur. Bu, gerçek dünyayı, -doğa ve tarihi-, kendisini, basmakalıp idealist tuhaflıklardan arınmış herkese nasıl sunarsa öyle kavramaya karar verilmesi demektir; düşsel ilişkiler içinde değil, ama kendi öz ilişkileri içinde değerlendiren olgularla uyuşması olanaksız bütün idealistçe tuhaflıkların acımasızca kurban edilmesine karar verilmesidir.[5]

Hegel’in devrimci yanı yani diyalektiği alınmış, idealist yanı terk edilmiştir. Engels felsefe olarak bunun kabul edilmesinin yeterli olmadığına dikkat çeker. Materyalizmin bir çıkış noktası olarak ve diyalektiğin bir yöntem olarak kullanılması gerekliliğine vurgu yapar. Bir kez bu yöntem benimsenip, uygulanmaya başlayınca, evrensel kurallar, her zamanda ve her yerde geçerliği olduğu varsayılan kurallar bir anda yıkılıverir ve anlamını yitirir. Bu aynı zamanda metafizik kavramlarında anlamsızlaşması demektir. İyi-kötü, doğru-yanlış gibi kavramların her zaman ve her koşul altında geçerli olmadıkları her birinin içinde bir diğerinden bulunduğu gerçeği ile yüzleşilir. Kavramlarında tıpkı yaşam gibi statik değil dinamik olduklarının farkına varılır.

Hegel’in “metafizik” yöntem dediği, verilmiş ve değişmez nesneler olarak düşünülen ve şeylerin incelenmesiyle uğraşmayı yeğleyen ve kalıntıları hala zihinlere musallat olan eski araştırma ve düşünme yönteminin doğruluğu, zamanında, tarihsel olarak ortaya çıkmıştı. Süreçleri incelemeden önce, şeyleri incelemek gerekiyordu.”[6]

Bilim ilerlemesinin bir noktasına kadar bu şeyleri inceledi. Ancak bir yerden sonra gerçek dünya bu birbirinden bağımsızmış gibi ele alınan şeylerle açıklanamaz hale geldi. İşte şeylerin neden bir şekilde değil ama öteki şekilde hareket ettiğinin açıklanması ihtiyacı kaçınılmaz bir şekilde insanoğlunun önüne gelince süreçler ve bu süreçlerin devindirici güçlerinin araştırılması gerekti.

… eski materyalizm kendi kendisiyle uyumlu değildir, çünkü devindirici güçlerin ardında ne olduğunu, devindirici güçlerin kendi devindiricilerinin de neler olduklarını inceleyeceğine, tarihte etkin ülküsel devindirici güçleri tanımakta değildir, ama onları belirleyici nedenlerine kadar daha ilerilere gitmemektedir.”[7]

Burada bir kez daha Hegel’in tarih felsefesine başvurulmuş ancak yine onun idealist yorumu terkedilmiştir. Hegel tarihi belirleyen insan eylemlerine neden olan güdülerin araştırılması gerektiğini ifade etmiş böylece yalnız bu son eylemin tarihi açıklamakta yeterli olmayacağını ortaya koymuştur. Ancak Hegel insan eylemini belirleyen güdüleri gerçek dünyadan çıkarmak yerine idealist bir yorumla ele almıştır. İnsan eylemleri, insan bilincinin bir yansımasıdır ve bu bilincin açığa çıkmasına neden olan bilincin şu eyleme değil ama bu eyleme neden olmasını sağlayan etmenler güdülerdir. İşte bu güdüler Hegel’e göre mutlak ideye ulaşmak için insanda zaten vardırlar oysa Marx’a ve Engels’e göre bu güdüler içinde bulundukları maddi koşullara doğrudan bağlıdırlar.

İnsanları harekete geçiren ne varsa, hepsi zorunlu olarak onların beyninden geçer, ama bunun beyinde alacağı biçim, koşullara çok bağlıdır. İşçiler, 1848’de, Ren bölgesinde yaptıkları gibi makineleri artık basitçe kırıp dökmüyorlar, ama o günden bu yana kapitalist makineleşmeyle hiç de uzlaşmış değildirler.[8]

Bu koşulları belirlemek için tarihe bakıldığı zaman der Engels feodalizmden sanayi devrimine kadar tüm toplumsal savaşların toprak aristokrasisi ile orta sınıf arasında yaşandığını söyler ve sanayi devrimi ile birliktedir ki bu iki savaşım arasındaki sınıflara proletarya da katılmıştır. Tarihe bakıldığında, tarihin devindirici gücünün bu sınıflar arasındaki savaşım olarak görülmesi Marx ve Engels için yeterli değildir bir yöntem olarak yukarıda da bahsedildiği şekilde bu sınıfların oluşum nedenlerini araştırmaya başlarlar ve toplumu sınıflara bölen nedenin içinde bulunulan döneme ait üretim ilişkileri olduğu sonucuna varırlar.

