Ahmet Cengiz

                             

İkinci kez ABD Başkanı seçilen Donald Trump’ın Ukrayna savaşını bir an önce sonlandırma adına yaptığı 180 derecelik dönüş, yani “parya Putin”i muteber, “özgürlük savaşçısı” Zelenskiy’i “diktatör” kılan hamleleri, en başta Avrupalı emperyalistleri şoke etti. İngiliz The Economist dergisi “Avrupa’nın en kötü kâbusu” kapağıyla bir durum tespiti yaptı ama, Trump yönetiminin Ukrayna savaşı bağlamındaki değerlendirme ve girişimlerini bu başlıkla karşılama, yersiz olmamakla birlikte eksik kaldı. Çünkü olup bitenlerin Biden yönetiminin bir ay öncesine kadarki uluslararası politikasını tersyüz eden mahiyeti ve hızı, sadece Avrupalı emperyalistleri şoka sokmadı; nitekim Rusya emperyalizmini sevindirirken, Çin emperyalizmini ikircikli düşüncelere sevk etti. Şüphesiz ki, dünyanın hâlâ süper gücü olan bir ülkenin yeni yönetiminin işbaşına gelir gelmez yaptığı bu 180 derecelik dönüş, dünya politikasında çok yönlü etkileri olacak bir tektonik kaymanın işaretiydi. Biden yönetiminin Batı kampını yeniden diriltme çabaları tam ete kemiğe bürünüyorken, Trump yönetimi bu kampı ateşe verdi ve Batı kampını tarihe karıştıracak dinamiğe sahip bir süreci tetiklemiş oldu. Böylece, dünya düzeni bağlamında saptanan genel belirsizlik, bir üst düzeyde yeniden ve daha girift oluşmak üzere, kısmi ve tedrici bir belirginlik ögesi kazandı.

 

Gafil Avlanmak

ABD’nin aslında Rusya’ya‚ “Ukrayna’yı aramızda paylaşalım ve hatta ilişkilerimizi yeni ve daha büyük bir iş birliğini öngören bir seviyeye çıkartalım” anlamına gelen çıkışı, haliyle Avrupa’nın emperyalistlerini telaşlandırdı. Zira bu çıkışla az şey altüst olmadı:

Birincisi, Avrupalılar pazarlık masasından uzaklaştırıldılar. Dahası, Washington’dan Avrupa başkentlerine gönderilen formda, olası barışın muhafazası için ne gibi askeri katkı sunacaklarına dair bilgi vermeleri istendi. Yani, “biz yedikten sonra, sofrayı toplamaksa size ait” denildi![1]

İkincisi, Ukrayna savaşına dair Biden ile birlikte oluşturdukları anlatılar, hallaç pamuğu gibi bir tarafa atıldı. Avrupa Parlamentosu’nda ayakta alkışlanan ve “sadece ülkenizin değil, bizlerin de özgürlüğü için savaşıyorsunuz” denilerek göklere çıkartılan Zelenskiy’nin; savaşı önleyebilecekken önlemeyen (dolayısıyla yüz binlerce gencin ölümünden sorumlu tutulabilir olan!), verilen yardımların yarısının nereye gittiğini bilmeyen ve Başkan Trump karşısında uzayan dilinin kesilmesi gereken bir “diktatör”e dönüşmesi işin bir yanı. Asıl önemli yanıysa; bu savaşın bir vekalet savaşı olduğu, aslında Rusya’nın açık saldırısıyla başlamadığı ve istenildiğinde sonlandırılabilecek olduğunun açığa çıkmasıydı.[2]

Üçüncüsü, Avrupa’nın güvenliği ne ve nasıl olacak sorusu pratik bir aciliyet kazandı. Avrupalı emperyalistler Rusya ile yakın ilişkilere sahipken, hatta motor gücü Almanya Rusya’yla zımni bir ekseni şekillendirirken, ABD buna itiraz ediyor, bu yakınlaşmayı bozmak için başta Doğu Avrupa ülkelerini kışkırtmak üzere bir dizi (özellikle de Almanya’nın Rusya’dan gaz alımını durdurması yönünde) baskı uyguluyordu. Şimdiyse, tam tersi bir durum ortaya çıktı: Avrupalı emperyalistler Rusya’yla tüm köprüleri atmışken, tam da ABD onunla daha geniş bir iş birliğinin imkanlarını arıyor! Gafil avlanmak bu olsa gerek!

