Yücel Demirer
Sizleri İstanbul, Türkiye’den sıcak dayanışma duygularıyla selamlıyorum.
Bu önemli konferansın bir parçası olarak sizlere hitap etmek benim için büyük bir mutluluk. Hayatı boyunca savaşa karşı duran, politik duruşunu bu karşıtlık üzerine inşa eden, devrimci kimliğini hiç kaybetmeyen ve bu mücadelede yaşamını yitiren Rosa Luxemburg adına düzenlenen bir toplantıya katılmaktan duyduğum gururu belirtmek isterim.
Bu toplantıyı düzenleyen ve beni konuşmacı olarak davet eden yoldaşlara teşekkür ediyorum. Ancak organizatörlerin tüm çabalarına rağmen vize sürecinde yaşanan aksaklıklar nedeniyle aranızda fiziksel olarak bulunamıyorum.
Konuşmama başlamadan önce, Filistin halkına yönelik soykırım aşamasına gelmiş şiddete dair derin endişe ve üzüntümü dile getirmek istiyorum. Gazze Şeridi’nde binlerce masum Filistinlinin ölümüne ve yaralanmasına yol açan İsrail saldırganlığını en sert şekilde kınıyorum.
***
Bu konuşmanın ilk satırları, 8 Aralık 2024 sabahı kaleme alındı. O sabah muhalif grupların hızla ilerleyerek Şam’ı ele geçirdiğini ve Beşar Esad’ın ülkeyi terk ettiğini öğrendik.
Bildiğiniz gibi, geçtiğimiz ayın başında tanık olduğumuz Suriye rejiminin düşüşü, Batı emperyalizmi ve İsrail’in ortaklaşa yürüttüğü planların bir sonucudur. Son bir ay içinde Suriye’de yaşanan tarihsel önemdeki bu gelişmeler ne ilktir ne de yenidir. Son yirmi yılda ABD ve müttefikleri, Irak, Lübnan, Libya, Suriye ve Somali’ye yönelik savaşların önünü açmıştır.
Batı emperyalizminin bu askeri müdahaleleri, ilginç bir şekilde, onun gücünün gerilediğinin iddia edildiği bir döneme denk gelmektedir. Ancak, Batı emperyalizminin krizler karşısında uluslararası düzeyde faşizm ve savaşı bir “çözüm” olarak benimsemesine dair ayrıntılara girmeden önce, “gerileme ve hegemonya kaybı” kavramlarını nasıl anlayıp ele aldığımı kısaca açıklamam gerekiyor.
Öncelikle bazı düşünürlerin iddia ettiği gibi Batı emperyalizminin gerilediği veya çöktüğü görüşüne katılmadığımı belirtmek isterim. Tarihsel sürecin bazı dönemlerinde emperyalist merkezlerin hegemonya sarsıntıları yaşadığını kabul etsem de bunu doğrudan bir gerileme ve çöküş olarak tanımlamak bana doğru görünmüyor. Ancak yaptığım bu itiraz, günümüzde Batı emperyalizminin uluslararası düzeyde faşizm ve savaş politikalarına dayanmadığı anlamına gelmez. Ukrayna ve Suriye’deki gelişmelerden, hatta Donald Trump’ın daha göreve gelmeden Meksika ve Panama’yı işgal etme tehditlerinden de açıkça görülebileceği gibi, emperyalist güçler krizlerine çözüm olarak hâlâ savaş ve faşizmi tercih etmeye devam ediyorlar.
***
Bu parantezi kapattıktan sonra, günümüzde savaş siyasetinin yükselişinin güncel dinamiklerine odaklanmak istiyorum. Bu noktada, tüm dünyayı etkilemekte olan iki temel eğilimden bahsetmem gerekiyor.
Bunlardan ilki, büyük resme baktığımızda, “sosyalist blok”un çöküşünden bu yana devletler arası ve devletlerle muhalif güçler arasındaki savaşların ve bölgesel çatışmaların dünya genelinde arttığı gerçeğidir. 1990’lardan itibaren, göreli bir dengenin sağlandığı dönem sona ermiş ve farklı boyutlardaki savaşlar çoğalmıştır. Emperyalist ülkeler arasındaki gerilimler artmış ve birçok coğrafyada bu gerilimler doğrudan savaşa dönüşmüştür. Aynı zamanda, ulusal bütçelerde silah alımlarına ayrılan pay da önemli ölçüde yükselmiştir.