Burjuvazi ve proletarya, her ikisi de, ekonomik koşulların, daha doğrusu üretim tarzının dönüşümü sonucu oluşmuşlardı. Bu dönüşüm, ilkin lonca tezgahından manüfaktüre, manüfaktürden de makineler kullanan, su buharı işleyen ve bu iki sınıfı geliştirmiş olan geniş-ölçekli sanayiye geçiştir.[9]

Üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi yeni üretim ilişkilerini zorunlu kılarken, bir önceki toplumun üretim ilişkilerini güvence altına yasalar bu değişimin önünde engel teşkil ederler. Tarihin bu aşamasında, makinelerin icadı, yani üretim araçlarının gelişmesi neticesinde iş bölümü olanaklı hale gelmiştir. Geniş işçi kitlelerinin bir fabrikada toplanarak belirli bir iş bölümü çerçevesinde çalışmaları, yani üretim ilişkilerinin değişmesi bir zorunluluk olarak kendisini dayatmıştır. Ancak hala içinde bulunulan feodal toplumun yasaları, örneğin loncaların sahip olduğu ayrıcalıklar gibi, bu değişimin önünde engel teşkil ediyordu. Dolayısıyla mücadele bu yasalara verildiği için ilk etapta siyasal bir mücadele olarak görülmesine karşın aslında temeli ekonomidedir. Feodalizmin çöküşü ile birlikte egemen olan kapitalizmde üretim ilişkileri üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanmaktadır. Üretim araçlarındaki gelişmeler daha çok ürün, daha çok bolluk yaratılmasını olanaklı kılmakla birlikte, üretim araçlarının özel mülkiyetinden yani üretim ilişkilerinden ötürü proletarya yoksullaşmakta ve bu ürünleri tüketecek maddi koşullara sahip olamamaktadır.

Bu düzenle, kapitalist üretim tarzının dar çerçevesiyle bağlanmış bulunan bu sanayi, bir yandan tümüyle halkın büyük yığınının gittikçe artan proleterleşmesine yol açarken, öte yandan gittikçe daha önemli miktarda sürümü olanaksız ürün yaratır. Aşırı üretim ve yığınların yoksulluğu, herbiri ötekinin nedeni olmak üzere, işte üretim tarzının sonucu olan ve kaçınılmaz olarak onun dönüşmesi yoluyla üretici güçlerin özgürlüğünü gerektiren anlamsız çelişki budur.

Feodal dönemde, devlet egemen sınıfın çıkarlarını temsil eden üretim ilişkilerinin maddi manevi koruyucusuydu. Kolluk güçleri, adalet sistemi, ideoloji, inanç vb. tüm alanlar devlet tarafından bu ilişkilerin sürekliliği için seferber ediliyordu. Toprak sahiplerinin veya loncaların ayrıcalıkları gibi. Aynı durum bugün kapitalizm içinde geçerlidir ve tüm bu alanlar egemen sınıf burjuvazinin varlık koşulları olan üretim ilişkilerinin devamlılığı için düzenlenmektedir. Üretim araçlarının özel mülkiyetinin güvence altına alınması gibi. Devletin, egemen sınıfların çıkarlarını koruyan bir kurum olduğu gerçeği bir kez ortaya çıkınca, salt siyasal savaşım olarak görünen tüm mücadelelerin arkasındaki ekonomik etmenlerde görünür duruma gelir. Toplumsal ilerlemeyi gerçekleştiren devindirici gücün kendinden menkul siyasal mücadele değil ama, bununla da ilişkili olan ekonomik temele bağlı sınıf savaşımı olduğu ortaya çıkar.

[1] Engels, Friedrich (2011) Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çeviren: Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları, sf. 13

[2] Engels, Ludwig Feuerbach…, sf. 26-27

[3] Engels, Ludwig Feuerbach…, sf. 36-37

[4] Engels, Ludwig Feuerbach…, sf. 41

[5] Engels, Ludwig Feuerbach…, sf. 44

[6] Engels, Ludwig Feuerbach…, sf. 46-47

[7] Engels, Ludwig Feuerbach…, sf. 51

[8] Engels, Ludwig Feuerbach…, sf. 52

[9] Engels, Ludwig Feuerbach…, sf. 53