Avrupalı emperyalistler, Trump’ın Ukrayna savaşını bitirmek üzere Putin ile pazarlığa oturacağını biliyorlardı elbette. Fakat; bir yerde Rusya’nın savaşla ilgili iddialarını teyit eden, pazarlık açısından değerlendirilecek kartları (Ukrayna’nın NATO’ya alınması, işgal edilmiş topraklarını geri alması, ABD’nin garantör ülke olması vb.) baştan masadan kaldıran, Ukrayna’nın yer altı kaynaklarının yağmalanmasında Avrupalıları dışlayan, dahası Rusya ile Ukrayna ötesinde bir iş birliğini gündeme getiren bir yönelimi beklemiyorlardı.

Şoku, kendi gerçekliğini unutan bir diklenme izledi: Avrupa dikte edilen hiçbir barışı kabullenmeyecek! Ukrayna’yı satmayacak ve onun bağımsızlığı ve egemenliği için geri adım atmayacak! Avrupa’da cereyan eden bir savaş en başta Avrupalıları ilgilendirir, onlar dikkate alınmadan kalıcı bir barış sağlanamaz! Avrupa şimdi tek bir yumruk olmalı ve kendi güvenliğini kendisi sağlamalıdır! Bu tür diklenmelerin en çarpıcı örneğini, kendi saçmalıklarına samimiyetle inanma gibi bir meziyete sahip olan Almanya’nın Dışişleri Bakanı Baerbock verdi. Yaptığı bir açıklamada, “Amerikalılar üzerindeki baskıyı arttıracağız ki, Avrupa’nın liberal demokrasilerini desteklemeyi bıraktıklarında ne kadar çok şey kaybedeceklerini anlasınlar.” Ortada gerçekten de bir anlamama durumu var ama, bunun Amerikalılarda olduğuna inanmak için Baerbock olmak lazım!

Peki, bu tür diklenmelerin pratik karşılığı nedir? Bunun için, Zelenskiy’nin ABD ile süren nadir toprak elementleri “pazarlığı”na[3] bakılabilir. Diklenen Avrupalıların gazına gelen Zelenskiy, Trump’ın maliye bakanıyla bizzat elden ilettiği ve hemen imzalamasını beklediği hammadde anlaşmasını, “hele bir okuyalım” edasıyla çekmeceye attı, bakansa eli boş döndü! Ardından ama gazetelerde “diktatör” olduğunu okudu! Trump birkaç gün sonra bu sefer özel temsilcisi Kellogg’u gönderdi, o ise dönüşünde Zelenskiy’i öven (“cesur bir lider”!) bir Tweet attı! Bazıları bunu Kellogg-Trump çelişkisi olarak okusa da, Zelenskiy’nin belirli ölçüde geri adım atmış olması daha kuvvetli bir ihtimaldir.[4]

Öte yandan, Avrupa’nın güvenliği meselesi, esas olarak iki hususa bakmakta; bir askeri kapasiteye, iki siyasi birliğe. İki husus açısından da durum pek parlak değil. Silahlanmaya daha büyük bütçe ayırmak işin görece kolay kısmı. Avrupa Birliği (AB), bugün yarın, üye ülkelerin silahlanma için yapacakları harcamaların bütçeye etkisini Maastricht Kriterleri’nin dışında tutacağını açıklayabilir.[5] Öte yandan ama, Avrupa silah sanayisinin yeniden düzenlenmesi, özellikle de pek çok silah türünün aynı anda birçok üye ülke tarafından üretimine son verilmesi gerekiyor. Ahenk lazım yani, fakat kim ne karşılığı kendi silah sanayisinden kısmi feragatte bulunacak? Diyelim ki, genel güvenlik durumunun aciliyeti karşısında, bu konuda bir şekilde bir uzlaşı sağlandı (ki asıl uzlaşı Almanya-Fransa-İtalya arasında sağlanmalı). Ancak, ABD’ye “sensiz de olur!” diyecek bir askeri kapasiteye ulaşmak için epey zaman gerekecek. Olayların hızı, bu zamanın pek olmadığına işaret ediyor.