İkinci olarak vurgulamak istediğim nokta, özellikle son yıllarda burjuva demokrasilerinde yaşanan ciddi farklılaşmadır. Dünyanın neredeyse her yerinde ılımlı merkez sağ partilerin yerini otoriter ve faşist partiler almıştır. Farklı tarihsel gelişim dinamiklerine ve siyasi kültürlere sahip ülkelerde, birbirini andıran otoriter liderlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu liderler yönetiminde burjuva demokrasisinin görece demokratik çerçevesi sarsılmış, siyasal mücadele koşulları zorlaşmıştır.
Bu iki olguyu birlikte ele aldığımızda ortaya çıkan tablo, bunların ayrı ayrı ürettiği sonuçların ötesine geçmektedir. Emperyalist saiklerle yürütülen savaşların ve bölgesel çatışmaların, dış politik hedeflere ulaşmak yanında, otoriter hükümetler tarafından ülke içinde anti-demokratik uygulamalarını meşrulaştırmak için kullanıldığı da açıkça görülmektedir. Emperyalist devletler ya da emperyalist yükselişten pay almak isteyen bölgesel güçler, bu çatışmaları kendi toplumlarında siyasal ortamı baskı altına almak ve siyasal gündemi dönüştürmek için araçsallaştırmaktadır.
Örneğin, Türkiye’de Erdoğan rejimi, Aralık 2024’ten itibaren Suriye’de yaşanan gelişmeleri kullanarak Türkiye siyasetini şekillendiren dinamikleri değiştirmeyi ve siyasi rıza üretme mekanizmalarını kökten dönüştürmeyi arzu etmektedir. Hafıza siyasetini oldukça ustaca kullanarak içeride desteğini artırmaya çalışmaktadır. Türkiye’de işçi sınıfının birincil gündemi “yoksulluk” olsa da, Erdoğan rejimi Suriye’deki gelişmeleri ülkenin siyasal gündemini değiştirmek ve sürecin tamamen kendi kontrolünde ve istediği yönde ilerlediği algısını yaratmak için kullanmaktadır.
Kuşbakışı bir perspektiften bakıldığında, emperyalizmin gelişimi ve bunun yol açtığı dönüşümler, Marksist düşüncenin kapitalist sömürü ile savaş arasındaki ilişkiye dair ortaya koyduğu çerçeveyi doğrulamaktadır. Marksist analiz, sermaye birikimi ve sermayenin korunması kaygısının yıkıcı sonuçlarını açığa çıkarmakta başarılıdır.
Ancak, bu tarihsel doğrulamayla yetinemeyiz ve mevcut durum, eldeki anlam çerçevelerinin güncel gelişmeler doğrultusunda geliştirilmesini gerektirmektedir. Bölgesel ve devlet içi çatışma ve savaşların yanı sıra büyük güçler arasındaki rekabeti Marksist bir perspektiften kavrama ihtiyacı hâlâ önümüzde durmaktadır.
Bugün yanıt bekleyen pek çok kritik soru arasından, emperyalist savaşların burjuva rejimleri tarafından nasıl meşrulaştırıldığını tartışmak istiyorum. Bu tercihi yapmamın nedeni, bu bağlamda üretilecek düşüncenin savaş karşıtı komünist mücadelenin kapsamını genişleteceğine olan inancımdır. Başka bir deyişle, emperyalist devletlerin savaşları nasıl meşrulaştırdığını ele almanın, eldeki tüm deneyimlere rağmen işçi sınıfının bazı kesimlerinin neden vatanseverlik sloganları altında savaşlara katıldığını anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum. Bu tartışma aynı zamanda, daha savaşlar başlamadan önce, emperyalizmin güncel örneklerinin ürünü olan milliyetçi projelere karşı nasıl mücadele edeceğimize de ışık tutacaktır.
Bana göre, komünist siyasetin güncel örneklerinin pek çoğunda emperyalizm ve anti-emperyalist mücadele tartışmaları çoğunlukla makro-politik ve genel yorumlarla sınırlı kalmaktadır. Savaş politikalarına karşı günlük yaşamda verilen mücadeleye yeterince önem verilmemektedir. Bu gözlem üzerinden, bugün emperyalizmin tarihsel gelişimine dair ana akım kavramsallaştırmaları ele alarak savaş karşıtı, anti-emperyalist mücadelenin nasıl genişletilip yaygınlaştırılabileceğini tartışmak istiyorum.