Ayrıca; şokun ardından şimdi pek yakıcı hissedilen ortak çıkarların zaman uzadıkça silikleşmesi kuvvetle muhtemeldir. Evet, Fransa Devlet Başkanı hemen inisiyatif kapıp, sadece belli sayıda da olsa Avrupalı ülke temsilcisini Paris’te toplantıya çağırdı. Bu satırlar yazılırken, olup bitene, başta da Avrupa’nın güvenliğine dair “Avrupa’nın yanıtı” hâlâ ortalıkta yoktu. Üstelik, hemen görüldü ki, yanıttan ziyade, bir liderlik yarışı kopmuştu! İngiltere Başbakanı, olası barışı korumak üzere Ukrayna’ya asker konuşlandırabileceklerini ve bu konuda liderlik edebileceklerini söyleyerek bir adım öne çıktı, Almanya Başkanı Scholz ise pazarlığında olmadıkları bir barışı koruma işini konuşmanın şimdi erken olduğunu belirtti. Fransa ise Macron’un ağzına sakız ettiği “stratejik otonomi” argümanını öne çıkarttı, tabii şimdi daha yüksek bir perdeden ve alt metinde Fransa’ya daha özel bir misyon yükleyerek. Kısacası, bu tablo Amerikalılar üzerindeki baskıyı artırmasa gerek…

Siyasi birliğin bir de ekonomik boyutları var. Trump yönetiminin olası gümrük vergilerini karşıt vergilerle karşılamak AB açısından çok zor olmayacaktır. Ancak iş bununla bitmiyor. Trump yönetimi bu vergileri büyük oranda ABD’ye yatırım çekmek için kullanıyor. Avrupa’dan ABD’ye yatırım akışını durdurmak için AB üyelerinin kendisi, ilgili tekel ve sektörlere daha cazip seçenekler sunmalıdır. Bu açıdan büyük meblağlı paketler gerektiği gibi (ki burada da borçların ortak olup olmayacağı sorunu tartışma konusu hâlâ!), iş yasalarından vergilere kadar sermayeyi daha hoş tutacak düzenlemeler şart. Bu ikinciler ise esas olarak tek tek ülkelerin kararına bağlı. Bu demektir ki, ilgili ülkelerdeki emek-sermaye arasındaki güç dengesine göre değişebilir bu yeni düzenlemeleri hayata geçirme imkanları. Dolayısıyla politik faktörler, ekonomik gelişmedeki eşitsizliği bazıları açısından küçültürken, başkaları için büyütebilir. Kaybedenler AB’den telafiler talep edeceklerdir, bu talepler ise birlik içerisindeki birliği diri tutmayı kolaylaştırmayacaktır. Bu olasılıklara bir de mevcut durumun projeksiyonunun hiç de iç açıcı olmayan görüntüsünü eklemek lazım: AB’nin iki motor gücündeki (Almanya ve Fransa) ekonomik ve politik durum kritik, ufukta beliren istikrar değil, istikrarsızlıktır. Sınıf mücadeleleri iki ülkede de keskinleşeceğe benzemektedir. Bu hal, hem iki ülkenin yeniden mevzilenmesi, hem de AB içindeki birliği sağlama kapasitesi bakımından ciddi meydan okumalara işaret etmektedir. Buraya, geçtiğimiz Münih Güvenlik Konferansı’nda ABD Başkan Yardımcısı Vance’in yaptığı pişkin konuşmanın da gösterdiği üzere, Trump yönetiminin Avrupa’da kendi çizgisindeki parti ve hareketleri açıktan güçlendirmeye çalıştığını da (Almanya’daki seçimlere doğrudan müdahale etme vb.) not etmeli.