***
Emperyalizm, kapitalist büyümenin ve genişlemenin motoru ve ayrılmaz bir parçası olmuştur. 15. yüzyıldan bu yana emperyalizmin, sahibi olunan topraktaki artışla ve egemenlik alanının genişlemesiyle karakterize edilmesinden dolayı, fetihler dönemi sona erdiğinde emperyalizmin de sona erdiğine dair yaygın bir yanlış kanı gelişmiştir. Ancak, emperyalizmin fiili dinamikleri ve uygulamaları değişse de, onu var eden temel önceliklerinin ve amaçlarının sabit kaldığı açıktır. Örneğin, ana akım tarih kitapları yaygın bir biçimde 1870-1914 dönemini “Emperyalizm Çağı” olarak adlandırıyor olsa da, emperyalizmin ömrü Birinci Dünya Savaşı ile sona ermemiştir.
Tarihe ezilenlerin perspektifinden baktığımızda, 19. yüzyılın son yıllarında Avrupa ülkeleri arasındaki emperyalist rekabetin geldiği aşamanın bir son değil, aksine bir başlangıç olduğu görülecektir. Emperyalist sömürünün uygulanma biçimlerinde meydana gelen değişim, onun ortadan kalktığı anlamına gelmez; yalnızca biçim ve yoğunluğundaki dönüşümü gösterir. Bu nedenle, “Emperyalizm Çağı” kavramının sadece yanlış olmakla kalmayıp, aynı zamanda emperyalizmin günümüzdeki varlığını ve etkisini gizlemeye yönelik bir amaç taşıdığı da akılda tutulmalıdır.
Emperyalizmin uzak tarihine odaklanma eğiliminin ve emperyalizmin sona erdiği iddiasının olumsuz sonuçlarından biri, emperyalist sömürü deneyiminin daha sonraki tarihsel süreçlerde ortaya çıkan otoriter ve faşist rejimlere nasıl ilham verdiğinin göz ardı edilmesidir. Emperyalizmin izleri, tarih boyunca farklı dönemlerde emperyalist yağma ve sömürgeci zihniyetle şekillenen neredeyse tüm siyasi deneyimlerde görülmüştür. Bu örnekler, dışa dönük olarak şekillendirilen sömürü ruhunun, uygun koşullar oluştuğunda içsel sömürü ve baskıyı nasıl besleyip meşrulaştırabileceğini göstermiştir.
Emperyalizme ilişkin genellemelerin gölgelediği önemli bir boyut, kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüştüğü aşamada artık güncel olanın kapitalist emperyalizm olduğu gerçeğidir. Bu tercih kapitalist emperyalizm çağında emperyalizmi basit yayılmacılığa indirgeyerek siyasal zemininden ve bu arada başlıca karşıtı olan işçi sınıfının etkin rolünden soyutlama tehlikesi taşımaktadır.
Emperyalizmin kavramsallaştırılmasındaki bir diğer çarpıtma, emperyalizmin tanımında ulusal çıkarlar ve ulusal siyasi aktörlere aşırı vurgu yapılmasından kaynaklanmaktadır. Emperyalist yağma her ne kadar ulusal bayraklar altında yürütülüyor olsa da, esas olarak egemen sınıfın çıkarlarına hizmet etmiş ve etmektedir. Emperyalist genişlemenin temel nedenleri; Avrupa’nın sanayileşmesi, ekonomik büyüme, hammadde ve pazar ihtiyacı olmasına rağmen, ekonomik olmayan faktörler çoğu zaman abartılmıştır. Ulusal prestij, şan ve şeref gibi unsurların yanı sıra Hristiyanlığı yayma rolü de burjuva tarihçileri tarafından orantısız bir şekilde vurgulanmıştır. Bu gerçek göz önünde tutularak, emperyalizmin sınıfsal sömürü boyutunun milliyetçi söylemler gölgesinde kalmamasına özen gösterilmeli, karşı propaganda faaliyetinde ulusal motifler yerine sınıfsal boyut öne çıkarılmalıdır.
***
Burjuva tezlerinde emperyalizmin ele alınış biçimi üzerine yaptığım eleştirilerle vurgulamak istediğim nokta, komünistlerin savaş karşıtı bilinçlendirme faaliyetlerini savaş öncesi döneme ve işçi sınıfının günlük yaşamına yayma gerekliliğidir.
Emperyalist politikaların geniş halk kesimleri tarafından bu kadar kolay kabul görmesi, bu durumun nedenleri üzerine düşünmemizi zorunlu kılmaktadır. Az önce bahsettiğim milli gurur, din ve benzeri motifler üzerinden şekillenmiş bir emperyalizm algısına sahip olan kitlelerin savaş propagandasına daha kolay ikna olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, savaş karşıtı mücadelenin kapsamı genişletilmeli ve halkın yaşamına dokunan bir eylemsellik içinde anti-emperyalist söylem geliştirilmelidir.
Emperyalist saldırganlığın güncel durumuna baktığımda, önümüzdeki dönemin zorluklarla dolu olacağını düşünüyorum. İşçi sınıfı için çetin geçecek günlerin eşiğinde, biz komünistlerin mevcut emperyalist rekabet ve çatışmalara karşı hazırlığını, öncelikle net bir siyasi konumlanma ile sağlayabileceğimizi düşünüyorum. Komünistlerin bu konuda üreteceği açık ve net kavramlar, özellikle emperyalizmi ekonomik gerekçelerinden soyutlayan yaklaşımların mücadeleyi yavaşlatıcı ve kafa karıştırıcı etkisinin zayıflatılması açısından büyük önem taşımaktadır.
Burada özellikle altını çizmek istediğim nokta, ülkeler arasındaki güç mücadelesinin ulusal boyutuna yapılan vurgunun, sermayeler arasındaki çatışmayı görünmez kılmasından ve sömürünün üzerini örtmesinden duyduğum endişedir. Kapitalist tarih yazımının gözbağcılığının ve burjuva tezlerinin anti-emperyalist mobilizasyonu yavaşlattığı ve hatta engellediği göz önüne alındığında, yapılması gereken şey, tekelci kapitalist düzenin ulus-devlet sınırlarını aşan sömürü mekanizmasının günümüzdeki dinamiklerine odaklanmak, onu görünür kılmaktır. Günümüzde kapitalistler açısından asıl meselenin emperyalist çıkarlara uygun şekilde ve küresel çapta üretimin genişletilmesi olduğu akılda tutularak, çatışan aktörlerin uluslar değil, sermaye fraksiyonları olduğu vurgulanmalı ve anti-emperyalist politikanın temelleri de bu kavramsallaştırma üzerine inşa edilmelidir.
Bu nedenle, savaşa karşı çıkanların, çatışmayı ve savaşın dinamiklerini doğru analiz etmeleri ve savaşa karar verenlerin önceliklerini açığa çıkarmaları büyük önem taşımaktadır. Yapılacak analiz, savaşın kısa ve uzun vadede emekçileri mağdur edeceğini ortaya koymalı, savaşın fayda sağlayacağı kesimleri görünür kılmalıdır. Kapitalist egemen sınıfın çıkarlarını halkın çıkarları gibi sunan algı yönetimi mekanizmalarına ve bilinç çarpıtma süreçlerine karşı, uluslararası işçi sınıfı dayanışmasını öne çıkaran ve yoldaşça bilgi paylaşımını içeren çabalar ortaya konulmalıdır.
***
Tricontinental Toplumsal Araştırma Enstitüsü tarafından yayımlanan “Latin Amerika Emperyalizmden Nasıl Kopabilir?” başlıklı raporda, Eduardo Galeano’nun muhteşem kitabı; Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu[1] kitabından alınmış kapitalist çarpıtmalar ve emperyalizm alanına da taşan algı yönetim taktikleri listelenmiştir.
Kapitalist çarpıtmaları mizahi bir dille eleştiren Galeano, kapitalizme nasıl “piyasa ekonomisi”, emperyalizme “küreselleşme” dendiğini, emperyalizmin mağdurlarının tıpkı bir cücenin çocuk olarak tanımlanması saçmalığında olduğu gibi “gelişmekte olan ülkeler” olarak adlandırıldığını ve daha nice güldüren ama acılı sonuçlar üreten kapitalist perdelemeleri sıralamıştır.
Galeano’nun listesi, ideolojik mücadelenin ve savaş karşıtı çabaların içinde örüldüğü yaklaşım ve dilin gücünü etkili bir biçimde gözler önüne sermektedir ve bizi de kapsayan bir uyarı gibidir.
Emperyalist savaşlardan, savaşların yol açtığı yıkım ve sefaletten kurtulmanın yolu, kapitalist sistemden kurtulma mücadelesinden geçmektedir; bu mücadelenin kritik öneme sahip bir boyutu ise, emperyalist manipülasyonları ve çarpıtmaları başarıyla bertaraf etmektir.
***
Konuşmamın sonuna geldiğim şu anda, salondaki dinleyicilerin yüzünü göremeden ve insan sıcaklığını yanımda hissedemeden yapmak zorunda kalmış olduğum bu konuşmanın, diğer konuşmalarla uyum içinde olduğunu umut etmekten başka çarem yok.
Beni dinleyen herkesi yoldaşça dayanışmayla ve en sıcak duygularımla selamlıyorum.
[1] Galeano, E. (2022) Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu, çev. B. Kale, Sel Yayıncılık, İstanbul.