Ve şimdi; ABD emperyalizmi uluslararası ilişkilerde ezber bozarken ve özelde Rusya’nın zengin yer altı kaynaklarından faydalanmayı da öngören bir iş birliğini ararken ve bu yolla aynı zamanda onun Çin ile daha da yakınlaşmasını baltalamaya çalışırken, Avrupa Rusya’yı yalıtma iddiasında ısrar edecek mi, edecekse ne kadar edecek? ABD ile yeni bir iş birliğini sağlayabilmesi durumunda, Rusya’nın Avrupa’nın çeşitli ülkelerine cazip tekliflerde bulunması karşısında şu ya da bu Avrupa ülkesinin aynı ABD gibi ezber bozmasını engelleyebilecek mi? Stratejik açıdan yeniden mevzilenmesi artık ertelenemez hale gelen Avrupa, Rusya’sız ve ona karşı bir Avrupa güvenlik mimarisini inşa edebilecek mi? ABD’nin dümen suyunda Çin’e karşı pozisyon almaya devam mı edecek yoksa yeni bir iş birliğinin yollarını mı arayacak? Mesela ABD’nin Rusya’yla olası yakın iş birliğini Çin ile çok daha özel bir iş birliğine girerek mi dengeleyecek? Bu tür stratejik yeniden mevzilenmelere ABD’nin ya da Rusya’nın tepkisi ne olacak? ABD’ye güvenle Rusya karşısında pozisyon alan Baltık ve Doğu Avrupa ülkelerinin mevcut gelişmeler karşısında daha da artan kaygılarını giderecek bir güvenceyi sunabilecek mi? Yoksa, yine ABD’nin izinden giderek Rusya ile ilişkilerini yeni bir çerçeveye mi oturtacak?

Bu sorular artırılabilir. Kuşkusuz, Avrupalı emperyalistler kendi çıkarları bakımından bu soruları şu ya da bu şekilde yanıtlayacaklardır. Şüpheli olan, bu yanıtların etkisi ve belirli bir etkiye sahip olmaları için Avrupa olarak birlik içinde ve eşgüdümlü hareket edilip edilemeyeceğidir.

Bu satırlar kaleme alındığında ABD ile Rusya arasında görüşmeler sürüyordu. Öngörülen uzlaşı ve iş birliğinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği henüz kesinleşmiş değildi. Avrupalı emperyalistler bu görüşmelerin kendi pozisyonlarını aşırı ölçüde zayıflatmayacak bir şekilde neticelenmesi için dua ederken, Rusya ABD’den gelen tekliflere sıcak bakmakla birlikte, ihtiyatı elden bırakmamaktadır. Ukrayna’da azami hedeflerine ulaşmasının kolay olmadığını bilmekte, pazarlıktan ama sadece bir ateşkesi hedeflemediğini açığa vurmuş durumda. Dolayısıyla sürmekte olan pazarlıktan ne gibi neticeler elde edebileceğini henüz bilmemektedir. Fakat, pazarlıkların nasıl sonlanacağından bağımsız olarak, cin şişeden çıkmıştır! Gerek ABD gerekse Rusya bir şekilde anlaşacaklardır. AB’nin sigortası da olagelen Transatlantik ilişkilerdeyse, etkileşimleri henüz kestirilemeyen tarihi bir kırılma gerçekleşmiştir. Masaya davet edilmeyen AB, “hayır savaş sürmelidir!” diye bir ısrarda bulunamaz, bulunsa bile bunun yükünü uzun süre taşıyamaz ve halklarına da kabul ettiremez. Ukrayna’nın AB üyesi yapılması (Rusya’nın tahmin edilebilecek nedenlerle buna itirazı yok), yeniden inşasında söz sahibi olunması ve garantörlük rolünün üstlenilmesi gibi (ki bu da şu aşamada oldukça muğlaktır) konularla yetinmesi gerekecektir. Ve tabii bu tektonik kaymanın Avrupa’nın dünya ekonomisindeki konumuna ve ittifak politikalarına yansımalarını yeniden değerlendirmek durumundadır.

Tektonik kaymanın Avrupa’nın ötesinde etkileşimleri olacağı açıktır. Çin ile Rusya dışişleri bakanları, Riyad’daki ilk ABD-Rusya görüşmesinin ardından hemen bir araya geldiler. Belli ki, gidişatın mahiyeti konusunda Çinlilerin kafasında soru işaretleri var. Özellikle ekonomik bakımdan işlerin tam istediği gibi gitmediği bir safhada, Rusya’nın ona gerek ucuz enerji ve gerekse pazar olarak sunduğu imkanların sınırlanmasını istemeyecektir. Dolayısıyla olup bitenin Rusya-Çin iş birliğine olası etkisini kestirmek istiyorlar. Öte yandan bu tektonik kaymanın Ortadoğu’ya, bölgedeki petrol üretimine, Türkiye’den İran’a, Körfez ülkelerinden, Mısır ve Libya’ya kadar nasıl bir etkisi olacaktır?[6] Bu soruları somut olarak yanıtlayabilmek için henüz çok erken. Fakat şu ya da bu şekilde etkilenmeler olacağı açıktır.

 

Perva Yok!

Trump’ın ruhuna işleyen şovmenliğinin kışkırttığı hafif meşrep açıklamalar bazılarınca gayri ciddiyet belirtisi olarak değerlendirilmekte. Oysa, Trump ve yönetiminin söylem, politika ve hamlelerine yönelik bu tür yaklaşımlar, olup bitenin ciddiyetini gölgelemekte, hatta kendisi hafif kaçmaktadır. Zira karşımızda olan İkinci Trump yönetimi, öncesinden çok daha hazırlıklı, kararlı ve gözü kara bir yönetim. Ve bu vasıflar, bu yönetimin hem iç hem de dış politikası için geçerlidir.

Malum, bir ülkenin iç ve dış politikası birbirleriyle ilişkilidir. Yine de, bu ilişkide her birinin diğerini etkileme ve koşullaması bakımından ülkeden ülkeye önemsiz olmayan nüans farkları vardır. ABD emperyalizminin özgünlüğü; yani İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm emperyalist kampın liderliğini bir süper güç olarak ele geçirmesi, Sovyetler Birliği’ni boğma mücadelesinde emperyalistler arası çelişkileri arka plana itmeyi başarması, doları dünya parası olarak tesis etmesi, seçkin bir coğrafi konuma sahip olması vb., iç politikasının dış politikasını koşullaması ve tersi bakımından görece geniş bir manevra alanın oluşmasını sağladı. Örneğin ABD Başkanının dış politikada daha fazla inisiyatif yetkisine sahip olması bunun bir ifadesidir. Ancak, başka faktörlerin yanı sıra, özellikle de 90’lı yıllarda bir furyaya dönüşen “küreselleşme” dalgası ve bu süreçte Çin ekonomisinin muazzam bir gelişme kaydetmesi, pek çok açıdan esneklik sağlayan bu manevra alanının giderek daralmaya başlamasını beraberinde getirdi. Batı kampının süper gücü ve polisi olarak izlenegelen dış politikanın -bu sefer ama yeni bir dünya ekonomisi ve aktörleri karşısında yürütülüyor olması itibarıyla-, ABD’nin iç politikasına etkisini belirli bir ölçekte dolayımsızlaştırdı, iç politikadaki çelişkiler belirtilen konumla sürdürülegelen dış politikayı tartışılır hale getirdi.

İşte Trump yönetimi ve onun arkasındaki sermaye fraksiyonu bu gidişatı vesile bilerek, “olmayan lüksümüzü varmış gibi sürdüremeyiz” ya da “başkaların bizden daha fazla faydalandığı bir dünya düzenini muhafaza etmeye mecbur değiliz” şeklinde özetlenebilecek bir sonucu çıkartmış bulunmaktadır. Ve ülke içinde artan yoksulluk, önemli sınai bölgelerin harabeye dönüşmesi, ağırlıklı olarak beyaz işçilerin nitelikli işlerini kaybetmesi gibi olguları; milliyetçi, aşırı sağcı ve faşizan ögeler de içeren ve aynı zamanda tekelci burjuvazinin verili bileşiminin yeniden harmanlamasını hedefleyen yeni bir politikanın dayanakları haline getirdi. Aslında burada, sadece ABD’de değil, ancak orada görece daha belirgin gördüğümüz hadise kısaca şudur: Emperyalist kapitalizmin belli başlı çelişkilerinin keskinleşme düzeyi, hem burjuva demokrasisinin kendisini, hem de onun hukukundan esinlenen uluslararası kurum ve kuralları, giderek yırtılması ya da en azından bazı düğmelerinin açılması gereken bir korseye dönüştürmektedir.

Yeni Trump yönetiminin şu sıralar şekillendirdiği iç politika esasta bu hususlara dayanmaktadır. Nitekim, 13 milyarderden oluşan yeni yönetiminin adeta pitbull köpeği gibi etrafa salınan Elon Musk’un sözüm ona kamu kurumlarında verimliliği artırma ve tasarrufu büyütmeyle görevlendirilmesinin arka planında şu hedef durmaktadır: Devlet bürokrasisi ve “başkanlık sisteminin sigortası” olarak check-balans kurumları, başta da iktidarla organik ilişkiye giren sermaye fraksiyonun çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemelidir. Bürokrasiyle mücadelenin bir ayağı, belli başlı kurumlarda öncelikle bu fraksiyonun yalakalarını konuşlandırmaksa, diğer ayağı kurumların ve dayandıkları düzenlemelerin sermayenin görece denetimsiz, serbest ve hızlı hareketini mümkün kılmaktır. Musk’ın tabiriyle, zaten bunlar anti-demokratiktir, zira seçilmiş değillerdir![7] Tabiri caizse, “büyük Amerika” bu açılardan adeta “küçük Amerika”dan (Türkiye) ilham alıyor gibidir.

Açıktır ki, bu yönetim açısından ABD’nin yerleşik dış politikası da bu saiklerle yeniden düzenlenmelidir. Bunun nasıl bir düzenleme olacağı Trump’ın başkan olduğu ilk bir ayda belli oldu sanırız. Denetleyici, sınırlayıcı veya bağlayıcı uluslararası kurumlar tanınmamalıdır. Ticaretten diplomasiye kadar yönlendirici tek ilke, (ekonomik-askeri) güçtür. Hukuki kılıflar manasızdır, güçlü olan hak gördüğünü alır. ABD hiçbir kuruma ya da kimseye karşı sorumlu değildir. Her koyun kendi bacağından asılır. Asıl olan güce dayalı pazarlıktır. Ve bunda hiçbir perva kabullenilemez! Konsept budur. Ve görüldüğü üzere, bu konsept açısından ülkelerin egemenlik hakkı, insan hakları, bağlayıcı uluslararası antlaşmalar gibi tarihi kazanımlar, icap eden her durumda aşılması gereken bariyerlerdir. Kısacası, dünya halklarını ve emperyalizme bağımlı olan ülkeleri, emperyalist pervasızlığın çıplak suretiyle yeniden yüzleşeceği bir dönem bekliyor.[8]

Buradan bakıldığında Ukrayna savaşını sürdürmek akıl kârı değildir, çünkü bu savaşı sürdürmenin gerekleri bu konsepte aykırıdır (bir kamp olarak hareket etme, Ukrayna’ya kaynak aktarma, dolayısıyla Avrupalıların yükünü hafifletme vb.). Fakat; sözüm ona yapılan yardımların karşılığı olarak Ukrayna’ya resmen bir sömürge anlaşmasını dayatmak, Rusya’nın kaynaklarından faydalanmanın yolunu bulmak, Avrupalılara da “in sırtımdan” demek ve üstelik bunu “barış aşkına”, “boşuna ölen yüzbinlerce genç” adına yapmak akla çok daha yatkındır.

Demek ki, Trump’ın Kanada, Panama, Grönland, Gazze’ye yönelik açıklamaları “turuncu kafa”nın hezeyanları olarak geçiştirilmemelidir. Aksine; tekelci burjuvazinin bir kesiminin Trump yönetiminde cisimleşen ve yaygın olarak “otoritarizm” olarak da ifade edilen bu eğilimin, güçlü ve bağımsız bir işçi hareketinin varlığı koşullarında doğrudan faşist bir devlet biçimine bürünecek bir niteliğe sahip olduğu görülmelidir. Başka bir ifadeyle, henüz aşırı sağcı ve faşizan öge ve motiflerle flörtleşerek ilerleyen bu eğilimin yüzünün faşizme açık olduğu şüphesizdir. Bugün işçi hareketini ve tüm demokratik güçleri zımnen faşizmle tehdit ederek, faşizmin bu yönüyle sınıfsal işlevini yerine getirmeye çalışmaktadır.

Tersinden ama; ister “büyük” ister “küçük Amerika”da olsun, bu sopa gösterme siyaseti, işçi hareketinin ve tüm demokratik güçlerinin en geniş birliğinin koşullarını da hazırlamaktadır. Hazırlamaktadır, çünkü iktidarda olduğu yerde bu eğilim; çıplak baskıyla, şantajla, dayatmayla ve aslında kendi iktidarının da öncesinde meşruiyetini aldığı burjuva demokratik hakları ve teamülleri hiçe sayarak, dolayısıyla toplumun -şu an için farkında olsun olmasın- en geniş kesimlerinin yaşamına negatif etkide bulunarak yol almak durumundadır. Gerek ABD’de gerekse dünyada, bu eğilimin kendi karşıt güçlerini kışkırtmadan yol alabilmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Sadece dünyada değil, ABD’de de çalkantılı ama asıl doğrultusu şiddetlenme olan sınıf mücadelelerinin belirmesi bir sürpriz olmayacaktır.

 

[1] Rusya, NATO üyesi Avrupa ülkelerin askerlerinin hangi misyonla olursa olsun Ukrayna’da konuşlandırılmasına itiraz ediyor. Pazarlıkta bu hususun nasıl çözüleceği henüz açık değil.

[2] ABD bu arada Birleşmiş Milletler’e (BM) Ukrayna’yla ilgili kendi karar tasarısını sunmaya hazırlanıyor. Bu tasarının Ukrayna ve Avrupalıların hoşuna gitmeyeceği, Rusya’yı ise memnun edeceği söyleniyor.

[3] Nadir elementlerin bugünkü teknolojik araç gereçler açısından teşkil ettiği kritik önemi biliniyor, aynı şekilde Çin’in bu konuda bir tür tekel konumuna sahip olduğu da. ABD’nin Çin ile ticaret savaşında, Çin’in bu konumunu kullanmasının etkilerini zayıflatmak bakımından Ukrayna’yla yapılan bu pazarlığın özel bir önemi var.

[4] Bu satırlar yazılırken nadir elementlerle ilgili süren pazarlık henüz netleşmiş değildi.

[5] Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı açıklamada, “Savunma yatırımları için kaçış maddesinin etkinleştirilmesini teklif edeceğimi duyurabilirim. Bu, üye devletlerin savunma harcamalarını önemli ölçüde arttırmalarına olanak sağlayacaktır” dedi.

[6] Rusya Dışişleri Bakanı bu makale kaleme alınırken, Çin’in yanı sıra, bir günlüğüne İran’a gitti, Türkiye’ye de gelecekti.

[7] Konumuz ABD iç politikası değil. Şunu ama belirtelim ki, Trump yönetiminin ABD’deki kurumlar, savunma ve finans alanına ilişkin öngördükleri, sermaye içi fraksiyon kavgalarını da artıracaktır.

[8] Çin, bu gidişatı, oluşacak tepkileri yedekleyebileceği bir süreç olarak değerlendirmeye çalışacaktır.